Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

İsmail TEZER

Mustafa Sungur: Allah gayretimizi arttırsın, istikamette muhafaza etsin

*II. Meşrutiyet ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde “Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi’nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Her mesele tedricî gittiği için, bu da öyle olacak gibi... Bize düşen, Cenâb-ı Hak’tan dilemek...

Tevekkülle, nazar-ı imanla bakıyoruz. Allah hayırlı eylesin.

Biz elimizdekinin kıymetini bilmiyoruz maalesef. Üstad, Menderes zamanında “Şimdi Risâle-i Nur hükmediyor” derdi. Hatta bazı tazyikler, baskılar yine vardı o zaman.

Ama şimdi her tarafa bir bakınız... Okuma programları v.s... Allah’a şükürler olsun. Yani bu, Cenâb-ı Hakk’ın in’amı. Biz öyle bakıyoruz. Ama tabiî kusurlar olacak; eski düzen devam ediyor. Halk Partisi yine var. Kemalizmin istibdadından kurtulmamız gerekiyor.

*Bediüzzaman Hazretlerinin, yüz sene önce Tiflis’te Şeyh San’an Tepesi’nde bir Rus polisi ile aralarında geçen diyalogda söylediği “Ben de gelip burada medresemi yapacağım” mânâsı tahakkuk etmiş midir, ettiyse nasıl gerçekleşmiştir?

Tahakkuk etti tabiî. Şimdi oralarda Risâle-i Nurlar yayılıyor. Azerbaycan’da v.s...

Tiflis’te medrese açtık. Üstad, “Seni Tiflis’e göndereceğim” demişti zamanında. Elhamdülillah tahakkuk etti. Orada da medrese-i Nuriyemiz açıldı.

Şimdi Rusya’daki son sıkıntılar, Risâle-i Nur’un daha çok parlamasına, yayılmasına, okunmasına, neşriyâtına vesile oluyor.

Âdetullah tabiî böyle. Daha ileride ne olur bilmiyoruz, ama zaman kısa yani... “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî...” hadisini biliyorsunuz değil mi?.. Kastamonu Lâhikası’nda “Ahirzamandan haber veren mühim bir hadis” başlıklı mektup... (Orayı okuyoruz birlikte)

Orada “..1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane” diyor. Şimdi Hicrî 1429’dayız. Yani 77 sene var.

Siz bugünkü hizmetlere bakmıyorsunuz da, tâ yüz sene öncesini soruyorsunuz. (Gülüşüyoruz). Baksanıza bugüne, Anadolu ne halde, vilayetler ne halde... Elhamdülillah... Risâle-i Nur’un bayramıdır bu. Tam galebedir bu. Üstad, aslında yüz sene önce “Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” diyerek bugünlere işaret etmiş.

Kimin aklına gelirdi; Üstad Doğudan Barla’ya sürülecek, orada Risâle-i Nur’u telif edecek, ne mahkemeler, ne sıkıntılar yaşayacak da, sonra Risâle-i Nur Anadolu’ya baştan başa yayılacak ve bütün dünya onu okuyacak, onu konuşacak. Elhamdülillah. Bu manzaralar, Nurun bayramıdır bir nev’î.

*Malûmunuz, Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserleri yasaklandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oradaki arkadaşlar, Risâle-i Nur’un daha çok yayıldığını ve okunduğunu söylüyor. Zaten, Rusça bazı eserler yasaklanmış. Diğer dillerdeki eserler serbest. Bir dönem dinsizliğin merkezi olan Rusya’da, şimdi Risâle-i Nur serbestçe basılıyor, okunuyor ve hâlâ neşrolunuyor. Bayramdır yani bu. Büyük bir fütuhattır. “Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile bir musalâha veya tâbi olabilir” mânâsı tahakkuk ediyor inşallah.

(Bu vesileyle Rusya’dan gelen bir hizmet mektubunu aktarıyor.)

Elhamdülillah, duâlar hürmetine Rusya’da hizmetler devam ediyor. Nurlar her tarafta yayılıyor, neşrediliyor, geniş dairelerde fütuhat yapıyor, dosta düşmana kendini okutturuyor. Lehinde-aleyhinde her tarafta, gazetelerde, en çok okunan dergilerde, Rusya’nın internet sitelerinde makaleler yazılıyor. Rusya’da bir kısım risâlelerin yasaklanması, aksine onların yayılmasına, bilinmesine, ilânâtına vesîle oluyor. Her meslekten Müslüman kardeşler, hatta Hıristiyanlar bile onu müdafaa ediyorlar.

Meselâ Rusya’da, her gün binlerce kişinin girdiği meşhur “Portal Kredo” internet sitesi, senenin en mühim 10 hadisesi içinde Risâle-i Nur’a ait mahkemeyi de kaydetmiş. Sitenin başkanı, “dairevî masa” toplantılarında gazeteci ve muhabirlerle mecliste Risâle-i Nur’dan vecizeler söyleyerek demiş ki: “Devletimiz Rusya’nın, bu kitapları yasaklaması değil; aksine, anarşilikten kurtulmak ve diyalog için bu eserlerden istifade etmesi vaciptir. Hatta insanın bu eserlere ekstremist demeye bile dili varmıyor.” Siteye Üstad’ın resmini, hayatından bazı kısımları ve “müspet hareket”e ait mektupları koymuşlar. Devamlı Nurlara, Üstad’a ait makaleler neşrediyorlar.

İstanbul’daki Bediüzzaman Sempozyumu’na iştirak eden Gazeta redaktörü Kevorkova, sempozyumdan çok etkilenmiş. Gazetesinde tesirli ve güzel bir makale yazmış. Moskova’da Türkiye elçisiyle görüşmüş. Çok müsbet cevap almış ve gazetesinde yazmış. Ve bu hanım, kendisine yapılan çokça tazyike bakmayarak, Üstad ve Nurlar hakkında makaleler yazıyor.

Rusya Müftüsü Ravil Gaynuddin, Rusya İlimler Akademisi’ne, Dil Enstitüsü’ne ve Psikoloji Enstitüsü’ne tafsilatlı büyük bir mektup yazmış ve “Sizin mütehassıslar, İslâm âleminde ve dünya mikyasında tanınmış kitaplar hakkında nasıl yanlış rey veriyorlar?” diye sormuş.

Rusya Müftüsünün muâvini Polosin (Rus), mahkemeye ait meselelerle ilgili “Müslüman mü’minlere ve hatta Hıristiyanlara heyecan veren hâdise” başlıklı bir makale yazmış.

Tataristan Cumhurbaşkanı Müşaviri, mahkemeye, savcılığa yazdığı mektubunda, “Ben bu kitapları okudum ve hiçbir aşırılık konusu görmedim” diye geniş cevap vermiş.

Hizmetler her tarafta şevkle devam ediyor. Kaleningrad şehrinde yeni bir askerî bölgede ders ihdas edilmiş. Orada albay olan kumandan derslerin devamını rica etmiş.

Petersburg’da ve başka şehirlerde de sayısız hizmetler var.

Estonya’da (Baltık ülkesi) bin tane Estonca Kur’ân meâli basılmış. Bir günde hepsi satılmış. Cumhurbaşkanı “Ne kadar ihtiyaç varsa basılsın” demiş.

Cenâb-ı Hak imanımızı, gayretimizi, cesaretimizi arttırsın, istikamet üzere muhafaza etsin!

*Üstadın Medreset’üz Zehrâ projesinden ve günümüz problemlerine nasıl ve ne gibi çareler sunduğundan bahseder misiniz?

Üstad ve Risâle-i Nur dinlenseydi, Üstadın teklifi hayata geçirilebilseydi, bugün Güneydoğu’daki sıkıntılar yaşanmazdı.

Risâle-i Nur ve Medreset’üz Zehrâ, esasında ayrı şeyler değil, ikisi beraber. Üstad “Ezher Üniversitesinin kız kardeşi” diyor onun için. Yani onun bir benzeri Anadolu’da kuruldu şu an. Bir zamanlar Üstad, buna Erzurum Üniversitesi’ni örnek veriyordu. Elhamdülillah ağır ağır gidiyor yani.

*Gazetemiz aracılığıyla Nur Talebelerine vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Estağfirullah. Bizim vereceğimiz mesaj olmaz. Bizim en ziyade üzerinde durduğumuz, Risâle-i Nur’un okunması ve neşridir.

Nur Talebesi kardeşlerimiz bütün Anadolu’da, her vilayet, her kaza ve bazı köylerinde Risâle-i Nur’un neşrini gaye-i hayat biliyorlar.

Üstad, “Risâle-i Nur, Kur’ân-ı Hakîm’in bu asrın fehmine bir dersidir” diyor. Bakınız şimdi her tarafta, her beldede okuyorlar Elhamdülillah. Arapça külliyat neşroldu, şimdi devamlı basılıyor. İngilizce basıldı, her tarafa neşroluyor. Gittikçe çoğalıyor. Bunu tebrik ediyoruz.

Üstad, daha hayatta iken, Risâle-i Nur’un bütün dünyaya, insanlığa yayılacağına işaret etmişti. Bununla ilgili lâhika mektupları var. Meselâ bir mektubunda şöyle diyor: “Bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mucize-i mâneviyesi olan Risâle-i Nur eczalarıdır.”

Elhamdülillah, Üstadın dedikleri hep çıktı. Risâle-i Nur’un parlayacağını söylüyor, azami ihlâs dersi veriyordu.

“Cenâb-ı Hakk’a şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun bîçâre bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“‘Senin bu vaziyetin nedir?’ diye soruldu. ‘Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?’

“Cevaben dedi: Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

“O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”

“Demiş: İki noktadan...

“Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.

“İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.

“İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.”

İşte azamî ihlâs bu yani.

Ben daha ne mesaj vereyim? Risâle-i Nurlardan ayrılmayalım, kâfî...

Abdullah Yeğin: İttihad-ı İslâm için, önce kalplerimiz ittihad etmeli

*Yakın zamanda, Suriye ve Fas’ta Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’la ilgili olarak gerçekleşen sempozyumlarda bulundunuz. İzlenimleriniz neler?

Suriye’deki sempozyumda, ileri gelen âlimler, Suriye umumi müftüsü, Şam müftüsü, Halep müftüsü, Diyanet Bakanı ve yine bakanlardan, mebuslardan bazı zâtlar vardı. Hepsi de, Risâle-i Nur ve hususan Hutbe-i Şamiye hakkında konuştular. Üstadımıza hayranlıklarını ifade ettiler. Onun ihlâsından, fedakârlığından, cesaretinden ve Risâle-i Nur’un harikalığından söz ettiler. “Bu zamanda dinsizlerle nasıl mücadele edilir, nasıl sabredilir, nasıl takva gösterilir?” gibi muhtelif konulara değindiler. Ve bu konuşmaları, televizyonda da verdiler.

Fas’ın güneyindeki Agadir şehrinde ise, İlahiyat fakültesi profesörleri, Üstad ve Risâle-i Nurlar hakkında konuştu. Üstadımızın ibret-i âlem yazılarından bahsettiler. Herkes bir mevzuu ele almış. Çok heyecanlı, Risâle-i Nurlara bağlı ve hepsi de takvalı profesörler... Elhamdülillah, Risâle-i Nur’u çok güzel anlattılar. Başkalarına sorduğumda da, aldığım cevap bu.

Sempozyumun asıl başlığı “Maksatlar ve hikmetleri anlamada Bediüzzaman’ın metodu” idi. Agadir’de bir üniversitenin Şeriat Fakültesi ve İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nca organize edilmiş. Binden fazla cemaat ve hususan üniversite öğrencileri vardı. Talebelerin hepsi de hayranlıklarını ifade ettiler. En son, talebeler de konuşmak istediler ve şiirlerini okudular. Üstad hakkında Arapça şiirler yazmışlar.

*Siz de konuşma yaptınız mı?

Ben Şam’daki “Hutbe-i Şamiye” sempozyumunda konuşmuştum. Onlara bir teşekkür bâbında, selâmdan sonra Üstadımızdan bir hatıra anlattım. Hatıram şuydu:

1951’de Emirdağ’da Üstadımızın yanında olduğum sıralardı. Üstadımız hastaydı, yatıyordu. Elinde de küçük bir kitap vardı. Bu kitap, İstanbul’dan gelmiş kendisine. Yattığı yerden bu kitabı okuyor, bakıyor, karıştırıyordu. Sonra, birdenbire doğruldu ve dedi ki: “Bu kitap, benim hastalığımın devâsıdır.” Zaten Üstad, her ne zaman bir kitap veya mühim bir mevzu hakkında makale yazmışsa, bir hastalıktan sonradır veya hastalık esnâsındadır. Bir sıkıntıdan sonra bir ferahlık gelir o şekilde. Kitabı göstererek, “Bunu da tercüme edeceğiz” dedi. “Bu Hutbe-i Şâmiyeyi tercüme edeceğiz. Eli kalem tutanlar gelsinler” dedi. Çağırdık, dört kişi olduk. Üstadımız tercüme etti, biz de yazdık. Kaç saat sürdüğü hatırımda kalmadı. İşte, Hutbe-i Şamiye’nin ilk defa Türkçe’ye çevrilmesi bu senedir.

Sonra Hutbe-i Şamiye, kitap halinde çıktıktan sonra İstanbul’da çıkan bazı gazetelerin makalelerinden ilâveler, zeyller yapıldı. Kitap halinde teksir edildi. O zamanki Demokrat Parti’nin dindar mebuslarına gönderildi. Üstadımız diyordu ki: “Benden siyaset istiyorlar. Bu kitap, benim siyasetimdir.” Çünkü o, ittihad-ı İslâmdan bahsediyor. İslâm birliğinden, kalplerin birliğinden ve İslâm âlemindeki hastalıklardan bahsediyor. Bu esere çok ehemmiyet veriyordu Üstadımız.

Yani bu ittihad-ı İslâm için de, evvelâ ittihad-ı kulûb lâzım. İç işlerimizde serbest olsak da, hiç olmazsa dış işlerimizde, umumi meselelerde ittihad edebiliriz. Bakınız İslâm âlemi ne kadar geniş, ne kadar çok. Fakat tam bir ittihad olmadığı için, düşmanlar içimize giriyor. İslâm düşmanları kısımlara ayırıyor bizleri. Kimisi ırkçılığı vesile yapıyor, kimisi başka menfaatleri... Bu şekilde İslâm âlemi tam bir ittihad içinde olamıyor. Bunun tek çaresi, Müslümanların Risâle-i Nur’u veya Hutbe-i Şamiye’yi program yaparak çalışmasıdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi ihlâsla bu hizmette istihdam eylesin inşaallah. İşte buna benzer meseleler anlattım orada.

*Üstad, ittihad-ı İslâma hakikaten çok

ehemmiyet vermiş. Bugünlerde de çok

ihtiyaç var bu mânâya...

Malûmunuz, Üstadımız, Hutbe-i Şamiye’de “İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânâat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümânâat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak” diyor.

Şimdi ben öyle zannediyorum ki, İslâm âlemindeki bu hareketler inşaallah ittihad-ı İslâma bir vesile olur. Çünkü her tarafa bakıyoruz, Amerika’da olsun, Rusya’da olsun, bütün İslâm âleminde birbirine yaklaşmak ve İslâmiyete geçmek var. İslâmiyete giren pek çok papaz var. Meselâ bize bir papazdan mektup geldi. Nasıl Hıristiyan olmuş, nasıl papaz olmuş ve İslâmiyeti nasıl Risâle-i Nur vasıtasıyla anlamış, Müslüman olmuş anlatıyor. Şimdi bütün kuvvetiyle Risâle-i Nur’dan istifade etmeye çalışıyor. Her yerde buna benzer havâdis işitiyoruz Elhamdülillah. Bunlar, İslâm âleminin tekrar kuvvetleneceğine ve hak dinin gâlip geleceğine işarettir. Bu, Kur’ân’ın “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderen Odur” (Fetih Suresi: 28) âyetinden de anlaşılabiliyor.

Elhamdülillah, dünyanın her tarafında İslâmiyete bir dönüş var. İnşaallah biz cehaleti, Avrupa’yı körü körüne taklidi bırakır ve dinimize sımsıkı sarılırsak mesele hallolur. Çünkü dinimizin esası, kardeşlik ve birlik-beraberliktir. Sonra iman üzerine müesses olduğu için, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir bir kuvvet kazanıyor. Ecdadımızın bütün dünyaya hâkim oluşu, dinimiz ve imanımız sayesindedir.

Şimdi esas mesele, Üstadımızın gösterdiği program nedir? Biz esas olarak, sevgi, ikna, ilim, güzel sözler, ahlâkımız ve takvamızla hareket edersek, o zaman elbetteki Hıristiyanlar da İslâmiyete girecekler. Ne diyor Üstadımız bir makalesinde: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.” Hutbe-i Şamiye’de bunu söylüyor. Bugün merak edilenler, Hutbe-i Şamiye’de birer birer izah edilmiştir. Meselâ bizim en büyük düşmanımız ümitsizlik, cehalet. Bu sebeple, hak yolunda birleşmek, birbirini sevmek yerine; tarafgirlik ederek, birbirine menfaat için düşmanlık yapılıyor. Bunun tek çaresi, bu dünyanın fânî olduğunu anlamamız, iman esaslarına sım sıkı sarılmamız ve esas hayatın ahiret hayatı olduğunun şuurunda olmamız. Üstadımızın çoğu zaman söylediği şuydu: “Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır.”

*İttihad-ı İslâm, terörün de çaresi aslında, değil mi?

Tabiî ki. Bizim programımız, Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim’de ne diyor? “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat Sûresi). 22. Mektub, bunu çok güzel izah etmiş. 22. Mektub’u program yapar okursak ve onu yaşarsak, İslâm kardeşliğini daha iyi idrak ederiz.

İslâm düşmanları ırkçılığı içimize atıyor ve insanları birbirine düşman gibi yapıyor. Bunun tek çaresi, bir Allah’ın kulu olduğumuzun, bir Allah’a ibadet ettiğimizin şuurunda olmak. Dinimiz bir, kıblemiz bir, Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, memleketimiz bir olduğu halde, birbirimize düşmanlık etmek, cehaletten ve İslâmiyet’i bilmemekten ileri geliyor. İşte Mektubat’ta, bilhassa bu hususta bir mevzu var. 26. Mektub’un Üçüncü Mebhas’ı. Burada da diyor ki: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.) Yani, ‘Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.’”

Velhâsıl, bu, yedi mesele halinde izah ediliyor. Meselâ, “İslâmiyet, cahiliyet asabiyetini kökünden kesmiş” deniyor. Maalesef işte, cehaletimizden, İslâmiyet’i iyi bilmediğimizden cahil gençleri kandırıyorlar ve bu şekilde birbirine düşman gösteriyorlar. Allah, cümlemizi muhafaza eylesin.

*Bu arada, Üstadın Medresetü’z Zehra projesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Terör ve ırkçılık gibi sosyal yaralara merhem olabilir mi? Ayrıca bu projenin, bir şekilde tahakkuk ettiğini söyleyebilir miyiz?

Elbette, içtimâi marazlara merhemdir bu proje. Ama maddeten tahakkuk etmemiştir. Biliyorsunuz, isimle, resimle bu olmaz. Fakat, Risâle-i Nur’u Anadolu ve dünya çapında neşretmek sûretiyle, Medresetü’z Zehra’nın esas gayesi olan İslâm kardeşliğine, Müslümanların birlik ve beraberliğine bir derece hizmet edilmiş. Üstadımızın da müjdelediği gibi ileride maddeten de tahakkuk edecek inşallah. Fakat o şart ile ki, Müslümanlar bütün kuvvetleriyle İslâm’ı esas yapmalılar.

*Münâzarât’ta, meşrutiyetle ilgili olarak geçen “Eğer siz tembel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz” cümlesi hakkında ne düşünüyorsunuz? O yıllara geldik mi?

Rahmetli Menderes’in dediği “inkılap softaları” gibi bazı maniler var. Her şeye burunlarını sokuyor, ondan sonra milleti birbirine düşman ediyorlar. Halbuki inkılâp nedir? İnkılap, şimdiye kadar bizi dünyaya tanıtan, birlik ve beraberlik içerisinde bütün dünyaya meydan okuyacak hâle getiren dinimizdir, imanımızdır, İslâmî ahlâkımızdır. Biz İslâmî ahlâkı sevdirmeye çalışacağımız yerde, bir kimse İslâmiyet’ten bahsetse, İslâmiyet’i müdafaa etse, gerici diye aleyhinde bulunuyoruz. Cehaletimizin bir numunesidir bu. İnşaallah meşrutiyetin cemâlini tamamen görürüz. Tabiî, çalışmamız lâzım.

*Rusya’da, Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?

Onun hakkında Rusya’da müsbet bir makale çıkmış. İşittiğime göre bunu yazan gazeteyi de toplatmışlar.

Bu hâdise, Rus Emniyetinin işi duyduğuma göre.

Şimdi millet, daha ziyade internete giriyor, Risâle-i Nur’u internetten okuyor diyorlar... Dershaneler yine açılıyor, Risâle-i Nurlar yine yayılıyor. Risâle-i Nur, Rusya’da, Moskova’da, yanılmıyorsam iki defa beraat etti.

Tataristan’daki bir Yahudi savcı bu yasağa sebep olmuş. Demiş ki: “Nurcuların her tarafta şubesi var. Bu, ileride, Rusya’nın başına büyük bir gaile açabilir. Onun için Risale-i Nur’u yasaklamamız lâzım.” Rus emniyetçileri de, onun sözüne aldanmışlar. Hatta, gelen haberlerden duyduğuma göre, karar veren hâkim “Biz mecburuz böyle karar vermeye, yukarıdan öyle emrediliyor” demiş. Baskı altındalar yani. İfsat komitesi var... Sonra orada çok duran bir profesör de dedi ki: “Rusya’da her şey rüşvetledir, parayladır, menfaatledir. Biz hakimlere eğer rüşvet, para versek kararı değiştirirler.” Adalet yok yani. Fakat bu adaletsizlik içerisinde Risâle-i Nur parlayacak inşallah, gelen haberler öyle.

Türkiye’de cesaret etmek istediler, edemediler, orada da edemeyecekler.

*Hizmet maksatlı seyahat ettiğiniz başka ülkeler de var mı?

Avustralya’ya, Filipinlere de gittik. Elhamdülillah, nereye gittiysek Nurcular faaliyette. Risâle-i Nur faaliyette. Her tarafta dershaneler çoğalıyor gittikçe.

Filipinler’deyken bir yolda gördüm. Bir tarafta cami sembolü, diğer tarafta kilise... İkisinden birer el çıkıyor, musafaha ediyor. İslâm-Hıristiyan kardeşliği kurmuşlar.

Altmış kadar üniversitede Risâle-i Nur’un ders kitabı olmasına çalışıyorlar şimdi. Oranın YÖK başkanı Prof. Dr. Nora Şerif, Asa-yı Musa’yı okuyunca, gelmiş iki yüz adet daha Asa-yı Musa almış. “Ne yapacaksın?” demişler. “Talebelerime okutacağım” demiş.

Filipinlerde 10 milyona yakın Müslüman var. 70 milyon kadar da Hıristiyan... Hep beraber çalışıyorlar. Hatta bir Papazın konuşmasını dinledik orada. Sordum “Ne diyor?”. Demiş ki Papaz: “İsa (as) ‘Benden sonra peygamber gelmeyecek’ dememiş. Peygamber gelebilir, Hz. Muhammed peygamber olabilir.” Bu mânâda bir konferans verdi orada.

Filipinlerde birkaç sempozyum oldu biz gittiğimizde. Hepsi, Hıristiyan Müslüman karışık okuyorlar. Hep böyle Risâle-i Nur üzerinde dersler yapılıyor.

Prof. Nora Şerif, Türkiye’deki sempozyumda da konuşma yapmıştı. “En güzel o konuştu” diyorlar. “Bizim duâmızı Allah kabul etti. Biz ağladık. Öyle bir eser bekledik. Allah ihtiyacımıza göre bize ihsan etti” diyor.

*Bundan sonra Nur hizmetinin seyrini nasıl görüyorsunuz?

Malûm, “La ya’lemul gaybe illallah” umumi bir düsturdur. Eğer biz iyi çalışırsak, Risâle-i Nur’u hazmedersek, nefsimizin tesiri altında kalmazsak, aklımız, kalbimiz tam meşbû olarak Risâle-i Nur’u program yapıp, birlik ve beraberlik içerisinde bir vücudun azaları gibi İhlâs ve Uhuvvet risalelerini esas yaparak, teferruâta bakmayarak, kimsenin kusuru üzerinde durmayarak hizmeti esas gaye yaparsak, inşaallah kısa bir zamanda dünyanın rengi değişecektir. Nasıl Türkiye’nin rengi değişmiştir, dünya da inşallah değişecek.

*23 Mart vesilesiyle gazetemiz aracılığıyla okuyuculara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Bütün Müslüman kardeşlerimizden Hutbe-i Şamiye’yi tekrar okumalarını, Üstadımızın şahıslara değil, delile, bürhana tabi olduğunu bilerek, Risâle-i Nur’u program yaparak çalışmalarını istiyoruz. Cehalet bizim en büyük düşmanımız. Tarafgirlik, particilik de bize zarar veriyor. Bir hakikati beraberce okuyup anladıktan ve ona karar verdikten sonra, elbette ki, münakaşayla teferruat üzerinde durup birbirimize soğuk bakmak, akıl kârı değildir. İnşallah İhlâs düsturlarını esas gaye yaparız. Rahmetiyle, keremiyle Cenâb-ı Hak bizi istihdam eder. Hizmet-i imaniye yine inşallah büyük fütuhata vesile olur.

Üstadımızın istihdamı, yani tasarrufu vefat ettiği halde devam ediyor. Cenâb-ı Hak cümlemizi nefsimizin şerrinden kurtarsın.

Mehmet Fırıncı: Bediüzzaman Said Nursî 100 sene sonra yeni yeni anlaşılıyor

*Meşrutiyet (ikinci) ilân edildikten sonra Bediüzzaman, Doğudaki aşiretleri gezerek meşrutiyet ve hürriyetin güzelliğini anlatmış, daha sonra bunları Münâzarât isimli eserinde toplayarak neşretmişti. Sözkonusu eserinin bir yerinde "Eğer siz tembel kalıp da onun (meşrutiyetin) yolunu yapmazsanız, tembellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz" demektedir. Bu mânâlar çerçevesinde günümüz Türkiyesi'nin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve gelecekle ilgili düşünceleriniz nelerdir?

Yüz sene oldu esasında bir açıdan. Eserin basıldığı tarih olarak Miladî 1911 diyoruz, ama Hicrî olarak da 1327'dir. Hutbe-i Şâmiye'de de aynı durum var. Hicrî olarak düşündüğümüzde yüz seneyi aştık bile. Tabiî insanların, cemiyetlerin olgunlaşması, intibakı kısa zamanda olmuyor. Üstadın saydığı "vahşet ayıları, cehâlet ejderhası, husûmet kurtları..." gibi demokrasinin tam mânâsıyla gelmesini engelleyecek sebepler var. Yani evvelâ, insanların bu demokratik kültüre alışması lâzım. Meselâ, Türkiye'de çok partili hayata geçilirken, Demokrat Parti'nin kuruluşunu biliyorum. Parti bir ilçede kuruluyor önce. Karakola çağırıyorlar akşam. "Siz devlete karşı mı geliyorsunuz, parti marti kuruyorsunuz böyle? Nereden çıktı bu?" diye... Halbuki Ankara'da karar alınmış. Tabiî hemen Demokrat Parti ilçe idare heyeti istifa ediyor, yani feshediliyor. Bir iki yine böyle tekrar kuruyorlar. Ondan sonra Ankara'daki Demokratlar, o memlekette hiç karakoldan çıkmayan ayyaş, sarhoş, adeta karakolla bağışıklık kazanmış adamları buluyor. "Siz partiyi kurun, biz sizi şöyle yükselteceğiz, devleti ele alacağız, şöyle yapacağız, böyle yapacağız, size imkânlar vereceğiz falan..." diyorlar. Bu sefer onlar kuruyor. Karakolda dövseler, sövseler de hiç aldırış etmiyorlar, istifa da etmiyorlar. Parti kurulmuş oluyor. Ama tabiî sonra, hoş olmayan çeşitli talepler oldu. Çünkü bu insanlar, değil demokratik kültürü, insânî muameleleri bile zor biliyorlar. Her ne kadar bunları tadil etmeye sonradan uğraştılarsa da, kurulurken böyle oldu. Demokrat Partinin kuruluşu, Anadolu'da yerleşmesi böyle insanlarla mümkün olabildi. Malûm, bu kültür, kaç defa müdahalelerle, ihtilâllerle yaralandı. Şimdi, biraz daha milletin isteği doğrultusunda bazı gelişmeler görüyoruz. Burada partiyi nazara almak doğru değil. Gelişen şartlar, milletin isteklerinin yerine getirilmesi noktasına gidiyor. Tabiî Üstad, sadece bunları söylemiyor. Üstad makâlâtında hürriyetin nasıl olması lâzım geldiğini bütün yönleriyle tarif ediyor. Anayasasını koymuş zaten bütün makâlâtında. "Hürriyetin şe'ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın" tarzında tarifler getiriyor. Batı anlayışında hürriyet hayli farklı. "Başkasına zarar vermedikten sonra özgürsün" diyor. Ama kişinin kendine verdiği zararı nazara almıyor. Işte demokrasinin buralarda açmazları var. Üstad Hazretleri hep onları nazara vererek, "Bizde nasıl olmalı?" yahut "Insanlıkta nasıl olmalı?" diye düşünüyor. Insanlık çok muhtaç bu hakikatlere. Onu da söylüyor zaten. "Onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz" diyor. Şimdi bir noktaya doğru gelindi tabiî. Yüz sene geçti. Yüz senede millet belli bir noktaya geldi. Esas mesele, başımızın sıkıntısı olan bu terör belâsına karşı ve bu masum halkın aldatılmasını önlemek için, milleti mânevî veçheden irşad etmek, yani dinî şahsiyetlerle onları ikaz etmek, uyandırmak. Ben yüzüncü sene meselesiyle ilgili olarak burada şöyle söyleyeyim. Tabiî demokrasimizin daha da kemâle gelmesi lâzım. Inşallah mükemmelleşir. Insanca yaşamanın ideâlini, insan olmanın haysiyetini kâmil mânâda tatmak isteriz.

*Türkiye uzun bir zamandır terör ve ırkçılık belâlarına maruz. Asırlardır kardeşçe yaşamış milletleri birbirine düşüren bu iki belâya, Üstad ve Risâle-i Nur ne gibi çareler sunuyor?

Cumhuriyetin kuruluşuna kadar, azınlık olarak gayr-i müslimler kabul edildi zaten Islâm'da da böyledir. Diğer bütün Müslüman olan vatandaşlar, Anadolu halkı tek bir milletti. Sonra cumhuriyet, bunu Türkçülük tarzına çevirdi. Aslında Türkiye Cumhuriyetinin ilk anayasasında "Devletinin dini, dîn-i Islâmdır" yazıyordu. Bu esasla kuruldu. Ve bütün etnik gruplar bu Islâm potasında kendisini gördü ve meclisinde de yer aldı. Böylece devam etti. Sonradan bu madde kaldırıldı. Kaldırıldı, ama gayr-ı mektup hâle geldi. Yani anayasadan kaldırıldı, ama milletten kaldırılmadı. Millet bu şuuru taşıyarak geldi. Fakat menfî kuvvetler, Türkiye'nin çeşitli düşmanları ırkçılık meselesini devamlı kullandılar. Zaten Osmanlı'yı parçalamada da kullanmışlardı. Ermeniler beş yüz sene teb'a-yı sadıka olarak kaldılar, ama Birinci Dünya Harbinde en büyük düşman hâline geldiler. Onları da, malum, tedbir için tehcir ettiler. Bu defa da, işte hâlen "Soykırım yapıldı, falan filan" diye söyleniyor. Biz Müslüman teb'a olarak Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı hepsi tek bir millet olarak yaşadık. Ama hariçten yapılan tahrikler yüzünden, Osmanlılar zamanında Ermeniler böyle çok şey yaptı. Sonradan da sosyalizm veya komünizm cereyanıyla PKK örgütü ortaya çıktı. Türkiye'nin inkişafını, kalkınmasını istemeyen Batıdaki bir kısım mihraklar da onlara kuvvet vererek, para pul, her şeyle yardım ederek Türkiye'nin başına bu terör belâsını ördü. Biz millet ve devlet olarak uyanık davranmak durumundayız. Madem Müslümanız, "Biz azınlığız, ayrı devlet isteriz" diyemeyiz. Doğu Anadolu'daki Müslüman kardeşlerimiz de bu noktada selim kalpli insanlar, yani hariçten gelecek şeylere kat'iyen iltifat etmezler, etmiyorlar da zaten. Ama bir kısım gençler meseleyi bilemiyor. Islâmî şuuru tam kazanamamışlar, bu teröre maalesef âlet oluyorlar. Terörün ilâcı olarak, hadiseler de şunu gösterdi ki; Türkiye'nin bölünmemesi için Müslüman kardeşliğinin zayi olmaması lâzım.

*Türkçülük, ırkçılık politikaları da bu sorunu arttırmıyor mu?

Illâ da başka bir şeyle tedâvi etmek istiyorlar. O da olmuyor. Fıtrata uygun gelmiyor. Fıtrî yapı, ancak Islâm kardeşliğiyle tatmin oluyor. Hz. Ali "Ne mutlu Müslümanım diyene" der. Trakya'da yaşayan bir kardeşini Müslümanlık duygusuyla Van'daki sevebiliyor. Trakya'daki de oradakini seviyor. Böylece bir kaynaşma vücuda geliyor. Eğer böyle olmazsa, başka şeylerle o mânâ tahakkuk etmiyor. Etmeyince de bilhassa masum gençlerimiz, beynelmilel güçlerin fesatlarına aldanıyor. Büyük bir yanlışlıkla dağlara çıkıyorlar. Yazık... Devlete burada çok iş düşüyor. Islâm hukukunda da var; madem devlettir, tedbiri almakla mükelleftir. Nizamı korumalıdır. Onun için Islâm hukuku isyan gibi hallere cevaz vermiyor kesinlikle. Üstad da bu sebeple "Menfî hareket kat'iyen yok. Kur'ân müsaade etmiyor" diyor.

*Üstadın Medreset'üz Zehrâ projesi, bahsettiğiniz problemlere çare sunuyor değil mi?

Üstad, tâ o zamandan bu tedbirlerin ihtiyacını hissetmiş. "Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz" diyor. Bu kendi kendine de olmuyor, elbette bir eğitim müessesesi yoluyla bunları tâlim etmek gerekiyor. Üstadımız bunu, Medreset'üz Zehrâ tabiriyle ifade etmiş. Ezher Üniversitesi mânâsında burada da bir üniversite teessüs etsin, tâ ki oradaki milletleri ırkçılık ifsat etmesin istiyor. Medreset'üz Zehrâ projesinin diğer bir tarafı da, üç fonksiyonu birden icrâ etmesi. Yani Tekke, Medrese, Mektep arasındaki ihtilâfı kaldırıyor. Hem ırkçılığı ortadan kaldırarak muhabbeti tesis ediyor, hem de o zamanda birbirini itham eden bu kurumları tek potada eritiyor. Bazılarının "Yanlış yaptık" diyerek daha yeni yeni anlamaya başladığını; Üstad, tâ o zamanlar Medreset'üz Zehrâ projesi çerçevesinde "Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz" diyerek ortaya koymuş. Bir profesör bunu "Kürtçe seçmeli ders olabilir" şeklinde yorumluyordu meselâ. Türkiye, şu anda bu noktaya gelmeye başladı. Yüz sene sonra tabiî.

*Peki Türkiye, Üstadın bu dev projesinin neresinde?

Erzurum'da bir üniversite açılacağı zaman, Kırkıncı Hoca, "Üstad'dan bir mektup geldi" diyor. Mektubu biz buradan (Istanbul'dan) göndermiştik-o zamanlar lâhikaları buradan gönderiyorduk çünkü. Daha evvel Urfa'dan gönderiliyordu. Sonra Istanbul'a vermişlerdi o vazifeyi. Netice olarak; Kırkıncı Hoca "Bir de baktık ki Üstad mektupta 'O benim üniversitemdir' diyor" diye anlatıyor. Çünkü, daha evvel proje Van'da yapılması içindi. Ama Erzurum milletvekilleri bastırmışlar, Başbakan'a ve Reis-i Cumhura gitmişler, Erzurum'a aldırmışlar. Ve Üstad "Benim üniversitem" diyor. Kırkıncı Hoca "Üstad böyle deyince biz üniversiteye sahip çıktık" diyor. Işte Medreset'üz Zehrâ projesinin bu mânada bir tahakkuku var. Diğer taraftan mânevî tahakkuku da var. Yani şimdi Risâle-i Nur var. Bütün dünyada, Türkiye'de ve bütün üniversitelerde fen dersleri okunurken, bir yandan da Risâle-i Nur okunuyor. Bu anlamda, Medreset'üz Zehrâ projesi şu anda bütün Türkiye'de tatbik ediliyor. Bütün üniversiteler bu noktada Medreset'üz Zehrâ'nın bir şubesi gibi. Ben öyle telakkî ediyorum. Inşallah... Medreset'üz Zehra projesi çok mühim bir proje. Üstad daha çocuk yaşlarda bunu gündeme getiriyor. Osmanlı devletinin eğitim sistemindeki eksiklikleri görüyor. Üstadın zaten büyüklüğü de burada: Sadece eksikliği görüp tenkit etmiyor, projesini de ortaya koyuyor. Hatta bundan iki devre evvel Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog, "Artık şimdiki eğitim modelimizi çöp sepetine atma zamanı geldi. Ilahiyat fakültelerinde fen derslerinin, fen fakültelerinde de ilahiyat derslerinin okutulması lâzım" şeklinde bir beyanat vermiş. Elhasıl; Üstadın projeleri çeşitli vesilelerle tahakkuk ediyor. Demek insanlığın fıtrî ihtiyacıymış ki, devletler, idareler bunu yapmaya mecbur oluyor.

*Yakın zamanda Suriye'de gerçekleşen sempozyumda bulundunuz. Oradaki izlenimleriniz neler?

Suriye bambaşka oldu. O sempozyumda Hutbe-i Şamiye esas alınmıştı. Ben hayretler içerisinde kaldım. Nasıl ifade edeyim, Hutbe-i Şamiye'yi didik didik etmişler tâbiri caizse. "Yüz sene evvel Hutbe-i Şamiye nasıl taze idiyse, şimdi de aynı tazelikte ve hem Islâm dünyasına, hem de bütün insanlığa lâzım" tarzında konuşmalarda bulunuldu. Bu konuşanların her biri, ayrı ayrı yüksek ilmî şahsiyetler. Doğrusu ben giderken böyle bir şey beklemiyordum.

*Rusya'da Rusça olan bazı Risâle-i Nur eserlerinin yasaklanmasına nasıl bakıyorsunuz?

Dünyanın hür bir zemine gittiği zamanda bu yasağın gündeme gelmesi, aslında çok acayip, anormal bir hadise. Komünizmden kalan ateizmin bir tezahürü. Münferid insanların bu yasağa taraf olması... Ve hiçbir ilmî müdafaayı dinlememeleri... Çok anormal. Avukat buraya geldi, hep beraber neler yapmamız lâzım diye görüştük. O "Dünya üniversitelerinden ve ilim adamlarından 'Risâle-i Nur nasıl bir tefsirdir ve insanlığa nasıl faydalıdır?' şeklinde raporlar isteyelim" dedi. Neticede, Risâle-i Nurlar hakkında Amerika'dan, Ingiltere'den, Vatikan'dan, Fas'tan, Mısır'daki Ezher'den, hepsinden ilmî yazılar geldi. Hiçbirini kaale almadılar. Böyle mahkeme olur mu? Rusya'daki müftülüklerin hepsi katıldı. Rusya Müftüler Genel Başkanı "Risâle-i Nur'u, imanî hakikatleri ispat ediyor diye mahkûm etmeniz, Kur'ân'ı mahkûm etmektir. Böyle şey olamaz" diye bir buçuk saat konuşma yapmıştı salonda. Elhâsıl; mahkeme çok sathî bir anlayış içerisinde, maalesef böyle bir karara vardı. Ama şu anda Avrupa Insan Hakları Mahkemesi'nde devam ediyor mahkeme.

*Bu yasakta bir hayır yönü olabilir mi?

Bunu, Istanbul'daki Adalet Sempozyumu'na da gelen Rusyalı bayan gazeteci Nadejda Kevorkova iyi açıkladı. Hakikaten, hakkı hukuku müdafaa eden hakperest bir insan. Yeni Asya'da da yayınlanmıştı. Şöyle diyordu: "Size iki haberim zar. Biri iyi, diğeri kötü. Önce kötü olanı söyleyeyim: Said Nursî'nin eseri Rusya'da yasaklandı. Iyi haber de aynısı. Çünkü bu sayede Said Nursî ve eserleri Rusya'da meşhur olacaklar."

*Son olarak 23 Mart vesilesiyle vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Risâle-i Nur'u iyi anlamamız lâzım. Madem Risâle-i Nurları biz evvelden öğrendik, vazifemiz insanlığa ve kendi memleketimizdeki insanlara onun kıymetini, değerini anlatmaya çalışmaktır. Üstadın istediği buydu çünkü. Üstad "Risâle-i Nur'un bir sayfasını bir yerden bir yere götürmek en büyük bir cihaddır. Eskiden cihad kılıçla, silâhla olmuş; şimdi onun yerine Kur'ân'ın elmas kılıncı olan Risâle-i Nur'la bu cihadı yapmamız lâzım" diye devamlı anlatırdı. Bir kısım kimseler, zamanın ihtiyacını bilemedikleri için, cihadın hâlen silâhla olduğunu düşünüyor. Hem Müslümanlara, hem de bütün insanlığa zararlı oluyorlar bu noktada. Manevî cihadı esas alsalar, Islâmiyet'in sevilmesine vesile olacaklar. Onu yapmıyorlar, bu sefer silâhlı ve Islâmiyet aleyhinde bir durum meydana geliyor. Çok yanlış bunlar. Bosna'daki gibi tecavüz edilirse maddî mukabele edersin, bu ayrı bir mesele; ama bizim vazifemiz, bu hakikatleri, her sene daha fazla gayretle insanlara anlatmaktır. Üstad, "Bir kimsenin sizin vasıtanızla imana gelmesi sizin için sahra dolusu kırmızı koyundan hayırlıdır" hadisini kaç yerde zikrediyor. Bunu yapmak bizim esas vazifemizdir.

İsmail TEZER

23.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (19.03.2008) - Avrupa Birliği, Türkiye’siz küresel bir güç olamaz

  (18.03.2008) - Avrupa’nın Türkiye’ye uyguladığı vize yanlış

  (17.03.2008) - Sivil darbe teşebbüsü

  (15.03.2008) - Dün burs alıyorlardı bugün burs veriyorlar

  (14.03.2008) - Faizcilerden alamıyor, fukaraya yükleniyor

  (13.03.2008) - Nüfusun yarısı emeklilik dışında kalacak

  (12.03.2008) - Dikkatleri Kur’ân’a çekmeliyiz

  (11.03.2008) - Müslüman gibi inanıp ibadet etmek isteyen çok Katolik var

  (10.03.2008) - Mağdurlar hayatta iken darbeciler yargılanmalı

  (08.03.2008) - Psikiyatrist Kemal Sayar: Ailede demokrasi, toplumda demokrasinin teminatıdır

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri