Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O zaman "Ona îmân ettik" derler. Makbul bir îmânın mahalli olan dünya artık çok uzakta kalmıştır; ona tekrar ulaşmaları ne mümkün?

Sebe’ Sûresi: 52

09.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kabrimin yanında bana salâvat getirenin sesini işitirim. Uzakta bana salâvat getirenin salâvatı ise bana ulaştırılır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3677

09.08.2006


Uyan ey âlem-i İslâm!

Ey âlem-i İslâm!

Uyan, Kur’ân’a sarıl, İslâmiyet’e maddî ve mânevî bütün varlığınla müteveccih ol!

Ve Ey Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehâdetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde nâşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur’ân’a yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mucize-i mânevîsi olan Nur Risâlelerini mütalâa etmeye çalış. Lisanın, Kur’ân’ın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânâsını neşretsin; lisân-ı hâlinle de Kur’ân’ı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insâniyetin vasıta-i saadeti olursun.

Ey asırlardan beri Kur’ân’ın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlât ve torunları!

Uyanınız! Âlem-i İslâmın fecr-i sâdıkında gaflette bulunmak, kat’iyen akıl kârı değil! Yine âlem-i İslâmın intibahında rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur’ân’ın ve imanın nuruyla münevver olarak İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.

Avrupa ve Amerika’dan getirilen ve hakikatte yine İslâmın malı olan fen ve san’atı, nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onun san’atkârı ve ustası namıyla onlara bakmalı ve “Saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakâik-i imaniye ve Kur’âniye mecmuası olan Nurlara doğru ileri, arş!” demeli ve dedirmeliyiz.

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!

Beş yüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa, Kur’ân-ı Kerîmin güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.

Kur’ân’ın mecrâsından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa, toprak gibi sefâhet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’ân-ı Kerîmin saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat olan, hakikat-i İslâmiye sularını akıtınız.

Târihçe-i Hayat, s. 140

Bediüzzaman Said NURSİ

09.08.2006


Mesk-meşk ayrışması

Üniversite yıllarımdı. Tarikat ehli bir arkadaşla kampusün bahçesindeki çimenlere oturmuş sohbet ediyorduk. Amel-i salih ve takva sahibi bir kişiliği vardı. İnsanlar içerisine fazla karışmaz, kendi halinde, biraz da içine kapanıktı. Sohbetimizin konusu dönüp dolaşıp hizmet metodlarına gelmiş, Risâle-i Nur ve tarikat noktasında odaklanmıştı. O, tarikatın faydalarından evrad ve ezkârın öneminden bahsediyor, ben ise Risâle-i Nur’un iman hakikatlerini öncelediğini ve sahabe mesleğini esas aldığını vurguluyordum. Ama ne hikmetse ikimiz de kavramların içini tam olarak dolduramıyorduk.

Aynı günlerde ateist bir arkadaşla kâinat ve yaratılış üzerine bir münazaramız olmuştu. Ehl-i tarîk arkadaş da yanımızdaydı ve münâzaramızı dikkatlice takip ediyordu. Ateist olan arkadaş Risâle-i Nur’dan getirilen deliller karşısında boynunu büküp “Bu konuyu bir kere daha düşüneyim” deyip yanımızdan ayrılmıştı. Sonrasında tarikat ehli arkadaş “Bu hakikat mesleği insanlara iman şuurluluğunu kazandırma noktasında nasıl bir metot takip ediyor? Bana iyice anlatır mısın?” demişti. Ona anlatabilmem için öncelikle benim hakikat mesleğini tam olarak tahkik etmem gerekiyordu. Ve böylece Risâle-i Nur’da ‘hakikat avcılığı’na başlamış oldum.

Yaşamış olduğum bu iki zıt örnek benim için tam bir fıtrat dersi niteliğindeydi. Zira zihni, felsefe bataklığına saplanarak boğulan insanlara aklî deliller getirerek bir rota çizmek muktaza-i hâlin iktizasıydı. Öte yandan kalbî eğilimlere yönelmiş birinin denge modeli ise akıl-kalb birlikteliğini sağlamaktı. Akılsız kalb denge modeli olamayacağı gibi kalbsiz akıl da denge modeli olamazdı. Ve denge, uç noktaları ortalamaktı. Ortalamaların diğer bir adı da, ‘sünnete temessük’ü ifade eden MESK’e ulaşmaktı.

Akıl kalp ortalamalarının en güzel örneklerinden birini Bediüzzaman’ın Beşinci Mektub’da belirttiği üzere İmam-ı Rabbânî (r.a.) ortaya koyuyordu. Zira o “İman hakikatlerinden bir meselenin inkişafını binler ezvak, mevâcid ve kerâmâta tercih ederim” diyordu. Diğer bir ifadesinde de “Bütün tariklerin ulaşacağı son nokta, iman hakikatlerinin vuzuh ve inkişafıdır” demişti. Demek “hakikat” bu denli önemliydi. Ve hakikat MESK’te gizliydi.

Peygamberimizin (asm) en büyük duâlarından birisi “Ya Rabbi, bana eşyanın hakikatını öğret” şeklindeydi. Kâinat ve iman kelimeleri “hakikat”i bağrına basmada birebir örtüşüyordu. Söz gelimi kâinatta Rububiyet ve Uluhiyet “hakikat”i vardı. Bu hakikatle kâinat ve içerisindeki herbir şey tedbir, idare ve terbiye ediliyordu. İnsan imanıyla bu hakikati kavradığında hakikî insan oluyordu. Yine meselâ kâinatta nizam ve intizam “hakikat”i hâkimdi. Güneşi, yıldızı, zerresi o nizama tabiydi. İnsana düşen ise kâinattaki bu intizama bakarak kendi hayatında da anarşi ve kargaşadan uzak durup “hakikat”i yakalamaktı. Bir başka açıdan bakıldığında ise kâinat, muhabbet ve uhuvvet üzerine kuruluydu. İnsan bütün mü’minleri kendine kardeş yapacak “hakikat”i, muhabbet fedaileri ölçüsüyle imanıyla bulmalıydı. Uhuvvet ve muhabbeti bıraktığında, nizam ve intizamı terk ettiğinde, rububiyet ve uluhiyeti anlayamadığında “zahir”de kalıyordu.

Günümüzde “zahirden hakikate geçme”de kalp tek başına yeterli olabilir miydi acaba? Kalbî yöneliş MEŞK’li olduğu kadar meşakkatliydi de. İmanî meselelerde akla gelen şüpheleri izalede yetersizdi. Görmediğine inanmayan, fen ve felsefede boğulan akıllar, evrad ve ezkârla değil hakikat ve efkârla okşanıp delillerle ikna edilmeliydi. Melâike, kader, ahiret gibi iman hakikatleri tahkikî bir şuurlulukla elde edilemezse şüphe ve tereddütleri arttırırdı. Tahkikî iman yolculuğunda ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîne yapılan seyahatlerde MEŞK, MESK’in emrinde olmalıydı.

Hakikat mesleğinin evradı da vardı elbette. Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, farzları işlemek, kebâiri terk etmek, namazı tadil-i erkânıyla kılmak, namazın sonundaki tesbihatı yapmak ve günde beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur'u okumak bu mesleğin esaslarındandı. Ve bu esaslar kalbi akılla, aklı da kalple girift kılıyordu.

Bu giriftlik ilm-i kelâm mesleğinde akıldan, tarikat mesleğinde kalpten yana sapma gösteriyordu. Hakikat mesleğinde ise MESKÎ bir gidiş vardı. Bu gidişatta kalb, insandaki bütün duyguların komutanıydı. Akıl, ruh, nefis ve sır gibi lâtifelerde kalbin askerleri hükmündeydi. Komutanın askerlerini yitirerek hedefe ulaşması akıl kârı değildi. Önemli olan hedefe hep beraber varılmasıydı. Meselâ kâinata akıl-kalb birlikteliğiyle, tahkikî imanla bakan bir nazar mevcudattaki mizan ve nizamı görüp san’atlı nakışları keşfedip bu san’atlı yaratılışları Allah’ın irade ve ihtiyarına verirdi. “İradesiz bir cilve, ihtiyarsız bir tezahür olamazdı” zira. Demek, ilim yoluyla elde edilen imanî meseleler akıl süzgecinden geçirildikten sonra derecelerine göre ruh, kalp, sır ve nefse dağıtılırdı.

Kalp ayağıyla hakikate ulaşmaya çalışan tarikatlarda dünyayı, ahireti, kendini ve terk ettiklerini de terk etmek esastı. Hiçbir dünyevîliğin gaye-i maksat yapılmaması gereken ince, uzun ve hatarlı bir yoldu. Nitekim kâinatı hayal perdesine sarıp, mevcudatı inkâra kadar gidebilirdi bir meşrebinde. “Hakikat”te ise eşya vardı ve sabitti.

Ehl-i meşkte evrad ve ezkâr; keşf ve kerâmet; farz ve sünnetin önüne geçtiğinde araç, amaç; amaç da araç yerine geçerdi. Zaten Makâmât, Ezvak, Şeyhe tâbi olma, Kerâmat MEŞK’in açılımıydı ve ehl-i aşkın kârıydı.

Hâsılı MEŞK, eksik ve noksan bir makamdı. MESK’siz MEŞK’in en has velîleri, MEŞK’siz MESK’in en âmî evliyalarına yetişemezdi.

Seyfeddin GÜLTEKİN

09.08.2006


Suud dergisi: Bediüzzaman kalplerdeki iman filizini yeniden yeşertti

Suudi Arabistan’da yayınlanan “Hac ve Umre” isimli derginin Temmuz-2006 sayısında, Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur hakkında geniş bilgiye yer verildi.

Abdülbaki Ahmed Hanif tarafından kaleme alınan “Bediüzzaman Said Nursî, 135 Risâlesinde Kalplerdeki İman Filizini Yeniden Yeşertti” başlıklı yazıda, Bediüzzaman’ın eserlerinde doğrudan Kur’ân-ı Kerim’i temel hareket noktası olarak belirlediği, bu eserleri okuyan Müslüman Türk toplumunun İslâma ve Kur’ân’a sıkıca sarıldığı ifade edildi.

Yazar Ahmed Hanif şöyle dedi:

“Bediüzzaman lâkabıyla tanınan Said Nursî’nin eseri olan Risâle-i Nur’u okuyan gençler, mazilerine ve geçmişten gelen değerlerine olan sevgilerinin yanı sıra, bu eserlerden aldıkları mesajla bu yönde gayret sarf ediyorlar.”

Müslüman Türk halkını batılılaştırma, onları Batı medeniyetine yöneltme ve böylece İslâmiyetle olan bağlarını koparıp dinden uzaklaştırma gayesiyle gerçekleştirilen icraatlara, örneğin Kur’ân harflerinin kaldırılıp Latin alfabesine geçilmesine rağmen bu eserlerin okunduğu, okuyan Nur talebelerinin iman ve Kur’ân hakikatlerine daha güçlü bir şekilde sarıldıkları ifade edildi.

Yazıda ayrıca “Küçüklüğünde Fıkıh, Fıkıh Usulü, Tefsir ve Belâgat ilimleriyle alâkalı 90 ciltten fazla kitabı ezberine almıştı” ifadesinin ardından, Bediüzzaman’ın hayatıyla ilgili ilk dönemden vefat edinceye kadar yaşadığı hadiseler hakkında bilgi aktarıldı.

(www.bediuzzaman.net)

09.08.2006


Mühevvin

Allah (c.c.), Mühevvin’dir. Yani, zorlukları kolaylaştırır, kullarına hafiflik ve kolaylık lütfeder, emirlerini hafifletir, güç yetiremedikleri şeylerde kullarını bağışlar ve affeder.

Mühevvin ismi Hazret-i Ali’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği1 Cevşenü’l-Kebir’de zikredilen isimlerdendir.

Dünyanın fâni ve ömrün kısa, lüzumlu vazifelerin çok olduğunu ve ebedî hayatın da burada kazanılacağını beyan eden Bedîüzzaman, dünyanın sahipsiz olmadığını, şu dünya misâfirhanesinin gayet Hakîm ve Kerîm bir Müdebbir’i bulunduğunu, ne iyiliğin ve ne de kötülüğün cezâsız kalmayacağını, “teklif-i mâlâyutak” olmadığını, yani Cenâb-ı Hak tarafından güç yetirilemeyen işlerin ve yükümlülüklerin insanlara teklif edilmediğini ve zorlukların kolaylaştırıldığını kaydeder.2

Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre, dünya için âhireti unutmayan, âhiretini dünyaya fedâ etmeyen, ebedî hayatını dünya hayatı için bozmayan, boş şeylerle ömrünü telef etmeyen, kendisini yalnız bir misâfir gibi telakkî edip Misâfirhâne sahibinin emirlerine göre hareket eden insan Allah’ın izniyle selâmetle kabir kapısını açar ve ebedî saadete girer. Misâfirperver hane sahibinin kendi misâfirlerine karşı merhametli olduğu, her zorluk için kolaylık yolunu gösterdiği ve emirlerini hafifleterek teklif buyurduğu unutulmamalıdır.3

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 235

2- Tarihçe-i Hayat, s. 242

3- Mektubat, s. 73

09.08.2006


Delâili'n-Nur

13. Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına, ezelden ebede kadar ve Allah’ın ilmindeki varlıklar sayısınca salât ve selâm eyle.

14. Allah’ım! Ümmî, kadri yüce ve şerefi büyük peygamberin olan Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâbına, salât ve selâm eyle.

09.08.2006


Bediüzzaman şöhretten kaçtıkça...

Bediüzzaman Said Nursî, bütün hayatında şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğnâ etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki: “Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nâm ve şöhret isteyen adam, halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyâkârlık, dalkavukluk yapar. Tasannûkâr tavırlar takınır. O belâ ve musîbete düşersen, ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn’ de.”

Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdetâ bir sevk-i İlâhî varmış gibi, istimdatkârâne ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risâle-i Nur gibi cihanşümûl bir esere hâdim olmuştur.

09.08.2006


Takva ve amel-i salih

Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek ve amel-i salih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas olup büyük bir rüçhaniyet kesb etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur.

Kastamonu Lâhikası, s. 110

09.08.2006


Allah’ın konuştuğu şehit

Abdullah oğlu Cabir (ra) anlatıyor:

“Uhud günü babam Abdullah (ra) şehid edilmişti. Resulullah (asm) bana:

“Ya Cabir! Allah’ın babana söylediği sözü sana haber vereyim mi?” diye sordu. Ben:

“Evet. Bildir ya Resulallah.” dedim.

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Allah perde ardından olmaksızın hiçbir şehid ile katiyen konuşmamıştır. Fakat babanla perdesiz ve doğrudan doğruya konuştu. Ona dedi ki:

“Ey sevgili kulum! Benden ikram iste, sana vereyim!”

Baban da:

“Ya Rabbim! Arzum şudur: beni dirilt, dünyaya geri gönder; ben de tekrar senin uğrunda şehid edileyim!” dedi.

Allah Azze ve Celle:

“Ben insanların dünyaya dönmeyeceklerine hükmettim. Başka bir dileğin yok mu?” buyurdu. Baban:

“Allah’ım! O halde bizim durumumuzu arkamda kalanlara ulaştır.” diye rica etti.

Bunun üzerine Cenâb-ı Allah şu ayetleri indirdi:

“Allah yolunda şehid edilenleri ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında hayat sahibidirler. Ve Onun nimetleriyle rızıklanırlar.”

(Âl-i İmran Sûresi: 169)2

2- İbn-i Mace, Cihad, 2800

Süleyman KÖSMENE

09.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004