"Gerçekten" haber verir 05 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

“Yabancı nefreti” vahameti ve dönüş...



IRKÇILIK ve bunun neticesi olarak ayırım, farklı muâmele de, Avrupa'da yaşayan insanımızın maruz kaldığı problemin bir diğer maddesini teşkil ediyor. Irkçıların bir alt kültürü olan “dazlakların” saldırıları da, emniyetlerini sarsıyor. Yöneticilerin işçileri kesin dönüşe razı edebilmek için bu konularda gerekli tedbirleri almamaları ve mevzua gevşek yaklaşmaları da, işin bir başka vahim yönünü yansıtıyor.

Irkçıların partileşmesi ve baskılarının “demokratik” bir havaya büründürülmesi ise, bu vahameti bütün bütün arttırıyor. Hollanda’da yaşayan gazeteci-yazar ve kabare san’atçısı Nilgün Yerli, Batıda yaşayan ve pekçok insanımızın hedef olduğu “yabancı nefreti”nden ötürü Türkiye’ye, ülkesine döndü.

Nilgün Yerli’nin babası Türkçe öğretmenliği yaptığı için ailesiyle birlikte 1979’da 10 yaşındayken Hollanda’ya yerleşir. Yazıp oynadığı oyunu büyük ilgi görür. Hollanda’nın etkili gazetelerinden Het Parool ve NRC-Next’te köşe yazarlığı yapar. İlk beş kitabını köşe yazılarından oluşturan Yerli, devamında yazdığı ‘Karides Ayıklayan Kadın’ kitabında annesinin üzerinden kendi hayatını anlatır. Yoğun ilgi gören kitap Hollanda’da 350 bin satar.

Son yıllarda giderek artan yabancı karşıtı ortamdan rahatsız olduğunu ve bu yüzden dönmeye karar verdiğini dile getiren Nilgün Yerli, “Hollanda’da unutulursam bu da bana acı verir” diyerek durumu şöyle özetliyor:

“Kendimi bir Hollandalıdan daha çok Hollandalı hissetmeme rağmen yabancı gibi algılanmaktan üzülüyorum... Bu durum bana acı veriyor. Zamanla tehdit ve hakaret muhtevâlı mektuplar da aldım. Türkiye’de nezaketin varlığını görüyorsun. İnsanlar sevgi dolu. Hasta olursan komşun sana çorba yapıp getirir. Hollanda’da bunları bulamazsınız.”

VE DÖNÜŞ...

Vizeyi bir gün aşmıştık. Köln Havaalanındaki Alman polisi pasaporta bakar bakmaz, sordu:

“Almanca biliyor musunuz?”

“Nein!”

“İngilizce?”

“No!”

Yolcular içinde Almanya’da yaşayan ve tercümanlık yapacak bir bayan vasıtasıyla sordu:

“Almanya’ya niçin geldiniz?”

“Ziyaret, okuma programı ve seminer için…”

“Niçin gününüzü geciktirdiniz?”

“Son programım dün gece bitti…”

“Almanya’ya bir daha gelecek misin?”

“Bilemem, gelebilirim.”

“Şimdi ben pasaportunu damgalarsam bir daha buraya giremezsin, ne olacak şimdi?”

“Bu olay iradem dışında gelişti. Çok kısa vize verildi. Bayram tatili dolayısıyla uzatamadım. Bu durumda benim yapabileceğim, söyleyebileceğim bir şey yok.”

Yanındakiyle de müzakerelerde bulunduktan sonra, “Pasaportunu damgalamadan veriyorum; buyurun!” dedi.

Bu da hizmetin küçük bir kerâmeti/ ikramı diye düşünerek, polise de “Danke schön!” diyerek uçağa bindik. Yine eski adıyla Yeşilköy Havaalanı’na indiğimizde, hacıların ilk kafilesini orada muazzam bir kalabalığı bekliyor halde bulduk… “Medine’den gelen uçak havaalanına inmiştir!” anonsları atında hayalimiz, tekrar gitmenin hasretiyle mukaddes topraklara uzandı.

05.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın emir ve iradesinin hâkimiyeti



Dilek hanım: “Allah’ın emir ve irâdesinin varlıklara hâkim olduğunu nasıl anlarız? İnsanın amelinde Allah’ın dileği mi esastır, emri mi esastır? Allah insanlara emrettiği halde dilemezse ne olur?”

Her şeyde hiç kimsenin gözünden kaçmayan eşsiz itaat, mükemmel âhenk ve benzersiz düzen; bize, her şeyin Allah’ın emrine ve irâdesine harfiyen boyun eğdiğini gösterir. Kur’ân’ın şiddetle beyan buyurduğu, “Gökte ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder”1 hakîkatını; herkesin, zerrelerden kürelere her şeyde görmesi ve her nevî varlıkta müşahede etmesi pek zor değildir.

Hayat sahibi olsun, cansız olsun, şuurlu olsun, şuursuz olsun, her bir varlığın Allah’ın emirlerine mutlak itaatinin, onun ibâdeti ve tesbihi hükmünde olduğunu aklen görmenin mümkün olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri; varlıkların ibâdetlerinin ve tesbihlerinin, vazîfelerinden ibâret olduğunu, şuursuz varlıkların gayet şuurkârâne, intizamperverâne ve ubûdiyetkârâne işler yapmasının ve vazîfeler görmesinin, onların Allah’ın emrine isyansız bir şekilde boyun eğmiş olduklarını gösterdiğini kaydeder.2

Meselâ câmid, hayatsız, şuursuz, mütemâdiyen çalkalanan, kararsız, fırtınalı bulunan ve azot ile oksijenden ibâret olan şu havanın; teneffüsü karşılama ve bitkilerin aşılanmasını sağlamaktan tutun, tâ ses, ışık, görüntü ve elektro-manyetik kuvvet nakline kadar, tâ telsiz telefon, telgraf ve radyo yayınlarını hassas bir ölçü ile algılaması ve iletmesine kadar gayet hakîmâne, rahîmâne ve san’atkârâne işlerde çalıştırılması ve vazîfeler yapması açık ve net bir şekilde ispat eder ki, bu hava ve rüzgârın her bir zerresi, Kerîm bir Âmir’in emri ile hareket eder, emri anlar, dinler ve itaat eder.3

Saîd Nursî Hazretlerine göre, havanın böylesine hassas bir vazîfe icrâ ettiği halde vazîfesinde aslâ şaşırmaması ve aslâ ihmali bulunmaması, hava unsurunun Allah’ın emir ve irâdesinin arşı bulunduğunu gösterir.4 Aynı şekilde her bir elementin sayısız cisimlerin vücutlarına girip işlemesi ve çıkması, sonra tekrar başka bir cisimde terkip olunması ve bütün zerrelerin aynı şuurlu vaziyeti göstermesi; her birisinin bir Âmir-i Alîm’in emriyle sevk edildiğini bildirir.5

Üstad Bedîüzzaman, rûhun da emir âleminden, irâde sıfatından gelen ve vücûd-u hâricî giydirilmiş bir fıtrî kânûn ve bir nâmûs-u zîşuur olduğunu; kâinattaki bütün kânûnların birer emirden ibâret olduğunu; tabîât kânûnlarına kudret-i ezeliye tarafından birer vücûd-u hâricî giydirilirse her bir kânûnun mücerret birer rûh olacağını; rûhun başından şuurun alınması hâlinde ise bir kânûndan ibâret kalacağını belirtir.6

İnsanın ise, diğer varlıklara nazaran ayrı bir hususiyeti vardır. İnsan, hareket ve davranışlarında kendisine cüz’î irâde verilmiş, kâinâtta –cinlerden başka–tek sınıftır. İnsanın davranışlarından mes’ûl olması da, cüz’î irâdesinden dolayıdır.

Yani, Allah insanları da diğer varlıklar gibi, emirlerine uymaya memur kılmıştır. Bunun için insana gerekli güç ve kudreti ihsan ve îcad eden de bizzat Hâlık Teâlâ’dır. Fakat insanı davranışlarında zecir, icbar ve zorlamaya tâbî tutmamış, cüz’î irâdesi ile baş başa bırakmıştır. Cüz’î irâdesi ile amel eden insana hayırlı amellerinde sevap vermesi, şerli amellerinde ise günah yazması bundandır. Cenâb-ı Hakk’ın, pişman olmaları ve tövbe etmeleri halinde günahkâr kullarını affetmesi de, kullarının arınmasını dilediğini gösterir.

Binâenaleyh; Cenâb-ı Hak emirlerinin kullarınca uygulanmasını elbet ister. Bunun için kullarından hiçbir yardım ve inâyeti de esirgemez. Fakat ilk adımı ve ilk yönelişi, kulları atmalıdır. Çünkü kendilerine cüz’î irâde verilmiştir.

Dipnotlar:

1- Saff Sûresi, 61/1

2- Mektûbât, S. 384

3- Şuâlar, S. 100

4- Sözler, S. 148

5- Sözler, S. 627

6- Mektûbât, S. 454; Sözler, S. 478

05.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (8)



Sevilen güfteci hakim

Bugün hatıralarını nakledeceğimiz zâtla bundan yıllar önce Cağaloğlu’nda tanıştık. 1980 yılı başlarındaydı. Gazetemizin Cağaloğlu’ndaki merkez binası kitap satış servisinde ağırladığımız bu zâtın ismi Mustafa Sevilen. Emekli askerî hakim olduğu halde, Türkiye’de daha çok şairlik yönü ve san’at müziği güftekârı olarak biliniyor ve öyle tanınıyor. Yüzden fazla güftesi bestelenmiş durumda.

Fakat o aynı zamanda Bediüzzaman Hazretleriyle görüşüp tanışmış, onunla Emirdağ’daki evinde sohbet etme bahtiyarlığına ermiş son şahitlerden biridir. Konumuz gereği, kendilerinin özellikle bu mânâdaki hatıralarını sizlere nakletmek istiyoruz.

Mustafa Sevilen, 1953 senesinde Emirdağ’a bir başka vesile ile gidip Üstad Bediüzzaman’ı ziyaret edişini, adeta o günleri yaşarcasına büyük bir şevk ve heyecan içinde şöyle anlattı:

“Biz o tarihte görev icabı Eskişehir’deydik. Komşularımızdan biri Emirdağlıydı. Aramız çok iyiydi. Kardeş gibiydik. Bir gün bize Emirdağ’da bir düğünleri olduğunu söyledi. Bir otobüs dolusu ‘düğün alayı’ ile yola çıktık. Otobüste, koyu Halk Partili olan kimseler de vardı. Bir ara söz döndü dolaştı, din ve dindarlar konusuna geldi. Halkçılar iyice şirretleştiler. Düşman kuvvetlerinden bahseder gibi dindarların aleyhinde konuşmaya başladılar. Baktım, sözü hemen Bediüzzaman Hazretlerine getirip o muhterem zâtı da tenkide başladılar ve çok galiz ifadelerde onu karalamaya çalıştılar.

“Önceleri söze karışmaya hiç niyetim yoktu. Fakat, bir noktadan sonra dayanamadım ve konuya müdahil oldum. ‘Beyler’ dedim ‘Siz Bediüzzaman’ı sevmeyebilirsiniz. Ona düşman da olabilirsiniz. Fakat, ona bu şekilde hakaret etmeye hakkınız yok. Bu yaptığınız çok ayıp. Bırakın Müslümanlığa, insanlığa sığmaz. Lütfen hakaret etmeden konuşun’ diyerek, gıyabında Bediüzzaman Hazretlerini müdafaa ettim. Onlar da artık kimisi sükût etti, kimi de daha saygılı ifadelerle konuşmaya devam etti.

“Neyse, Emirdağ’a vardık. Düğün merasimi yapıldı, kalabalık dağıldı. Bu arada belediye başkanı ile ilçe jandarma komutanı kasabanın içinde misafirleri gezdirmek istediler. Birlikte çıktık, çarşıyı dolaşıyoruz.

“Bir ara belediye reisi, çarşı ortasında meydana nazır bir evin kapısı önünde durdu ve ‘Burada muhterem bir zât kalıyor. Gelmişken, onu da ziyaret edin, hayır duâsını alıp öyle gidin’ dedi. Evin kapısının önünde bir genç duruyordu. Reis efendi, ona şunları söyledi: ‘Eskişehir’den gelen kıymetli misafirlerimiz var. Müsaadeleri varsa, Üstad’ı ziyaret etmek istiyorlar.’

“İsim listesini bir kâğıda yazan genç, içeri girdi, bir müddet sonra çıka geldi ve yarı üzgün bir şekilde şunu söyledi: ‘Üstadımızın hepinize selâmı var. Sizlere duâ ediyor, duâlarınızı bekliyor. Aynen ziyaret etmiş gibi kabul ediyor. Ancak, hâli müsaade etmediği için kalabalıklarla görüşemiyor, ziyaretçi kabul etmiyor.’

“Fakat, ne hikmetse, o genç biraz sonra elindeki ziyaretçi listesine baktı ve ‘Mustafa Sevilen Bey kimdir?’ diye sordu. Bir anda çarpılmış gibi etkilendik ve hemen kendimi toparlayıp ‘Benim’ dedim. Genç, ‘Üstadımız sizi istiyor, sadece sizinle görüşebileceğini söylüyor’ dedi.

“Yanımda henüz dört yaşında olan oğlum Fecrialem vardı. Elinden tutup Üstad’ın huzuruna çıktık.

“Gördüğümüz kadarıyla basit bir odada yaşıyordu. Mütevazı bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Başında bir agelsarık vardı. Kenarda ise, bir masa, masanın üzerinde bazı kitaplar ve Kur’ân-ı Kerim bulunuyordu. Ayrıca, duvarda asılı iki adet saat vardı. Bunlardan biri eskiyi (alaturka), diğeri ise yeniyi (alafranga) gösteriyordu.

“Üstad’ın o zayıf, nahif, mübarek ellerinden öperek yerdeki mindere oturduk. Yaklaşık üç saatten fazla yanında bulunduk, sohbetini dinledik.

“O konuşurken, gözlerinden adeta zekâ okları fışkırıyordu. Aman Allah’ım, o gözler, o gözler, o projektör gibi gözler. Rahatça dönüp ona bakamazdınız.

“Konuşması esnasında, bir ara Halkçılar’dan şikâyet etti. Bunlar benden ne istiyorlar, niçin düşmanlık besliyorlar, niçin korkuyorlar diye serzenişte bulundu. Sanki otobüste bizim yanımızda imiş gibi söylenenlere tek tek cevaplar verdi.

“Bir ara, kendisine gençliğinde kelepçeleri nasıl çözdüğünü sordum. Şu cevabı verdi: ‘Kardeşim, ben Kur’ân’ı kendime rehber etmiş, Allah’a teveccüh etmiş biriyim. Evet öyle bir hadise başımdan geçti. Kıbleye yönelip duâ ettim. Kelepçeler çözüldü. Bu arada jandarmalar korkmaya başladı. Ben onları teselli ve tezkiye ettim.’

“Ayrılırken, çocuğuma şöyle bir baktı ve ‘Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak. Ben ona duâ edeceğim. Fakat sen ona dinini öğret’ diye buyurdu. Elini öpüp ayrıldık.

“Yıllar sonra, oğlum tıp fakültesini kazandı, başarıyla bitirdi ve dünya çapında yapılan bir imtihanı da birincilikle bitirdi. Şimdi vatanın ücra bir yerinde hizmet ediyor.”

05.08.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

2015’e 7 kala (2)



Geçtiğimiz hafta, BM bin yıl kalkınma hedeflerine giriş yapmış ve ilk dört hedefi kısaca ele almıştım. Bu hafta da geri kalan diğer hedeflere1 değinmeye çalışacağım.

* Anne sağlığının iyileştirilmesi

Bu maddede 1990 ve 2015 yılları arasında anne ölümlerinin dörtte üç oranında azaltılması hedeflenmektedir. Aynı zamanda geçen hafta ele aldığım maddelerle de doğrudan ve dolaylı yoldan bağlantılı olan anne sağlığının iyileştirilmesi konusu, hiç şüphesiz yıllardır insanlığın problemlerinden biri olmuştur. Annelerin sağlıksız hamilelik geçirmeleri çok çeşitli vak'alara sebep olabilmektedir.

* HIV / AIDS, sıtma ve diğer hastalıklarla mücadele edilmesi

2015 yılına kadar HIV / AIDS hastalığı, sıtma ve diğer hastalık vak'alarının yayılmasının durdurulması ve tersine çevrilmesi.

* Çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması

Bu madde sürdürülebilir kalkınmanın ilkelerinin ülke politika ve programlarına dâhil edilmesi, çevresel kaynakların yok oluşunun tersine çevrilmesi, 2015 yılına kadar sağlıklı içme suyuna sürdürülebilir erişimi olmayan insanların oranının yarıya indirilmesi ve 2020 yılına kadar gecekondu ve kenar mahallelerde yaşayan en az 100 milyon kişinin hayatının önemli ölçüde geliştirilmesi olarak özetlenmektedir. Burada amaçlanan, insanların en temel ihtiyaç kaynaklarının devamının kesilmemesinin garanti altına alınması ve herkesin bu hususta duyarlılıklarının arttırılmasıdır. Sanıyorum ki BM; gecekondu ve kenar mahallelerde yaşayan insanların yanı sıra sokakta yaşayan evsizlere de bu madde altında yer vermiş olmalı. Muhakkak ki, düzenli şehirleşme ve kaynakların bilinçli kullanımı, israfın önlenmesi eğitim ile gerçekleşen bir aşamadır. Buna ulaşabilmek için de, BM ülkelerinin belediyelerine büyük roller düşmektedir. Her vatandaşın konuyla ilgili bilgilendirilmesi kesinlikle gerekir.

* Kalkınma için küresel bir ortaklık kurulması

Maddelerin sonuncusu ve en kapsamlılarından birine geldik. Kurallara dayanan, önceden kestirilebilir ve ayrımcı olmayan bir açık ticaret sistemini ve finansal sistem geliştirmeyi, ulusal ve uluslar arası kapsamda iyi yönetişim, kalkınma ve yoksulluğu azaltma taahhütlerini içeren bu hedef bu kadarla sınırlı değil.

Bunların yanı sıra bu madde, az gelişmiş ülkelerin ihtiyaçlarına cevap verilmesi, bu ülkelerin ihracatları için gümrük ve kota sınırları olmaksızın erişimi, çok borcu olan yoksul ülkeler için geliştirilmiş borç hafifletilmesini, ikili resmî borçların silinmesini ve yoksulluğu azaltmayı taahhüt etmiş ülkelerin daha cömert kalkınma yardımı yapmalarını da içerir.

Karayla çevrili ülkelerin ve gelişmekte olan küçük ada ülkelerinin özel ihtiyaçlarına cevap verilmesi; borçları uzun dönemde sürdürülebilir kılmak için ulusal ve uluslar arası tedbirler yoluyla gelişmekte olan ülkelerin borçlarıyla kapsamlı bir biçimde ilgilenilmesinin de ön plana çıktığı bu hedef, eğer gerçekleşirse, dünyanın cennetten bir bahçeye dönüşeceğini söylemek de mümkün.

Bin yıl kalkınma hedeflerinin tamamının gerçekleşmesi durumunda, muhtaç ülkelerin şartlarının iyileştirilmesi ve refah seviyelerinin arttırılmasına katkıda bulunulmasının yanı sıra; dünyayı günümüzde tehdit eden büyük problemlerden de kurtulabileceğimizi görmekteyiz. Bu hedeflerin gerçekleşmesi için ise sadece üst düzey yetkililerden, hükümetlerden farklı beklentiler içinde olmakla değil, kendi başımıza atıp, değişiklik yapabileceğimiz adımları atmamızla kolaylaşır.

Herkesin öncelikle birey olarak ve sonra da aileden mahalleye, belediyeden şehre, şehirden bölgeye ve bölgelerden ülkeye kendi sorumluluklarımızı bilip, duyarlı davranmamız neticesiyle bin yıl kalkınma hedeflerinde en azından ülkemiz adına büyük yol kat edeceğimize inanıyorum.

Bin yıl kalkınma hedeflerine ulaşılması ve insanların bu konuda bilgilendirilmesi amacıyla, çeşitli organizasyonlar düzenlenmektedir. 1999 yılından beri dünyanın farklı ülkelerinde, yüzlerce gencin katılımıyla gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmekte olan, Dünya Gençlik Kongreleri (DGK yahut WYC) de bunlardan biridir. DGK 2008, 10–21 Ağustos tarihleri arasında Quebec, Kanada’da gerçekleştirilecektir.2 DGK 2010 ise, e-gençlik derneği öncülüğünde ve hükümetin eşgüdümlü çalışmalarıyla 31 Temmuz–13 Ağustos tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilecek.3

Dünya Gençlik Kongreleri ve Kanada kongresinin detayları ve ilk günleri ile ilgili görüşlerimi, Allah’ın izniyle, dünyanın dört bir yanından her dil, din, ırk ve etnik altyapıya sahip yüzlerce gencin katılacağı DGK 2008’e Türkiye’yi temsîlen katılan 15 kişiden biri olarak gideceğim Quebec’ten bildireceğim.

Kaynakça:

1. http://www.undp.org/mdg/basics.shtml

2. http://www.wyc2008.qc.ca/about/goals.php

3. http://www.e-genclik.net/joomla/dmdocuments/Dunya-Genclik-Kongresi-V%20.pdf

05.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Topkapı Sarayı’nda Kutsal Emanetler’e saygısızlık!...



Uzun bir aradan sonra, geçtiğimiz hafta Topkapı Sarayı’nı ailece gezmeye gitmiştik. Her bir eserin önünde durup, san'atı ve san'atçısını takdir ederken bir yandan da sahip olduğumuz bu müthiş değerlerin pek de farkında olamamamıza hayıflandım. Ancak doğrusu görmeyi sabırsızlıkla arzuladığımız Kutsal Emanetlerin sergilendiği bölüme yaklaştıkça, ailece heyecanımızın en üst seviyeye çıktığını hissediyorduk. Aman Allah’ım! İşte adeta farklı bir dünyaya ait olduğunuzu hissettiren Mukaddes Emanetler. İki cihan sevgilisinin mübarek Sakal-ı Şerif’i orada duruyor. Hırka-ı Saadet’inin muhafazası da yanında. Şu da o güzeller güzelinin ayak izi. Az ilerde de kullandığı 3 adet kılıcı var. Hayatta en yakınında oldular şimdi de kılıçları yine yanı başında: Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in Hz. Osman’ın, Allah’ın Arslanı Hz. Ali’nin ve sahabenin kılıçları. Hz. Musa’nın asası da orada. Daha nice hayranlıkla izlediğimiz bakakaldığımız mukaddes hatıralar. İnsanın hiç çıkası gelmiyor, ama sıra halinde ilerleyen pek çok ziyaretçiyi de düşünmek zorundayız. Elbette bu ziyaretçilerin hepsi Müslüman değil. Pek çok yabancının da ilgisini çekiyor bu eserler. Ancak problem de burada başlıyor. Eserlerin sergilendiği bu bölümün kapısında “içeriye uygun olmayan kıyafetlerle girmenin yasak olduğu” belirtilmesine rağmen ne yazık ki bunu dikkate alan kimse yok. Yabancıların da bu eserleri görmesi uyandıracağı etki açısından elbette iyi bir şey. Ancak Müslümanlarca bunca değer verilen o mübarek hatıraların eserlerin bulunduğu, sürekli hafızların Kur’ân-ı Kerim okuduğu bir mekâna gelen herkesin başta kıyafetlerine ve davranışlarına dikkat etmesi gerekir. Sokakta giyilmesi bile uygun olmayan açık kıyafetlerle yerli ya da yabancı kim olursa olsun böyle bir mekâna girmesi kabul edilemez. Görevlilere yaptığım uyarıya karşın bana söyledikleri şuydu “ Haklısınız ama ne yapalım kimse bizi dinlemiyor ki”. Maalesef yaptıkları tek uyarı ise fotoğraf çekilmesini engellemeye çalışmalarıydı. Bu durum içimi çok acıttı.

Şu anda bile yazıyı yazarken aynı üzün

tüyü yaşıyorum.

Topkapı Sarayı Müzesi Müdürlüğü’nü halen ifa eden değerli bilim adamı Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu ana kadar yaptığı önemli ve başarılı çalışmaları ortada. Kendisi zaten kamuoyunun takdir ettiği bir bilim adamımızdır. Eminim ki İlber Bey, bu durumdan haberdar olduğu takdirde bizden de çok üzülüp, kendisine Müslümanın diyen herkesi rencide eden bu vahim yanlışı düzeltmek için gerekli tedbirleri alacaktır. Topkapı Müzesi yetkililerinin bu konuda alacağı tedbirler ve iyi haberleri yine bu köşede yazmak beni ve herkesi eminim çok memnun edecektir.

Geçmiş zaman olur ki...

Eskiler boşuna dememiş “Ummadığın taş baş yarar” diye. Herhalde bu söz aşağıda nakletmeye çalışacağım hatıra için söylenmiş olsa gerek. Dışarıda görüp “Canım müzikten, san'attan ne kadar haberdardır ki “gibi önyargıyla yaklaştığınız kimseler yeri gelir sizi mahcup edebilir. Aşağıdaki hatıra aynı zamanda geçmişten bugüne toplumumuzdaki müzik anlayışı ve kalitesindeki düşüşü göstermesi bakımından da bence kayda değer. Neyse sözü fazla uzatmadan değerli mûsıkîşinas İsmet Elbaşı’ya kulak verelim:

“O yıllarda Şan Sineması’nda konserler verilirdi. Koronun şefi de rahmetli Münir Nurettin Selçuk olurdu çok zaman. Bu konserleri radyolar naklen verirdi. Mevkii, kültür birikimi ne olursa olsun herkes naklen verilen o konserleri zevkle dinlerdi, ağır gelmezdi.

Bir gün Şan Sinemasının konserini önceden haber veren afişinde Dede Efendi’nin Rast makamındaki Kar-ı Natık’ının icra edileceğini okudum. O güne kadar Kar-ı Natık’ın ne olduğunu bilmiyordum. Öğrenmek için Agâh Dede’ye gitmeye karar verdim. Kapıdan girip selâm verdim. Kar-ı Natık’ın ne olduğunu sordum, Dede anlatmaya başladı. Kar muhtelif makamlardan mürekkep (bir araya gelen) eserlere deniyordu. Kar-ı Natık ise eserdeki makamların isimlerinin de güftenin içinde yer alması idi. Sohbetin en heyecanlı yerinde iri cüsseli, kaba görünümlü bir adam içeri girdi ve selâm verdi. Konuya muttali olunca da ne Kar-ı Natık mı?” dedi. Adamı yılardır tanıyordum. Kırmızı yüzlü, seyrek dişli çok gülen biri idi. Caddenin üzerinde marul, kıvırcık, yeşil sebze satardı. Adam içeri girince canım sıkıldı. İçimden “nereden çıktı bu adam, mûsikîyle, şiirle hiçbir ülfeti olmayan alt tarafı soğan salata satan biri’ diye düşünürken adam hafifçe mırıldandı, arkasından “Rast getirip fend ile seyretti hümayı” diye Kar-ı Natık’ı okumaya başladı. Doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Adam eseri yarıya kadar okudu, sonra “unutmuşum” dedi. Yıllardır hiç okumadığına esef etti. Gözleri de oldukça terlemişti. O gün bambaşka bir duygu yaşadım. Hergün gördüğüm sıradan bir insanın hiç tahmin etmediğim bir yönünü öğrenmiştim.

Tarihten Yapraklar

Musavver Hale

Mûsikî-i Osmanî Mektebi Ders Nazırı ve Heyeti Umumiye Muallimi İsmail Hakkı Bey tarafından gönderilmiştir:

Musavver Hale Gazetesine ihda ettiğim şu eserin iki büyük kıymeti vardır: Birincisi büyük padişahlarımızdan Sultan Beyazıd-i Veli Hazretlerinin ahlâfına bir yadigârı olması ikinciside (Farabî) ile hemasır bulunan padişahın eseri olmak itibarıyla Türk Kavminin Fenn-i Mûsikîdeki muvaffakiyetlerine mebde teşkil etmiş bulunmasıdır.

Padişah-ı muşarünileyh Hazretlerinin müessir asarıda sırası geldikçe ve huruf-i Heca tertibiyle gönderilecektir. Hale.

Aynen dercettiğimiz bu varaka ile peşrev ve semai hakkındaki mütalâamızın gelecek nüshamızla Vazülenzar Karin okunması mukarrerdir.

Gönülden Dile

“Kapısını kurcalayan her yabancı değere in misin cin misin diye soruşturmadan buyur etmek, cemiyet adına çekilecek üzüntülerin ve düşülecek telâşların en haklılarından biridir. ” Sâmiha Ayverdi

05.08.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Ahmet DURSUN

Faydacı siyasetin sonuçları



Amerika başkanlarından Roosevelt’in yüksek mahkeme ile arasında çıkan bir çatışma sonrasında söylediği “anayasayı mahkemenin elinden kurtarmalı” sözü, bizim gibi antidemokratik ilkeler içeren bir anayasaya sahip ülkeler için çok daha geçerli bir söz olmalı. 22 Temmuz seçimlerinin üzerinden bir yıl geçti; ancak Türkiye’nin gündemini son iki yıldır temel meseleler yerine yüksek yargı meşgul ediyor. 367 krizi, başörtüsüyle ilgili düzenlemenin iptali ve son olarak da kapatma dâvâsının sonucunu belirleyecek olanın yine AYM olması Türkiye’de bir yargı iktidarından (juristokrasi) söz edilmesine yetti. Nihayetinde AYM kapatma dâvâsını geçen hafta sonuçlandırdı.

AKP kapatılamadı. Umur Talu, AKP’nin neden kapatılamadığının fotoğrafını çok iyi çekmişti geçen haftaki yazısında. Buna göre “AKP’nin ABD gölgesinde rasyonel bir politikacı olması”, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları için “Türkiye’de askerî müdahaleci, darbeci maceralara mesafe koyma” isteği derin bir mutabakatla bu sonucu ortaya çıkarmıştır. CNN’in kararın açıklanmasından üç saat önce dâvânın sonucunu bildirmesi de bunun göstergesiydi. Netice olarak siyasî olan bir dâvânın sonucunu iç ve dış siyasetin dinamikleri etkiledi ve AKP direkten döndü. Sadece bir üyenin oyu; bir ülkenin, belki de bu derin mutabakatın, kaderini belirledi.

Bundan sonra neler olacak? Bugüne nasıl gelindiği sorusu geçmişi kurcalamak adına değil, geçmişten ders çıkarmak ve bundan sonra ne olacağını kestirebilmek adına önem kazanmaktadır. Bu noktaya gelinmesinde AKP iktidarının faydacı siyaset anlayışının önemli rolü olduğunu düşünüyorum. 2002-2004 yılları arasındaki AKP, hürriyetçi-liberal politikalar izleyerek AB yolunda önemli adımlar atan, demokratikleşme taleplerine cevap vermeye çalışan bir görüntüdeydi. AKP’nin birçok kesimde sempati uyandıran bu adımları siyasette ve ekonomide yüz güldüren gelişmeleri netice vermişti. Sonraki dönemde ise AKP’nin, hangi saiklerle olduğu bilinmez, devletçi geleneğe yaslandığını, milliyetçi politikalara ağırlık verdiğini, kabadayılaşarak AB karşıtlarının elini güçlendirdiğini, demokratikleşme taleplerine karşı faydacı bir siyaset ürettiğini görürüz. Bu faydacı siyaset anlayışının 367 krizini doğurmasından sonra uzlaşma mesajları veren AKP, bu krizden 22 Temmuz’da güçlenerek çıkınca kendisini bu sürece götüren antidemokratik yapılarla mücadele etmek yerine faydacı siyasetine geri dönüverdi. Bu da çok önemli bir hata idi. 22 Temmuz gecesi toplumun bütün kesimlerini kucaklayıcı mesajlarla sivil anayasa sözü veren Başbakan’ın konjonktür müsaitken bu sözünde durmaması, başörtüsü meselesine de “siyasî fayda” anlayışıyla yaklaşması yeniden bir yargı krizine yol açmıştı. Başörtüsü meselesi üzerinden hürriyetlere bakmayı tercih eden AKP, hak ve hürriyetlerin tamamı üzerinden hareket ederek bu meseleye eğilebilseydi, sivil anayasa sözünü tutsaydı bugün çok farklı şeyler tartışıyor olacaktık. AKP’nin yüzde kırk yedilik oyuna çok fazlaca güvenmesi, devletçi yaklaşımlarını sürdürerek—Başbakanın futbolcu kişiliğine uygun olarak—türbinlere oynaması, Süleyman Soylu’nun ifadesiyle AKP’nin demokrasiyi de istismar ettiği sonucunu ortaya çıkardı. Bu istismar demokratikleşmenin ötelenmesine yol açmış, siyasetin alanını daraltmış, kadim sorunların çözümünü belirsiz tarihlere ertelemiş, böylelikle Türkiye’nin kaderi bir üst iktidarın (yüksek yargı) inisiyatifine bırakılmıştır.

Haşim Kılıç kapatma dâvâsının sonucunu açıklarken yaptığı açıklamada bunun ipuçlarını sunarak yargı üyelerinin de bu durumdan rahatsız olduğuna dikkat çekti ve anayasa değişiklikleriyle işlerin bu noktaya gelmeden çözülmesinin önemine değindi. Kılıç, adeta “Anayasayı yüksek mahkemenin elinden kurtarın” der gibiydi.

Bundan sonrası için şunları önerebiliriz: AKP bir iç muhasebeyle 22 Temmuz akşamına geri dönmeli, faydacı siyaset gütmekten vazgeçip kaybedilen yılların telâfisini sağlamaya çalışmalıdır. Bu noktada ‘AKP bu gücü kendinde bulabilecek midir?’ sorusu da önemlidir. Çünkü, son bir yılda iktidar partisi—en güçlü olduğu bir dönemde— çok güçsüz bırakılmış ve yıpratılmıştır. Şöyle ki: AKP hak ve hürriyetleri işmam eden temel meselelerde—meselâ sivil anayasa sözünde—artık, derin mutabakat izin vermediği sürece, elini dahi kıpırdatamaz. Zira toplumsal ve siyasi mutabakatın en yüksek olduğu 22 Temmuz ertesinde işi savsaklayan AKP, bu kapatma dâvâsından sonra—üstelik çetrefilli bir karardan sonra—o gücü artık kendinde bulamaz.

Yargı kararları ve mağduriyetlerin yerine; zamların, ekonomik sıkıntıların, siyasetin konuşulduğu normal bir erken seçim en makul çözümlerden birisi gibi gözükmektedir. Ancak AKP, bahsi geçen mutabakatın gereğini yerine getirme(me)k uğruna seçime gider mi? Bunu da zaman gösterecek.

05.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Konjonktürel karar”a karşı



Ankara’daki genel kanaat şu; Anayasa Mahkemesi AKP’yi “konjonktürel” olarak “kapat(a)mamış”; ancak siyasî irâdeye koyduğu örtülü kayıtlarla “kapatmadan daha beter” etmiş. Lehte ve aleyhteki bütün yorumcuların ortak görüşü bu.

Doğrusu “karar”, siyaseti dar bir alana hapsedip âdeta mahkûm etmiştir. Siyasetin her şeyden önce bu durumu aşması gerekmekte. Aksi halde “vesâyetli siyaset”, “ehlileştirilmiş” ve “dersini almış” bir siyasî iktidarla daha da içinden çıkılmaz bâdirelere sürüklenecek…

Görünen o ki, tamamına yakın bir çoğunlukla AKP’yi “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olarak gören Mahkeme’nin 6’ya 5 oranıyla “7 sayıyı tutturamaması” sonucu Hazine yardımı cezâsının kesilmesiyle aldığı “kapatmama kararı”, siyasî istikrarsızlıkla daha da azacak problemlerin ağırlığından kaçınmasından…

“GİZLİ VESÂYET” AŞILMALI…

Ekonominin kırılmalarla “kriz sinyalleri” verdiği ortada. Bir yıl içinde yüzde 44’leri bulan son elektrik zammından sonra doğal gaza yüzde 18’e varan zamlar bütün mallara yansıyor. Gayr-ı resmî gerçek enflasyon özellikle gıda ve diğer zarurî kalemlerde yüzde yüzleri geçmiş. Otomatiğe binen zamların nerede duracağı belli değil.

Bu arada IMF ile yeni bir stand by anlaşmasına gidiliyor. Türkiye’nin dış politikası, âdeta ABD eksenli politikalara endekslenmiş; “küresel gücü” temsil eden Bush ve neoconların giderayak İsrail’le birlikte Müslüman komşu İran’a saldırı plânları devrede.

Bir buçuk milyon insanın katliyle içinden çıkılmaz kaosa dönüşen Irak’ta Türkiye ve bölge ülkelerine rağmen dayatmalar devam ediyor.

Keza Kuzey Irak emr-i vakisinden sonra şimdi de Bağdat’tan koparılıp Erbil’deki yerel yönetime bağlanması oldu bittisiyle “Kerkük’ün statüsü” gündemde. Sınır dışı ve sınır içi “terör operasyonları” sürüyor.

Diğer yandan AB ile müzâkere süreci âdeta tıkanmış. 32 başlıktan ancak 8’i açılmış; demokratikleşme ve özgürlüklerde kararlı ve ciddî adımların atılması gerekiyor. Özellikle inanç ve ifâde özgürlüğünde sıkıntılar yaşanıyor. Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var; temel hak ve hürriyetlerle Ankara’nın alacağı daha çok yol var…

İşte böyle bir ortamda Mahkeme, Türkiye’nin siyaseten belirsizliğe itilmesiyle kargaşaya açık bir süreci göze alamadı. “Güngören patlaması” benzerî katliâmlarla ülkenin daha da istikrarsızlığa itilmesinin vebâline karşılık kendince “orta bir yol” buldu.

Bütün bunları, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın, “kısa karar”ı açıklamasındaki, “Önümüze gelen dâvâların ekonomik, sosyal ve siyasî önemi nedeniyle, dâvânın bir an önce sonuçlanması gereğini gözardı edemezdik; biz de bu ülkede yaşıyoruz, buna dikkat ettik” cümlesinde okumak mümkün.

Neticede Mahkeme, iktidar partisini “kapatmadı.” Lâkin Başkan’ın, “bu dâvânın ne kadar önemli olduğunu görmemezlikten de gelemezdik” sözüyle etrafını kuşatarak özellikle laiklik çemberine giren inanç ve mânevî değerlerle dair özgürlüklerle ilgili gizli bir vesâyet altına aldı. AKP iktidarı bu “gizli vesâyet”i aşmalı…

“VİRA SİYASET!”İN ANLAMI…

Belli ki Mahkeme, demokratik mülâhazalardan ziyâde “kapatma”yla doğabilecek ağır yükü yüklenmekten çekindi. AKP’yi ise, “kısa karar”da açıkça okunduğu gibi, Türkiye’nin iç ve dış devâsa problemleriyle karşı karşıya bırakıp siyaseten yıpranması taktiğini tercih etti.

Gerçi Mahkeme Başkanı, açık açık “bu tür dâvâlarda karar vermede çok ciddî sıkıntı çekiyoruz” dedi. Çağdaş ve demokratik ülkeleri örnek vererek, “daha dâvâ açılmadan, uzlaşma içinde kararların alınmasını arzu ederdik” diye konuştu. Siyasî partilere seslenerek, “bu konuda rahatsızlık varsa, topluma ters gelen anayasa değişiklikleri varsa, bunların sür'atle gerçekleştirilmesini istiyoruz” temennisini aktardı.

Ne var ki, salt parti kapatmayı zorlaştıran “anayasal ve yasal pansumanı”nın Türkiye’nin önündeki demokratikleşme ve özgürlükler sorununun tedavisinde yetersiz kalacağı herkesin mâlûmu.

Siyasetin demokratikleşmesi için evvelemirde siyasî partiler ve seçim kanununun değişmesi gerekiyor. Başta yargı reformu, inanç ve ifâde özgürlüğünün demokratik standartlara kavuşturulması olmak üzere diğer AB’ye uyum yasalarının bir an evvel çıkarılıp uygulamaya geçilmesi icâp ediyor.

Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun “Vira siyaset!” dediği bu. AKP siyasî iktidarı, bunu fırsat bilip Meclis açılır açılmaz vakit geçirmeden “demokratikleşme” çabasına girmeli.

Millet, “konjonktürel karar”a karşı emânet ettiği irâdenin hakkı olarak, siyasî iktidardan hakkını ve hukukunu “korumasını ve kollamasını” bekliyor…

05.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hicaz’da olsam gelmem lâzımdı!



‘HİCAZ'DAKİ dini perestroika’ yazısının birçok tedaileri oldu. Bu makamda Bediüzzaman’ın bir sözü aklıma düştü yeniden: “İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var... (Tarihçe-i Hayat, Sayfa 441)” Daha önceki yazılarımda temas etmiştim. Cezayir’in Beşir İbrahimi gibi alimleriyle birlikte efsanevi Cemiyetü’l Ulema’ul Müslimin kurucularından olan Abdulhamid Bin Badis de aynı ifadeleri kullanmakta idi. O da kendisini Hicaz’a götürmek isteyenlere karşı aynı argümanı kullanmıştır. Bilindiği gibi, Cumhuriyetin tesis yıllarında birileri Bediüzzaman’ı İran’a veya başka yerlere hicret için teşvik ediyorlar. Bu teşvikler karşısında Bediüzzaman esnemeyerek bilaperva meşhur sözünü söyler. Elbetteki Botanlı ulemadan Molla Ramazan gibiler ve onun ötesinde Şeyhülislam Mustafa Sabri gibiler bu vatanı terkettiler. Ama mazeretleri vardı. Elbette onların da kalpleri ve gönülleri burada kalmıştır ve onlar da gittikleri yerlerde İslâm’a ve Müslümanlara hizmette kusur etmezler. Hatta destanımsı bir mücadele verirler. Bununla birlikte Bediüzzaman anlayışı ribat yani bir nevi nöbet tutma anlayışıdır. Elbette nöbetçi çoksa bazıları bu görevden feragat edebilir ve hizmetini başka alana kaydırabilir. Fakat Bediüzzaman ahirzamanda burasını adeta Filistin’in ve Şam’ın bir parçası olarak ‘ardu’r ribat’ yani nöbet diyarı olarak görmüştür. Bundan dolayı zaviyeden zaviyeye sürülse de bu diyarı terkedememiştir. Ulema için farz-ı kifaye ama bir yönüyle; ‘en nefiru’l amm/genel seferberlik’ hükmüyle de farz-ı ayn olan bu görevini ikame için bu vatanın sınırlarını terketmemiştir. Devran dönmüş ve zamanla bu ülkede de İslâmî faaliyetler ve hizmetler yeniden intişar ve inkişaf etmiştir. Her yönde bunun eser ve tesirlerini görebiliyoruz.

***

Elbette Bediüzzaman’ın yaptığı bir hamiyet-i diniyye ve şehamet-i imaniye destanıdır. Bundan şüphe edilemez. Bu topraklarda ilmin ve imanın bekçiliğini yapıyor. Murabıt ve alperen olarak manevi cihadını sürdürüyor. Elbette Bediüzzaman’ın hicret etmemesi ve burada kalması tek sebebe bağlanamaz. Sözünü ettiği şekilde iman hizmetlerine en ziyade muhtaç bu topraklar olsa bile bu ikamette başka hikmetler de aranmalı. Zira Türkiye, yaşadığımız çağ itibarıyla İslâm’ın ve İslâm dünyasının harman yeridir. Esasen yüzyıllardır Türkiye ve bu topraklar, İslâmiyetin küresel merkezidir. Bundan dolayı merkezi tamir etmek; ziyade ihtiyaçla birlikte en fazla gözetilmesi gereken unsur ve faktörlerdendir. 20’nci yüzyıl İslâmiyetin ve Müslümanların cezalandırıldığı ve bir ceza yüzyılı olduğu için herkes kendi nisbetinde ve çapında bu dalgaya maruz kalmıştır. Madem ki Anadolu ve Türkiye İslâmiyetin merkezidir öyleyse merkezin tamiri herşeyden daha kıymetli ve herşeye racihtir. Hicaz’a hicret bile bunun yanında racih değil mercuh bir hüküm ve karardır. Bununla birlikte, Bediüzzaman bizzat Ahmet Ramazan gibilerini köprü noktasında nasıl Suriye ve Irak’a göndermişse aynı şekilde Ali Ulvi Kurucu Bey’in de Hicaz’daki durumu bu örneğe hamledilebilir. Ali Ulvi Bey gibiler de aynen Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi yaşadıkları topraklarda dinin garip kalması karşısında hicretten başka çare düşünememişlerdir. Elbette bu anlayışa göre dinleriyle firar ettiklerinden dolayı mazurdurlar. Zaten hizmetler daha sonra birbirine kavuşmuştur.

***

Bununla birlikte, yeni bir döneme doğru yol alıyoruz. Şimdi atılan tohumların hasat zamanı. Mustafa Sabri, Ali Ulvi Kurucu gibilerin temsil ettiği gureba (ahirzaman garipleri, yurtsuzları) neslinden, ferec nesline doğru gidiyoruz. Arabistanlı Hasan gibiler de bunun muştusu. Yani artık hicret tersine döndü.

05.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır