23 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Dizi Yazı

ORDUDAKİ DEĞİŞİMİ YÖNETMEK KOLAY DEĞİL

SİLÂHLI KUVVETLERİN

TAVRI VE DEĞİŞİM

TSK’nın Ergenekon Dâvâsının ve dâvâ ile ilgili tartışmaların neden merkezinde yer aldığı, ordunun, Osmanlı’dan günümüze devlet mekanizmasındaki yeri ve siyasî hayatımızdaki rolü dikkate alındığında daha kolay anlaşılacaktır. Siyasî hayatımızın, umarız ki yakın bir istikbalde arzu edilen demokratik bir seviyeye kavuşması da yine aynı şekilde esas olarak TSK’nın sistem içindeki yerine bağlı olacaktır. Bu sebeplerden dolayı yazımızın bu bölümünün de biraz uzunca olması müsamaha ile karşılanmalıdır.TSK'da değişim

Birinci iddianamenin kabul edilerek ilk Ergenekon Dâvâsının açıldığı günlerde Genel Kurmay Başkanlığı koltuğuna oturan İlker Başbuğ çok kritik bir dönemde görev almış oldu. Bir taraftan günümüzdeki iç ve dış siyasî şartların mecburî ve kaçınılmaz bir hale getirdiği, TSK'nın demokratik bir ülkede olması gereken yere çekilmesi ihtiyacı, diğer taraftan da, bu yapı ve zihniyet değişikliğinin kurumsal bir tahribata yol açmadan gerçekleştirilmesi zarureti, bu sürecin zorluğunu ortaya koymaktadır. Eski Genel Kurmay Adlî Müşaviri, emekli hakim albay Doç. Sadi Çaycı'nın Fadime Özkan'la yaptığı röportajda söyledikleri oldukça önemliydi: “Kanaatimce TSK’nın bugünkü ve bir iki önceki komuta kademesi, laik demokratik hukuk devleti ve Avrupa’ya uydurulması konusunda sandığınızdan çok daha ileridedir. Ama TSK çok büyük, gelenekleri olan bir kurum. Düğmeye basıp 3 ayda bütün kademelerde pat diye değişiklik yapamazsınız. Yıllarca eğitim vermiş, uygulama yaptırmışsınız, zaman alacaktır. Bu sürecin ustalıkla yönetilmesi gerekir. (Star-02.11.2009)

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009'da Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı yıllık değerlendirme konuşmasına Genel Kurmay tarafından daha önce hiç çağrılmayan bazı gazeteciler de dâvet edilmişlerdi. Mustafa Karaalioğlu, Şamil Tayyar, Nazlı Ilıcak, Fehmi Koru ve Ali Bayramoğlu dâvetliler arasındaydı. Medyada günlerce devam eden tartışmalara sebep olan bu konuşmada -askerin görev alanı dışındaki birçok konuyu da içine alan açıklamalarla birlikte- dikkate alınmayı hak eden yeni yaklaşımlar da vardı. Silâhlı kuvvetlerin demokrasiye bağlılığı konusundaki kuvvetli vurgu ve buna karşı olan personelin TSK'da barındırılmayacağı taahhüdü, sivil-asker ilişkilerinde son sözün sivilde olduğunun ifade edilmesi, ordunun ‘Peygamber Ocağı’ olduğunun altı çizilerek mütedeyyin vatandaşlara sıcak mesajlar verilmesi ve ilk defa olarak ‘Türkiye Halkı’nın telâffuz edilmiş olması gibi.

Silâhlı Kuvvetlerle ilgili daha sonraki bazı yaklaşımları ve değerlendirmeleri çeşitli tenkidlere de sebep olan Mümtaz'er Türköne, Başbuğ’un konuşmalarıyla ilgili olarak, o günlerde şöyle yazacaktır: “Demek ki ordu çağa, demokrasiye ve hukuka uygun bir yolda ilerleme iradesi gösteriyor.” (Zaman-15.04.2009)

Fehmi Koru'nun değerlendirmesi de aynı istikametteydi; “Yeni bir dönem'in başladığı, asker ağzından da teyit edildi... Konuşmanın esas sürprizlerle dolu bölümü, Org. Başbuğ'un Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin hiçbir zaman dine karşı olmadığını ve hiçbir zaman da olmayacağını üzerine basa basa söylediği bölümdü.” (Yeni Şafak-15.04.2009)

Today's Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş ise aynı konuşmayla ilgili olarak farklı bir değerlendirme yapmıştı; “Modern demokrasilerde asker konuşmaz. Konuşursa da kimsenin umurunda olmaz... Sivil topluma şekil verme hiçbir kurumun ne yetki, ne sorumluluk ne de haddi dahilindedir. Modern demokrasilerde herkes yerini bilir, haddini ve yetkisini aşana ya da ihlâl edene, görevden almak dahil olmak üzere, gereken hukukî cevap anında verilir.” (Zaman-17.04.2009)

Başbuğ’u görevden alma

‘İrticayla Mücadele Eylem Plânı’nın ortaya çıktığı ve bazı kesimlerce Genel Kurmay Başkanı’nın görevden alınmasının ifade edilmeye başlandığı günlerde Şamil Tayyar; “Kişisel kanaatim de Başbuğ’un tıpkı Özkök gibi demokrasiye bağlılık konusunda samimî olduğu yönündedir” şeklinde kanaatini açıkladıktan sonra, Başbuğ'un görevden alınmasıyla ilgili olarak da şu değerlendirmeyi yapacaktır: “Böyle bir öneri; heyecan vericidir, coşturucudur, fantastiktir, öfkeli kitleleri okşayıcıdır, ruha hitap eder, biraz da gaz içerir... Evet, hesap soralım, bağcıyı dövmekle üzüm yemek arasındaki hassas dengeyi de koruyalım.” (Star-17.06.2009)

Aynı günlerde Taha Kıvanç da, Özden Örnek’e ait olan ‘Darbe Günlükleri’nden, darbe planları yapan generallerin Org. Yaşar Büyükanıt ve Org. İlker Başbuğ'u sevmedikleri, ancak TSK'da en tepe noktaya gelmelerini de engelleyemediklerinin anlaşıldığını ifade ediyordu. Kıvanç, Genel Kurmay Başkanı olması engellenemeyen Başbuğ’un, kendisinin haberi olmaksızın üretilmiş bir plân yüzünden saf dışı bırakılması ihtimalini nazara vererek şu soruyu soruyordu; “İlker Başbuğ istifa eder veya görevden alınırsa TSK'da yeni hiyerarşi nasıl oluşur, kim kimin yerine geçer?... Bu sorular hayatî değer taşıyor.” (Yeni Şafak-19.06.2009)

Taraf olma zamanı

Bu süreçte dikkat çekici bir husus, bazı köşe yazarları, konuyla ilgili görüşlerini bir şekilde Fethullah Gülen ve Ak Parti’yle irtibatlandırarak ifade ediyorlardı. Taraf Gazetesi yazarı Önder Aytaç ‘İrticayla Mücadele Eylem Planı’yla ilgili olarak kaleme aldığı makalesinde şunları yazmıştı: “Gülen hareketi, daha önceden merkez sağdaki hiçbir partiyi desteklemedikleri kadar yoğun bir biçimde AKP’yi desteklediler... Eğer AKP ve Gülen hareketinden herhangi birisi ‘andıçlanır’ ya da ‘yargılanır’ ise, diğerini de aynısının tıpkısı bir sonuç bekliyor demek kehanet olmasa gerek... Korkunun ecele bir faydası da yok. Kurda merhamet ise yalnızca onun iştahını arttırıyor. O zaman şimdi demokrasiye ‘Taraf’ olma zamanı.” (15.06.2009)

Aytaç'ınkine benzer diğer bir makale de, Rasim Ozan Kütahyalı'nın “Barış ve Özgürlük İçin İttifak Zamanıdır” başlıklı makalesiydi ve şöyle diyordu Kütahyalı; “Bugün iki temel hareket ve lider, Türkiye’nin İslâmî hassasiyet sahibi insanlarının büyük çoğunluğunu etrafında toparlama becerisini göstermiş durumda... Siyasî anlamda AK Parti, sivil anlamda ise Gülen hareketi temsil kabiliyeti anlamında çok büyük kitlelere hitap ediyor, o kitleleri içinde barındırıyor... Aynı şekilde Kürt hareketleri içinde de öne çıkmış bir hareket ve bir lider var... DTP legal anlamda bu hareketin siyasî partisi... Öte yandan saydığım üç harekete gönülden bağlı yurttaşlarımız, Türk devlet zihniyetinin gözünde makbul olmayan 'zenci yurttaş' tipini temsil ediyor... Türk devlet yapılanması hem görünür yüzüyle hem de derin örgütlenmesi vasıtasıyla fırsatını bulduğu an bu üç hareketi de göçertmek istiyor...” (Taraf-19.08.2009)

Birbirinize muhtaçsınız

Gülen Hareketi’ni, Ak Parti'yi, Kürt siyasetini takip edenleri ve Alevileri ittifaka dâvet ve teşvik eden makalelerden bir diğeri ise Ahmet Altan'ın, ‘Kafes Eylem Plânı’ üzerine kaleme aldığı “Birbirinize Muhtaçsınız” başlıklı makalesiydi. Altan; “Ordunun içinde hâlâ suikast plânları yapan, bu suikastlar için silâhlar hazırlayan, hükümeti devirmek için her yolu mubah sayan, her türlü felâkete yol açabilecek birileri var... Koç Müzesi’nde çocukları havaya uçurmayı düşünebilecek kadar çıldırmış birilerinden söz ediyoruz... Hâlâ medyada Ergenekon örgütlenmesini küçümsemeye çalışan yazılar yazılıyor. Bütün bunlar niye olabiliyor peki? Bir tek nedeni var. 'Kurbanların', cellâtlarına değil birbirlerine 'düşman' olmasından... Aleviler, dindarlar, Kürtler, solcular, liberaller, demokratlar birbirine muhtaç… Bütün ezilenler kendilerine sorsunlar, birbirinizi ezmek için, gidip sizi ezenlerle işbirliği mi yapacaksınız, onlar sizinle işbirliği yapmaz.” diyordu. (Taraf-20.11.2009)

Hüseyin Gülerce, Ahmet Altan'ın makalesine “Milletim Uyan Artık” başlıklı bir makaleyle iştirak ediyordu: “Aziz milletim. İnsanlık adına, insaniyet namına hamle yapacağın bir rampada, sana kıymak istiyorlar. Bir asırdır, sırtına binen vicdansız, acımasız, zalim cuntacı bir zihniyetin elinde inlediğin yeter artık. Gerçekleri gör artık. Dün Munzur kenarında çocuklarını, bir araya toplayıp kurşundan geçirenler… Şimdi de bir müzeye toplayacakları çocuklarını, dinamitle havaya uçurmanın plânlarını yapıyorlar... Milletim uyan artık. Yıllardır, komplolarla, provokasyonlarla, tezgâhlarla seni Türk-Kürt, Sünnî-Alevî, laik-dindar, ilerici-gerici diye bölmeye çalıştılar... Tek bir çıkış yolu var. El ele tutuşmalıyız… Karşımızda, hiçbirimize merhameti olmayan, kan dökmeye alışmış, gözü dönmüş caniler var.” (Zaman-26.11.2009)

Mazinin ağır yükü Daha önce Fadime Özkan Hüseyin Gülerce ile bir mülâkat yapmış ve şu soruyu sormuştu: “Hoca efendi devletle her zaman uyumluydu, fakat onu çok itaatkâr bulanlar, 80 darbesini desteklemekten öte Sızıntı dergisinde methiyeler düzdüğünü söyleyenler var. 28 Şubat’ta da meselâ türban kavga haline gelmesin diye açıklamalar yaptı. Şu an demokrasi çizgisi çok net, ama o zamanla bugün arasında ne fark var? ”

Hüseyin Gülerce'nin cevabı şöyleydi: “Devletle ilgili meselelerde, devlet zaafa uğramasın, bir çatışmanın ortasında kalmasın, taraf tutmasın deniyor. 28 Şubat sürecinde başörtüsü ile ilgili yumuşak bir şey söylüyor. 28 Şubat'a destek çıktı diyenler oluyor. Hayır, efendim o süreçte artan gerilimi tansiyonu düşürmek için bir şey söylüyor. Kavga çıkmasın diye, uğraşıyor. Ortam yumuşasın diye başörtüsü fürüattır dedi, onu da teferruat anladılar.” (Star-27.04.2009) Bu mülâkattaki izahlar ile yukarıda bahsedilen makaledeki fikirlerin ve üslûbun ne derece mutabakat içinde oldukları veya nasıl telif edilecekleri müzakere edilmeye muhtaçdır.

Ruşen Çakır'ın bu konudaki değerlendirmesi, kendisinin ‘Darbe Destekçisi’ olarak itham edilmesiyle savuşturulamayacak kadar ciddiydi: “12 Eylül’den 28 Şubat 1997’deki post-modern darbe sürecine atlayacak olursak, o zaman da İslâmî cemaatlerin demokrasi için cansiperane savaştıklarına tanık olmadık. Hemen hemen tümü 28 Şubat’ta çok sert darbeler yemiş olmalarına rağmen büyük çoğunluğu direnmek yerine askerle işbirliği yapmanın yollarını aradı. Bugüne gelecek olursak: Şu anda TSK’nın gücünün her geçen gün daha da azaldığı bir gerçek. Buna paralel olarak da muhafazakâr çevreler, eskiden ağızlarına almak istemedikleri birçok kavram ve değerin savunucusu olmaya başladılar. Bu kuşkusuz kötü bir durum değil, fakat ortada ciddî bir samimiyet sorunu olduğu da ortada.” (Vatan-25.11.2009) TSK içindeki demokratik irade

‘Alternatif Medya’ olarak isimlendirilen gazetelerde yazan Fehmi Koru, Ali Bayramoğlu, Mahmut Övür, Hasan Bülent Kahraman, Emre Aköz, Şamil Tayyar ve benzeri birçok yazar makalelerinde, soruşturmaların askere rağmen yürütülmediğini, bilâkis zımnî de olsa fiilî bir mutabakatın olduğunu zaman zaman ifade etmişlerdi. Başbuğ'un, askerin pozisyonunu demokratik bir çizgiye doğru çekerken, kurumsal itibarını ve iç dengelerini de muhafaza etmek gibi bir mesuliyet taşıdığına işaret ediyorlardı. Silâhlı kuvvetler için, “Vatanı koruyamıyorsa, hatta kutsal vatan toprağı için bir tehdit oluşturuyorsa dağıtılır, yerine yenisi kurulur” diyecek kadar radikal teklifler yapan Mümtaz’er Türköne dahi, bu görüşlerini dile getirdiği 01.11.2009 tarihli makalesinde ayrıca şu bilgilere de yer vermişti; “Islak imzalı metni yargıya gönderen subaylar vatana yönelik tehdidi deşifre etmiş oldular. İhbar mektubunda yer alan bilgilerin zenginliği, bu deşifrenin örgütlü olduğunu, dolayısıyla ordu içinde sağduyulu bir refleksin mevcudiyetini gösteriyor.” Aynı gazetede İhsan Dağı da sonraki günlerde benzeri bir tesbit yaparak; “Aslında olan, ordu içinde bir iradenin, orduyu saran yanlış plânları, eylemleri, ilişkileri deşifre ederek bir tür temizlik yapmasıdır” diyerek Türköne'yi teyid ediyordu. Bu şekilde her iki yazar da, ordu içinde cuntacılara karşı olan demokrat bir iradenin mevcudiyetini bizzat ifade ediyorlardı.

Eğer gerçekten öyle ise; ‘Cihad Dâveti’ni andıran bir üslûpla kaleme alınan yazıların, ‘ordu içindeki demokrat irade’yi nasıl etkileyeceği, o iradeyi zor bir durumda bırakıp bırakmayacağı da her halde nazara alınmalıdır. Silâhlı kuvvetlerle ilgili tavır ve üslûbun daha dikkatli bir şekilde belirlenmesi, demokratikleşme istikametindeki gelişmelere mani olmayacak bir tarzda olması her halde bütün kesimler açısından daha isabetli olacaktır. Aman askerle anlaşmayın!

Ocak ayının ilk haftasında, Bülent Arınç'a suikast iddiaları üzerine ‘Kozmik Oda’ aramalarının yapıldığı günlerde, Ahmet Altan “Ergenekon ve Ankara” başlıklı bir makale kaleme almıştı. Makalesinde “Hükümetin içindeki bir kanadın Ergenekon soruşturmasını yavaşlatmaktan ve orduyla daha sıkı ilişkiler kurmaktan yana olduğu” söylentilerinden bahsediyor ve eğer bu söylenenler doğru ise böyle bir vaziyetin intihar olacağını ifade ediyordu. (Taraf-07.01.2010)

Bir hafta sonra da Hüseyin Gülerce, aynı konuyla ilgili olarak; “Eğer, strateji; asker içindeki cuntacıları tasfiye etme yerine, isimleri deşifre olanları bünyeden atarak sahili selâmete çıkma çabası ise işte bu tehlikelidir… Menderes'i, Demirel'i, Özal'ı kandıranlar yine kazanırlar. Soğutmak, yavaşlatmak ve gevşemek, sonun başlangıcıdır” şeklinde kanaatini ifade edecekti. (Zaman-14.01.2010)

ORHAN DİNDAR

YARIN: TSK, ERGENEKON VE PKK

23.07.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (22.07.2010) - İTTİHATÇILARIN MENFî KISMI KEMALİZM VE CHP İLE DEVAM ETTİ

  (21.07.2010) - Artık Kemalizmle yüzleşmeliyiz

  (20.07.2010) - Adalet hakikati

  (19.07.2010) - Balyoz ve Kafes’te tutuklu kalmadı

  (18.07.2010) - O rütbelere nasıl yükselebildiler?

  (17.07.2010) - Heryerekon mu, sessiz devrim mi?

  (16.07.2010) - 3 yılda 8 İddİaname

  (05.07.2010) - ‘Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır’

  (04.07.2010) - “Şark, darülfünuna muhtaç”

  (03.07.2010) - ‘Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir’


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.