27 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Anlamsızlık hastalığı


A+ | A-

Bu çağın en önemli hastalıklarından birisi de her şeyin anlamını yitirmesi, yani anlamsızlık hastalığıdır. İnsan, genelde bir şeyleri kaybetmeden, bozulmadan veya elinden çıkma tehlikesi olmadan, sahip olduklarının kıymetini bilememektedir. Öyle ki, kendi vücudundaki organları bile ancak hasta olduğu zaman fark edebilen insan, hayatında yaşadığı duygusal problemler, psikolojik hastalıklar ve temelde mânevî hastalıklar dediğimiz haller sayesinde de aslında kendi mahiyetinin farkına varmaktadır. Yani bedenî sağlığını kaybedince maddî vücudunun kıymetini, mânen hastalanınca da insanlık mahiyetinin farkına varabilmektedir.

Müslümanlar her şeyin hikmetini okumakla vazifelidir. Böyle olunca insan maddî hastalıklar sayesinde maddesel bir keşif yapar ve sağlığının kıymetini anlar, tedavi ve koruma metotları uygular. Aynen onun gibi, mânevî hastalıkları da insanın enfüsî tefekkürünü yoğunlaştırması için, iç âlemine yolculuk yapıp, mahiyetine kodlanmış olan şifreleri çözmesi için belki de çok önemli bir adım olabilir. Bu iç âleme yapılacak yolculuk insanı yeniden insan yapmaktadır.

Enfüsî tefekkürün tafsilâtlı bir biçimde yapılması, insanın kendini keşfetmesine, kabiliyetlerinin inkişafına, en önemlisi de Yaratıcıya götüren bir sürecin vesilesi olmasıdır. Afakî tefekkür ise, insanı Yaratıcıdan ve kulluktan uzaklaştıran, aklı ve fikri dağıtan bir nazardır. Üstelik bu nazar, neticede Yaratıcıya ulaştırmazsa, insanı anlamsızlığa itecektir. Çünkü kesretin içinde boğulan bir insan, kendisini kulluğa taşıyacak ve yaratıcıya götürecek sorular soramaz. Sorsa da cevap bulamaz. Böyle bir insan da, nazarını gezdirdiği her hadisenin hikmetlerini göremez ve her şeyi abesiyet ve anlamsızlığa atar.

Enfüsî tefekkür, kişinin iç disiplini sağlaması açısından önemlidir. İnsan yüksek akıl ve ulvî hislerle, insânî ruhunu kazandıran düşüncelerle, kendisinin Yaratana karşı verilecek bir hesabının olduğunu düşünecektir. Bu düşünce başlı başına insanın mânevî hayatını disiplinize edecek ve insanı nefsin esaretinden kurtaracaktır. Nefsin esaretinden kurtulan bir insan, dış âlemde de başka esaretlerden, boğucu ve yıkıcı hadiselerden kurtulup, hakikî abd olacaktır. Aksi durumda ise, insan en başta kendine karşı ve diğer mahlûkata karşı sorumluluğunu kaybedecek, bunun sonucunda da ciddî mânevî hastalıklara düşecektir.

Anlamsızlık hastalığına mânevî kirlenme de denilebilir. Bu, daha çok maddiyâtı kutsayan ve hayatın en önemli amacının maddî refah olduğunu düşünen kapitalist bir anlayışın hastalığıdır. Biyolojik ihtiyaçlarını sonuna kadar karşılayan insan, mânevî ihtiyaçlarının farkına varmakta geç kalmaktadır. Bu durumda da yeni anlam arayışlarına girip, ahireti kazanmak için verilen bütün ulvî hisleri ve kabiliyetlerini, dünyaya hasrederek nefsin elinde öldürmektedir. Anlamsızlık hastalığının sonucunda insan, kendini ve hatta her şeyi tesadüflere atarak, mânâsız olduğunu düşünmeye başlar. Mânâ-i ismiyle bakan nazarları, Yaratana bakan yüzü göremez. Varlığın sebebinin kendi zatından olduğunu düşünür. Bu tehlikeli nazarlar önce kendinden başlar, yavaş yavaş kendini yüceltmeye, kutsallaştırmaya kadar giden firavun hastalığına tutulur. İslâmî literatürde enaniyet denen bu hal ile insan, kendi dışındaki mahlûkatı da anlamsızlığa, tesadüfe, abesiyete atar.

Her şeyi kendi ekseninde görüp değerlendiren bu insan, Yaratıcıdan kopuk nazarları ile bencilleşmiş ve istek ve arzularını mutlaklaştırmaya başlamıştır. Artık böyle bir insan arzu ve isteklerini gerçekleştirmek için hızla menfaatperest veya yıkıcı, yok edici bir ruh hâline bürünmeye başlar. İstekleri ifrat dereceye gelen böyle bir insan, hiçbir değer tanımayan bir âfet haline gelir. En başta kendi değerini kaybeden insanın gözünde mahlûkat da bir anlam ifade etmez. Böyle bir insanın hedefi, menfaattir. Bütün amacı, nefsin istek ve arzularını tatmindir. Hayatta düsturu, başkasını yutmakla beslenmek, zayıf olanı ezmek, hakkın değil, kuvvetli olanın üstün olduğu düşüncesiyle hareket etmektir.

Bu hastalık neticesinde insan hızla mutsuz olmaktadır. Bunu engellemenin yolu, hayatın anlamını, nereden gelip nereye gidiyor olduğunu idrak etmektir. Bundan başka hayatın bir amacının olması, bu amaca da anlam katmanın gerekliliği dikkat çekmektedir. Çünkü anlam katmak, amacı gerçekleştirmeye yardımcı olur. Ama bir amaç yoksa veya bulunmuyorsa, anlamların yararı daha az olur. Çünkü bir amacı olduğuna inandığı zaman insan daha mutlu olur. Hayatın anlam ve amacına ulaşmak ise, öncelikle bir yaratıcının varlığını kabul, sonra da her mahlûk gibi kendisinin de Malikü’l-Mülk’ün mülkünde vazifeli bir abd olduğunu idrak ile mümkündür.

Hâsılı, insanın anlamsızlık hastalığından kurtuluşu, ancak yaratılış hikmetini bilmesi ve buna uygun yaşaması ile mümkündür.

27.02.2010

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Bütün vesayetleri bitirecek zihniyet


A+ | A-

Bugün Türkiye’de yapılan “vesayet” tartışmalarının oturduğu zeminin esasında kavramsal olarak incelenmeye ihtiyacı var. Yapılan tartışmalara bakıldığında Türkiye iki tür vesayet tehlikesi arasında sıkışmış gibi görünüyor. “Askeri vesayet” ve “sivil vesayet”…

Birinden yana olanlar ötekini kötüleyerek kendi tezlerine meşruiyet sağlamaya çalışıyorlar. Kimileri de “ne o, ne ötekisi” (‘ne darbe ne şeriat’taki gibi…) diyerek üçüncü bir yola işaret ediyor… Bu üçüncü yola işaret edenlerin bir kısmı dâvâlarında samimî olabilir, ancak bir kısmı da esasında gizliden gizliye statükonun devamını arzuluyorlar. Ancak konjonktür gereği aşikâr dillendiremiyorlar…

Esasında bütün bu tartışmalar demokrasi bilincinin tam olarak yerleşmemiş olmasından kaynaklanıyor… Birileri demokrasiyi ancak resmî ideolojinin “ilelebet payidar kalmasına” endeksli olarak algılarken, bunların karşısındakiler ise çoğulculuğu baskıcı bir güç olarak arkalarına alarak ve demokrasiyi de bir araç olarak kullanmak suretiyle kendi iktidarlarını muhkemleştirmek çabasında…

Bu iki zihniyetin her ikisi birden ülkemizde huzur ve barışın tesisi noktasında tehlikeli ve hastalıklı zihniyetlerdir…

Yani ne askerî vesayeti besleyen statükonun devamını savunmak ne de “rövanşist” bir yaklaşımla “devir bizim devrimiz sürün atları düşmanın üstüne” mantalitesiyle ortalığı yıkıp geçmek ülkeye fayda sağlayacaktır.

Her iki tutum da demokrat bir tutum değildir…

Peki nedir bizim ihtiyacımız olan demokrat zihniyet?

Demokrasiyi içselleştirmiş ve samimî olarak hayattar kılmak isteyen hürriyetçi zihniyet şüphesiz ülkenin huzurunu yerle yeksan edecek kaostan medet ummaz… Toplumsal hayatı, adaleti ve asayişi zir ü zeber edecek olan tarafgir ve partizan düşüncelerden sıyrılmıştır… Rövanş almayı bir kenara bırakarak, vaktini toplumun bütün katmanlarını kucaklayacak, temel sorunlara köklü çözümler getirecek yöntemler üzerinde düşünmeye ayırmıştır… Farklı seslere, farklı düşüncelere en üst derecede tahammül eder… Kadrolaşmaz, kayırmaz… İktidarın ve gücün dayanılmaz büyüsüne kapılarak kendini “la yüs’el” ve hakikatin tek adresi olarak görmez…

Devleti “ilim” ile yönetir, “zulüm” ve “hamaset” ile değil… Paranoyak yahut şizofren değildir, halkı da paranoya ve şizofreniye sürükleyecek bir ortam oluşturmaz. Gerçek bir istikrar, refah ve huzur sağlar… Yalancı bir büyüme, aldatıcı bir gelişim ve manipülasyona dayalı bir ekonomik sistem öngörmez… Söz üretmez, iş üretir… Farklılıkların üzerinden siyaset üretmek yerine, birliktelikler üzerinden siyasî teoriler geliştirir v.s...

Hürriyetçi zihniyetin özelliklerini sayarken medeniyetin ve çağın bütün diğer güzel özelliklerini de bu yukarıdakilerin üstüne ekleyebilirsiniz. Hürriyetperverliğin güzelliği de bu değil midir zaten? Bütün güzelliklere mehaz olabilmesi…

Hasılı kelâm demokrasiyi içselleştirmiş hürriyetperver zihniyet döneminde ne askerî vesayet, ne sivil vesayet olur ne de bunun tartışması yapılır… Zira hiç kimse kendini bir başkasının baskısı ve boyunduruğu altında hissetmez…

İdeallerini saydığımız ve ihtiyacımız olan bu hürriyetperver zihniyeti “mevcut olanlara” kıyaslayınız… Bakalım genetik kodları ne kadar uyuşmakta…

27.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cemaatler, dikkat!


A+ | A-

Erzincan Başsavcısının tutuklanmasıyla zirve yapan yargı krizinin perde gerisinde, bazı cemaatlerle ilgili operasyon hazırlıklarının yattığı söyleniyor. Ve ortaya çıkan durumu “cemaat hesaplaşması” olarak niteleyip “Cemaatlere dokunan yanıyor” gibisinden provokatif ve tahrikkâr değerlendirmeler yapanlar var.

Bunların içinde, daha yakın zaman önce Cübbeli Ahmet Hocaya telefonla “Geçmiş olsun” diyen CHP lideri Baykal’ın da bulunması ilginç.

Zira tutuklanan Başsavcının operasyon yapmak istediği söylenen cemaatler içinde, Cübbeli Hocanın önde gelen mensuplarından olduğu İsmailağa cemaatinin de bulunduğu belirtiliyor.

Diğer bazı cemaatleri de kapsadığı iddia edilen söz konusu operasyonun, Albay Çiçek imzalı “irtica ile mücadele planı”nda öngörülen eylemlerden biri olduğuna ilişkin haberler de var.

Bütün bunlar, irticanın bir numaralı iç tehdit olarak gösterildiği Millî Güvenlik Siyaset Belgesinden bu yöndeki değerlendirmelerin çıkarılacağına dair tartışmalar sürerken cereyan ediyor.

İrticayı cemaatlerle özdeşleştirip, yine düzmece senaryolarla birşeyler kotarılmaya çalışılıyor.

İsmailağa cemaatinin manevî önderi Mahmut Efendinin, “İsim ve soyadımızı kullanarak başka amaçlar peşinde koşanlarla ilgimiz yok” diye özetlenebilecek bir açıklama yapma ihtiyacı duyması, herhalde bunlarla da bağlantılı olsa gerek.

“Bugüne kadar Allah ve Resulünün buyurduklarını anlatma ve yayma dışında, legal veya illegal hiçbir kuruluşla ve özellikle de siyasetle alâkamız olmamıştır” diyen Hocaefendi, “Bazı kuruluşlara icazetimiz varmış gibi yapılan yakıştırmaları da kınıyorum” ifadesini de kullanıyor.

İşaretler, buradaki şifreli mesajların adreslerine ulaştığını gösteriyor ve belli ki, cemaat bu açıklama ile, yeni komplolara karşı vaziyet alıyor.

Hatırlanacağı gibi, son olarak 2006 Eylül’ünde Bayram Ali Hocanın camide katledilmesi ve akabinde katilin, işi bitirdikten sonra derhal sırra kadem basan bir “ekip” tarafından oracıkta “linç” edilmesi olayında cemaat ağır bir darbe almıştı.

Neyse ki, bu ağır ve kanlı provokasyona rağmen, cemaat müsbet hareket çizgisindeki vakur ve olgun duruşunu korudu ve oyuna gelmedi.

Ama oyunların biri bitiyor, başkası başlıyor.

Ergenekon belgeleri, sakal, sarık ve cübbe gibi şeklî unsurları yerine getirerek cemaat içine sızan epeyce ajanın varlığını gösterirken, bu çeşit sızmaların başka cemaatler için de söz konusu olduğunu ortaya koyan epeyce ipucu mevcut.

Mensuplarının, bağlı oldukları camianın aslî iştigal ve hizmet alanlarının ötesine geçerek, bilhassa siyaset ve ticarette çok ileri noktalara vardıkları cemaatlerde sızmalar da ona göre oluyor.

O itibarla, tamamen manevî hizmetlere odaklanması gereken cemaatlerin, kendilerini özellikle dünyevî çekişmelere, iktidar ve nüfuz mücadelesi platformlarına çekmeyi amaçlayan tuzak ve tertiplere karşı çok dikkatli olmaları şart.

Zira cemaatlere karşı yıllardır uygulanagelen bozma, dejenere etme, saptırma, aslî hedeflerinden uzaklaştırıp güvenlik güçlerinin hedefi haline getirme planları, konjonktüre ve şartlara göre değişen farklı format ve taktiklerle hâlâ sürüyor.

Ve burada, devletin adliye görevlileri ile güvenlik güçlerinin de tuzağa düşmemeleri lâzım.

Cemaatler içinde yanlış yapanlar olabilir. Ama “suç ve cezanın şahsîliği” ilkesi gereğince, bunlar sadece yapanları bağlar ve müeyyide gerekiyorsa yalnızca onlar hakkında uygulanması icab eder.

Böyle yapılmayıp, cemaatlerin tümünü hedefe koyan yaklaşımlar, hem hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmaz; hem de yol açacağı haksız uygulamalar sebebiyle, zaten bir türlü tam olarak düzeltilememiş olan devlet-millet ilişkilerinde yeni hasarların oluşmasına meydan verir.

Toplumun sosyolojik bir gerçeği olan cemaatleri iç tehdit görme yanlışından artık vazgeçilsin.

27.02.2010

E-Posta: [email protected]

27.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Para hepimizi bozdu


A+ | A-

Çağımız insanını, bilhassa Müslümanları tehdit eden sinsi bir hastalık var. Kısaca ‘dünyevîleşme’ denilen bu hastalık, ‘para’nın insanlara ‘dost’ görünmesiyle başlıyor. “Para her kapıyı açar” anlayışı, ona gereğinden fazla kıymet vermeyi ve neticede onun belirleyici bir konuma yükselmesini getiriyor.

İnsanoğlunun ‘para’ ile olan imtihanı en çetin imtihanlardan biridir. Yakın zamana kadar ‘mücahit’ olanların önce ‘müşahit’ sonra da ‘müteahhit’ olduğu şeklindeki yaygın kanaat, rencide edici ve yaralayıcı olmakla birlikte bir gerçeğe işaret ediyor. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumu bu slogan özetliyor.

Dindar insanları da tehdit eden bu bozulmanın siyasî ve sosyal temelinde de yine 12 Eylül 1980 ihtilâli var. 12 Eylül darbesinden sonra iktidara gelen ‘dindar kimlikli’ ara dönem yöneticileri, Müslümanları maddîleştirmek için seferber oldular. Sonraki yıllarda çeşitli kişilerce de itiraf edildiği üzere bu dönem, Müslümanların da devlet imkânlarından ‘faydalanma’sıyla neticelendi. Müslümanlar zenginleşti, ama bu zenginleşmeyle ters orantılı olarak inançlarından, kanaatlerinden, sabitelerinden taviz vermeye başladılar. Bozulma, cemiyetle birlikte cemaatleri de sardı.

Tabiî ki insanları ve bilhassa Müslümanları “dünyaya çağırma”, onları dünyevîleştirme gayretleri bu günün meselesi değil. Bilhassa asrın başında bu ‘tuzak’lar kurulmuş ve insanların ‘para’ya ‘tapma’sı tavsiye edilmiştir. Bu durumu en güzel şekilde teşhis eden Bediüzzaman Hazretleri, Müslümanları dünyaya çağıranlara karşı şöyle diyor: “Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: ‘Biz Allah Allah diye diye geri kaldık; Avrupa top tüfek diye diye ileri gitti.’

“‘Cevâbü’l-ahmaki’s-sükût’ (Ahmaklara karşı verilecek en iyi cevap susmaktır) kaidesince, böylelere karşı cevap sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht âkıllar bulunduğundan deriz ki: Ey biçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuz bin şahit, cenazeleriyle ‘El-mevtü Hakkun’ hükmünü imza ediyorlar ve o dâvâya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahitleri tekzip edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir?” (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, s. 424)

Bu cümleden olarak Diyanet Denetim Elemanları Derneği Başkanı Abdülkadir Sezgin de dikkat çekici bir tesbitte bulunmuş: “Para herkesi bozduğu gibi din adamını da bozdu. Çok ciddî şaibeler, ihtilâflar var. Kurumda herkes paralı iş peşinde.” (Radikal, 26 Şubat 2010)

Elbette bu ağır bir itham, ama “Para din görevlilerini bozmadı, bozamaz” diyebilir miyiz? Herkes gibi ‘din görevlileri’nin bozulması mümkündür. Mümkündür, ama ‘din görevlisi’nin bozulması, bir anlamda ‘tuzun kokması’ anlamına gelir ki buna karşı ‘imdat’ demekten başka çare kalmaz.

‘Din görevlileri’nin bağlı olduğu Diyanet’in hac uygulamalarına getirdiği tenkidlerle de dikkat çeken Sezgin, bazı müftülerin de bu göreve çok genç yaşta tayin edildiğini, bunun da ‘maddî açıdan’ sıkıntılara sebep olabileceğini hatırlatmış.

Daha büyük sıkıntılara sebep olmaması için ‘kırık kol’ların ‘yen içinde’ kalmasına müsaade edilmemeli. ‘Öyle değil’ anlamı çıkmasın, ama en şeffaf olması gereken ‘kurum’ların başında Diyanet gelmeli.

Bozulma şahıslardan başladığına göre, düzeltme çalışmalarını da şahıslardan başlatmalı. El birliğiyle bu tehlikeyi savuşturabilirsek düzlüğe çıkabiliriz...

27.02.2010

E-Posta: [email protected]

27.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yeni anayasa sıkıştıkçahatırlanıyor


A+ | A-

Son günlerdeki tartışmalar üzerine hükümet yeniden kısmî anayasa değişikliğini gündeme getirmeye hazırlanıyor. Millet olarak son yıllarda buna iyice alıştırıldık. Ne zaman sıkışılsa yeni sivil bir anayasa yapılacağı söyleniyor, sonra “krizden ve sıkışıklıktan” çıkıldıktan sonra unutulup gidiyor. Tâ ki, yeni bir sıkışıklığa kadar. Şimdi de böyle bir durum söz konusu.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İspanya’ya giderken yaptığı “Anayasa değişikliği için referanduma gidebiliriz” açıklamasının ardından harekete geçen AKP kurmayları hazırlıklarını sürdürdükleri anayasa değişikliği paketine hız verdiklerini açıkladılar. AKP anayasa değişiklik paketinde yer alacak maddeleri belirlemeye çalışırken, paket kapsamına hangi maddelerin gireceğinin Pazartesi günü yapılacak MYK toplantısında gündeme getirileceği belirtiliyor.

Kulislere göre, muhalefet partilerinden destek gelirse, pakette yer alacak maddelerin metinlerinin yazılması için ortak bir çalışma yapılacak. Muhalefetten “hayır” cevabı gelmesi durumunda ise AKP kendi paketini Meclis Başkanlığı’na sunacak. Pakete muhalefet destek verirse paket referanduma gerek kalmadan kabul edilmiş olacak. Destek gelmezse oylar 330 ila 367 arasında kalacağı için referandum zorunlu hale gelecek. Bu durumda en geç Haziran ayında sandık vatandaşın önüne konulacak. Şimdi konuşulan bu.

Peki pakette neler olacak? HSYK’nın yapısı, askerlere sivil yargı yolu konusu, doğrudan anayasaya dahil edilecek. Anayasa Mahkemesi’nin yapısı, parti kapatmaların zorlaştırılması, kamu denetçiliği sistemi olan ombudsmanlık, yüzde 1 dahi oy alan partinin Meclis’te temsil edilmesi için Türkiye milletvekili sisteminin getirilmesi, insan onuru ve çocuk hakları, pozitif ayrımcılık ve kişisel verilerin korunması konusu gibi değişiklikler olacak.

Bu değişikliklerden bazılarının AB’nin talep ettiği değişiklikler olduğu dikkat çekiyor.

* * *

Yıllardan beri Türkiye’nin artık 12 Eylül ihtilâlinin hazırladığı Anayasa ile yönetilemeyeceği, bu yüzden demokratik, özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapılması gerektiği söyleniyor. Ancak adım atılmıyor. Bu durumu veciz bir şekilde ortaya koyan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, ilginç bir değerlendirmede bulundu. Şu andaki Anayasa’nın birinci sınıf bir demokrasiye yakışmadığı konusunda herkesin hemfikir olduğunu söyledikten sonra “Ancak ‘hadi değiştirelim’ dediğinizde, şöyle bir etrafınıza, arkanıza bakıyorsunuz kimse kalmamış. Sivil toplum sessizleşiyor, muhalefet partileri yok, 1-2 sene sonra bakalım diyor. Türkiye için bu gerekliyse neyi bekliyoruz, niye bekliyoruz?” dedi. (Zaman, 25.2.2010)

Bu durumda şunu sormak gerekmez mi? Bu anayasayı kim değiştirecek? Anayasanın Meclis’te değişmesi gerekiyor. Ancak tasarı, taslak veya metnin de hükümet tarafından getirilmesi gerekiyor. Şimdi Babacan’ın sorduğu soruyu biz soralım: “Sivil anayasa için neyi bekliyoruz, niye bekliyoruz?

* * *

Gündeme gelen en önemli anayasa değişikliği şüphesiz ki, son günlerdeki tartışma konusu olan yargı reformu konusu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hafta içinde yüksek yargı organları olan Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay Başkanlarının bu konudaki görüşlerini aldı. Bunları Adalet Bakanına da iletti ve onun da fikrini aldı.

Erdoğan’ın “Yargı reformu çerçevesinde bir anayasa değişikliğinin geleceği söyleniyor. Bu çerçevede bir anayasa değişikliği bekleyecek miyiz?” sorusuna, “Bizi izlemeye devam edin. Çalışmalarımız devam ediyor” demesi karşısında “7.5 senedir izlendiği gibi mi?” sorusu akıllara geliyor.

Bu safhada muhalefet partilerinin gündeme getirilecek yargı reformuna destek vermeyecekleri belli. Yüksek yargının da hükümetin hazırlığı içinde bulunduğu bir yargı reformuna sıcak bakmadığı ortaya çıktı.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “manifesto” denilen konuşmasında dile getirdiği, “Yargı bağımsızlığı için gerekli adımlar atılmadı. Sorunları çözmesi gerekenler, yargı reformunu ancak siyasî kavgalar ortamında hatırladı. Kuvvetler arasındaki sınır çatışmalarını büyüterek, toplumu taraf olmaya zorladık” demesi dikkat çekici ve bir gerçeğin altını çizmesi açısından önemli. Gerilim yükseldiği bir ortamda reformların dile getirilmesi işi yokuşa sürmek anlamına geliyor.

Bu aşamada yargı reformunun çıkması çok zor görünüyor. Meclis’te kabul edilse bile hükümetle yargı arasındaki kriz tekrar ortaya çıkacaktır. Böyle kavga sonrası reformların yapılamayacağı da ortadadır. Hele muhalefetin destek vermesini beklemek de hayalperestlik olur. Bunun ardından “Bakın biz yapmak istedik, ama muhalefet ve bazı çevreler engel oldu” sözünün de artık geçerliliği kalmadı. Millet yutmuyor artık bunları.

Fırsat kaçtı bir kere…

27.02.2010

E-Posta: [email protected]

27.02.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Altmışıncı yıldönümünde Kore Savaşı


A+ | A-

Önceki gün Kore Savaşı’nın başlamasının 60. yıldönümü dolayısıyla yapılan bir anma toplantısına katıldım. Eski Kore Başbakanı dahil kalabalık bir Koreli heyetle, Kore gazileri ve Türk katılımcılar vardı. Bu vesile ile düzenlenen forumda gazeteci-yazar Yazgülü Aldoğan’ın anlattıkları çok dokunaklı idi. O yedi aylıkken, subay olan babası Kore’de şehit olmuştu. Bir yıl boyunca şehidin cenazesi bulunamadığı için kayıp sayılmıştı. Babasının nasıl şehit olduğunu ise yıllar sonra onları arayıp bulan bir silâh arkadaşı anlatıyordu. Kunuri Savaşında geri çekilmeye başlayan Amerikan birliklerini koruma görevi Türk askerine düşmüştü. Süngü takıp direnen Türk askerinin 3. Tabur 9. bölüğü tamamen imha edildi. Aldoğan’ın babası ise üç askeri ile birlikte cephaneliğe dönüştürülmüş bir okul binasında bütün gece direnmiş, aldığı ağır yaralar yüzünden hayata gözlerini yumarken, askerlerine ailesine olanları anlatmalarını vasiyet etmişti.

Kore Savaşı’na gönderilen askerler arasında amcam da vardı. Ancak o geç gönderilen birliklerdendi. Haftalarca süren ve fırtınalarla iyice uzayan deniz yolculuğu yüzünden, onlar Kore’ye ulaştıklarında savaş bitmişti. Hiç deniz görmemiş bir Anadolu çocuğunun haftalarca süren maceralı deniz yolculuğu rahmetli Amcamı savaş kadar etkilemişti. Kore Eski Başbakanının amcamın da bir Kore gazisi olduğunu öğrendiğinde, duygulu gözlerle teşekkür edişi görülmeye değerdi.

Türkiye, NATO’ya dahil olma umuduyla, bir tugayla bu savaşa katıldı. Toplam 721 şehit, 2147 yaralı ve 175 kaybın yanı sıra 234 de esir verildi bu savaşta. Ülkesinden kilometrelerce uzaktaki bu topraklarda yalnızca savaşmadı Mehmetçik. İnsanlık ve merhamet dersi de verdi. Karavanasını paylaştı aç çocuklarla. Hastasını tedavi etti, çocuklarına okul açtı. Asıl bu insanlık dersi Korelileri Türklere ebediyen dost kıldı.

Dünyanın hiçbir yerinde bir savaş iki milleti böylesine dost ve birbirine sevgi duyar hale getirmemiştir. Her Koreli, karşılaştığının Türk olduğunu öğrendiğinde bir anda değişir. Halen Pusan’daki Türk Şehitliğinde, her şehidin öldüğü tarihte kabrinin başına Türk Bayrağı dikilir.

Peki savaşın sonucunda ne oldu?

Fiilen üç yıl süren, ancak resmen 2007’deki barış antlaşmasına kadar devam eden bu savaşın sonunda Kore ikiye ayrılmaktan kurtulamadı. Bugün bütün dünyaya kapılarını kapatmış bir Komünist Kuzey Kore ile, bu yıkımdan altmış yıl sonra dünyanın en güçlü ekonomiye sahip ülkeleri arasında yer alan, yalnızca bir şirketinin yıllık ihracatı bütün Türkiye ihracatına bedel olan bir Güney Kore ortaya çıktı.

Bu savaşta yine en çok zararlı çıkan Koreliler oldu. Tamamen harap olan ülkede 3 milyon insan bu savaşta vefat etti. Kamuoyuna açılan CIA belgelerine göre, bu kayıpların önemli bir sebebi, Amerikan istihbaratının Çinlilerin saldıracağını öngörememiş olmasıydı. Saldırıdan iki hafta öncesi CIA raporunda “Çin’in böyle bir hareket yapması ihtimali çok az” denilmişti. Bunun bedelini ise 50 bin Amerikan askeri ve bin kadar Türk şehidi ödemişti.

Türkiye’nin ödülü ise NATO’ya kabul edilmek oldu. Ama en önemli ödül; Kore halkının kalbine girmek oldu. Bütün Kore Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz.

27.02.2010

E-Posta: [email protected]

27.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl