Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kazandıkları kötülükler o gün karşılarına çıkacak ve alay edip durdukları azap onları kuşatacaktır.

Zümer Sûresi: 48

07.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Aranızda bulunduğum sürece bana itaat ediniz. Allah'ın Kitabına sarılınız. Onun helâl kıldığını helâl, haram kıldığını da haram biliniz.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 648

07.03.2008


Beşer, Kur’ân’a tarziye vermeli

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bütün tarih-i beşeriyede, katiyen misli görülmemiş ve kavm-i Lût’un başına yağan semâvî taşlardan daha müthiş taşlar, dinsizlik hesabına milyonlarla ehl-i imanı ve masumları edyân-ı semâviye ve kavânîn-i İlâhiye haricine dehşetli vasıtalarla sevk eden bir memleketi semâvî taşlarla tokatlamasının bir mukaddemesi olarak, resmî gazetelerin katî haber verdikleri bir hâdise-i semâviyeyi, âdetime muhalif olarak bir Nur şakirdi bana haber verdi. Dedim: “Yirmi beş sene gazetelerin havâdislerini merak etmedim.” Fakat bu taşlar, Risâle-i Nur’un dinsizlere mânevî tokatlarını temsil ettiği cihette ve beş-altı sene evvel ondan haber verdiği için o şâkirde dedim: “Git, yalnız o hâdiseyi tamamıyla oku, tahkik et.” O tahkik etti, geldi. Diyor ki: “Bu baharda, Rusya’nın Vladivostok Ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görülmeyen büyüklükte semâdan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü, yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre boyundadır. Düştüğünde etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş. Tetkik edilen parçalarında demir, çelik ve başka maddeler, karışık olarak mizansız bulunmaktadır.”

İşte resmî gazetelerin katî verdikleri bu haber, 1360 sene evvel Sûre-i Fîl’in mu’cizâne “Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar.” (Fil Sûresi: 4.) cümlesiyle 1359 tarihinde dünyayı dine tercih eden ve dinsizliği esas tutan, bir nevî medeniyet hesabına beşeri yoldan çıkaranların başlarına, ebâbil kuşları gibi, semâvî tayyârelerden bombalar başlarına inecek ve semâvî taşlar yağdırmasına mukaddemesi olacak diye haber veriyor.

Ve “Boşa çıkarmadı mı?” (Fîl Sûresi: 2.) aynen 1360 tarihini gösterip, dalâletin cezası olarak kavm-i Lût’un başına gelen ahcâr-ı semâviyeyi andıran semâvî taşlar o tarihlerden sonra geleceğini haber verip tehdit ediyor. Ve Risâle-i Nur’un “Sûre-i Fîl” nüktesine ait beyanatı içinde hâşiyeli bu cümle var:

“Evet, bu tokatlardan pürşer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’ân’a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semâviye başlarına yağacağını bu sûre bir mânâ-yı işârî ile tehdit ediyor.”

İşte bu fıkra doğrudan doğruya bu taşlara işâreti olmasına iki emâre var.

Birincisi: Şimdiye kadar gelen semâvî taşlar bir iki karış oldukları halde, böyle yirmi beş metre uzunluğunda ve on metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semâvâtın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir. Sûre-i Fîl mu’cizâne ona bakması, onun tefsiri, ona işâret etmesi, hakikattir. O hadisenin o ihbara liyâkati var. Çünkü emsalsizdir.

İkinci emâresi: Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir. Ve dinsizler bunu hissetmişler ki, küçücük hâdiseleri ehemmiyetle neşrettikleri halde, bir iki aydır bu acîb, dehşetli hâdiseyi, ellerinden geldiği kadar şâşaalandırmamaya çalışmışlar.

Emirdağ Lâhikası, s. 200, Yeni Asya Neşriyat

Lügatçe:

edyân-ı semâviye: Vahye dayanan semâvî dinler.

kavânîn-i İlâhiye: İlâhî kanunlar.

ahcâr-ı semâviye: Gök taşları, meteorlar.

tarziye: Özür dilemek.

hâdise-i semâviye: Gök hadisesi

havâdis: Hadiseler.

husul: Meydana gelme.

Sûre-i Fîl: Fil Sûresi.

ebâbil: Dağ kırlangıcı.Kâbeyi yıkmaya gelen Habeş kumandanı Ebrehe'nin ordusuna gökten taş yağdıran mübarek kuşlar.

tayyâre: Uçak.

dalâlet: Sapıklık, hak yoldan sapma.

pürşer: Çok şerli, fanalıklara müsait.

şirk: Ortak koşma.

melâike: Melekler.

nev-i beşer: İnsanoğlu.

şâşaalandırma: Parlak, gösterişli gösterme.

07.03.2008


Kötülük ve şer nasıl meydana geliyor?

Allah, kâinatı ve kâinatın içindekileri mükemmel bir şekilde yaratmış. Kâinatta harika bir düzen, akılları hayrette bırakan bir intizam var. Bu intizam ve nizam ise mükemmel bir güzellik içinde. Her şey bir ölçüde güzel. Ya bizzat güzel veya dolayısıyla, neticeleri ile güzel. Kâinatımız güzel. Yıldızları, güneşleri, galaksileri, gördüğümüz ve görmediğimiz âlemleri ile birlikte güzel. Güneşimiz güzel. Gezegenleri, ayları, dünyası, ışığı ve ısısıyla güzel. Dünyamız güzel. Dağları, ovaları, denizleri, ırmakları, kuşları, hayvanları, bitkileri, insanları ile birlikte güzel. Velhâsıl kâinatta her şey güzel. Allah’ın güzel isimleri her bir mahlûkat üzerinde ayrı bir güzellik, harika bir mükemmellik ile tecellî ediyor, cilvelerini gösteriyor.

Bu güzelliklerle birlikte Cenâb-ı Hak yarattığı her şeyde, kudretiyle gösterdiği her fiilinde, hikmet ve iradesi ile tanzim ettiği plan ve programında kötülük ve şerden münezzehtir. Allah’ın yarattığında çirkinlik yoktur. Kudret-i İlâhiye her şeyi hayır ve güzellik içinde yaratır. Her isminde Cemil olan Yüce Yaratıcının güzel isimlerinin tecellîsinde çirkinlik olur mu? Elbette ki olmaz ve olamaz. Peki, iman ediyoruz ki bu sözler doğrudur. Allah, her türlü çirkinlik ve kötülükten münezzehtir. İman ve inancımızın gereği bu. Ancak şu gözümüzün önünde cereyan eden kötülük ve şerlere ne diyeceğiz? Belimizi büken hastalık ve musibetlere nasıl bir tanım getireceğiz? Yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz onca belâ ve felâketleri nasıl Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsi ile bir araya getireceğiz? Suâlleri uzatmak mümkün. Özetlersek, soru şu: Kötülük ve şer nasıl Allah’ın rahmeti ile uyuşuyor?

Evet, Allah her işinde ve fiilinde kötülük ve şerden münezzehtir. Biz insanların cephesinde görünen kötülük ve şer ise, Allah’ın güzel isimlerinin tecellîsine mani değil. Hatta güzel isimlerin tecellîsi için, bazen cüz’î şer ve musibetler gerekebilir. Bu hususu, Risâle-i Nur’dan, ‘kötülük ve şerrin nasıl meydana geldiğini tanımlayan’ enteresan bir ifadeyi naklederek bir-iki misâlle cevaplamaya çalışalım.

“Suâl: Cemîl-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i ale’l-ıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptelâ ediyor?

“Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemîl ve Rahîm-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir.

“Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rubûbiyetin, âdetullah nâmı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riâyet etmek için, o şerli, cüz’î neticeleri dahi halk eder.” (Şuâlar. s. 33)

Bu ifade ‘kötülük ve şerrin nasıl meydana gediğini’ veciz bir şekilde ifade ediyor. Cenâb-ı Hak, kâinatı ve içindekileri muntazam bir şekilde yaratmış. Kâinatın devamı için de küllî kanunlar ve nizamlar var. Bütün kanun ve nizamlar da hayır ve güzellikleri netice veriyor. İşte şer ve kötülük dediğimiz mesele, bu küllî kanunların uygulanması neticesinde ortaya çıkıyor. Yani Kudret-i İlâhiye, küllî fayda ve hayırları netice veren kanunlarını muhafaza etmek için o çirkinlik ve şerrin netice vermesine müsaade ediyor. Bu hususu bir misâlle açıklayalım:

Allah şu güzel dünyamızı biz insanların yaşamasına uygun bir mekân olarak yaratmış. Dünyamız gerçekten her şeyiyle güzel ve harika bir mekân. Dünyadaki canlı hayatı muhafaza için de ‘yerçekimi’ denilen bir kanun yaratmış. Bu sayede küre şeklinde olan dünyamız üzerindeki mahlûkatı 9.81 m/sn2 değerinde bir ivme ile yerküre üzerine bağlamış. Dünya yüzündeki denizler, ırmaklar, çaylar, nehirler, bitkiler, ağaçlar, canlılar bu ivme ile dünyaya bağlanır. Yine teknik ve teknolojimiz bu ivmeye göre çalışır, bütün vasıtalarımızın motorları yerçekim ivmesine göre hareket eder. Atmosferimiz de dünyaya yerçekim ivmesi ile bağlıdır. Bu sayede dünya atmosferi içinde yüzlerce uçak uçmaya devam eder.

Şimdi bir uçak farz ediyoruz. İstanbul’dan havalandı, Isparta iline gidiyor. Uçak, Isparta ili sınırlarına vardığı zaman havada bozuldu. Bu noktada ne olur? Elbette ki, motoru bozulan uçak hareket edemeyeceği için yerçekimi ivmesi sebebi ile yere düşer. Yine yerçekimi kanunu neticesinde ivmelen kütleler yere çarptığı anda parçalanır. Bu bir cisim ise, parçalara ayrılır. Bu bir insan ise vefat eder, ölür. İşte uçağın düşmesi her şeyiyle hayır ve güzellik olan yerçekimi kanununun muhafaza edilmesi içindir. Cenâb-ı Hak küllî hayırları netice veren yerçekimi kanununu devam ettirmek için insan hatası ile meydana gelen uçak düşmesine müsaade eder. Şimdi bu noktada iki durum ortaya çıkıyor:

Birincisi: Yerçekimi kanunu muhafaza edilsin ve uçak düşsün.

İkincisi: Allah uçak düşeceği anda yerçekimi kanununu iptal etsin ve uçak içindeki elli kişi kurtulsun.

Acaba hangi ihtimal daha iyi? İkinci durum tercih edildiği zaman, hayat biterdi. Yerçekimi kanunu iptal edildiği anda denizler dağılır, ırmaklar semaya fırlar, insanlar dağılır, binalar yıkılır, motorlar çalışmaz olurdu. Eğer Cenâb-ı Hak, 50 insan bir uçak kazasında ölmesin, o elli kişiye musibet ve şer gelmesin diye yerçekimi kanununu iptal etseydi, dünya yüzünde hayat bitecek, işte o zaman küllî bir şer olacaktı.

Şimdi hangisi şer gerçekten? Yerçekimi kanununun muhafaza edilmesi ve bir uçak kazasında elli kişinin ölmesi mi? Yoksa elli kişi ölmeyecek diye yerçekimi kanununu iptal etmek mi? Karar sizin.

İkinci bir misâl: Allah ateşi yaratmış. Ateşin bir çok faydası var. İnsan hayatının devamı için ateşe çok ihtiyacımız var. Ateş bizi ısıtır, yemeğimizi pişirir, evlerimizde sıcak odalarımıza hizmet eden yine ateştir. Ateş aynı zamanda yakar. Bir kişi ateşle yüz yüze geldiği zaman yanar. Bu yanma, Allah’ın ateşe yakma gücü vermesinden dolayıdır. Bu bir kanundur. İşte bu kanunun küllî faydalarını devam ettirmek için Cenâb-ı Hak ateşe giren bir kişinin yanmasına müsaade eder. Böyle bir durum belki o kişi için şer olur, ancak ateşin yakma gücünün iptal edilmesi insan sayısınca şerre vesile olacağından ve hayatı bitireceğinden o cüz’î şerrin meydana gelmesi de dolayısıyla hayır olur.

Bu iki misal gibi başımıza gelen kötülük, şer ve musibetlere, hastalık, belâ ve sıkıntılara dikkat etsek, ya hatalarımız neticesinde veya küllî kanunlara muhalefetimiz sebebiyle başımıza geldiğini görürüz. Meselâ hastalıklar. Kahir ekseriyeti, israflarımız sebebiyle fıtrî hayat kanunlarını ihmal etmemiz sebebiyle meydana gelir.

Peki, Allah, cüz’î şerleri yaratmaya mecbur mu? Meselâ; umumî yer çekimi kanununu, o uçaktaki elli kişi için geçici olarak iptal etmek, Onun kudretinden uzak mı ki? O cüz’î şerleri yaratmayarak rahmet ve cemalini gösterse olmaz mı? Bu ve benzeri suâllerin cevaplarını de inşallah başka bir yazımızda ele alalım.

Halil AKGÜNLER

07.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri