"Gerçekten" haber verir 23 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet DURSUN

BEDİÜZZAMAN OLMADAN ASLA



Tarihî akışı içinde insanlığın seyrini değiştirebilecek bir krizle karşı karşıya olduğumuzda birçok kişi hemfikirdir. Yaşananları—“Küresel ekonomik kriz” olarak adlandırılsa da—insanlığın son birkaç asırdır geçirdiği ruhî depresyonlarının, mânevî krizlerinin bir neticesi olarak kabul etmek bizi daha doğru sonuçlara götürecektir.

“Bugün yaşadığımız krizi insan unsurundan bağımsız düşünmek mümkün müdür?” sorusunun cevabı birçok noktada anahtar kabul edilebilir. İnsanlık tarihi boyunca yaşanagelen bu tür krizleri insan azgınlığının, insanın değer tanımazlığının, öldürücü hırsının ve sınır tanımaz hazcılığının bir neticesi olarak değerlendirmek mümkündür. Bu hususta Papa’nın yaşanan finans krizini “İlâhî bir ikaz” olarak yorumlaması ve her şeyi maddiyatta arayan bir anlayışın yanlışlığına dikkat çekmesi dikkate değer bir açılımdır.

Kapitalist anlayışın “homo-economicus” olarak tanımladığı, insanlık potansiyelini iktisadî fayda üzerinden değerlendirdiği ve maddecilik hırsıyla bezeyerek “benmerkezci” hâle getirdiği insanın yaşadığı dünyayı iktisadî ve ahlâkî bir çöküşün eşiğine getirmesi insanlığı farklı arayışlara itmektedir. Bu bağlamda insanı “eşref-i mahlûkat” olarak tanımlayan İslâm’ın hangi argümanlarla bu tür çöküşlere karşı önleyici tedbirler sunduğu önem kazanmaktadır. Zira özü itibariyle Kapitalizm ve Marksizm gibi beşerî sistemlerin insanlığı özlediği huzura kavuşturamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak son birkaç yüzyıldır yoksulluğun pençesinde kıvranan, geri kalmışlığın verdiği eziklikle bariz hatalar yapan, yüz kızartıcı tavırlar sergileyen İslâm toplumlarının bu durumda yeniden şekillenen dünyada yerini nasıl belirleyeceği, ekonomik krizle sarsılan Batı dünyasına nasıl yol gösterici olabileceği merak konusudur.

Krizle birlikte tartışılan hususlardan biri de farklı inançlara sahip insanların sergiledikleri ortak insan tipidir. Kanaat etmeyen, elindekiyle yetinmesini bilmeyen, hırs ile hep daha fazlasını isteyen insan tipi kapitalizmin insanlığa bir hediyesidir. Göreceli olarak bu tür insanlar her zaman yoksuldur. İnsana özgü bu özellik kurumsal bir nitelik kazandığında içinde bulunduğu toplumu da yoksullaştırmakta ve o toplumun her alanda yozlaşmasına yol açmaktadır. Yaşadığımız sosyo-ekonomik sıkıntıların ve daralmaların özünde insanın hırsı ve kanaatsizliği ile birlikte çeşitli yollarla bunu kurumsallaştırması yatmaktadır. Günümüz İslâm toplumları da bu halden uzak değillerdir.

Bunlar ışığında değerlendirildiğinde Bediüzzaman Said Nursî’nin iktisadî görüşlerinin insanlığın bu sıkıntıyı atlatmasında yardımcı olabilecek yegâne adres olduğu görülür. Hep daha fazla isteme ilkesi üzerine kurulu kapitalist anlayışı “İnsan, hırs ile bütün dünya ona verilse, ‘Hel min mezîd’ (Daha yok mu?) diyecek. Hem, hodgâmlığıyla, kendi menfaatine binler adamın zararını kabul eder” ifadeleriyle eleştiren Said Nursî’nin bu hususlardaki görüşlerini bir bütün olarak ortaya koymak farklı açılımlar bekleyen insanlık adına önem kazanmaktadır.

Bediüzzaman, pozitivist anlayışla beslenen kapitalizmin aşırı maddeciliğiyle huzursuz ettiği insana yaradılış gayesini hatırlatır ve onu Rabbinin sonsuz merhamet, şefkat ve keremiyle tanıştırır. Bugün olduğu gibi, milyonlarca insanın açlık kaygısıyla yaşadığı bir ortamda, para baronlarının insanları iliklerine kadar kemirecek bir düzeni devam ettirebilme çabaları ve bu çabaların ortaya koyduğu gayr-i ahlâkî tavırlar karşısında sözünü esirgemeden söyler, teşhislerini birer birer sıralar. Bediüzzaman, bütün beşerî bunalımları, krizleri, fesatları, rezil ahlâkı, zulüm ve haksızlıkları; hodgâmlığa (bencillik) tekabül eden “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” ve faizi karşılayan “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışına dayandırır. İnsanlığın “Ben-biz, uhuvvet-hodgâmlık, hırs-kanaat, şefkat-zulüm” karşılaşmalarında insanî potansiyelini ön plana çıkararak “erdemli toplum”a yönelmesinin yollarını gösterir. İslâm’ın ortaya koyduğu “Komşusu açken tok yatan bizden değildir,” “Yiyiniz, içiniz; ancak israf etmeyiniz” gibi yardımlaşmayı esas alan, müsrifliği yasaklayan hayat prensiplerinin önemine değinir. Bu bağlamda zekât, sadaka, vb. İslâmî kurumların hayata geçirilmesinin önemini vurgular.

Her türlü israf, kanaatsizlik ve fakirliğe karşı “İktisat” kavramını gözler önüne serer. “Hırs sebeb-i hasarettir” diyerek insanı “şükr”ün hazzıyla tanıştırır. Bütün dünyada bulaşıcı bir hastalık haline gelen tüketim kültürünün, zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî ihtiyaçlar haline dönüşmesine sebep olan taklitçilik, görenek ve özenti belâsının önüne nasıl geçilebileceğinin yollarını gösterir. Bunlarla birlikte toplumda fertler arasında yaygınlaşan menfaatperestlik, bencilik, kendi çıkarını düşünme, kayırmacılık, rüşvet, torpil gibi hastalıklara karşı tepeden inmeci bir siyasî yaklaşımdan ziyade imanlı fertleri önerir ve bunun da yol haritasını sunar. Özetle, insanın ve toplumun mesh-i manevisine sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önünü açan, kuvvete, menfaate, ırkçılığa, sefahete dayanan bir medeniyet anlayışına karşı çoğunluğun mutluluğunu tazammun eden ve hakka dayanan Kur’ân medeniyetinin esaslarını ortaya koyar.

İnsanlık için süre daralmaktadır. Dünyanın ahlâk ve fazilet kavramlarını daha sıkça konuşmaya başlaması, faizi sıfırlama gibi tedbirlere yönelerek sömürü düzenlerinin önüne geçmeye çalışması Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu Kur’ânî medeniyete doğru atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir. İnsanlık kendisine açılan bu yola ya girecektir ya da yine Bediüzzaman’ın ifadeleriyle “erken bir kıyâmet” kaçınılmaz olacaktır.

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kriz hastalığı



Hastalar Risâlesini okumak için hasta olmak mı gerekir veya onu sadece hastalar mı okur? Hasta değilim demek bile devâ bulmamışlık hâli; günahların her yandan ve yönden–içten ve dıştan–kuşattığı bu asr-ı hazırda sağlam kalmak hiç de öyle kolay değil; kaç kalp diri, kaç dimağ dingindir bu savruk zamanda…

Şüpheler, vesveseler fırtınasında, dünyalaşma girdabında, zevkler çukurunda, “Bana bir şey olmaz” demek ne çürük bir hal, ne gülünç bir güçsüzlük… Hele krizin ayyuka çıktığı, kalpleri kapladığı, ya da kalplerdeki krizin dünyaları yuttuğu şu günler, “Hastalar Risâlesi”nin yeniden okunacağı zamanlar olduğunu düşündürüyor; öncelikle “İktisat Risâlesi”, arada “İkinci Lem’a”, sonra yine “İhlâs” …

Kur’ân eczanesinden devşirdiği devaları Nur Risâleleriyle sunan zamanın tabibi Bediüzzaman, bize bu konuda örnek ve model; önce kendi için reçete hazırlıyor, sonra dağıtıyor tatlı şurupları… Hastalar Risâlesini okurken bunu fark ettim, dil ve anlatım o kadar tatlı, o kadar nazikâne ki sanki şefkatli tabibin elinden tatlı bir şurup içiyorsunuz…

Yirmi beş devâ, yirmi beş tatlı kaşığı sanki; yan etkisi yok, bünyeyi rahatsız etmesi yok, kalbe de iyi geliyor gönle de, akla da iyi geliyor idrake de, nefse de rahat ruha da, beden de memnun vicdan da…

Muhatabı sadece hastalar değil, mûsibete uğrayan herkes; hastalığa, mûsibete öyle bir tanım getiriyor ki kim hasta, kim sağlıklı diye düşündürüyor, sabır ve şükür kanatlarıyla gezdiriyor, idrak ufkundan irfan semasına çıkarıyor, dünya küçüldükçe küçülüyor, gönülde zerre yer tutmuyor…

Geçen asrın başında hastalığı teşhis ve tedavi için yazdığı reçete Risâle-i Nur, bir nev'î hastalar risâlesi; Kur’ân’dan aldığı tiryakları Hekim-i Lokman gibi dağıtıyor, her risâle bir derde devâ oluyor, ihtiyarlara, hastalara, mûsibetzedelere…

Şu günlerde dünyayı saran—adına kriz deniyor—hastalığın tedavisi yine Hekim-i Lokman’ın hazırladığı reçetede; İktisat ve Hastalar Risâlesi, İkinci Lem’a ve her zaman olduğu gibi İhlâs Risâlesi… Kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyarlar, diğer risâlelerden kendince bir reçete hazırlayabilir; lâhikaları tarayabilir, analizler yapıp yeni sentezler oluşturabilir; eczane geniş, istifade kolay, ilk iş hasta olduğunu fark etmek ve ilk adımı atmak…

Bakarsınız bir cümle ile sarsılır kendimize gelebiliriz veya uzun bir tedavi gerekir, belki ameliyatlık durum vardır; Üstad, kulunç hastalığı için yirmi otuz yıl duâ ettiği halde geçmiyor, neden?

Şâfî-i Hakikî olan Rahmân ü Rahîm, maddî ve mânevî hastalıklarımıza şifa versin, Hastalar Risâlesi ve diğer Risâlelerdeki duâlar hakkımızda kabul olmuş bir duâ olsun inşaallah.

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Azınlık ve çoğunluk



Geçen hafta Brüksel merkezli Uluslararası Kriz Grubunun Türkiye-AB ilişkilerini değerlendirdiği ve her iki tarafa da eleştiriler yönelttiği rapor bir ölçüde gündemdeydi.

Aslında rapordaki tesbitlerin çok daha geniş şekilde ele alınıp değerlendirilmesi icab ediyor.

Zira raporda da ifade edildiği gibi, 2009 Türkiye için, AB üyeliği perspektifinin bütünüyle ve süresiz olarak rafa kalkabileceği çok kritik bir yıl.

Bu durumda hem AB tarafından kaynaklanan engellemelerin, hem de Türkiye’deki iktidarın giderek daha belirgin şekilde dışa vurmaya başladığı isteksizliğin büyük bir rolü ve etkisi var.

Ama asıl sorun, yine de Türkiye tarafında.

Eğer Türkiye herşeye rağmen reform kararlılığını ortaya koyabilse, hem kendi içindeki dengeleri olumlu yönde değiştirecek, hem de AB cenahındaki Türkiye dostlarının elini güçlendirecek.

Şimdiye kadar bunları çok ifade ettik, ama hükümetin tavrı hiç o yönde değil. Tam tersine Başbakan Meclis görüşmelerinde MHP ağzıyla konuşuyor, Bahçeli gibi düşündüğünü ilân ediyor ve böylece son dönemdeki devletçi-milliyetçi söylemlerini daha da koyulaştırarak sürdürüyor.

Bu da gösteriyor ki, bu zihniyet ve yaklaşımdaki AKP iktidarı ile Türkiye’nin AB sürecinde yeni adımlar atıp ilerlemesi mümkün değil.

Bunu bir defa daha kayda geçirdikten sonra, Kriz Grubunun önemli bir tesbitine bakalım.

Grubun raporunda AB’nin Türkiye’deki Katolik din adamlarının eğitimi ile gayrimüslim vakıflarının hükmî şahsiyetleri konusunda ısrarlı taleplerde bulunduğu hatırlatılırken, aynı duyarlılığın ülkede çoğunluğu oluşturan Müslümanların ihlâl edilen haklarından esirgenmesi eleştiriliyor.

Bu yaklaşımın özellikle sorunlu olduğu belirtilen raporda, “Çünkü Kemalist düzen Müslüman örgütlere, tarikat ve cemaatlere daha fazla özgürlük verilmesinin laikliği zayıflatacağına ve şeriat devleti isteyenleri teşvik edeceğine inanıyor. Bu düşünceyle Müslüman tarikat ve cemaatlere karşı ayrımcılık yapıyor” tesbiti dile getiriliyor.

AB’nin Türkiye raporlarında başörtüsü konusuna değinilmemesi ve AİHM’in bu konuda verdiği talihsiz kararlar başta olmak üzere, bu eleştiriyi haklı kılan önemli sebepler var. Gerçi geçtiğimiz bahar aylarında AB yetkililerinden sâdır olan “Türkiye’nin demokratik laikliğe ihtiyacı var” vurguları Brüksel’in bu noktadaki kusur ve noksanını bir ölçüde de olsa telâfi işareti verdi, ama o mesajların daha kuvvetli bir şekilde, resmî raporlara da yansıyarak devam etmesi gerekiyor.

Türkiye’de yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu dinî hassasiyete sahip insanlardan oluştuğuna ve bunların din özgürlüğü noktasında yıllardır süregelen haklı şikâyetleri bulunduğuna göre, AB’nin bu konuda daha farklı ve özenli bir duyarlılık sergilemesi lâzım ki, Türk kamuoyundaki AB ile ilgili kuşkular giderilsin ve AB talebi güçlensin.

Antakya Ortodoks Cemaati Vakfı eski Başkanı Josef Naseh, Rehn’in halefi Verheugen’e “Siz bizden önce Müslümanlarla ilgilenin” demişti.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan da, azınlıkların dinî hak ve özgürlüklerini yine gündeme getiren Avrupalı muhataplarına “Türkiye’de çoğunluğun da bu alanda sorunları var” dediğinde, içerideki ateşli laikçilerin hücumuna uğramıştı.

Ama bu hücumlar, yaşanan fiilî gerçekleri değiştirmiyor ve örtemiyor. Ve AB’nin ısrarlı taleplerine rağmen azınlık haklarını dahi vermemekte direnen mâlûm zihniyet, “Onlara bu hakları verirsek, benzer taleplerle karşımıza dikilecek olan Müslüman çoğunluğa engel olamayız” korkusu ve paniği içinde vaziyeti idare etmeye çalışıyor.

Ruhban okulunu, Müslümanlara da aynı yol açılmasın diye kapalı tutmaya; azınlık vakıflarını, verilecek hak ve imkânlardan Müslüman vakıfları da istifade etmesin diye kısıtlamaya; “Ya Müslümanlar da namaz kılmaya kalkarsa?” diyerek Ayasofya’da Papa’ya bile dua yasağı koymaya inatla devam ediyor. Ama nereye kadar?

Zulüm nereye kadar devam edebilir ki?

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu ‘araştırma’lar nerede yapılır?



Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın başında olduğu bir ekip tarafından Boğaziçi Üniversitesi ile Açık Toplum Enstitüsü’nün ortaklaşa hazırladığı “Türkiye’de farklı olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı rapor değişik yönleriyle tartışmalara konu oluyor.

BÜ Öğretim Üyesi Prof. Dr. Binnaz Toprak, araştırmanın sonuçlarıyla ilgili tenkitleri cevaplandırırken, “Bize aktarılanların bir kısmı yalan olabilir. Karşı tarafa sorsak ‘Böyle bir şey yapmadık’ diyecek. Biz yargı makamı değiliz. Hangisinin doğru söylediğini nereden bileceğiz?” demiş. (Zaman, 21 Aralık 2008)

Merhum Nasreddin Hoca gibi, ona da “Haklısın” demek lâzım. Tabiî ki 13 ilde yapılan bir araştırmada dile getirilen hadiselerin tamamının ‘doğru’ ya da ‘yalan’ olduğunu test etmek kolay değil. Ancak böyle ‘iddialı’ bir araştırmayı sadece ‘belli dünya görüşüne mensup’ olanlar arasında yapmak doğru mudur? İfade edildiğine göre sözkonusu araştırma CHP il örgütleri, Atatürkçü Düşünce Dernekleri, Eğitim-Sen, Eğitim-İş gibi belli bir ideolojik duruşu temsil eden kesimler arasında yapılmış. Haliyle böyle bir araştırmadan “Eyvah! İrtica kapıya dayandı, başı açık olanlara büyük baskı var, mini etek giyemiyoruz, saç uzatıp küpe takamıyoruz” cevabı da çıkar. Bu araştırmayı Türkiye’nin ‘hal ve gidişi’ olarak değil de, ‘belli bir dünya görüşüne mensup insanların yaşadıkları sıkıntılar’ olarak görmek belki de daha doğru olur.

Bakınız, bir yandan yaşanıp yaşanmadığı tartışmalı ‘baskı’lar raporlarla gündeme gelirken öte yandan ‘canlı yayın’larla şahit olduğumuz ‘baskı’ların esamisi okunmuyor, gündeme gelmiyor. Bazıları mahalle baskısı sebebiyle ‘etek’ giyemediğinden şikâyet ediyor. Peki aynı ‘mahalle’de başörtüsü taktığı için ‘baskı’ya maruz kalanlar yok mu? Öğrenciyi bir yana bıraktık, başı örtülü bir ‘öğrenci velisi,’ oğlunun ya da kızının durumunu öğrenmek için ‘ziyaretçi’ kimliğiyle dahi olsa bazı üniversitelere giremiyor. Aynı şekilde, başı örtülü olduğu için otellere kabul edilmeyenlerin olduğunu unuttuk mu? Daha yakın zaman önce, çocuklarının yemin törenine giden ‘asker anneleri’nin tel örgüler ardında bekletildiklerini de mi unuttuk?

Hatırlattığımız hadiseler, ‘canlı baskı’nın apaçık delilleri değil mi? “Hayır, Türkiye’de böyle hadiseler yaşanmadı” diyebilen var mı? O halde ‘baskı’nın sözkonusu edildiği bir araştırmada bir defa olsun “Başı örtülüler de baskıya maruz kalıyor” cevabı çıkmazsa o araştırma ne ölçüde yaşanan gerçekleri yansıtabilir?

Tekrar edelim: “Açıklanan araştırmada dile getirilen ‘olay’lar hiç yaşanmamıştır” iddiasında değiliz. Ama yaşanan hadiselerin tamamen ‘inanç’ kaynaklı olduğu ve “Türkiye’nin irticaya teslim olduğu” şeklindeki bir sunumu doğru bulmuyoruz.

Türkiye’de kimlerin ve ne tür baskılara maruz kaldığını araştırmak istiyorsak, önce üniversite kapılarına gitmemiz gerekir. İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmek isteyenlere hemen her yerde; gizli ya da açık, mahalle ya da mahallî baskı vardır. Ülkemizde yaşanan gerçekleri görmek için ‘baskı’ altında kalmadan, her mahalde yaşananlara ışık tutabilmek lâzım. Aksi halde hadisenin sadece bir yönünü görmüş oluruz. Yeni bir araştırma için doğru üniversite kapılarına...

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Özür kampanyası” ve Ermeni meselesi…(1)



“Ermenilerden özür kampanyası”, her 24 Nisan’da gündeme gelen 1915 olaylarının tartışmasını erken başlattı. Tartışmalar, “tehcir”den ziyâde bu kez “imza meselesi” üzerinde yoğunlaştı.

Zira hissiyatı tatminden öteye geçmeyen bu tür kampanyalar, barıştan ziyâde karşılıklı gerginlikleri daha da arttırmakta; asimetrik tahriki alevlendirmekte, ilişkileri daha da gerginleştirmekte. Gelişen dostluk atmosferine ve düzelen diyaloğa mukabil karşılıklı iddiaları kışkırtmakla daha da zora sokmakta.

Bu açıdan sözkonusu “imza kampanyası”nın özellikle son dönemde Cumhurbaşkanı’nın millî maç vesilesiyle Erivan’ı ziyaretiyle normalleşme sürecine giren Türkiye-Ermenistan ilişkilerini sabote ettiği kaygısına hak verdirmekte.

Zira Başbakan’ın da açıkça ifâde ettiği, “özür dilemek”, örtülü bir biçimde de olsa “suç işlemeyi kabul etmek” anlamına gelir ki bunun bir sonraki adımı, cinâyet ve vahşet politikalarını sürdüren ve katliâm peşinde koşan Ermeni Taşnak Komitesinin uluslar arası politik yüzü olan intikam peşindeki diasporanın “soykırım” uydurmasına zemin hazırlamaktır. Türkiye’nin bu strateji ile tazminat ödemeye mahkûm edilmesi ve toprak taleplerini kabul etmesini sağlamaktır.

Diaspora’nın daha şimdiden Amerika’da ve Fransa’da, “Bakın Türk akademisyenler de soykırımı kabul etti” türü istismarları, hangi sâikle olursa olsun Türkiye’deki “imza kampanyası”nın alabildiğine istimaline bahaneler üretmektir…

TARİHÎ GERÇEKLER ÇARPITILMASIN…

Ermeni çetelerinin zulüm ve vahşetle çocukları, kadınları ve yaşlıları acımasızca öldürdükleri bir yana. İstilâ ettikleri Anadolu şehir, kasaba ve köylerini kaçarken bile ateşe verip yakıp yıkmaları da bir yana…

Hâlen Karabağ’ın Ermenistan işgali altında olduğu, bir milyon “kaçkın” Azerinin vatanlarından koparılarak perişan edildiği, binlercesinin katledildiği, daha onsekiz yıl önce yüzlerce Azeriyi öldüren Hocalı katliâmının hesabının verilmediği bir süreçte “Ermenilerden özür dileme” kampanyasının çözüme bir faydasının olmayacağı ortada.

Esasen “soykırım” iddiası, sâdece bir isnad ve iftira olarak kalmamakta; tarihî gerçekleri de çarpıtmakta. Meşrûtiyet’le bütün Müslüman unsurların yanı sıra başta Ermeniler ve Rumlar olmak üzere diğer gayr-ı müslim unsurların “ittihad-ı anasır”la Osmanlılık idealiyle bir bütünlük içinde olduklarını ketmetmektir. Ermenilerin “râbıta-i vatandaşî” ile Müslüman unsurlarla Osmanlı vatandaşlığı üst kimliğinde birleştikleri tarihî gerçeği çarpıtmaktır. Osmanlı coğrafyasını “Vatan-ı Osmanî” kabul edip “Osmanlılık” üst kimliğinde asırlarca barış ve birlik içinde yaşamaları hakikatini inkâr etmektir.

İttihad ve Terakki Hükûmetinin Ermeni çetecilerinin mezâlim ve vahşetine mâruz kalan vatandaşlarını korumak ve Ermeni vatandaşlarını bu istismarın aracı olmaktan kurtarmak için aldığı zorakî göçün gereği ve yol açtığı mağduriyetler o günün şartları muvacehesinde elbette tartışılabilir.

Ancak “tehcir”i, “soykırım” olarak çarpıtmak, bin yıldır Osmanlı ülkesinde en sâdık gayr-ı müslim tebâ olarak yaşayan Ermenilere karşı “etnik temizlik” olarak yorumlamak, bütünüyle bühtandır. Rus işgali altındaki Anadolu topraklarındaki Müslüman Türklerin ve Kürtlerin zorla topraklarından sürülmesini görmemektir.

HÂRİCÎ OYUN VE

TAHRİKLERE GELİNMEMELİ…

Bu tür tek taraflı kampanyalar, 1915’te Ermeni çetecilerin Van’da başlattıkları ve camiler dahil bütün şehri yakıp yıktıkları büyük Van felâketini gözlerden kaçırmaktır. Başta Fransa olmak üzere Batılı devletlerin Ruslarla ortaklaşa yürüttükleri katliâmla Anadolu’nun Doğusunda “büyük Ermenistan” ütopyasıyla beşyüz bini aşkın Osmanlı vatandaşı Müslüman Türkü ve Kürdü katlettiklerini görmezden gelmektir.

Aslında asıl “büyük felâket”, Ermeni diasporasının ağzıyla “katliâm” iftirasına kapı açan ve esasen tarihe mal olmuş olan bu hâdise bahanesiyle Osmanlının sırtından hançerlenmesine fırsat verdirmektir.

Arşivler ortada. Gerçek şu ki “soykırım” uydurmasında da Erivan yönetimi iç ve dış fitne ve güç odaklarının oldubittisine gelmekte. Bir yandan Sarıkamış fâciası yaşanırken, diğer yandan 1914-1916 arasında 120 bin Ermeni gönüllü birliğinin Çarlık Rusya’nın Anadolu’nun içlerine ilerlemesi için Ermeni isyanlarını çıkarttığı tarihî vesikalarla sabit.

Osmanlının zâfiyetini fırsat bilen dış mihrakların, mâsum Ermeni halkının büyük çoğunluğuna rağmen mâlûm çeteleri Müslümanlara karşı katliâmda kullanıldıkları, füturcuzca hıyanette istimal edildikleri ortada. Mezâlimin merkezi Doğu Anadolu’daki toplu mezarlar, resmî ve yabancı vesikalar, bunun bâriz belgesi…

Asırlarca Osmanlının himâyesinde kültür ve medeniyetleriyle Müslümanlarla âdeta bütünleşen ve bin sene sulh ve huzur içinde yaşayan Ermenilerin, hâriçten üflenen oyun ve tahriklere gelmeyerek Müslüman komşularıyla dostluğu, hem Ermenistan’ın hem de bölgenin barış ve geleceği açısından oldukça önemli.

Barışa hiçbir faydası olmayan bu tür “kampanyalar” yerine, Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında, “komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemâl-i memnuniyetle dostluğu” tavsiye eden, “husûmette fenâlık var, husûmete vaktimiz yok” ikazına kulak verilmeli…

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Moda mı, gizli politika mı?



Yıllar önce Ürdün’e gittiğim zaman, aslen o bölgeye ait olan, ülkemizde de, daha çok Doğu ve Güneydoğu bölgesinde kullanılan, yöredeki (yörelere göre değişen Arapça’daki adı koffyah) olan puşilerden almıştım. Kırmızı-beyazı Ürdün’ü, siyah-beyaz olanı da Filistin’i temsil eden bu kofyalar, kışın sıcak tutarak soğuktan, yazın da terletmeyerek güneşten korumasından dolayı, oldukça kullanışlı olduklarından, dünyanın her yerinde sıkça kullanılmaya başlandı.

Özellikle gündemden hiç düşmeyen Filistin meselesinden dolayı, bu kofyalar artık Filistin’le, bağımsızlık için verilen mücadeleyle, özgürlüklerle özdeşleşir oldu. Direnişin, mücadelenin simgesi haline gelen kofyaları hemen her Arap gururla takarken, Filistin’e destek olmak ve “Savaşa ve işgale son” mesajı vermek istediklerini belirten dünya gençleri de takar oldular.

Mısır’a geldiğimden beri, ilk başta benzer sandığım, fakat aslında oldukça farklı olan kültürü öğrenmeye, sosyal kuralları incelemeye ve tarihin yanı sıra, kültürel ve sosyal gelişmeleri de incelemeye çalışıyorum. Siyasetin ve tarihin sosyal ve kültürel değişime ve gelişime olan etkisi şüphesiz çok büyük. Firavunlarla başlayan tarihinde, 397 yıl süren Osmanlı hükümranlığından İngiliz ve Fransız sömürgeciliğine kadar çeşitli medeniyetlerin etkisi altında kalan Mısır, yakın tarihte İsrail’le girdiği savaşlar neticesinde ve bir ihtimalle de İsrail’in Filistin politikasından dolayı, İsrail isminin, İsraillilerin, Museviliğin, Musevilerin, İsrail’e yapılacak gezilerin telâffuz edilmesinin bile bazen hoş karşılanmadığı bir ülke. Bütün dünyaya karşı inanılmaz hoşgörülü olan uysal bir Mısırlı, İsrail kelimesini duyunca inanılması güç derecede hoşgörüsüz ve sert bir insana dönüşebiliyor.

Bu durum karşısında, Mısır’da yaşayan İsraillileri çok rahat ayırd edemiyoruz haliyle. Bu güvenlik endişesinden dolayı, belki milliyetlerini saklıyor olabilirler. Ama ilk taşındığım zaman alış veriş için bir mağazaya gittiğimde, benim dışımda mağazada dolaşan bayan müşterinin, hangi dilde konuşabileceğini anlamak için nereli olduğunu soran satıcı kıza, “Ne kadar kabasın. Müşteriye nereli olduğu sorulmaz. Bunu sana ben mi öğreteceğim? İsrailliyim” diye bağırarak mağazayı terk etmesi gibi olaylara da eminim az rastlanmıyordur.

Bugünlerde Mısır’da dolaşan bir dedikodu var. Filistin ve Ürdün asıllı kofyaların hemen hemen her renginin moda olduğu ve aksesuar olarak birçok mağazada, mordan turuncuya, sarıdan yeşile her renginin kolayca erişilir olduğu şu sezonda, Mısırlılar bu diğer renkleri İsrail’in icad ettiğini ve böylelikle Filistin’le, mücadeleyle özdeşleşen siyah-beyaz kofya devrine son vermek için gizliden gizliye yürüttükleri politikalarını devreye soktuklarını iddia ediyorlar. Bu sadece Mısırlıların değil, aslında bütün Arap dünyasının iddiası. “Kofya moda değil, bizim kimliğimizdir” adı altında, elektronik ortamda çeşitli gruplar da mevcut. Gerçektir yahut değildir, bunu bilmek mümkün değil, fakat her ne şekilde olursa olsun, tüketim ve moda çılgınlığının bir eseri olduğu ve birilerine çok para kazandırdığı kesin.

Moda ya da politika olsun, İsrail meselesi her açıldığında sinirlenen Mısırlılara, her zaman olmasa da, bazen niye İsrail’le mücadele etmediklerini soruyorum. Eğer Filistin özgür kalmalıysa ve Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadasına kadar milyonlarca Arap toprağı bulunan bu iki kıt'ada İsrail bir avuç toprağa ve millete sahipse, neden birleşip bir tepki vermediklerini ise sadece ben değil, herkes soruyor. Buna en güzel cevabı veren Bediüzzaman Said Nursî’nin sözleriyle yazımı noktalıyorum:

“Yahudi milleti hubb-u hayat (hayat sevgisi) ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri (aşırıya kaçtıkları) için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes’elesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiyâ-i Benî İsrâiliyenin (İsrail kavminin peygamberleri) mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Efendim, hoşgeldiniz!



Aylar önce başlayan heyecanlı maratonunuz nihayet sona erdi ve ülkeye, özlediğiniz topraklara; hasretini çektiğiniz simalara kavuştunuz. Ne mutlu size!

Önce karar verdiniz. Sonra, aylar süren “ön kayıt-son kayıt ve derken kesin kayıt” heyecanını yaşadınız. O şanlı kur'anın size isabet etmesi için kim bilir ne kadar duâ ettiniz ve ettirdiniz! Çünkü kararlıydınız ve–inşaallah—mutlaka gidecektiniz. Haklıydınız; çünkü bir ömür beklemiştiniz bu kudsî seyahat için. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e iştiyakınız vardı; yanıp tutuşmuştunuz O'nun (asm) için. Bu yüzden mutlaka gitmeniz gerekiyordu. Hareket tarihiniz biraz erkence de olduğundan önce O'na (asm) uğrayacaktınız ve öyle de oldu. Sizden sonra hareket edecek olan kardeşlerimiz Hz. Nebi’ye bayramdan sonra uğrayacaklardı; olsun ama; onlarınki de ayrı bir anlam ifade ediyordu; sizinki de güzeldi, onlarınki de...

Siz bir bakıma önce Hz. Peygamber’e (asm) uğrayıp onun mânevî desteği ile Kâbe’ye gidecektiniz; kardeşleriniz de O'nun (asm) huzuruna ‘hacı’ olmuş olarak varma durumunda olacaklardı. Zaten dedik ya, iki durum da güzel; ikisi de anlamlı!

Derken, hareket saatiniz geldi ve Resûlullah’ın (asm) huzuruna varma kronometresi geri saymaya başladı. Süreç hızla ilerler gibi görünse de zaman yürümek bilmiyordu. Dakikalar saatleşiyor, saatler adeta gün gibi geliyordu size... Çünkü bir an önce O'nun (asm) huzuruna varma heyecanı her tarafınızı kuşatmıştı; ne yapacağınızı adeta şaşırmış ve unutmuş vaziyetteydiniz. Yeşil Kubbeyi ne zaman göreceğinizi çok merak ediyordunuz ve nihayet görünmeye başlandı; evet oydu görünen. Oydu o aziz misafiri bağrında barındıran. Oydu, o şanlı ve vakur duruşuyla sizleri büyüleyen.

Selâm kapısından girip Resûlullah’ın (asm) huzuruna vardığınızda kendinize inanamadınız; bir an kendinizi rüyada zannettiniz; ama hayır, rüya değildi gördüğünüz; siz hakikati yaşıyordunuz. Evet gerçekten de Resûlullah’ın (asm) huzurundaydınız; ‘Es-Selâmu aleyke ya Resûlallah’ ifadesini çok faklı bir ses tonuyla söylediniz. İçinizden geçtiği en tabiî haliyle, gönlünüzün derinliklerinden akıp gelen yalvarışları terennüm etmeye gayret ettiniz. Yanındaki can yoldaşları Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i de unutmadan samimî bir edayla selâmladınız. Artık Medine’deydiniz ve O'nun (asm) misafiriydiniz.

Medine’de bulunduğunuz süre içerisinde kulluk görevlerinizi hep Mescid-i Nebevî’de yerine getirdiniz. On binlerce sahabiyi ve Ehl-i Beytin büyük çoğunluğunu misafir eden Baki Mezarlığını ziyaret etmeyi ihmâl etmediniz. Resûlullah’ın (asm) hatırası olan mekânları da ziyaret ettiniz. Kuba Mescidinde İslâm’ın doğuş ve yükselişini; Kıbleteyn’de kulluk bilincini ve Kâbe özlemini; Uhud’da Nebevî stratejinin önemini; Hendek’te İslâm’ın başarı formüllerini; yedi mescitlerde cihadın ehemmiyetini anlamaya ve hatırlamaya çalıştınız. Medine’nin tam anlamıyla bir ana kucağı; bir şefkat yurdu olduğunu iliklerinize kadar hissettiniz. Medine’nin taşı, toprağı, çarşısı ve sokağı size hep Hz. Peygamber’i (asm) hatırlattı. Ensar ruhunu gözlerinizin önüne serdi. Ensarla birlikte, muhacirlerin fedakârlıkları da gözünüzde canlandı. İslâm’ın kardeşleştirme başarısını ve İslâm kardeşliğini bir kez daha hatırladınız!

Saygının, sevginin ve muhabbetin en güzelini Medine’de buldunuz. Kulluk şuurunu orada fark ettiniz. Medine’de yatan binlerce şehidin varlığını yanı başınızda hissettiniz. Ezanla birlikte Mescid-i Nebevî’ye doğru akan insan seli sizi büyüledi; adeta şoke oldunuz. Nerdeyse hayatın,—bütünüyle—namaz vakitlerine endekslendiğini müşahede ettiniz. Mescid-i Nebevî’nin kıble duvarını içerden süsleyen esma ve evsaf-ı Nebî; yani, Hz. Peygamber’in (asm) isim ve sıfatları onu hep anmanıza vesile oldu. Bolca salavât-ı şerife okudunuz.

Efendim, ‘sayılı günler tez biter’ kuralınca bir de baktınız ki, ‘Elveda Medine!’ deme vaktiniz gelmiştir...

Ülkemizden ayrılarak doğrudan Medine’ye giden kardeşlerimiz, sizler Allah Resûlü’nün (asm) müjdesini hak ederek bolca onu ziyaret ettiniz. Nitekim O (asm), kendi vefatından sonra ziyaretine gelenleri, sağlığında görmüş ve ziyaret etmiş gibi kabul ettiğini müjdelemişti. İşte siz, O'nu (asm) şefaatçi yaparak ve ruhaniyetini önünüze katarak ‘hacı’ olmaya doğru adım adım yaklaştınız.

Doğrudan Mekke’ye giden kardeşlerinizin havaalanında yaşadıkları heyecanı siz Medine çıkışındaki mikat mahallinde yaşadınız. ‘Ebyâr-ı Ali’ mevkii sizler için ayrı bir heyecan noktası oldu. Tıpkı kardeşlerinizin daha havaalanındayken yaşadıkları gibi...

Büyük çoğunlukla Umre için ihrama girdiniz. Abdestlerinizi alıp bütün dünyalıkları bir tarafa bırakarak sadece iki parça beyaz havluya bürünmeniz; telbiye getirip ihram sünnetlerini kılmanız ayrı bir heyecan verdi sizlere...

“Buyur ya Rab! Geldim işte! Evet geldim.. Geldim Ya Rab! Tasarrufunda hiçbir ortak ve yardımcının olmadığını bilerek ve inanarak geldim. Ezelden ebede kadar bütün övgü ve senalar sana lâyıktır ya Rab! Mülk senin, nimet senin! Ortağın yoktur ya Rab!” nidaları derinliklerinizden ve samimiyetinizden kopup geldi. İnanarak haykırdınız. Teslim olmuştunuz artık... Bu yalvarışları hep tekrarlayacak ve yakarışlarınıza devam edecektiniz; nitekim öyle de yaptınız.

İhrama büründükten sonra, kuş gibi hafiflediniz. Hatta kendi elbiseleri içerisinde “ihrama giren” hanım kardeşlerimiz de aynı heyecan ve duyguları yaşadı. Hep birlikte verdiğiniz sözü tazelediniz. Ahirete hazırlıklı olduğunuzu hâl, hareket, davranış ve söylemlerinizle ispatlamaya çalıştınız. Adeta kefene büründünüz; her şeyi, ama her şeyi bir kenara bıraktınız. Yani gönlünüzden sildiniz; sadece dünya için yaratılmadığınızı; çok önemli sorumluluk ve görevlerinizin olduğunu hatırladınız. Mekke yolu bitmek bilmiyordu; ne zaman Kâbe görünecek; ne zaman nazlı sevgili sizi selâmlayacak; size hoşamedî edecek diye kalbinizin temposu hızlanıyordu. Evet, yolun biteceğine inanmıyordunuz.

Ama göründü! Evet o... Ta kendisi... Kâbe! Kâbe! Uzaktan uzağa görünen o! Kendinizi bir anda onun önünde buldunuz. Rüya mıydı acaba? Kendinizi yokladınız. Hayır! Rüya değildi ama diliniz tutulmuştu! Ne söyleyeceğinizi bilmez hâle gelmiştiniz. Bir anda dilinizden: “Aman Allahım! Yıllardır—hiç görmeden—kendisine yönelerek ibadet ettiğim Kâbe’nin huzurunda mıyım?” cümleleri dökülüverdi. İçinizden geldiği gibi en samimî duâlarınızı yapmaya devam ettiniz.

İlk tavafın heyecanı başkaydı; renkleri, dilleri ve coğrafyaları farklı mü’min kardeşlerinizle birlikte Kâbe’nin etrafında pervane olmanız size İslâm kardeşliğini pekiştirtti. Gerçek üstünlüğün maddî ölçütlerle olmayacağını anladınız. Bir anda yedi turu tamamlayıp tavaf sünnetlerinizi kılarak ve zemzemden nasiplenerek Safa Tefesine koştunuz. Oradan Merve Tepesine doğru dört gidiş ve üç geliş yapmanız gerekiyordu. Nihayet sa’yınız da bitti saçlarınızı da kısaltarak sivil elbiselerinize büründünüz. Artık umrenizi bitirmiştiniz. Ve artık Mekke’de idiniz. Mekke’de bulunduğunuz süre içerisinde Resûl’ün izlerini aramaya devam ettiniz. Bazen ilâve umrelerle vaktinizi değerlendirdiniz; bolca tavaf yaptınız. Çünkü biliyordunuz ki, yeryüzünde tavaf yapılabilecek biricik yer burası.

Resûl’ün (asm) izleri sizi tarihin derinliklerine götürdü. Kâh, müşriklerin zulümleri ile müteessir oldunuz; kâh Resûl’ün tebliği ile mesrur oldunuz. Hz. Peygamber’in doğduğu, büyüdüğü ve gezdiği yerleri dolaşırken ayrı bir edep ve huşu her tarafınızı kuşattı. Maddî alış verişten ziyade manevî ticarete ehemmiyet verdiniz; görevinizin bilinci içerisindeydiniz.

Hz. İbrahim’i (as), Hz. İsmail’i (as) ve Hacer Anamızı hatırladığınız gibi, vefalı insan Hatice Annemizi ziyaret etmeyi de ihmal etmediniz. Sevr Mağarasında Hicreti hatırlayarak her türlü günah ve çirkinlikten uzak durup hakka ve hakikate hicret edeceğinize dair taahhüdünüzü tazelediniz. İlk vahyin hatıralarını Nur Dağı'nda ararken İslâm’ın güzelliklerini hatırladınız. Arefe Günü gelmeden Arafat Dağı'nı ve Rahmet zirvesini boş haliyle görerek bir karşılaştırma yapma imkânı buldunuz.

Günleriniz dolu dolu geçti ve derken Arefe Gününden bir gün önce heyecan başladı. Hac için ihramlara bürünerek Arafat’a intikal vardı ve vakfe anında unutamayacağınız yalvarış ve yakarışlara şahit oldunuz. Arefe vakfesinin haccın en önemli rüknü olduğunu bilerek ihlâs ve samimiyetiniz tam doruğa yükseldi, bolca duâ ettiniz. Öğlen ve ikindiyi öğle vaktinde birlikte kılmanız size ayrı bir duygu yaşattı. Tıpkı akşam ve yatsının yatsı vaktinde kılınması gibi... Gün batımıyla birlikte Müzdelife’ye doğru hareket ettiniz. Vakfenizi yapıp şeytanlara atacağınız taşları topladınız. Bayram sabahında ve diğer günlerde bütün kötülüklerin sembolü ve temsilcisi olan şeytanları taşlarken, nefis ve düşmanları da unutmadınız. Kurban ve rükün tavafınızdan sonra artık tam anlamıyla “hacı” olmuştunuz.

Veda ânı ayrı bir hüzün yaşatsa da artık ülkenize dönmeniz gerekiyordu, özleyen ve bekleyenleriniz vardı. Verdiğiniz sözlere bağlı kalacağınızı taahhüt ederek yarı buruk, yarı sevinçli bir ayrılışla ülkenize döndünüz.

Evet efendim, hoş geldiniz.. Safalar getirdiniz.

Haccınız ve duâlarınız makbul olsun.

Tekrar tekrar hoş geldiniz!

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günahlar gizli kalmalı



Mustafa Bey: “İşlenen bir haramı anlatmak dinimizce caiz midir? Günahların örtülmesi için kişi böyle bir suçunu gizlemesi mi gerekir? Yani kul kendi vicdanında mı tövbeye sarılmalıdır? Yoksa kul, ‘Ben şöyle bir suç işledim. (Belki istemeyerek) cezasını bana uygulayın’ diyebilecek güvenilir bir kimseyi mi aramalıdır? Doğru olan hangisidir?”

Günahlar, kulun Rabbi ile iletişimine sınır koyan parazitlerdir. Kulun, Yüce Yaradanı ile görüşmesinin sağlıklılığı, bu parazitleri hayatından temizlemesi ile yakından alâkalıdır.

Bir yakınınızla telefon görüşmesi yaptığınızı farz edelim. Araya bir parazit girdiğinde, nasıl görüşmeden bir şey anlamıyorsunuz ve görüşmeyi yarıda kesip önce paraziti gidermeye, sesin netliğini sağlamaya çalışıyorsunuz.

Fizik âleminde defalarca yaşadığımız bu hâdise, mânevî âlemde Rabbimizle olan ilişkilerimizde daha öncelikli olarak söz konusudur. Manevî âlemin parazitleri günahlardır, haramlardır, Allah’ın yasak kıldığı davranışlardır, dinimizin nehyettiği hareketlerdir, vicdanımızın mahkûm ettiği suçlardır.

Günahlar, haramlar ve Allah’ın yasakladığı davranışlar konusunda bize ilk hesap soran vicdanımızdır. Allah nezdinde bizi en çetin sorguya çeken kurum vicdanımızdır. Vicdanımızın sorgusu karşısında temize çıkabilmek ise tövbenin ta kendisidir. Temize çıkmadığımız sürece vicdanımız bize baskı yapmaya ve bizi kınamaya devam eder.

Kulun tövbekâr sayılması için kendi vicdanında, yani kendi özünde ve içinde günahlarına karşı pişmanlığa ve tövbeye sarılması en önemli şarttır ve yeterlidir. Günahlarını başka bir kurumun veya kişinin önünde sayıp dökmeye gerek olmadığı gibi, böyle bir davranış tevhid inancı ile de bağdaşmaz. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse günahlara tövbeyi kabul veya ret konusunda ya da günahlara ceza takdir etmek hususunda yetkili değildir.

Kul hakkını içeriyor olmadıkça günahlar şahsîdir ve kul ile Rabbi arasındadır. Kul hakkını içeriyor olması halinde ise günah, yalnız hakkı zedelenen kul ile hakkı geçen şahıs arasında bir meseledir ve üçüncü şahıslar açısından yine gizlilik taşır.

Yani günahları; 1- Kul, 2- Allah, 3- Hakkı çiğnenen kuldan başka diğer şahısların bilmesine gerek yoktur. Günahların özünde “gizlilik” esası vardır ve bu korunmalıdır. Allah’ın “Settâru’l-Uyûb” ismi günahları gizlemek istemektedir. Af yolunun açık kalması için günahların gizli kalmasına şiddetle ihtiyaç vardır.

İnsanın kusur ve günah işlemeye kabiliyetli bir fıtratı bulunduğunu1 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın Settâr ve Ğaffâr isimlerinin kusur ve günahlara karşı bir siper hükmünde bulunduğunu; yalnız Kendisine sığınıldığında Cenâb-ı Hakkın günahları örttüğünü, gizlediğini ve bağışladığını kaydeder.2

Âdil mahkemeler, kamuyu ilgilendirmeyen suç ve günahların peşine düşmezler. Günah veya suç bir veya birden fazla kişinin hakkı ve hukuku ile ilgili bir alanda işlenmiş ise mahkemeler elbette suçluyu yargılamak ve masumları korumak için harekete geçerler. Adaletin sağlanması için bu gereklidir ve bu ayrı bir meseledir. Kişinin mahkemeye karşı suçunu itiraf etmesi bu bakımdan bir fazilettir ve bu da bir nev'î tövbe hükmündedir.

Fakat kişi başkasını ilgilendirmeyen günahlarını gizlemeli, günahlarını yaymaktan kaçınmalı ve günahlarına kendi vicdanında tövbe etmelidir. Günahları ile övünmek ise haramdır.

Sözü, Resûl-i Ekrem Efendimize (asm) bırakalım:

* “Günahı açıktan işlemekten sıkılmayanlar hariç bütün ümmetim bağışlanmıştır. Geceleyin bir günah işleyip, Allah da yaptığı bu günahı örtmüşken sabahleyin kalkıp, ‘Akşam şöyle şöyle yaptım’ diyen kişi, açıkça günah işlemekten sıkılmayan kimselerdendir. Rabbi geceleyin suçunu örtmüşken, sabahleyin kalkıp Allah’ın örttüğü bu örtüyü kaldırıyor.”3

* “Kul dünyada bir kulun ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.”4

* “İnsanların gizli yanlarını araştırmayın. Ayıplarını öğrenmeye çalışmayın.”5

* “Günah işlediğinde hemen tevbe et. Gizli işlediğin günaha gizlice, açıktan işlediğin günaha da açıktan tövbe et.”6

* “Günah gizli kaldıkça sadece sahibine zarar verir. Ortaya çıktığında ise düzeltilmezse, topluma zarar verir.”7

* “Allah’tan kusurlarınızı örtmesini ve sizi korktuklarınızdan emîn kılmasını isteyin.”8

* “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘Ben dünyada Müslüman bir kulumun örttüğüm bir kusurunu, âhirette ortaya çıkarıp onu rezil ve rüsvay etmeyecek kadar büyük kerem ve af sahibiyim.’”9

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 47, 2- Lem’alar, s. 59; Mesnevî-i Nûriye, s. 113, 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 24; Câmiü’s-Sağîr, 3000, 4- Riyâzu’s-Sâlihîn, 240, 5- Câmiü’s-Sağîr, 1576, 6- Câmiü’s-Sağîr, 419, 7- Câmiü’s-Sağîr, 332, 8- Câmiü’s-Sağîr, 638, 9- Câmiü’s-Sağîr, 2893

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsanların en hayırlısı kimdir?



Birgün Efendimize (asm) birisi gelip; “Ya Resûlallah, insanların en hayırlısı kimdir?” diye sormuş, Efendimiz de (asm) şu cevabı vermişti: “Allah’tan en çok korkanlardır.” 1

Allah’tan korkma Allah’a saygı duyma demektir. Diğer bir ifadeyle takvâdır bu. Bu takva ve saygıyla kişi Allah’a karşı gelmekten, emir ve yasaklarını çiğnemekten kaçınır. Yoksa korku lâfta kalır. Bir öğrencinin öğretmenini sevdiğini söylediği halde sözlerine kulak vermemesi, bir çocuğun annesinden korktuğunu belirttiği halde sözlerini kulak ardı etmesinde olduğu gibi.

Demek Allah’tan korkan emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak O'na olan saygısını, O'ndan korktuğunu ispat etmiş olur.

Dinin temel dayanaklarından biridir takva. En önemli bir insanî görev, fıtrî, yapı ve yaratılışa uygun bir sonuçtur.

Takvanın salih amele önceliği vardır. Salih amel emir dairesinde hareket etmek iken, takva günah ve haramlardan uzak kalmak demektir. Tahribat ve menfî cereyanların dehşet kazandığı günümüzde takva ile bunlara karşı set germek çok büyük bir anlam kazanmıştır. Kastamonu Lâhikası’nda belirtildiği gibi bu zamanda farzları yapan büyük günahları terk eden kurtulur.2

İnsan takva ile günahlardan arınır. Kur’ân-ı Kerim’den anladığımıza göre takvanın üç mertebesi vardır. Birincisi şirki, ikincisi isyan ve günahları, üçüncüsü de mâsivâullahı, yani Allah’ın dışındaki her şeyi terk etme, kalpte onlara yer vermemektir.3

Cenâb-ı Hak inanan insanları, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sözün doğrusunu söyleyin. Tâ ki Allah sizi güzel işlere muvaffak etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse pek büyük bir kurtuluşa ermiştir”4 buyururken günahlardan arınmanın, başarılı olma ve kurtuluşa ermenin ancak takva ile olacağını bildirir.

Evet, kurtuluş yolu ancak takvadır. Aynı zamanda ummadığı yerden rızıklandırır Cenâb-ı Hak takva sahibi kulunu. Açık açık şöyle buyurur: “Kim Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu ummadığı bir şekilde rızıklandırır.” 5

Hak ile batılı, doğruyla yanlışı en güzel ayırt etme yolu da takvadır. Kur’ân-ı Kerim buna da, “Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırsanız, o da size hak ile batılı ayırt edecek bir kabiliyet verir”6 buyurarak dikkat çeker.

Allah’ın bizimle beraber olması demektir takva. Evet, “Allah takva sahipleriyle beraberdir.” 7

Demek Allah’ın kendisiyle beraber olmasını, hakla batılı ayırt etmek, kurtuluşa, bol rızka ermek; günahlarını bağışlatmak isteyen insan takvaya sarılmalı.

Dipnotlar:

1- Riyazü’s-Salihîn, 1:104 (Buharî ve Müslim’den.)

2- Kastamonu Lâhikası, s. 113.

3- İşârâtü’l-İ’caz, s. 45.

4- Ahzab Sûresi: 70-71.

5- Talak Sûresi: 2-3.

6- Enfal Sûresi: 29.

7- Nahl Sûresi: 128.

23.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâm-barış ve cihad



Karıştırılan, yanlış anlaşılan veya anlatılan meselelerden birisi de İslâm’da “cihad ve savaş” meselesidir.

İslâm’ın kelime mânâsı, emniyet ve barıştır. Dolayısıyla, İslâm’da aslolan barış ve müdâfaadır. Cihad, hakkı yaymak ve haksızlığı, adâletsizliği, zulmü, vahşeti yok etmek için yapılır. Cihadın bir de mânevî boyutu vardır. Bu da kılıç, silâh ile değil, ilim ile, fikir ile, kalem ile, nasihat ile, bedenî yardım ile, mâlî destek ile yapılır. Bir âyet-i kerimede bu husus şöyle ifâde edilir:

“Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak hep birlikte savaşa çıkın ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için çok daha hayırlıdır.”1

Daha çok “kital” kelimesiyle ifade edilen savaş, canı, dini, malı, vatanı korumak, müdafaa ve muhafaza etmek için yapılır. Bu noktalardan meşrûiyet kazanmıştır. İslâm, hiçbir zaman, saldırganlığı, haksızlığı istemez, tavsiye etmez.

Çarpışmadan önce, mutlak olarak İslâma dâvet (daha önce onlara dâvet ulaşmış olsun veya olmasın) yapılır. İslâmın cihadı, tebliğ, hakkı ihya, zulmü kaldırma olduğunu Peygamber Efendimizin (asm) Mute harbine gönderdiği orduya yaptığı nasihatlerden de anlaşılmaktadır:

“Ben size Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tavsiye ederim.”

Bütün insanlar, İlâhî mesaj olan Kur’ân’ın muhataplarıdır. Allah’ın mesajını dünyanın en ücra köşe-sindeki kullara ulaştırmak ise mü’minlerin görevidir.

Bu mesajın her tarafa ulaşabilmesi için yapılan çalışmanın, gayretin, himmetin, fedakârlığın adıdır cihad. Hiç şüphesiz ki, “cihad” sadece “kuru bir toprak” fethi değil; aynı zamanda, İslâmlaştırma faaliyetidir de. Eğer, iddiâ edildiği gibi, yalnızca, toprak elde etmeye dayalı, “şiddet-kılıç, askerî ve siyâsî” bir hareket olsaydı; çok kısa zamanda bu kadar geniş topraklar fethedilemez; geniş kitleler İslâmlaştırılamaz; elde edilen topraklar ve toplumlar İslâm prensipleri ve himayesi altında idâre edilemezdi.

Nitekim A. Gullaui bu gerçeği, “Eğer halk fetihlere karşı tepki gösterseydi, bu zaferlerin hiçbirisi gerçekleşmezdi... 640 yılında 10 bin kişiden da az bir kuvvet, bütün aşağı Mısır’ın çok kısa süre içinde fethedilmesine yetti”2 ifâdeleriyle, Watt da, “Hiç kimse Müslüman olması için zorlanmadı” sözleriyle te’yit eder.

Cihadın hedefi şudur:

1- Beşer aklını hurafe ve taklit (uyduluk) esaretinden kurtarmak. Bu, bir tek Allah’a imân ile gerçekleşecektir. Bu sebeple İslâm dini bütün şekilleriyle putperestliğe karşı savaşmıştır. Zîrâ putperestlik aklın dejenere, basîretin de kör olması demektir.

2- Ferdin ruh ve ahlâkını ıslâh etmek...

3- Cemiyet hayatını; genel güvenliği, insanlar arasında adâleti ve makul hürriyetlerin korunmasını hâkim kılacak şekilde ıslâh etmek...3

“Allah yolunda, Allah’ın ismiyle savaşınız. Ahde (anlaşmaya) vefasızlık göstermeyiniz! Küçük çocukları öldürmeyiniz! Kadınları, yaşlanmış pir-i fânileri katlettirmeyiniz! Ağaçları kesip yakmayınız! Evleri yıkmayınız. Orada Nasrânileri (Hıristiyanları) kiliselerinde halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayız!”4

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Tevbe, 41.

2- Prof. Yıldız vd., Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. 1, s. 427.

3- Doç. Dr. Hayreddin Karaman, Yeni Gelişmeler Karşısında İslâm Hukuku, Nesil Yay., İst., 1992, 3. bask., s. 18-19.

4- Müslim, 3:1357; Sünen, 4:162-163; İnsan’ül Uyun: 787.

23.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır