"Gerçekten" haber verir 09 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Röportaj

H. HÜSEYİN KEMAL

KEMALİST CUMHURİYETTE ETKİN OLDULAR

Ermeni yazar George Jerijan'ın “Gerçek Bizi Özgür Kılacak” kitabını Türkçe yayınladığı için beş ay hapse mahkûm olan Ragıp Zarakolu, “1915 olayını yapanlar masonluğu tercih eden insanlardı. Bugün laisizmi getiren akımın jakoben, pozitivist öncüleriydi. İslâm dinine inanmayan, ama onu ulusalcı çıkarları için kullanan kesimlerdi. İttihatçıların başlattığı proje, cumhuriyet tarihinde yaşanan acıların, azınlıklara uygulanan politikaların kaynağı oldu” dedi.

NURCULAR DA BÜYÜK TAKİBATA ALINDI

Zarakolu: “Tekke ve zaviyeleri kapatan kanun Alevileri de büyük oranda etkiledi. Müslüman, Alevi, Hıristiyan kültür, yeni cumhuriyette kendini özgürce ifade edemedi. Devlet, İslâmı kendi istediği ölçüde ‘özgür’ bıraktı. Kürtlere büyük baskılar yapıldı. Nurcular da diğer Müslümanlarla birlikte büyük takibat altına alındı. Nurcuların yargılandığı yüzlerce dâvâ var.”

Ermeni tehcirini inançlı Müslümanlar değil,

mason locasına bağlı ittihatçılar yaptı

Ermeni yazar George Jerjian’ın Ermeni tehcirini konu alan “Gerçek Bizi Özgür Kılacak” kitabını Türkçe yayımladığı gerekçesiyle TCK 301. maddeden beş ay mahkûm olan, kararı temyize götüren yazar Ragıp Zarakolu’yla Türkiye’yi konuştuk. Yayıncılar Birliği (IPA), 2008 Yayımlama Özgürlüğü Ödülü`nü, Türkçe`ye kazandırdığı kitaplar nedeniyle Zarakolu’na verdi. Ermeni meselesi konusunda da değerli araştırmaları bulunan Zarakolu, Ermeni tehcirini Müslümanların değil mason locasına bağlı ittihatçıların yaptığını savunuyor....

Ermeni sorununu konu alan “Gerçek Bizi Özgür Kılacak” kitabı nedeniyle yargılandığınız mahkemede 301. maddeden mahkûm oldunuz.

Neydi mahkûm olmanıza sebep olan?

Doğrudan benim cümleden dolayı değil de Ermeni yazar George Jerjian’ın düşüncesini yayınladığım için mahkûm edildim. Bu açıdan da absürt bir durum. Yazar Türkiye vatandaşı olmadığı için onun yerine birinin yargılanması gerekiyordu. Şu andaki statüye göre yazar yargılanamazsa çevirmen, çevirmen yargılanamazsa editör o da yargılanamazsa matbaa sorumlusu yargılanıyor.

Mahkemeye konu olan düşünce neydi?

Yazar, Ermeni meselesinin neden kolay çözülmediğine dair görüşünü belirtirken 1915 Ermeni tehciri faillerinin daha sonra yeni kurulan Kemalist Cumhuriyette etkin olduğu için bu olayın kabullenilmesinin zor olacağını ifade ediyor. Bu aslında, Taner Akçam’dan yapılan bir alıntı. Olayın zorluğunu açıklamaya çalışıyor. Olayın Osmanlı’yla bitmediğini İttihat Terakki geleneğiyle devlet felsefesi olarak devam ettiğini söylediğinden itibaren sorun oluyor. Ulus devlet temeline dayanan yeni kurulan cumhuriyetin anlattığı tarih efsanelerden meydana geliyor. Efsane efsanedir, belli bir noktadan sonra sistem olgunlaşır, çocukluk aşamasını aşar ve gerçekler konuşulur. Fransız devrimi her haliyle tartışılabilir bir düzeyde. Amerikan devrimi de öyle, Washington artık tarihe mal olmuştur. Tek bir kişi üzerinden yürütülen tarih, demokratik bir ülke açısından uygun değil.

Yeni kurulan ‘ulus devlet’in efsaneleri neler?

Bütün resmî tarih efsanelere dayanıyor. Sorun, tarihi kendi ideolojik yaklaşımlarına göre yeniden şekillendirmelerinden kaynaklanıyor. Halbuki tarihi yazarken o dönemin koşullarına, belgelerine, söylemlerine ve farklı akımların içinden bakmak gerekiyor. İstiklâl Savaşı dediğimiz tarihi olay bir konsensüse dayanıyor. Bu konsensüsün içinde İttihatçıları, Alevileri, Kürtleri, silâh taşımaya yardım eden Ermenileri, hatta bünyede kalmak isteyen Karamanlı Rumları görürsünüz. Türkçe konuşan Rumlar, kiliselerini terk edip ayrı bir kilise kurma kararı alıyorlar. Daha sonra tehcir ve mübadele oluyor. Alevilerle devletin sorun yaşadığını bazı kesimler kabul etmiyor, ancak tekke ve zaviyelerin kapatılmasını öngören kanun Alevileri de büyük oranda etkilemiştir. Müslüman, Alevi, Hıristiyan kültür, yeni cumhuriyette kendini özgürce ifade edememişlerdir. “Bu ülkeye komünizm gelecekse biz getiririz” anlayışı hakim olmuştur. Devlet, İslâmı kendi istediği ölçüde özgür bırakmıştır. Kürtlere büyük baskılar yapılmıştır. Komünist tevfikatlarının sayısını hatırlamıyoruz. Nurcular da, diğer Müslümanlarla birlikte büyük bir takibat altına alındı. Nurcuların yargılandığı yüzlerce dâvâ var. Evrensel İnsan Hakları İlkelerine baktığımızda bu inanç özgürlüğüne büyük bir kısıtlama olarak karşımıza çıkıyor. Herkes yaşadığı acıları bir kadercilik anlayışıyla güzel günlerin geleceğini ümit ederek kabullendi.

Ya gayri müslimler?

Sadece Müslüman kesim değil bu ülkede yaşayan Hıristiyanlar da ‘muti’ olmaya, ne denilirse yapmaya aday olmuşlardır. Ancak bu davranışlarına karşı teşekkür gördükleri söylenemez. Önemli bir husus da, misyonerlere karşı propagandayı İslâmî kesimden çok, aşırı milliyetçi ve Kemalizan çevrelerin yaptığını görürsünüz. Bu da resmî tarih anlayışının bir parçası. Çünkü resmî tarih, misyonerliği Türkiye’yi parçalamaya yönelik bir faaliyet olarak kabul eder. Halbuki demokratik toplumlarda herkes inançlarını serbestçe ifade etme ve yaşama özgürlüğüne sahiptir. Şimdi biz Almanya’da camiler açarak misyonerlik mi yapıyoruz? Türkiye’nin güney sahiline yerleşen Almanlar kilise açmak istedi, ancak büyük bir sorun haline geldi. Bu sorunu oluşturanlar din adına hareket eden kesimler olsa bir açıdan anlaşılabilir. Ancak kargaşayı çıkaranlar sağ ve Kemalist kesim. Bu durumda Ermeni trajedisine neden olan insanların ne kadar inançlı olduğunu tartışmalı hale getiriyor. 1915 olayını yapanların jakoben, masonluğu tercih eden insanlar olduğunu biliyoruz.

Ermeni tehcirini yapanlar arasında masonlar var mıydı?

Sonuç olarak onlar bugün laisizmi getiren akımın öncüleriydi. Onlar jakoben, pozitivist insanlardı. İslâm dinine inanmaya, ancak onu ulusalcı çıkarları için kullanan kesimler vardı. O dönem Almanya’nın baskısıyla cihad kararı çıkarılarak Birinci Dünya Savaşına katılmamıza neden olundu. Bu başbakana, kabine üyelerine yapılan bir komploydu. Adeta bir darbe gibi katıldık savaşa.

Cumhuriyet kurulurken nasıl bir refleks vardı?

Çöken bir imparatorluğu kurtarma politikasıyla yola çıkmış, ancak imparatorluğu batırmış devlet bürokrasisinin ve ordunun yeni bir devlete ihtiyacı vardı. O dönemde ulus olmadan devlet olamayacağına göre ulus oluşturma projesi başladı. Kürtler asimile edilmek istendi. Mübadele yapıldı. İttihatçıların başlattığı bu proje, cumhuriyet tarihinde yaşanılan acıların, azınlıklara uygulanan politikaların kaynağı oldu. Bu proje daha kapsayıcı olabilirdi.

Kurtarmak isterlerken nasıl çökerttiler

imparatorluğu?

İttihat Terakki’nin reforme etmeye dayalı felsefesi dağılmayı hızlandırdı, çünkü imparatorluğu oluşturan çok etnikli, dilli, dinli yapıyı dikkate almadı. İttitahçılar, merkeziyetçi bir anlayışa sahip olmasına karşılık Prens Sabahatt’in de dahil olduğu birçok muhalif politik yaklaşım liberal, otonomiye dayanan bir yapılanmayı getirmeye çalıştılar. Ulus devlet kurulduktan sonra aşırılıklarla durum hastalıklı bir anlayış haline geldi. Artık Türkiye dünya tarafından paylaşılıyor, içerisi iç düşmanlarla kaynıyordu. Maalesef Türkiye’de demokrasi başarılamadı...

Peki bunun önündeki en büyük engel nedir?

Hâlâ resmî ideolojinin devlet felsefesi olarak dayatılmaya çalışılması. Bunun temel dayanağı da 12 Eylül Anayasası. 12 Eylül rejiminin tasfiyesinde maalesef kimse dürüst değil. 1991’de SHP ve DYP 12 Eylül rejimini tasfiye edeceğini söyleyerek büyük oylar aldı, ancak uzlaşmayı tercih ettiler. Susurluk’la eline büyük bir fırsat geçen Erbakan’ın böyle bir kaygısı yoktu, fakat bedelini ağır ödedi. Aynı tehlike Erdoğan’ı bekliyor. Türkiye ciddî mânâda demokratik bir anayasa yapmadan sistemin bütün yasaları demokratikleştirilmeden bu sistemden kurtulamayız. Darbeyle yapılan anayasanın meşruiyeti olmaz.

Geçen hafta konuştuğumuz Anayasa Profesörü Servet Armağan, Anayasa’nın komple değişmesine gerek olmadığı ve iyi niyetle uygulanırsa problemlerimizin çözüleceğini söyledi.

Katılır mısınız?

Türkiye’yi dar bir elbiseye hapseden bu anayasa mayınlarla dolu yasalar içermekte. Bir maddeden kurtulsanız başka bir maddeye yakalanırsınız.

Planlı olarak yerleştirilen maddeler mi bunlar?

1982 Anayasası siyasetbilimcilerin deyimiyle ‘millî güvenlik devleti yapılanması’nın anayasasıdır. Bu felsefe topluma militarist bir gözle bakar ve militarist şemayla toplumu şekillendirmeye çalışır. Türkiye’de bir çok kurum bu yapının aygıtı haline geldi. YÖK adeta militer bir anlayışla çalıştı. İşçilerin üstüne Türk-İş Sendikası kuruldu. Sendika başkanları otuz yıl boyunca başta kaldılar. Basın, brifinglerle yönlendirildi. Türkiye’nin üçüncü meşrûtiyete ihtiyacı var. İkinci meşrûtiyet başarılı olamadı. 1876’dan bu yana ‘anayasa problemlerimizi çözer’ demişiz, ancak herkesi kucaklayan bir anayasa yapmayı başaramamışız.

Ergenekon gibi yapıların nasıl bir direnç

oluşturmaya çalıştıklarını hep beraber müşahede ettik?

Bunlar son çırpınışlar olduğu için çok sert oluyorlar. Türkiye’nin bilgi, kültür ve ekonomik düzeyi artık hurafelerle idare edilmeyecek kadar zengin. Doğu Avrupa ülkelerinin on senede farklı bir yaşayışa geçmeleri karşısında bizim 1945’ten bu yana hâlâ demokratikleşemememiz büyük bir ayıp. Batının buradaki ayıbı da demokratik olmayan bir Türkiye’yi kabul etmeleri, tıpkı Franco’nun İspanyası’nı kabul etmeleri gibi...

Demin III. Meşrûtiyet’ten bahsederken ne kast ettiniz?

Eşitlik, kardeşlik, hürriyet ve adalet arayışıyla yola çıkan ‘ikinci meşrûtiyet’ tamamlanamamış demokratik devrimdir. III. Meşrûtiyet’le anlatmak istediğim Türkiye’nin demokratik bir anayasa ihtiyacı. Eğer bunu çözemezse bir ilerleme sağlayamayacak.

Meşrûtiyet anlamında Birinci Meclisle ‘tek parti dönemi’ arasında bir fark var mı?

Birinci Meclis, 1908’in felsefesine daha uygun bir meclisti. Farklı düşünceler temsil ediliyordu. İstiklâl Savaşı’nda başarılı olunması bir konsensüse dayanıyordu. İttihatçıların politikasıyla milyonlarca sivil ve asker ölmüştür. İstiklâl Savaşı’nın kaybı yirmi bin civarındadır. Bu daha az kahraman olunduğu anlamına gelmez. Emperyalizmin kuyruğuna takılmadan daha bağımsız ve dünya dengelerini gözeten bir politikanın göstergesi. İkinci Meşrûtiyet döneminden sonraki cumhuriyet döneminde muhalif partilerin yaklaşımlarını değerlendirmeye fırsatımız olmadı. 1950’de denenmeye çalışıldı, ancak başarılı olduğu söylenemez. Bu da Türkiye içinde bir senteze gidilmesini ortadan kaldıran bir durum.

Bu tür müdahalelerde ordu hep önümüze çıkıyor. Fakat ordunun tarihi olarak ilmiye-seyfiye ilişkisi sonucu toplumla bütünleşmiş bir yapısı olduğunu da biliyoruz...

Askerî toplum geleneği ve sorunu eskilere dayanıyor. Kriz dönemlerine baktığımızda ‘ilmiye ve seyfiye’nin bir araya gelip iktidar, hükümet; bazen padişah değişikliği düzeyine kadar ulaşan kararlar aldığını görüyoruz. Türkiye’nin politikasında rol oynama bakımından askerin harekete geçtiği ilk hareket Abdülaziz’e yapılan ön darbedir. Daha sonra 1913’te Bab-ı Ali Baskını’yla darbeler sirkülasyonu başlamıştır ve ardından büyük felâketleri getirmiştir.

1913’ten sonra Ermeni tehciri yapılıyor. Ancak Osmanlı döneminde tehcirin sorumluları mahkeme ediliyor öyle değil mi?

1918'de mahkemeler başladı. Tanık ifadelerine dayanılarak bazı sanıklar kurulan örfi idare mahkemelerinde yargılanarak mahkûm oldular. Resmî Gazete’de yayınlanan bu kararlar daha sonra saklanarak resmî tarihimizin kapatılan sayfaları arasına girdi. Enver, Talat ve Cemal Paşa gibi isimler mahkûm oldular. Bir grup da mahkemenin savsaklanması üzerine Malta Adası’na götürüldüler. Malta’ya gidenler bir bakıma Osmanlı’nın yargısından kurtulmuş oldular. İlk başta Ermeni meselesiyle ilgili soruşturma açacağını söyleyen Ankara, değişen dünya dengeleri sonrası Ruslara karşı İngilizlerle yaptığı pazarlık sonucu bundan vazgeçti.

Günümüze gelirsek ittihatçı geleneğin devamı

olduğu söylenen Ergenekon yapılanması ve dâvâ süreciyle ilgili görüşleriniz neler?

Ergenekon meselesinin vehameti ancak büyük yapısal reformla aşılabilir. Yoksa bu yapı kendini yeniden üretir. İktidarlar böyle birşeyden medet de umabilirler...

Nasıl medet umacaklar ki?

İktidar zayıfladıkça, iktidarını garanti etmek için uzlaşı arayışına girebilir. Böyle bir uzlaşı arayışında hem ülke hem de iktidar kaybeder. Ergenekon meselesinin çözümü için Anayasal reforma ihtiyaç var.

Bu anayasal reform içinde askerin yeri ne olacak?

Demokratik bir toplum olmak istiyorsak askerin görevi yurt savunmasıdır. Eğer bu anlayış içinde değilsek kimseyi kandırmayalım, halkımız yalnız oy kullandığı için seçimlere de gerek yok! Bence halkımızın demokratik bilinci pek çok okumuştan daha yüksek. 1908’den beri halkımız hiçbir zaman diktatörlüğe onay vermedi. 1925’te, 1930’da, 1945’te, 1950’de... Her darbe sonrası darbecileri cezalandırdı. Darbelere direnmeyenleri de cezalandırdı. Halkımız tepkisini çok dolaylı yoldan gösteriyor. Keşke daha açık ve net olsa. Bu da baskıcı bir devletin yurttaşı olmaktan kaynaklanıyor. Halkımız 1982 Anayasasını onayladı, ancak bir yıl sonra onu destekleyen adaya oy vermiyor. Halkımız keşke anayasaya hayır deseydi...

Halkın üzerinde o dönem baskı var mıydı?

Türkiye o zaman korku cumhuriyetiydi. “Hayır” propagandası yapmak yasaktı. Referandumda kullanılan zarflar şeffaftı ve rey belli oluyordu.

Ergenekon da tam bu korku cumhuriyeti tanımına uyuyor. Türkiye bu korku cumhuriyetinden kurtulabilir mi? Ergenekon dâvâsından birşey çıkmazsa ne olur?

Çıkmak zorunda, çıkmazsa yazık olur. Yunanistan’da cunta rejimi kapandıysa darbeciler yargılanıp hapse konulduğu için kapandı. Ergenekon dâvâsı sürecinde ben Başbakan Erdoğan’a karşı Kennedy suikasti gibi bir girişim beklemedim değil...ama gizlediler galiba...

1980 darbesinin zaman aşımına uğraması için bir sene olduğu söyleniyor. Bu tür suçlarda zaman aşımı var mıdır?

İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zaman aşımı yoktur. Bunların içine işkence de dahil. Augusto Pinochet (Şilili general ve politikacı, diktatör) gibi diktatörler çıkarılan yasalarla yargıdan kurtarılmaya çalışıldı ama mahkemeye çıkarıldı. Yunanistan bunu demokratik rejime geçer geçmez yaptı. Bunu merkez sağ parti lidere Karamanlis yaptı. Türkiye’de herkesin darbe dönemini kapatma konusunda hem fikir olması gerekir. Hiçbir suçun cezasız kalmaması ve “suçsuzluk haline son verilmesi” gerekir. Bazı kişilerin suç işleme özgürlüğü varsa hukuk denilen düzenden bahsedilemez.

Devletin rutin dışına çıkması galiba bu?

Türkiye’de sorun, Demirel’in tam da teşhisini koyduğu devletin rutin dışına çıkması ve bir daha rutine girmemesidir. Çünkü rutin dışında ülkeyi yönetmek daha kolaydır. Bunun adı da diktatörlüktür.

Yeni anayasa isteği devleti rutine oturtma anlayışını yansıtır mı? Yeni anayasayla ve demokratik düzende darbeciler yargılanmaktan

korkarlar mı?

Bence yargılanma korkusu cumhuriyetten bu yana etkili olmuştur. Birçok ittihatçının Ankara’yı desteklemesinin sebebi yargılanma korkusudur. Günümüzde birçok açıdan bu sistemin devamı bazı insanların güvencesi anlamına geliyor.

“Günde 25 kilometre yürüyerek gazeteyi dağıttığım oluyordu”

EVİNİ BÜRO HALİNE GETİREN YENİ ASYA ANTAKYA TEMSİLCİSİ AHMET DENKTAŞ:

Yeni Asya gazetesi ile ilk olarak nerede ve ne zaman tanıştınız?

1959’da Üstad vefat etmeden kısa bir süre önce Nurcularla tanıştım. Burada rahmetli Halid Konyalıgil Abi vardı, Mehmed İslamoğluyla beraber çıkan kitapları Cuma günleri cami avlusunda sergiliyorlardı. Ben de onların yanından ayrılmıyordum. Daha sonra İslamoğlu, kitap işini bana devretti. 1970’de de Yeni Asya’yı dağıtmaya başladım.

Hizmetle tanışmanız nasıl oldu?

Dine hakikat ile bağlanan, sağlam bir dayanak arıyordum. O zaman radyoda “Nurcular ayin yaparken yakalandılar” gibisinden haberler çıkıyordu. “Kim bu Nurcular?” diye merak ediyordum. Devletin bunları neden yakaladığını sorduğumda “Dini tahrif ediyorlar” diye cevap veriyorlardı. Antakya’da o zamanlar başı kapalı hanım çok az bulunurdu. Çarşıda tesettürlü hanımlar gördüm, fark ediliyorlardı o zamanın Antakya’sında. Sordum bazı zatlara “Bunlar kimdir?” diye, “Nurcular” dediler. Ben de o zaman “Böyle Nurculara can kurban” dedim.

Sonra “Nasıl katılırım bunlara? Nerede bulurum?” diye soruyordum çevremdeki tanıdıklara. Allah rahmet eylesin Hüseyin Bulut Ağabey var Habib-i Neccar’da, “Git onu bul” dediler. Yanına vardım “Ben de sizin sohbetlere katılmak istiyorum” dedim. Beni Habib-i Neccar Camii’nin yukarısında zemin katta bulunan bir eve götürdü. Yaşlı kimse yoktu, 20 tane kadar genç talebe vardı. Koltuk, sedir falan yok. Yerde saptan yapılmış yastıklar var, onların üzerlerine oturuyoruz. Orada Hüseyin Kanıbir Ağabey (Allah rahmet etsin) ders okudu. Çok hoşuma gitmişti o ders.

1970’den bugüne sizi Yeni Asya’ya bağlayan

saikler nelerdir?

Beni Yeni Asya’ya bağlayan, İslâm bağıydı. O zamanlar manevî bir ihtiyaç içerisindeydim.

Yıllarca bu gazetenin dağıtımıyla ilgilendiniz. Sizi bu noktada bağlayan sebep neydi?

Bazı gruplar o zaman “Gel, biz sana para verelim, bizim gazetemizi dağıt” dediler. Ben de o zaman onlara “Ben bunu para için dağıtmıyorum. Allah rızası için dağıtıyorum” dedim. Benim günde 25 kilometre yürüyerek gazeteyi dağıttığım oluyordu. O zaman durumumu gören birkaç arkadaş arabayla çıkarttılar beni ama onlar da en fazla 3 gün dayandı. Sonraları halk otobüsüne binmeye başladım. Yaklaşık 2 yıldan beri dağıtamıyorum artık ayaklarım ağrıyor. Ama evde de boş duramıyorum. Şehir merkezinde 10-15 tane işyerine ben götürüp teslim ediyorum.

Bildiğimiz kadarıyla eviniz aynı zamanda da büro olarak hizmet ediyor

1978’de benim adıma büro açıldı. 5 sene dışarıda faaliyette bulunduk, sonra evimi büro olarak kullandık. Hâlâ da evim büro olarak gözüküyor.

Yeni Asya’nın size ve ailenize kazandırdıkları neler oldu?

Biz Yeni Asya’dan maddî olarak birşey beklemedik. Antakya’da kitapçılar eskiden bizim gazetemizi getiremiyorlardı. Hem maddî sebeplerden, hem de mahsurlu sayıyorlardı. O zaman kitapçıları tek tek gezdim. Elimde kitaplar vardı, bıraktım bayilere. Onlara “Kitabın anaparasını verin, kârı sizde kalsın, ben bir şey istemiyorum” dedim. Böyle dağıttık gazeteyi de, diğer yayınları da.

Manevî olarak ise kazancımız çok büyük. Evim dershane gibi oldu. Hep beraber, bütün gün Risâle-i Nur’u baştan sona hatim gibi okurduk. Hanımım öğrenci yetiştirirdi. 3 kız 3 erkek evlâdım var, onlar da Nur Talebesi oldular ve hizmet ediyorlar. Torunlarımdan vakıf olanlar oldu. Ailenin hepsi beni örnek aldı. Biz bu cemaatle tanışmasaydık, kim bilir ne olurduk. Allah’a şükürler olsun.

Bu hizmet yılları içinde unutamadığınız bir

hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?

(Aslında Ahmet Ağabeyimizin hatırası çok ama Risâle-i Nur’un bir kerâmeti olduğundan emin olduğumuz sadık bir rüyayı anlatmasını istedik.)

İki sene önce çok hastaydım. Ayakta duramıyordum, bu iki sene boyunca camiye gidememiştim ayaklarımın ağrısından. Eğilip yerden birşey alamazdım. Sonra rüyamda Üstad ile Zübeyir Ağabeyi gördüm. Başta sadece seslerini duyuyordum. Üstad soruyor Zübeyir Ağabeye ‘Bu kim?’ diye. Zübeyir Ağabey “Hatay’da 30 senedir temsilcimiz, çok hizmeti var” dedi. Ben de ‘Üstadım çok hastayım, ayaklarım tutmuyor’ dedim. ‘İyi olursun İnşallah, merak etme’ dedi Üstad. Daha sonra gözlerimi açtım. Zübeyir Ağabey çömelmiş, Üstad karşımda haşmetli duruyor. Elini öpmek istedim, elini göğsüme koydu, izin vermedi. Zübeyir Ağabey “Elini öptürmez” dedi. Üstad cebinden küçük bir cep kitabı çıkardı ve “Bu dünya mükâfat yeri değil, meşakkat yeridir. Ne kadar meşakkat olursa da mükâfatı o kadar çok olur” dedi. O gün bu gündür eski ağrım kalmadı. Yaşlılıktan artık ağrılarımız artıyor ama Üstadı rüyamda gördüğümden beri eskisi gibi ağrım kalmadı çok şükür, her işimi yapabiliyorum.

İBRAHİM SERTAÇ YILMAZ - HAKAN

09.03.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (08.03.2009) - YENİ ASYA, HAKKIN HATIRINI HİÇBİR HATIRA FEDA ETMİYOR

  (07.03.2009) - Risâle-i Nur’u anlamışsak Yeni Asya’ya sahip çıkmaya kendimizi mecbur biliriz

  (05.03.2009) - “Zübeyir Ağabey, Risâle-i Nur’un dünyaya ilânı için medeniyetin bütün nimetlerini kullandı”

  (03.03.2009) - Halk anayasaya keşke ‘hayır’ deseydi

  (02.03.2009) - “Manevî değerleri Yeni Asya ile tanıdık”

  (28.02.2009) - “Yeni Asya’ya herkesin ihtiyacı var”

  (27.02.2009) - İstikametimi, 40 yıldır Yeni Asya ile buluyorum

  (26.02.2009) - “Yeni Asya’nın yeri doldurulamaz”

  (25.02.2009) - YENİ ASYA İLE DİK DURUYORUM

  (23.02.2009) - “CİHAD”DAN SEKÜLARİZME

 

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla