Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

Sivil darbe teşebbüsü

Emekli Yargıtay Savcısı Ahmet Gündel, “Yargıtay Başsavcısının AKP’nin kapatılmasına yönelik olarak açtığı dâvâ sivil bir darbe teşebbüsüdür. Askerî darbe yapmanın zorlaştığı bir dönem içerisinde böyle bir dâvânın açılması bu işin perde arkasında hangi unsurların yer alabileceği konusunda kafalarda kuşkular oluşturmaktadır” diye konuştu.

*Yargı kurumlarının evrensel hukuk içinde hareket ettiğini düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız sebepleri nedir?

Son yıllarda Türkiye’de hukuk alanında önemli düzenlemeler yapıldı. Hakim ve savcıların önemli bölümü meslek içi bir çok eğitimden geçiriliyor. Bu eğitimlerde Avrupa standartlarına uydurulmaya çalışılan yasal düzenlemeler hakkında konunun uzmanları tarafından bilgilendirmeler yapılıyor. Ancak yasalarda ne kadar olumlu yönde değişiklikler yaparsanız yapın sonuçta iş uygulayıcıda şekilleniyor. Genelde ülkemiz insanlarında olduğu gibi önemli sayıda yargı mensubunda da demokrasi ve hukuk devleti algılaması konusunda yeterli anlayışın yerleşmediğini görüyoruz. Nitekim bir süre önce TESEV tarafından bir kısım hakim ve savcı üzerinde yapılan araştırmada, bu kesimde, hukuk kurallarından ziyade devletin menfaatlerini ön planda tutan bir anlayışın yerleşik olduğu saptanmıştı.

* "Yargı artık bütün tepkilere tek başına muhatap oluyor" diyorsunuz. Bu ne anlama geliyor.

Hatırlarsanız birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’de suni gündemler oluşturuluyor, irtica ve laiklik kavramları üzerinden bazı çevrelerce fırtınalar kopartılıyordu. Bu doğrultuda, eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer sık sık “Laiklik hiç olmadığı kadar tehlikede” diyor, arkasından Genelkurmay Başkanı benzer açıklamalar yapıyor, bunu CHP, YÖK ve yüksek yargı organları gibi anayasal kuruluşlar ve medya sürdürüyordu. Ancak geldiğimiz bu aşamada yukarıdaki faktörlerin önemli bir kısmı sahneden çekilince eski tavırlarında ısrarcı olan bazı kurumların açıklama ve davranışları daha sırıtır hale geldi. Örneğin Anayasa Mahkemesinin 367 kararı, zaman zaman Yargıtay ve Danıştay’dan gelen açıklamalar artık eski etkiyi meydana getirmez oldu. Aksine bu tür eylemler bahsi geçen kuruluşları ağırlıklarını kaybettirtme sürecine soktu. Ancak Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesinin yeni dönemde Danıştay’dan farklı bir tutum içerisine gireceğini söyleyebiliriz. Çünkü her iki yüksek yargı organının başkanı da, başta hükümet ve parlamento olmak üzere diğer anayasal kuruluşlarla sağlıklı bir diyalog içerisinde hareket etme ve sorunları karşılıklı görüşmelerle çözme niyetinde olduklarını kamuoyuna göstermişlerdir. Bu elbette ülke için son derece olumlu bir gelişmedir. Olması gereken de budur. Anayasa ve yasalarda her kurumun görev alanı belirlenmiştir. Herkes bu çerçevede kendi görevini yapmanın gayreti içerisinde olursa hem kurumların saygınlığı artar, hem de bunun sağlayacağı istikrardan tüm ülke yararlanır.

*Kurumların geçmişte ideolojik bir birliktelik içinde olduğunu söylüyorsunuz. Peki ideolojik birliktelik hukuk devleti açısından ne anlama geliyor?

Önceki ifadelerimden de anlaşılacağı gibi anayasal kurumlar geçmişte ideolojik birliktelik içerisinde hareket ettiler. Bunu çok açık ve net bir şekilde hatta hoyratça yaptılar. Bu doğaldır ki hem demokrasi, hem de hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmıyordu. Bir tarafta halkın oyuyla seçilmiş hükümetler diğer tarafta anayasal kuruluşlar. Ortada iki farklı güç. Anayasal kuruluşlar sürekli hükümetleri kuşatma altında tutuyor, onları adeta icraat yapamaz hale getiriyordu. Tabiî bu düzene demokrasi demenin imkânı olmadığı açıktır. Bugün, eski alışkanlıklarını sürdürmeye çalışanlar olsa da yavaş yavaş kurumların kendi aslî işlevlerine dönmekte olduğunu görüyoruz.

* Anayasanın başlangıç hükümlerinin değiştirilemez olduğu söylendiğine göre yargının "rejim muhafızı" olması gerekmez mi?

Anayasanın başlangıçtaki bir kısım hükümlerinin değiştirilemez olması onların eleştirilmesine ve onlara aykırı davranılmasına engel teşkil etmez. Şu hususun Türkiye’de içlerinde bazı aydınların da bulunduğu önemli toplum kesimlerince algılanamadığı kanısındayım. Bir kere halkın iradesini yansıtan ve onu temsil eden Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu değişik yönetim sistemlerinin propagandasını yapmayı ve bu yönde örgütlenmeyi serbest bırakmıştır. Başka bir ifade ile bu filleri suç olmaktan çıkartmıştır. Bu doğrultuda; komünizme ve dine dayalı bir rejim kurmak veya ülkenin bir kısım topraklarının ayrılması için propaganda yapmak, örgütlenmek ve benzeri fiiller yasak değildir. Tamamen düşünce özgürlüğü içerisindedir. Yeter ki Terörle Mücadele Yasası veya Türk Ceza Yasası kapsamında kalabilecek şiddet unsurlarını içermesin. Görüldüğü gibi anayasanın değişmez hükümlerini tartışmak ve onlara aykırı davranmak, şiddet unsurlarını içermediği müddetçe serbesttir. Anayasa ve yasaların yasaklamadığı veya suç saymadığı söz ve davranışlar bazılarının hoşuna gitmeyebilir. Bu gayet doğaldır. Suç teşkil etmeyen bu fiillerin, Meclis iradesine rağmen yasak veya suçmuş gibi yargı mensuplarınca değerlendirilmeye çalışılması, bazen bunların ceza yasalarındaki en yakın maddeye sokularak cezalandırılmaya çalışılması elbette rejim muhafızlığı olur. Hakim ve savcıların görevleri yasalarda belirlenmiştir. Bunların dışına çıkarak kendilerine görev biçmeleri doğru ve hukuksal değildir.

*Yargının bağımsız olmadığı ve siyasî etkiler altında olduğuna katılıyor musunuz?

Yargının iki önemli ayağı vardır. Bağımsızlık ve tarafsızlık. Bu iki ayak üstüne oturmayan yargı fonksiyonel olamaz. Kendisinden beklenilen görevleri yerine getiremez, topal kalır. Bugün Türk yargısı önemli ölçüde bağımsızdır. Hem siyasî iktidara, hem de kendisini etkileyebilecek unsurlara karşı. Ancak bu hususta hâlâ yapılması gerekenler vardır. Yeni Anayasa düzenlemelerinde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun yeniden yapılandırılarak şu anda Adalet Bakanlığında bulunan bazı yetkilerin de bu kurula devredilmesi yargının bağımsızlığını pekiştirecektir. Türk yargısının tarafsızlığına gelince; biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bağımsız olan yargı maalesef tam anlamıyla tarafsız değildir. Danıştay’ın verdiği kararlar, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, geçmişte Yargıtay’ın bazı kararları kamuoyunu yargının tarafsızlığı konusunda kuşkuya düşürmüştür.

*Peki, yargı bağımsızsa neden bu gürültü?

Geçmişte hakim ve savcı adayları nasıl mesleğe alınıyorsa şu anda eskisinden daha güvenli, kayırmayı ve siyasallaşmayı en aza indiren bir sistemle aday alımı yapılmaktadır. Ancak, geçmişte değişik hükümetler döneminde aday alımına müdahale etmeyen Danıştay bugün bakanlığın elini kolunu bağlayıp aday alımını Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na yaptırmayı arzulamaktadır. Tabiî ki amaç bu kurulun bağımsız olması nedeniyle tarafsız ve en iyi tercihi yapması beklentisinden değil. Şu andaki seçilmiş üyelerinin eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından atandığını hatırlatırsak başka söze gerek kalmaz sanırım.

*Hukukun üstünlüğüyle yargıcın üstünlüğünün birbirine karıştırıldığını söylüyorsunuz bunu açıklar mısınız?

Hukuk devleti kendisini, vatandaşlar gibi hukuk kurallarıyla bağlı sayan devlettir. Çağdaş demokrasilerde yasamayı Anayasa Mahkemeleri, yürütmeyi İdare Mahkemeleri ve Danıştay veya benzerî yargı organları denetler. İdarenin bütün karar ve işlemleri yargı denetimine tabidir. Bu itibarla son sözü hukuk kurallarını uygulayan yargı söyler. Ancak yargı da, yargısal denetimi usulüne uygun ve mevzuat hükümlerine göre yapmak zorundadır. Aksi takdirde keyfilik ortaya çıkar. İşte bu nedenlerle hukukun üstünlüğü vardır. Ancak, yargıçlar, yasalara aykırı olarak, birtakım nedenlerle kendi bildikleri gibi karar vermeye kalkarlarsa bu kez yargıcın üstünlüğü ile karşılaşırız ki bu da son derece tehlikelidir. O zaman ülke demokratik hukuk devleti olmaktan çıkar hakimler devletine dönüşür.

*Danıştay başkanı ve başsavcısı hükümet mensuplarına adeta düşmanca yaklaşıyor, diyorsunuz. Bu düşmanca yaklaşmanın arkasında sizce nasıl bir argüman var?

Danıştay Başkan ve Başsavcısının tutumu ile genelde Danıştay’ın tavrı siyasallaşmasının bir sonucudur. “Ben senin siyasi düşünce ve eylemlerini beğenmiyorum, benim düşünce ve yaşam felsefeme aykırı. Bu nedenle sana karşıyım” diyerek hükümete tavır alıyor. İşte tam anlamıyla da siyasallaşma budur. Danıştay tüm ülkenin bir kurumudur. Kendi maaşlarını da milletin vergisinden ve yine halkın verdiği yetkiyle hükümetten almaktadırlar. Türk milleti adına karar verirler. Görev ve yetkileri anayasa ve yasalarla belirlenmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in boşluğunu doldurmanın çabası içerisindedirler.

Yüksek yargı organı mensupları bağımsız oldukları gerekçesiyle keyfî ve sorumluluk duygusundan uzak hareket edemezler. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi yargı hiçbir siyasal düşünceyle beraber veya ona karşı bir hareket içerisinde bulunamaz. Bu yargının olmazsa olmazı olan tarafsızlık ilkesinin ihlalidir. Yargıyı tarafsızlıktan uzaklaştıracak şekilde belirli siyasi düşüncenin veya kesimin yandaşı gibi gösterecek davranışlarda bulunmaya hiçbir yargı mensubunun hakkı yoktur. Yargının itibarını ve ağırlığını koruma görevi öncelikle yargı mensuplarına aittir.

*Danıştay Başsavcısı Çölaşan'ın "1960 darbe değil, devrimdir" açıklamasını hukukçu olarak nasıl yorumlarsınız?

Böyle bir sözü söyleyenin bir hukukçu olması, hele Danıştay gibi yüksek yargı organının başsavcısı olması gerçekten düşündürücüdür. Yukarıda ülkemiz insanlarında ve bu arada bir kısım yargıçlarında demokrasi ve hukuk devleti anlayışının henüz yerleşemediğini ifade etmiştim. Ülkede darbe yapılıp halkın oyuyla iktidara gelmiş bir parti silahla iktidardan uzaklaştırılıyor, başbakan ve bakanlar idam ediliyor, uygar ülkelerde olmayacak daha bir çok akıl almaz insanlık dışı rezaletler yaşanıyor. Bir yargıç olarak yasa dışı bu iğrençliğe öncelikle sizin karşı çıkmanız gerekirken maalesef yanında bir tavır sergiliyorsunuz. Başsavcı neden böyle bir tavır içerisine giriyor? Çünkü kendisi gibi düşünmeyen insanlar iktidardan indirilmiş ve idam edilmişler. Oh olsun! Tıpkı eski YÖK başkanı Erdoğan Teziç’in 27 Nisan'da derin bir oh çekmesi gibi. Ne kadar da birbirlerine benziyorlar. Asıl sorgulamamız gereken husus bu insanları kimlerin ve hangi zihniyetlerin devletin kilit noktalarına getirdiğidir.

*Çölaşan, Menderes'in Atatürk'ün cumhuriyetine ihanetten yargılanması gerektiğini söylüyor. Böyle bir suç var mıdır?

Atatürk’ün cumhuriyetine ihanet derken galiba bugünkü iktidarı ima ediyor. İktidarı oluşturan siyasî parti mensuplarının yargılanmasını, konuşmasının içeriğinden de çıkartılabileceği gibi önde gelenlerinin idam edilmeleri gerektiğini söylemeye çalışıyor. Bunu şu anda Danıştay’ın başsavcılığı görevinde bulunan birisi söylüyor. Büyük bir kin ve düşmanlıkla. Ve hâlâ görevini sürdürebiliyor. Demokratlarımız suskun. Her gün çok önemli irtica haberleri bulmakla meşgul medyamız suskun. Başsavcının konuşmaları sanki 28 Şubat'taki yüksek yargının tavrıyla da örtüşüyor gibi. Belki böyle olmadığını birileri çıkar da bizlere anlatır.

* Son gelişme olarak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının AKP'nin laikliğe aykırı hareketleri odağı olduğu için kapatma dâvâsı açmasına ne demeli?

Yargıtay Başsavcısının AK Partinin kapatılmasına yönelik olarak açtığı dâvâ sivil bir darbe teşebbüsüdür. Aslında bu dâvâ klasik anlamıyla bir parti kapatma davasının ötesinde anlam taşıdığı anlaşılmaktadır. Askerî darbe yapmanın zorlaştığı ve askerin sessiz kaldığı bir dönem içerisinde böyle bir dâvânın açılması bu işin perde arkasında hangi unsurların da yer alabileceği konusunda kafalarda kuşkular oluşturmaktadır. Sorunların sivil kuruluşlarca tartışılıp çözüm aşamasına girildiği, yeni anayasa yapılmasının gündemde olduğu şu günlerde mesafe almaya çalışan ülke demokrasisi büyük bir yara almıştır. Önemli toplumsal sorunların görüşüldüğü bir dönemde, özellikle, Türkiyeyi de etkileme olasılığı yüksek olan dünyadaki ekonomik kriz ortamında böyle bir işe girişilmesi anlamlı olsa gerektir. Ayrıca bu girişimin arkasında Türkiye'nin Avrupa Birliğine girme çabalarının sekteye uğratılması gayretlerinin yattığı açıktır. Gerçekte demokrasiden yana olan bütün siyasî parti, sendika, işadamları, medya ve diğer sivil toplum örgütlerinin bu olaya şiddetli tepki vermeleri gerekir. Kimlerin gerçekte demokrasinin yanında olduğu görülecektir. "Parti kapatılmasından yana değilim, ama..." diyenlerin gerçek yüzlerini Türk halkı görecektir. Bazı kişi ve grupların ülke üzerinde oynamaya çalıştıkları oyunun önü kesilmelidir. En kısa süre içerisinde anayasanın ilgili maddesi değiştirilerek sadece şiddet eylemlerine odaklanan partilerin kapatılabilmesi olanaklı hale getirilmelidir. Ayrıca içerisinde ciddi yargı reformunun da yer alacağı yeni anayasa çalışmaları en kısa sürede ülkenin gündemine sokulmalıdır.

*1960 darbesi hukukçular açısından bir kazanç mı, kayıp mıdır?

Darbelerin bir kazanım olduğunu söylemek cehalettir. Hiçbir darbe Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmamıştır. Aksine çok şeyler kaybettirmiştir. Ülke insanı demokrasinin nimetlerinden yeterince yararlanamamış, çünkü bu nimetlerin ne olduğunun farkına varabilecek ortamları bulamamıştır. Ayrıca demokrasinin kurumları oturtulamamış, demokratik gelenekler oluşturulamamış, kısaca demokrasi darbeler nedeniyle kurumsallaşamamıştır. Ülkenin yaşadığı istikrarsızlıklar ve sıkıntıların altında hep bu darbeler vardır. Darbelerin ve destekçilerinin hiçbirisinden de hesap sorulamamıştır. Hem askerî, hem sivil kesimde hâlâ önemli ölçüde darbe heveslisinin olduğu bilinmektedir. Daha bir yıl önce hükümete muhtıra verildiği hatırlardadır. Ayrıca muhtıra veren kişi de hâlâ ülkenin Genelkurmay Başkanıdır.

*Danıştay’ın başörtüsüyle ilgili son kararı hakkında neler diyeceksiniz? Rektörlerin başörtülü öğrencileri okullara almamaları yasal mıdır?

Danıştay’ın son kararı başörtüsü meselesinin özüyle ilgili değildir. Bazı rektörlerin bu karara dayanarak yasağa geri dönmeleri anlaşılamaz bir tutumdur. Haddizatında Danıştay’ın yasağa destek verecek bir karar alması da hukuken mümkün değildir. Anayasa değişiklikleri ile teminat altına alınan öğrenim özgürlünün artık herhangi bir mahkemenin kararıyla kısıtlanması mümkün değildir. Başörtülü öğrencileri okula aldırmayan rektör ve diğer yöneticilere gelince: Eskiden olduğu gibi bugün de yükseköğrenim görmek isteyenlerin giysilerinden dolayı öğrenim görmelerini engelleyen bir düzenleme söz konusu değildir. Bu itibarla Anayasanın 10. ve 42. maddesindeki yeni değişiklikler herhangi bir yasal düzenleme beklenmeksizin derhal uygulanması gereken emredici kurallardır. Kamu görevlilerinin anayasanın bu hükümlerini uygulamama gibi bir tercih hakları yoktur. Anayasanın sağladığı bu özgürlükleri, yasalarda aksine bir hüküm olmadığı sürece kişiler doğrudan doğruya ve başkalarının onayına tabi olmaksızın kullanabilirler. Bu doğrultuda bir kısım üniversite rektörünün veya yetkilisinin başları örtülü diye herhangi bir öğrenciyi okula almamaları 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanununun 112. maddesinde gösterilen “eğitim ve öğretimin engellenmesi” suçunu oluşturur. YÖK’ten soruşturma için izin alınması gerekmez. Savcıların doğrudan doğruya soruşturma açarak tahkikatı sonuçlandırmaları gerekir.

*Gültekin Avcı Genelkurmay Cumhuriyeti kitabı yüzünden suç duyurusu alırken darbeyi övenlere neden kimse suç duyurusunda bulunamıyor?

İnsanımızda ve bu arada bir kısım yargı mensubunda demokrasi ve hukuk devleti anlayışının tam anlamıyla oturmadığını sık sık ifade etmek zorunda kalıyoruz. Bu anlayış yerleşmeden, anılan kavramlar konusunda yeterli hassasiyetler oluşmadan darbeyi yapanlara, kışkırtanlara, övenlere karşı çok fazla bir mesafe alınamayacağı ortada. Ancak yılmadan, usanmadan bu sorunun takipçisi olmamız gerekiyor. Ayrıca sorunların bir kısmında da 301. maddenin karşımıza çıktığını görüyoruz. Cumhurbaşkanı veya Adalet Bakanının iznine bağlı bir soruşturma yöntemiyle bu sorunun halledilemeyeceği açıktır. Zira 301. madde meselesinde hükümet taraftır. Çünkü bir çok olayda suçun mağduru durumundadır. Benzer şekilde Genelkurmayın suç ihbarlarına da gerek Cumhurbaşkanının gerekse Adalet Bakanının karşı durabilecek bir durumu yoktur. Bu ihbarlarda soruşturma izni geçmişte olduğu gibi derhal verilebilecektir. Bu itibarla 301. maddede öngörülen cezalar olabildiğince aşağı çekilmeli, soruşturma izni sisteminin düşünülmesinden vazgeçilerek bu suçların soruşturmalarını yapma yetkisi ağır ceza mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılarına bırakılmalıdır. Aksi halde bu madde daha yıllarca gündemimizde kalmaya devam edecektir.

Hasan Hüseyin KEMAL

17.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (15.03.2008) - Dün burs alıyorlardı bugün burs veriyorlar

  (14.03.2008) - Faizcilerden alamıyor, fukaraya yükleniyor

  (13.03.2008) - Nüfusun yarısı emeklilik dışında kalacak

  (12.03.2008) - Dikkatleri Kur’ân’a çekmeliyiz

  (11.03.2008) - Müslüman gibi inanıp ibadet etmek isteyen çok Katolik var

  (10.03.2008) - Mağdurlar hayatta iken darbeciler yargılanmalı

  (08.03.2008) - Psikiyatrist Kemal Sayar: Ailede demokrasi, toplumda demokrasinin teminatıdır

  (06.03.2008) - İsminde vakıf geçen, ama vakfı olmayan ilçe: Vakfıkebir

  (05.03.2008) - Darbecilerin son çırpınışları

  (04.03.2008) - Resmî ideoloji ülkeyi artık yönetemiyor

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri