Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hüseyin KARA

Müslüman gibi inanıp ibadet etmek isteyen çok Katolik var

Dünden devam

*Bu arada Hıristiyanlık teolojisiyle de ilgilenmeye başladınız?

Kampen Üniversitesinden benim Marten’in kilisesindeki konferansıma eleştirmen olarak katılan doçentin sorusu benim Hıristiyanlık teolojisi hakkında ne kadar yetersiz bilgi sahibi olduğumu ortaya koymuştu. Böyle olamazdı ve hemen Hıristiyanlık teolojisini derinlemesine incelemeliydim. İlk işim bu konu üzerine yazılmış onlarca orijinal kaynağı okumak oldu. Temel ilgi alanım Hz. İsa ile Cenâb-ı Hak ilişkisini nasıl anladıkları idi. Sonunda o konuda en popüler dergilerde yazı yazabilecek seviyede bir formasyona ulaştım. Bu formasyonumun en güzel meyvesi Prof. Dr. Steenbrink’in emekliliği anısına hazırlanan uluslararası bir kitap için yazdığım “Gazali’ nin İncil Yorumu” makalesi oldu. İlgili makale henüz basılmadan Amerika’da Hartfort Seminery’de tavsiye edilen ders materyalleri arasına girdi. Bu formasyonun başka bir meyvesi Utrecht Üniversitesi Teoloji Fakültesi master öğrencilerine dersim oldu. Artık şimdilerde mukayeseli dinler konusunda özellikle Hollanda’da ilk akla gelen hocalardanım çok şükür.

*Bir ülkede yabancısınız ve üstelik dilini de tam hazmetmiş değilsiniz. Bu aşamada size yardımcı olan bilim adamları oldu mu?

Tabiî. Hemen aklıma Prof. Dr. Steenbrink geliyor. Steenbrink Utrecht Üniversitesinin en önde gelen hocalarındandır. Gerçekten tam bir aristokrat kişiliğe sahiptir. IUR’ye derse geliyordu, bir defasında dersten sonra ayaküstü sohbet etme imkânımız oldu. Ben felsefeyle falan ilgilendiğimi, Heidegger’i ve benzerlerini okuduğumu söyledim. O da benim ilgilendiğim konularla zamanında çok ilgilendiğini, ama şimdi ilgilenemediğini, bana çok güzel Hollanda’cası olan felsefi bir kitap vereceğini, onu dikkatle okumamı söyledi. Her zamanki titizliğiyle bin dokuz yüz yetmişlerden kalma bayağı eskimiş bir kitabı getirdi ve verdi. Ben de o kitabı ezberlercesine defalarca okudum.

*İlişkiniz derinleşti mi bundan sonra?

Çok geçmeden eşiyle birlikte IUR’ye gelecek ve benden kendisinin redaktörü olduğu meşhur Katolik “Begrip” dergisine “Türkiye’de Din-Devlet İlişkisi”ne dair bir makale yazmamı isteyecekti. Bu talep bende âdeta başka bir şok etkisi yaptı. Olacak şey miydi bu! Sanki ben yazma, konuşma ve tüm entelektüel aktivitelerden ebediyen uzaklaştım hissiyatı içerisindeydim. Ya da bambaşka bir iklimde yeniden sıfırdan başladığımı sanıyordum. Bu yeni akademik ve entelektüel hayata intibak edebilmek ya da katkı yapabilmek için en azından beş altı seneye ihtiyacımın olduğunu düşünüyordum. Ama hayır kader hiçbir şeyi israf etmezdi ve etmiyordu. Türkiye’de 15 kitap ve yüzlerce makale yazmıştım, sanki onlar birer birer bir orgeneralin aldığı madalyaların yakasına asıldığı gibi benim de simama, ya da görünmeyen kimliğime asılmıştı. Bu taleple anlaşılan yeni bir akademik ve entelektüel atmosfere giriyordum. Ama bu arada yine birçok kıskacın mengenesi arasında eziliyordum. Hollandacam daha bilimsel bir makale yazacak seviyede değildi. Bunu bildiği halde Steenbrink bana makale yazmayı teklif ediyordu. Hocayla ilişkimiz giderek derinleşiyordu; dilimin tam yeterli olmamasını bildiği halde beni konferanslara çağırıyor; hatta benim ancak beş yıl sonra olabilir olarak gördüğüm fakültesinde ders vermemi sağlıyordu.

ODASINDA SECCADE SERİLİ KATOLİK

PROFESÖR: STEENBRİNK

Steenbrink aynı zamanda insanî duyguları da iyi gelişmiş bir büyük insan. Bir ikram sever Müslüman sahavetinde evinde yemek vermeyi de sever. İlk yemeğe çağırdığında başka bir arkadaşla gittik. Sadece eşiyle yaşadığı ev mükemmel bir dubleks villa. Namaz vakti gelince kendi kendime acaba söylesem mi, yoksa kazaya mı bıraksam tereddüdü yaşarken bana Arapça namazı hatırlatarak “salat salat” dedi. Ben de “evet vakit girdi nerede kılabilirim?” dedim. İkinci katta banyoda abdest alabileceğimi ve karşısındaki odada namaz kılabileceğimi söyledi. Abdesti alıp odaya girdiğimde âdeta şok oldum: Kıble istikametine serilmiş mükemmel bir yün dokuma seccade ve kıblede kıble âyeti asılı bir levha! Etrafta sayısı on binler cildi bulan İslâmî kitapların ağırlıklı olduğu mükemmel bir kütüphane.

Bir ara Steenbrink’in eşine biraz şaka yollu “Müslüman hanımlara benziyorsun; gerçekten Müslüman mısın yoksa?” dediğimde, “Vallahi Müslümanlığı çok seviyorum, ama her gün beş vakit namaz, Ramazan’da bir ay oruç çok geliyor” şeklinde gülerek cevap vermişti. Bu arada parmağıyla eşini işaret ederek, “O! O!” demişti.

Bu arada Avrupa’da çifte dini aidiyetin teolojik olarak mümkün olup olmadığı tartışılmaya başladığını da burada zikretmiş olayım. Hollanda’nın önemli Katolik teoloğu değerli dostum Pim Valkenberg imzalayıp üniversiteye kadar gelerek bizzat şahsıma takdim etme nezaketinde bulunduğu son kitabında bu konuyla ilgili ayrı bir bölüm ayırmıştır. Özellikle ölen papanın Müslümanların ibadet yapmalarına hayran olduğunu söylediğini, Müslümanların Hıristiyanların şimdilerde unuttukları eski orijinal ibadetleri eksiksiz yerine getirdikleri, Hıristiyanların mümkün olduğunca onlarla beraber ibadetlere, özellikle oruç ibadetine iştirak etmeleri, akşamları müşterek iftarlar düzenlemelerini tavsiye etmesini zikrederek, bundan hareketle Müslüman gibi inanıp ibadet etmek isteyen çok sayıda Katolik bulunduğunu ve giderek iki aidiyetli dindarlığın yaygınlaştığından söz eder. Sanki Pim, Bediüzzaman’ın ahir zamanda geleceğini söylediği “Müslüman-İseviler”den söz eder gibidir. Bana göre Prof. Steenbrink de tam bir Müslüman-İsevi’dir. En son kitabı “Kur’ân’da İsa âyetleri” idi. Şimdilerde ise Meryem Sûresinin çok geniş bir Hollanda’ca tefsirini yazmakla meşgul.

*Türkiye’de din-devlet ilişkileri ile ilgili bir makale sizden istendiğinde bunu Türkiye’deki yanlış uygulamaları şikâyet için bir fırsat olarak değerlendirdiniz mi?

Evet doğrusu bir çelişkiyle yüz yüzeydim: Yeniden Türkiye ile ilgili hayatî bir konuyu ele alacaktım. Konuya nasıl yaklaşmalıydım? Bazı vatansızların yaptığı gibi intikam hislerime kapılıp ülkemi yabancılara şikâyet mi etmeli; yoksa ne yaparlarsa yapsınlar orası benim ülkem ve toprağımdı, ülkemi savunsam mı idi? O çelişkiyi Bediüzzaman’ın tarihi altın ilkesiyle aştım: “Ben kılıncımı Antranik ile birlikte Enver’e, Venizelos ile birlikte Said Halim Paşa’ya vuramam! Yani Enver Paşa ve Said Halim Paşa ne kadar hatalı da olsalar kesinlikle Ermeni çetesinin başı olan Antranik ve Yunan başkanı olan Venizelos’la öz olarak aynı olamazlar.

*Tabiî ki böyle bir teklifi geri çevirmediniz. İslâm Üniversitesi camiasında nasıl karşılandı?

IUR'UN İLK BİLİMSEL MAKALESİ

Hollanda ve Belçika’nın tüm üniversite ve kilise çevrelerince okunan ve 27 yıldır yayın hayatına devam eden dergi benim ilk sınavım olacaktı. Bismillah deyip makaleyi Hollanda’ca olarak yazdım ve makale derginin Mart 2004 sayısında yayımlandı. Bu makale IUR hocalarının Hollanda dergilerinde ve Hollanda’ca olarak yayınlanan ilk makalesi idi. Gerçekten hepimize ciddî bir motivasyon kaynağı oldu. Rektör Akgündüz “kendim yazmış gibi mutlu oldum” diyerek, okulun duvarına astırdı.

*Bediüzzaman’ın yaklaşım tarzına hayran kalıp Risâleleri incelemeye koyulan bilim adamlarına rastladınız mı?

BABASINI HİTLER'İN ASTIRTTIĞI

PROFESÖR:GRAMMELS

Yukarıda ismini zikrettiğim Ahmed Aries, Almanya’da erken Müslüman olanlardan biri. İyi sosyoloji bilgisi var. Askerlik mertebelerinden yarbaylığa kadar yükselmiş, her tavrıyla askerî disiplin ve rasyonelliği yansıtan tipik bir Alman. Beni bir sabah kahvaltısına çağırmış; ama kahvaltıda sadece kavanoz içinde bir reçel ve çay ikram etmişti. Almanca’yı yeni yeni öğrenmeye başlamıştım; ama cesaretle konuşmaya gayret ediyordum. Bir ara ‘Feyereband’ kelimesini söylemeye çalıştım, tam telâffuz edememiştim. Aries üşenmeden yerinden kalkmış yanıma gelmiş iki parmağıyla ağzımı iyice yana açmış ve on defa ilgili kelimeyi tekrarlatmıştı. Bu hareketi kavanozlu sabah kahvaltısından daha garip gelmişti bana.

Aries Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde İslâmla ilgili dersler veriyor. Sağ olsun, bana: Sen 500 Almanca kelime ezberle, sonra benim eve gel ve sana üç ayda televizyonda tartışmalara katılacak düzeyde Almanca öğreteceğim ve üniversitelerde dersleri beraber vereceğiz demişti. Gerçekten çok sağlam karakteri ve çelik gibi iradeli bir kişiliği var Aries’in. Onun hareket ve davranışlarını, yaptığı faaliyetleri görünce, sanki elli adamın iradesi alınmış, karıştırılmış bir irade yapılmış ve Aries’e yerleştirilmiş hissi uyanıyor insanda.

Aries sürekli Almanlara Bediüzzaman’ın nasıl ve hangi yolla anlatılması gerektiğini düşünüyor, fakat bir türlü bir yol bulamıyordu. Gittiği bir üniversitede dersten sonra fakültenin dekanıyla sohbet ederken çok kısa Bediüzzaman’ın hayatından söz eder. Dekan ciddî şekilde dinler ve hayretle “olamaz” der, “anlattığın kişi gibi bizde de bir din adamı var, yaklaşık aynı hayat tarzını paylaşıyorlar” diye de ekler. Ve “ben ilgili kişi adına kurulan vakfın da başkanıyım” der.

Bunu diyen kişi aynı zamanda fakültenin dekanı da olan Prof. Dr. Grammels. Kurduğu ve yönettiği vakıf “Bonhover Vakfi’. Bonhover, bir Protestan papazmış, Hitlere karşı çıkan ve onun politikalarını kabul etmeyen biriymiş. Muhalefetin dozunu arttırınca Hitler’in baskısı ağırlaşmış ve dayanılmayacak bir noktaya gelince Amerika’ya kaçmış. Ancak Amerika’da ancak 20 gün durabilmiş, ‘kendi insanım Hitler’in zulmü altında ezilirken benim Amerika’da kalmam doğru değil’ diyerek Amerika’dan Almanya’ya kalkan son gemiyle Almanya’ya dönmüş. Gizli bir tim kurmuş ve Hitlere suikast planlamış. Suikast timi içinde Grammels’in babası da varmış. Fakat suikast başarısızlıkla neticelenmiş, Hitler hepsini çıplak olarak astırmış. Prof. Grammels, Bonhover adına bir vakıf kurmuş onun düşüncesi ve mücadelesini canlı tutmaya çalışıyor.

İlk karşılaşmamızda ayaküstü ben Grammels’e Bediüzzaman’ın Van’dan diğer hoca ve aşiret reisleriyle birlikte Batı’ya sürülürken, gece atlıların gelip, ‘efendim seni İran, oradan da Medine’ye kaçıracağız’ demeleri üzerine Bediüzzaman’ın “hayır, ben Mekke ya da Medine’de de doğmuş olsaydım bile hizmet için yine Türkiye’ye gelirdim” diyerek onların tekliflerini reddettiğini anlatmıştım. Hayret ederek “evet aynı tavır ve aynı davranış” diye cevap vermişti.

Grammels, Aries’e Bediüzzaman’ı Almanlar bilmiyor, böyle bir kişiliği Almanların bilmemesi çok yazık. Bunu anlatmamız lâzım ve bunun için yeni projeler üretip devreye sokalım diyerek, Bediüzzaman-Bonhover Sempozyumları ve Panelleri başlatırlar.

Kimse, kimsenin günahını yüklenmez

*Grammels sanki bir tevhit adamı gibi?

Evet Grammels ciddî bir bilim adamı. İlgili panellerin birinde Manheim’de çok mükemmel bir sosyal tesiste (cizvitlere ait bir tesis) ben “İslâmda İnsan”ı, Grammels de “Hıristiyanlıkta İnsan”ı anlatacaktı. İlk konuşmayı ben yaptım ve yavaş yavaş insanın İslâmdaki yerini anlatmaya çalıştım: Her insanın fitraten Müslüman olarak doğduğunu, ancak anne-babasının ona farklı değerler yüklediğini, akılbaliğ oluncaya kadar temiz olarak kaldığını, günahlardan muaf olduğunu, bu süre esnasında ölen çocukların hangi dine mensup olursa olsun Cennette ebedî cennet çocuğu olarak kalacağını, İslâmda suçun ve günahın bireysel olduğunu, herkesin sadece kendi günahından sorumlu olacağını, hiç kimsenin başka birinin günahını yüklenmeyeceğini, bu konuda üç tane âyet olduğunu, ayrıca Peygamberin kızı Fatima’ya dönerek “kızım babam peygamber diye güvenme, hesabını Allah’a kendin vereceksin” dediğini, aynı şekilde eşi Hz. Aişe’ye dönerek “Aişe eşim peygamber diye güvenme; hesabını kendin vereceksin” dediğini anlattım.

Sıra Prof. Grammels’e geldi ve biraz heyecanlı bir şekilde “benim hemen konuşmam lâzım” dedi. “Aslında” dedi, “ben başka bir konu hazırlamıştım, ama Prof. Duran’ın konuşmasını dinledikten sonra hazırladığım konuşmadan vazgeçtim, başka bir konuşma yapmak istiyorum.” “Ben hayatımda ilk defa burada bir dürüstlük yapacağım, dinimi eleştireceğim” dedi. “Şimdiye kadar” dedi, “benim içimle dinim çelişki içindeydi. İçim bir şey diyor, dinim başka bir şey diyordu. İçim diyordu ki, sen annenden doğarken kirli, pis doğmuş olamazsın, çünkü daha gözün görmüyor, kulağın işitmiyor, aklın çalışmıyor, nasıl günah işleyecek ve günahkâr olacaksın; fakat dinim diyordu ki hayır sen günahkârsın, sen Hz. Adem’le Havva’nın işlediği günahtan dolayı günahkârsın. İşte bu çelişki benim içimi sürekli kemiriyordu. Ama biraz önce Prof. Duran bir âyet okudu: “Kimse kimsenin günahını yüklenmez.” İşte doğru olan o âyettir, benim dinim bu konuda yanlıştır.”

Paneli izleyen başka bir Alman gazeteci heyecanla: “Profesör, ben kirli olduğuma hiçbir zaman zaten inanmamıştım” dedi ve salondakileri uzun güldürdü.

Grammels’in başka ilginç tesbitleri de oldu aynı panelde. Hatırladığım kadarıyla biri şuydu. Bana dönerek, “Profesör Duran, Müslümanlardan bir ricam olacak, her platformda bize ‘Tevhidi anlatın. Belki bizim canımızı sıkabilir, modelimizi bozabilir ama, siz yine tevhidi anlatmaktan vazgeçmeyin. Çünkü bizde tevhid konusunda bir kaotik durum var, bazıları Hz. İsa Allah tarafından semaya çıkartıldı, bir kısmı kendisi çıktı diyor. Ama Müslümanlıkta çok saf, çok duru bir tevhid inancı var, bu inancı her tarafta anlatmak size vaciptir, bunu hiçbir zaman unutmayın” dedi.

Devamı yarın

Hüseyin KARA

11.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (10.03.2008) - Mağdurlar hayatta iken darbeciler yargılanmalı

  (08.03.2008) - Psikiyatrist Kemal Sayar: Ailede demokrasi, toplumda demokrasinin teminatıdır

  (06.03.2008) - İsminde vakıf geçen, ama vakfı olmayan ilçe: Vakfıkebir

  (05.03.2008) - Darbecilerin son çırpınışları

  (04.03.2008) - Resmî ideoloji ülkeyi artık yönetemiyor

  (03.03.2008) - Emekli komutanların rantiye bağlantılarını göremedik

  (02.03.2008) - Başörtülü kanser hastası memuriyetten çıkarıldı

  (01.03.2008) - Kemalist proje kaybediyor

  (29.02.2008) - Ülkeyi 28 Şubat ruhu parçalıyor

  (28.02.2008) - Askerden talimat almak, gönüllü kulluktur

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri