17 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz


Süleyman KÖSMENE

Şuur ve iman şuuru üzerine


A+ | A-

Kevser Hanım: “Dördüncü Şuâ’da geçen ‘İman Şuuru’ hakkında bilgi verebilir misiniz? İmanda ne gibi dereceler vardır?”

“Şuur” Arapça “şeare” kökünden gelmiş bir bilinç ifadesidir. Görüş, biliş, seziş, ince duyuş, derin kavrayış, anlayış, feraset, basiret mânâlarına gelmektedir. “Şa’r”, “Eş’âr”, “Şeair”, “Şiir”, “Şair”, “Şuur” aynı kökten gelen farklı türevlerdir. “İlk bakışta bilince takılan ve görünen” mânâsında insan ve hayvan vücudundaki saça ve kıla “şa’r” denmiştir. Çoğulu “Eş’âr”dır. Ezan, oruç, başörtüsü, kurban gibi görülüp duyulduğunda İslâmiyetin o yerde varlığının açık belirtisi ve mührü olan ve o bölgede Müslüman bulunduğunun alameti olan şeylere “şeair” denmiştir. İnce sezgilere, derin kavrayışlara “şiir” denmiştir. Derin kavrayış sahiplerine “şair” denmiştir. Fakat zamanla şiir ve şair belirli bir alana has isim olarak kalmıştır. Derin sezgileri belirli bir ölçü ve vezin ile nazmetmeye ve nazmedilen şeye “şiir”; derin sezgilerini vezinli ifadelere dökme becerisine sahip olanlara “şair” denmiştir.

“Şuur” kavramı Kur’ân’da da geçen kavramlardandır: “Onlar Allah’ı ve iman edenleri aldattıklarını sanırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar da işin şuurunda değillerdir.”1 Diğer bir âyet: “Gerçek şu ki; gerçekten, asıl bozguncular bunlardır, ama onlar bunun şuurunda değillerdir.”2 Diğer bir âyet: “Allah’dan başka taptıklarınız ise hiçbir şey yaratamazlar, hâlbuki kendileri yaratılıp duruyorlar. Onlar, diri olmayan cansız varlıklardır! Ne zaman dirileceklerinin de şuuruna varamazlar.”3

Peygamber Efendimizin (asm): “Mü'minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuru ile bakar”4 hadisi, mü’minin iman şuurunu, ince görüş ve sezişini, yüksek ferasetini ifade eder. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri “Şuur-u imanla bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taallûk eden ef’âlde, esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peydâ ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visâl var olduğunu bildim”5 ifadesinde şuur kelimesini feraset ve ince duyuş olarak kullanıyor. Bediüzzaman Hazretleri cinleri, insanları, melekleri ve ruhanileri külli şuur sahibi varlıklar olarak nitelendiriyor.6

Bediüzzaman’a göre hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Şuur ve his hayattan süzülmüş hayatın bir özüdür. Akıl, şuurdan ve histen süzülmüş şuurun bir özüdür. Ruh ise, hayatın halis ve safi bir cevheridir. Bediüzzaman kâinatın şuuru ile Peygamber Efendimizin (asm) risaleti arasında sıkı bir bağ kurar ve der ki: “maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”7

İmanî meseleleri kavramada üç farklı şuur derinliği vardır:

1- İlme’l-yakin (Akıl ile algılama): Bu mertebede iman taklidden tahkike geçer. Yani iman, aklın derin kavrayışı ile elde edilen marifetler ve bilgilerle olgunlaşır.

2- Ayne’l-yakin (Göz ile görme yolu): Şuur kâinat bahçesini incelemeye devam eder. Gördüğü her varlığı, şahit olduğu her yaratığı incelemeye alır. Allah’ın isimlerinin tezahürlerini gözle inceler ve görüp idrak eder. Bu idrak imanda yüksek inkişaflar ve açılımlar meydana getirir. Bu olgunlaşma ve şuurun yükselme sürecine “ayne’l-yakîn” denmiştir. Çünkü imanda görürcesine bir aydınlık ve genişleme başlamıştır.

3- Hakka’l-yakin (Gerçeğini yaşama yolu): Şuur, kâinat bahçesinden iman balını toplamaya devam eder. Yaşanan birçok iman nüktesini derinliğine kavrar. İmanın hakikati yaşanırcasına açılmaya başlar. Bu mertebe çok yüksek bir iman mertebesidir. Bu mertebede îmânî olgunluk yaşanarak şuura ulaştığından, buna hakka’l-yakîn mertebesi denmiştir. Bu mertebedeki imanla insan Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz. Kâinata meydan okuyabilir.

Dipnotlar

1- Bakara Sûresi: 9.

2- Bakara Sûresi: 12.

3- Nahl Sûresi: 20, 21.

4- Tirmizi, tefsiru sureti 15, 6.

5- Şuâlar: 65.

6- Şuâlar: 558.

7- Lem’alar: 329.

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Dost istersen Kur'ân yeter


A+ | A-

Şeytan değişik taktikler uygulayarak kötü, çirkin, olumsuz şeyleri güzel gösterir. Değişik baskılar uygulayarak rûhî ve kalbî rahatsızlıklara iter. Kur’ân insanın imdadına koşarak şeytanın vesveselerini yok eder. İnsanın imdadına Kur’ân’ın cihanşumûl/evrensel mesajları yetişir:

“Biz, Kur’ân’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifâ ve rahmettir.” 1 “O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifâdır.” 2

Allah Rasûlü (asm), “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin, şüphesiz ki şeytan, içinde Bakara Sûresi okunan evden kaçar” buyurarak Kur’ân okumayı teşvik etmektedir. Şeytanın şerri, vesvese ve desiselerinden korunmak için başta Felak, Nas ve İhlâs Sûreleri okunur. Mânâlarını anlayarak okumanın daha etkili olacağı şüphesizdir.

Yüce Peygamber (asm) bu cepheden bir rahatsızlık duyduğunda ve her gece yatmadan önce bu üç sûreyi okur; ellerine üflerdi. Ardından başından başlayarak aşağıya doğru ellerinin ulaştığı her yerini sıvazlardı. Bunu üç kere tekrarlardı. Bizi şeytanın desise ve oyunlarından halâs edecek Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîftir. Çünkü Kur’ân;

* Şu büyük kâinat kitabının ezelî bir tercümesi;

* Şu gayb/metafizik ve şehâdet/maddî âlemler kitâbının müfessiri, yorumcusu;

* Zeminde ve gökte gizli İlâhî isimlerin (Esmâ-i Hüsnâ’nın) mânevî hazînelerinin keşşâfı/açıklayanı, keşfedeni;

*Hâdiselerin satırları altında saklı hakikatların anahtarı;

*Gördüğümüz şu dünyada; görmediğimiz âleminin dili;

*Şehâdet âleminin perdesi arkasında olan gayb âlemi cihetinden gelen sonsuz Rahmânî iltifat ve ezelî hitabının hazînesi;

*Ahiret âleminin mukaddes haritası;

*Şu insaniyet âleminin terbiye edicisi;

*Büyük insaniyet olan İslâmiyetin su ve ziyâsı, ışığı; insanlığın hakiki felsefesi;

*İnsaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi/aydınlatıcısı ve hidâyete erdiricisi;

*Ve insana hem bir kitab-ı kanun, hem bir kitâb-ı duâ, hem insanın bütün mânevî ihtiyaçlarına mercî olacak çok kitapları ihtivâ eden tek, câmi’ bir kitâb-ı mukaddestir.

*Kur’ân; en büyük makam arştan, Allah’ın en büyük isimden, her ismin en büyük mertebelerinden geldiği için bütün âlemlerin Rabbi (atomdan galaksilere kadar ucu bucağı olmayan her şeyi terbiye etmesi) itibâriyle, Allah’ın kelâmıdır.

*Melek ve ins ü cân için makbul bir kitâb-ı semâvîdir. 3

*Kur’ân öyle kitap ki, kaideleriyle âlemin yaratılışının kitabından kader eli ve hikmet kalemiyle yazılmış mektup; geçerli olan İlâhî, ince, derin kanunları açıkladığından; adâletli hükümleriyle insanlığı düzen, ölçü/denge ve yükselmesine kefil-i mutlak/tam kefil ve her yönden üstad olmuştur.

*Deccala, şeytana ancak Kur’ân nûrlarıyla karşı konulabilir.

*Kur’ân, bütün insanlara ve hattâ dinsizlere de rahmettir.

*Kur’ân kendisine hizmet edenleri korur.

*Dost isteyene Kur’ân yeter.

*Kur’ân-ı Hakimin her harfinin okunmasıyla öyle bir kıymeti olur ki, bir harf, on, yüz, bin ve binler sevabı ve baki meyve-i uhreviyi verecek mahiyettedir.

*Yalnız kıraatinde herbir harfinin on, yüz, bin ve binler ve eyyam-ı mübarekede otuz bine kadar sevab-ı uhrevî ve meyve-i Cennet verir.

Dipnot:

1- Kur’ân, İsra, 82;

2- Fussılet, 44;

3- Sözler, s. 330-331

17.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sorulara cevaplar (6)


A+ | A-

5816 sayılı Koruma Kànunu

Suâl: Atatürk'ü Koruma Kànunu olarak bilinen 5816 sayılı kànun, Demokrat Partinin eseri olarak biliniyor.

Bazı kimseler, gerek bu kànunu ve gerekse Anıtkabir'in yapılışını bütünüyle Menderes'e ve Demokrat Parti hükümetine mal ediyor.

Bu iddialar doğru mudur? Meselenin iç yüzü nedir, izah eder misiniz?

Cevap: Öncelikle ifade edelim ki, Anıtkabir'in yapılışı hakkında, ortalıkta çok eksik ve yanlış bilgiler dolaşıyor.

Bir kere, bu yapının inşasına 9 Ekim 1944 tarihinde başlanıyor. Devir Millî Şef devri; yani, tek parti zihniyetinin ülkeye hakim ve hükümran olduğu karanlık bir devir...

İnşaatı yedi–sekiz sene devam eden bu yapının açılışı 1953'te olmuş diye, tutup bunu DP'ye mal etmenin ciddiyetle bağdaşır bir tarafı yoktur.

5816'ya gelince....

Bir kere, Meclis'in aldığı her karar, Meclis'ten çıkan her kànun, bütünüyle bir başbakana, yahut onun hükûmetine mal edilemez.

Mal edilse, büyük hata olur. Zira, Meclis'in iradesi, bâzan başbakan ve hatta hükümet talebinin tam zıddı yönünde de tecelli edebilir.

Meselâ, 2003'te Meclis tarafından reddedilen "1 Mart Tezkeresi"ni hatırlayalım.

O tarihte Başbakanlık tarafından hazırlanmış olan tezkere metni aynen şu şekilde tanzim edilerek Meclis'e sunuldu: "Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silâhlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için hükümete yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi."

Netice ne oldu? Meclis, az bir farkla da olsa, bu tezkereyi reddetti. Türkiye'de bulunan ve bizim sınırlarımızdan Irak'a girmeye hazırlanan ABD askerleri apar topar topraklarımızı terk edip başka kapıya gitti.

Dikkat buyurun. O tarihte Abdullah Gül Başbakandı. Tayyip Erdoğan ise, tek başına iktidarda olan 361 üyeli AKP'nin genel başkanıydı.

Gül ile Erdoğan, var gücüyle yüklenmelerine rağmen, kendi üyelerini dahi ikna edemediler. O gün 533 milletvekili oylamaya katıldı ve 250 red oyu çıktı. Bu red oyları içinde tam 97 AKP'linin oyu vardı. Gerekli oranda kabul oyu çıkmadığı için, tezkere reddedilmiş oldu.

Şimdi, tutup bu neticeyi Başbakan Gül'e, Genel Başkan Erdoğan'a, yahut onların hükûmetine mal etmek doğru olur mu?

İşte, aynen bunun gibi, 1951'de çıkartılmış olan 5816 sayılı Atatürk'ü Koruma Kànunu da, bütünüyle Menderes'e veya onun hükümetine mal edilemez. Edilse, yanlış olur.

Neticede bu kànun, Meclis'e aittir ve fakat, 487 sandalyeli Meclis'in dahi sadece 232 üyesinin kabul yönündeki oyuyla kesinlik kazanmıştır.

Aciptir ki, bu sayı Meclis aritmetiğinin yarısına bile tekabül etmiyor. Demek ki, işin içinde başka işler var.

Tutanaklar ve hatta küsûratına varıncaya kadar tüm teknik bilgiler meydanda.

İşte, o bilgilerin bir kısmı:

DP'nin üye sayısı 408. Anamuhalefet CHP'nin 69, MP'nin de 1 üyesi var. Bağımsızlar ise 9 kişi.

5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kànunun görüşülüp oylandığı gün, Meclis'teki oturuma 180 milletvekili katılmıyor.

Oylama sonucu ise, şu şekilde gerçekleşiyor: Oylamaya katılanlar 288, kabul edenler 232, reddedenler 50, çekimser 6.

Bu rakamlara bakarak ve daha bir yıllını ancak doldurabilmiş demokratik bir iktidarın nasıl bir sınavdan geçtiğini varın siz düşünün.

Düşünürken de, aynı dönemde sergilenen dehşetli bir provokasyonun etkilerini hesaba katmayı unutmayın.

Provokatörler iş başında

Koruma Kànununun gündeme gelmesinin sebebi, o günlerde yaşanan büst ve heykelleri kırma furyasıydı.

Ticaniler diye isim yapan bir grup, yurdun muhtelif yerlerinde, bilhassa Ankara ve çevresinde habire büst ve heykel kırıyor. Ulus Meydanındaki heykelin güpegündüz kırılması hadisesi, çok düşündürücüydü.

Sonradan, bu gruptan bazı şahısların CHP üyesi olduğu tesbit edildi.

Ancak, buna rağmen, CHP ve onun emir kulu gibi çalışan günün medyası, iktidardaki DP hükümetini suçluyordu.

İnönü, Menderes hükûmetinin irticayı cesaretlendirdiğini söyleyip duruyordu. Basın, bütün gücüyle DP'lilere yükleniyordu.

Bu işin bir provokasyon olduğunu ortaya çıkarmanın zorluğu ortadaydı. Zira, DP iktidarda olmasına rağmen, asker, basın ve bürokrasi hâlâ CHP'nin tesiri altındaydı.

Üstad Bediüzzaman'ın da ifadesiyle, Demokratlar iktidarda olmasına rağmen, Halkçılar bir cihette onlara galip durumdaydı. (Emirdağ Lâhikası, s. 386)

Ticanî meselesinin, doğrudan Demokratları yıpratmak ve halkın gözünden düşürmek için çıkartılmış olduğunu söylüyor ve bu cihetten gelecek zararın telâfisi için Demokratlarda bazı tavsiyelerde bulunuyordu: "Eskilerin lüzûmsuz keyfì kànunları ve sûi istimâlleri neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhûr eden Ticânî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlemi İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum..." (Tarihçe-i Hayat, s. 537. YAN, 1994)

Çare olarak, Demokratlara, Ayasofya'nın yeniden ibadete açılması ve Risâle–i Nur'un tam serbestiyeti için çalışması tavsiye ediliyor.

Demokratların bu tavsiyelere ne ölçüde uydukları ayrı bir müzakere konusu. Ancak, şu Ticanî meselesiyle heykel kırma hadisesinin, Demokratları sıkıntıya sokmak için tezgâhlanan bir oyun olduğuna şüphe yok.

Meclis'te Demokratların çoğu değil, ancak bir kısmı bu oyuna getirildiği için de, maalesef netice alınıyor.

Bununla beraber, 1951–60 yılı arasındaki 9–10 yıllık süreçte, 5816 sayılı kànun kadük kalmış, işlemez halde bırakılmıştır. Heykel kıran Ticanîler dışında kimse cezalandırılmamıştır. Kànunun fikir hürriyeti aleyhinde kullanılacak şekle sokulması, 1960 Darbesinden sonra olmuştur.

Son olarak, 25 Ekim 2009 tarihli zamanda Nuriye Akman'ın Av. Cüneyt Toraman'la yapmış olduğu röportajda yer alan bir iktibası aktararak noktalayalım: "Çok ilginç. O dönemde, 50 milletvekilinin red oyu vermesi. Meclis tutanakları, birçok milletvekilinin, böyle bir kanunun çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu gösteriyor. Demokrat Parti milletvekili Halide Edip Adıvar, diyor ki: 'Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk'ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk'e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsülü diye telakki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana."

(Devamı var)

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Abdullah ŞAHİN

Kudret kaleminden sıradışı bir çizgi


A+ | A-

Esir âlemini meydana getiren en küçük zerrelerden tutun da, kâinat kitabının en son noktasına kadar, her mevcut Sani-i Hakimin muhteşem san’at çizgileriyle münakkaş; Esmasının tecelli ve sonsuz güzellikleriyle alude…

Mevcudattaki Kudret Kaleminin nakış ve inceliklerini Kâinat Kitabının bir hülasası olan İlahi Kelâmı Kur’ân-ı Muciz-ül Beyanda satır satır işleyerek bizlere ders veren Yüce Yaratıcı “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır” (Al-i İmran Sûresi 3/190) buyurarak kâinat kitabını okumamızı emretmiştir. Müminlerin annesi Hz. Aişe validemiz, Hz. Rasulullahı en çok düşündürüp etkileyen ve ağlatan âyetlerden birinin bu âyet olduğunu belirtmiştir. Peygamberimiz bununla ilgili olarak, “Bu âyeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan kişilere yazıklar olsun” buyurarak kâinat kitabını okumamızı emretmektedir. Okunarak Sani-i Hakim ve Kadirin azamet ve kudretinin anlaşılması ve O’nun tazim ve tesbihi için açılan sayfaların her biri üstündeki, yalnız kendisine ait ve o an tecelli eden Esmasının an be an okunmasının, okuyanlara kazandıracağı en yüksek hakikat ve lezzet olan Marifetullah lezzeti ve bunun okunmaması sonucu ortaya çıkan telâfi edilmez manevî ve uhrevî kayıplar…

Kur’ân-ı Hakim’de bahsedilen bu yüksek hakikatlerin zamanımızdaki izdüşümlerini, Kur’ân-ı Hakimin icaz, belâgat ve yüksek mânâsına uygun anlatan Risâle-i Nur tefsirinde, en küçüğünden en büyüğüne, her mevcudun kâinat genişliğinde bir mânâ ifade ettiği belirtilerek, “Mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır” denilmiştir.

İnsanların belli ölçülerde cehalet, gaflet ve ünsiyet sebebiyle okuyamadıkları bu yüksek mânâ ve hakikatlerin Kur’ân vesilesiyle okunur hale gelmesi “Sözler”de (13. Söz) şöyle ifade edilmiştir: “İşte Kur’ân-ı Mu’cizül Beyan’ı bütün kâinattaki adiyat namıyla yad olunan, harikülâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki adet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zişuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukule tükenmez bir hazine-i ulum açar.”

Eskiden beri hep sormuşumdur: “Çocukluğumuzda baharın gelmesiyle bütün varlıkların uyanmasından, suların çağlamasından, koyunların yavrulayıp kuzuların meleşmesinden, kırlarda lâle, sümbül, çiğdem, nergis ve kardelenlerin açmasından aldığımız fıtrî ve doyumsuz lezzetleri şimdi niye aynı ölçüde alamıyoruz?”

Bu sorunun cevabı, her halde, o zamanlar duygularımız fıtrî vaziyetleri itibariyle temiz ve paktı, kirlenmemişti; buna mümasil olarak da bakışımız ve basiretimiz ve aynamız berrak olduğundan mevcudatı daha iyi okuyup hissedebiliyorduk; ya şimdi…

Bahardaki San'at-ı İlâhiyenin muhteşem görünüşleri ve haşr-i cismaninin harikulâde tecellileri arasında, yağmurlu bir havada, Toroslara ve Barcın Yaylasına yaptığımız bir gezi dönüşünde, yağmur ve güneşin bizi aynı anda karşıladığı bir halette, bizi karşılayan muhteşem bir çift gökkuşağı manzarası bizi büyüledi.

Rabbimize zerrat ordusunun tesbihatının esir sahifesindeki zerrelerle çarpımı adedince şükrettik. Cenâb-ı Hak hepimizi, başta kendi varlığımız olmak üzere, bütün mevcudatı basiret gözüyle okuyanlardan eylesin. Amin.

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Ölmüş rejimin bekçiliği


A+ | A-

Sakın ölüye bekçilik yapılır mı, demeyiniz. Ölülerden korkanlar kategorilere ayrıldıkları gibi, bekçilik yaptıkları nesnenin ölümünden habersizce huzurunda “nöbet bekleyenler” de birkaç sınıf halinde incelenmelidir.

Bolşevizmin cihan hakimiyeti peşinde koşanlar; onu ölürken fark edememişlerdi. Şahlarının esaretinden bîhaber fedaîlerinin naralarına benzer tarrakaları 1980'de İstanbul'da duyduğumuzda, sosyalizm veya bolşevizm çoktan ölmüştü. Gorbaçov ile Yeltsin “içi boş iskeletine” dokunduklarında, dünya onun yere yığılışını görmüştü. Sovyetler dağılırken, komünizm düşünceleri hür dünyaya çoktan uçmuştu. Materyalist düşüncenin 11 Eylül’le birlikte evvelâ Atlas ötesinden başlamak üzere Batı Avrupa ve Güneybatı Asya'dan hücuma geçtiğini efkâr-ı amme çok geç anlayacaktı.

Kemalizmin, takipçisi olduğu Sosyalizm gibi öldüğünü kabullenmeyenleri, hür dünyanın mahfillerinde gezdirmek gerekiyor. Bırakın Amerika ve Avrupa'yı; diktatörlükle idare edilen bazı Asya ve Afrika ülkelerinde bile Kemalizmin mahiyeti ortaya çıkmamış. Birinci Cihan Harbinin negatif şartları üzerinde kurulan 1920'li ve 30 model Kemalizmin öldüğünü; Türkiye’nin okullarında, askeriyesinde ve devlet dairelerinde ona bekçilik yapanların, “mahiyeti meçhul ölüleri” beklediklerini bilememeleri, neticeyi değiştirmiyor.

Elli milyon insanın hayatına mal olan dehşetli İkinci Cihan Harbi kışının akabinde ortaya çıkan hürriyetler ve bağımsızlıklar baharının Kemalizme zarar vermemesi, komünizmin yardımıyla Kemalizmin korunması için en az beş-altı ihtilâl yapılmış. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi askerin âlet edildiği darbeler yapılmamış olsaydı, Kemalizm de muasırları olan faşizm ve sosyalizm ile birlikte çoktan tarihe gömülmüş olacaktı.

Kemalizmi diğer rejimlerden ayıran en önemli hâsiyeti, nifak ile istibdadı birlikte kullanmasıydı. Öyle dehşetli bir korku, öldürücü bir nifak ve kahredici bir ye’si milletin içine atmıştı ki, ihtilâllerle irtibatlı siyasî kadrolarda hâlâ Kemalizme mutlak bir teslimiyet hissediliyor. Zaten 12 Eylül'den günümüze cemiyete göz açtırmadan bizi sürükleyen bu korku değil mi?

Siyasal İslâmcıların “hakikî Kemalist” olduklarına inanır mısınız? Bazı dinî cemaat temsilcilerinin veya bazılarının “Kemalizm methiyelerine” hakikî Kemalistler de, modern komünistler de inanmıyorlar. Fakat yukardaki dehşetli korku, nifak ve yeis, hem iktidar kadrolarını ve hem de iktidara talip “dinî cemaatleri” tutsak almış. Şu garip cehaleti, Beytüşşebap kaplıcasının mahiyetini bilemediklerinden, şifahaneye elbiselerini çıkarıp gözlerini kapatarak anadan üryanca girenlerin cehaletine de benzetebiliriz. (Geniş bilgi için Bediüzzaman’ın Münâzarât kitabına bakabilirsiniz.)

Toplumun Kemalizmi kabullendiğini, seksen-doksan senedir dindarlara yapılan zulmü tasvip ettiğini ve Avrupaî bir değer olduğunu zannederek milletin idaresine talip olanların mutlaka gözlerini açmaları gerekiyor.

Son zamanlarda bazı şahıslar üzerinden yapılan “yakın tarih tartışmaları” Kemalizmin korku olarak dağa taşa sindiğini gösteriyor. Mevcut iktidarın bu korkudan birkaç post çıkardığını millet bundan böyle öğrenecek. İsrailli diplomatın, Erdoğanizmi Kemalizmin güncellenmiş versiyonu olarak vasıflandırması, AB temsilcilerinin Kemalizmle medenî mahfillere girilemeyeceğini yüzlerce kez seslendirmeleri ve meşhur Bağdat kasabının Kemalizmi methetmesi, maalesef medyanın uyuttuğu toplumda hâlâ tam anlaşılmış değil.

Varsın Bardakoğlu kudsî bir makam olan minbere Kemalizmi çıkarsın, Başbakan ve Bakanlar Kemalizm methiyelerini sürdürsünler ve koca bir dönemin bütün hatalarını İsmet Paşanın başına boca ederek “birinci reis”i temize çıkarmaya çalışsınlar, efkâr-ı âmme bu dehşetli zilleti ve çirkin takiyyeyi detaylarıyla seyrediyor. Ölmüş bir rejimin korkusuyla bu denli irtifa kaybetmeye gerek var mıydı?

Burada endişelendiğimiz bir hususu sizlerle paylaşmakta fayda var. Biliyorsunuz ki Kemalistler de neoliberaller gibi reenkarnasyona inanırlar. Yani Kemalizm ruhunun sivilleşerek başta Türkiye olmak üzere İslâm coğrafyasında başka şekil, renk ve mahlûklar suretinde yeniden dirileceğine inananlar, galiba bizi oyalıyorlar. Nasıl ki, Sovyetlerin çöküşüyle komünizm başka suretlerde yeniden Avrupa'yı kavurmaya başladı. Kemalizm de Süfyaniyet kimliğiyle nifak, sefahet, kaos ve ihanetle Anadolu'dan başlayarak İslâm âlemini neoliberallerin yardımıyla işgale başlıyor gibi.

Çok dikkat gerekiyor. İffetsizliğin, eşcinselliğin, her nevî ahlâksızlığın, rüşvet, israf ve tembelliğin birer değer olarak digital medyada, yazılı basında ve bazı STK enstitülerinde ortaya çıkışı cidden endişelerimizi büyütüyor. Ailenin, iffetin, nikâhın, doğruluğun, ciddiyetin, tevazuun, çalışkanlık, iktisat ve temizliğin tu kaka edilmeye başlandığı şu cemiyette tedirgin olmamak elbette elimizde değil.

Kemalizmin özelliklerini taşıyan toplumdaki değişim ve dönüşüm, ölmüş Kemalizm yerine “birşeylerin” ikame edilmekte olduğunu gösteriyor. Mevcut tezgâhın devamı istikametindeki bu çabalarla ölmüş Kemalist rejimin yeri doldurulmaya çalışılıyor. Gelişen hadiseler yeni şeyler söylemeyi ve mutabık tedbirler almamızı gerektiriyor. Ölmüş bir rejimin bekçiliğini yapanlar, geçici menfaatleri için reenkarnasyonculara yardım etmemeli.

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet YAŞAR

Bizim Radyo’nun yeni programları


A+ | A-

İKİ HAFTADA Bir buluştuğumuz ‘Hayat Frekansı’ köşesinde Bizim Radyo’da gerçekleştirdiğimiz programları sizlere daha yakından tanıtmaya devam etmek istiyorum. Geçen yazımızda sizlere Yeni Asya Neşriyat’ın yayınladığı Bediüzzaman Beşlemesi’nden yayına uyarladığımız ‘Zamanın Sesi’ arkası yarınından bahsetmiştik. Bu çalışmamıza gelen olumlu tepkileri sizlerle paylaşmıştık. Sadece radyomuza değil, eserin yazarına da ulaşan bir görüşü sizlere aktarmak istiyorum.

İslâm Yaşar, geçtiğimiz günlerde bir dost meclisinde uluslar arası büyük bir otomobil firmasının dünya çapında marka koordinatörlüğünü yürüten Mehmet Çiçek Bey’le tanışıyor. Sohbetin bir yerinde Mehmet Bey, yeni fark ettiği bir radyoyu sabahları işe giderken dinlediğini, özelliklede 07:30 sularında Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili çok çarpıcı bir romanın radyoda okunduğunu ve kendisinin büyük ilgiyle her gün takip ettiğini hararetle anlatıyor. Radyoda dinlediklerini ilk defa duyduğunu, bu bilgilerden bu güne kadar habersiz olduğunu ve radyoda okunan bu romanı mutlaka temin edeceğini heyecanlı bir şekilde anlatıyor. Hatta İslâm Yaşar’a da “Siz de bu kitabı mutlaka temin etmelisiniz” deyince orada bulunanlar zaten İslâm Yaşar’ın o kitabı yazdığını söylüyor. Arkasından da tatlı gülüşmeler geliyor. Bunun üzerine Mehmet Bey, İslâm Yaşar’a bizzat tebriklerini ve takdirlerini sunuyor. İslâm Yaşar, yaklaşık yirmi yıl önce yazılan bu eserin on beş milyonluk bir şehre seslenen Bizim Radyo vasıtasıyla farklı kesimden insanlara ulaştırılmış olmasının çok önemli olduğunu ifade ederek yaşadığı bu güzel hatırayı bizlere anlatmış oldu.

Radyomuzdaki diğer programlara gelince, ilk olarak yeni başlamış olanlardan başlayalım.

Uzman psikolojik danışman ve aynı zamanda eğitimci- yazar olan Mehmet Teber’in hazırlayıp sunduğu “Doğru Eğitim” isimli programımızda doğru eğitimin nasıl olması gerektiği, Türkiye’de eğitimle ilgi yapılan kurumsal çalışmaları ve eğitimle ilgili hazırlanmış olan kitapları ele alarak her hafta bir konukla eğitime dair pek çok konuyu dinleyicilerimizle paylaşıyoruz. Hepimizin ortak kaygısı olan eğitim konusunda merak ettiğiniz veya öğrenmek istediğiniz programımız hafta içi Salı günleri saat 12:05’de yayınlanıyor. Kaçıranlar için tekrar yayınımız aynı gün 21:00’da.

Yeni başlayan bir başka programımız da “İş Dünyası.” Yeni Asya Medya Grup Reklâm Koordinatörü Mesut Çoban’ın hazırlayıp sunduğu programda iş dünyasının başarılı firmalarının yöneticileri firmalarını, ürünlerini ve verdikleri hizmetleri anlatıyor. İş dünyasındaki gelişmeleri, firmaları daha yakından takip etmek isteyenlerin kaçırmamasını tavsiye ettiğimiz ”İş Dünyası” hafta içi her gün saat 16:05’de.

Yeni programlarımızın dışında hemen şunun da hatırlatmak istiyorum. Radyomuzun kurulduğu tarihten beri devam etmekte olan Risâle-i Nur derslerini Mehmet Kutlular, Ali Toker, Malik Atom ve Oğuz Umurca’nın yaptığı Bir Başka İklim programının tekrar yayınının saati akşam ezanının programa denk gelmesi dolayısıyla 23:00 olarak değiştirilmiştir. Bu değişiklik yaz dönemi boyunca devam edecek olup, yayın saati kış döneminde tekrar eski saatine dönecektir. Bu süre boyunca İsmail Tezer’in hazırlayıp sunduğu gönül telimizi titreten ‘Tefekkür Zamanı’ programı saat 20:30’da gündüz kuşağında kaçıranlar için tekrar yayınlanacaktır.

Radyomuzla ilgili olarak her türlü soru, görüş ve tekliflerinizi [email protected] elektronik posta adresine ulaştırabilirsiniz.

Sizleri ‘Hayat Frekansı’nı yakalamak için Bizim Radyo’ya bekliyoruz…

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Ayağını yorganına göre uzat...


A+ | A-

Diye öğüt vermek kolay.

Tutmak zor.

Dünya nimetlerine odaklanıp üretmeden tüketmek yaklaşımı benimsendiği sürece...

Ayaklar hep açıkta kalacaktır.

Çözüm...

Ayakları toplayıp, yorganı büyütmeli.

Bu emek, sabır, fedakârlık gerektirir.

Zahmetlidir.

O yüzden tercih edilmez.

Onun yerine eksik gedik borçla kapatılır.

Kötü mü?

Şartlara bağlıdır, net bir cevap verilemez.

Eğer...

Vadesinde...

Özkaynakla...

Ödenebilecekse...

Eyvallah.

Hele...

Tüketim değil de verimli bir yatırım içinse...

Borç yiğidin kamçısı olabilir.

Faydalıdır.

Tersi durumda ise...

Sefalettir.

Felâkettir.

Cinayettir.

Kişiler veya ülkeler fark etmez.

Benzerlik arz eder.

Son çarpıcı örnek Yunanistan.

El parasıyla sefa sürmüş.

Gırtlağına kadar borçlanmış.

Nefesi tükenmiş.

Şimdi...

Borçlarını çeviremiyor.

İflâsın eşiğinde.

Sonunda halk ayaklandı.

Ortalık kana bulandı.

Neyse ki nazlanarak da olsa AB imdadına yetişti.

110 milyar Euro’luk bir yardım paketi hazırladı.

Ama faturası ağır olacak.

Ücretler indirilecek.

Vergiler arttırılacak.

Kemerler sıkılacak.

Anlayacağınız kabak yine halkın başında patlayacak.

Siz bu yazıyı okurken bizler Yunanistan’da olacağız.

Bizler derken Başbakan ve beraberindeki heyeti kastediyoruz.

Bakalım nasıl izlenimlerle döneceğiz.

Konumuza devam edersek;

Komşumuzdaki krizden ülkemiz de etkilendi.

Hafta içinde;

Borsa sert bir şekilde düştü.

Faizler çift haneyi gördü.

Dolar 1.6 TL’yi zorladı.

Altın tırmandı.

Dünya ekonomileri de sarsıldı.

AB ve IMF’nin katılımıyla oluşturulan 750 milyar Euro’luk ekonomik paket haberi, piyasaları şimdilik yatıştırdı.

Şimdilik, çünkü ekonomiler bıçak sırtında.

Özellikle Portekiz, İspanya ateş hattında.

Acı reçetelerini halklarına kabul ettirmeye çalışıyorlar.

Bu hengâmede Devlet Bakanı Ali Babacan, uzun süredir beklenen Malî Kural Yasa Taslağını açıkladı.

Malî Kural nedir?

Teknik detayına girmeyeceğiz.

Özetle;

Borçlanmaya sınır getiriyor.

Kamu dilediği kadar borçlanamayacak.

Sınır da şu:

Kamu açıkları millî gelirin yüzde 1 seviyesinde tutulacak.

Bu çıpa merkezi bütçe dışında, Sosyal Güvenlik Kurumu, mahallî idareler, KİT’ler, döner sermayeli işletmeleri de kapsıyor.

Malî Kural’da diğer bir hedef, büyümeye ilişkin.

Orta ve uzun vadede büyüme hızı yüzde 5 olarak öngörülmüş.

Raporlama ve denetim Maliye Bakanlığı ile Sayıştay tarafından yerine getirilecek.

Malî Kural’ın yürürlük tarihi 2011.

Değerlendirmeye gelince;

Hedeflerin konması bile belirsizlikten iyidir.

Kamunun yüzde 1 açık hedefi hayli iddialı.

Avrupa Birliğinde yüzde 3.

Büyüme rakamı makul.

Umarız istihdam da sağlar.

Bunun dışında bazı çekincelerimiz de olacak.

Birincisi; Malî Kural’dan sapılması halinde uygulanacak bir müeyyide yok.

İkincisi; Denetimin uluslar arası çevrelerin saygısını kazanmış bağımsız kuruluşlarca yapılması daha isabetli olurdu.

Son olarak; sınırları tam çizilmemiş istisnaların sulandırılıp harcamaların arttırılması tehlikesine işaret etmeliyiz.

Malî Kural netice itibariyle kamu harcamalarını belli esaslara bağlayan bir yasa.

Hükümetler malî disiplinden taviz vermek isterlerse yasayı her an değiştirebilirler.

Bu sebeple kimi ekonomist, Malî Kural’ın anayasada yer alması gerektiğini savunuyor.

Bazıları ise “ekonomi politikalarında esnekliğin kaybolacağını” ileri sürerek karşı çıkıyorlar.

Tartışmaya açık.

Yalnız şu hususun altını çizelim.

Köklü yapısal reformlarla desteklenmediği takdirde Malî Kural tek başına işe yaramaz.

Öncelikle de vergi reformu hayata geçirilmelidir.

Yoksa bütçelerin açık vermesi önlenemez.

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“AKP’nin ilkleri” e-listesi… (1)


A+ | A-

Bir ayı aşkın süren Meclis’teki “anayasa değişikliği mini paketi” tartışmaları ve peşinden patlak veren “kaset polemiği”nde gözden kaçan ilginç olaylar oldu, oluyor…

İnternet sitelerinde yalnız “e-muhtıralar”, “e-ihbarlar” ve mâlum “e-görüntüler” değil, bazen siyasete dair ilginç dokümanlar da yayınlanıyor. Bu süreçte Yahoo ve Gmail gruplarındaki en popüler emaillerin başında gelen ve medyada “AKP’nin canını sıkan e-mail” yorumuyla duyurulan “AKP iktidarında ilkler listesi” bunlardan biri…

Milyonlarca internet kullanıcısının okuduğu (26 Mart tarihli) bu “e-post”ta, ilk olarak Irak’ı işgale giden 65 bin Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasına dair “1 Mart 2003 hükûmet tezkeresi”ne atıfta bulunuluyor.

Muhalefet milletvekillerinin yanı sıra iktidar partisine mensup 100’e yakın milletvekilinin red oyu vermesiyle kabul edilmeyen “tezkere” tartışmalarında, kısa bir süre sonra Başbakanlığı devralacak olan iktidar partisi Genel Başkanı Erdoğan’ın, “tezkere”nin kabulüyle gelecek Amerikan yardımının gereğini anlatmak için, “Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz” örtülü tehdidiyle (!) başlıyor…

“TEZKERE”YLE BAŞLAYAN GARİP “İLKLER”

Hatırlanacağı üzere, “tezkere”nin çıkmamasına şaşıran Erdoğan, dönemin Başbakanı Gül'e, “Nasıl böyle oldu?!” diye hayıflanıp yakınmış, kapalı grup toplantısında milletvekillerine “fırça” atmıştı.

Bununla bağlantılı olarak “ilk defa tezkere reddedilmesine rağmen Dışişleri Bakanlığı genelgesi ile silâhlar Türkiye üzerinden geçti” notuyla “tezkere”nin geçmemesi üzerine silâhların geçişinin sağlanması ve hükûmetin Meclis’i by pass ederek çıkardığı “destek hamûlesi” nazara veriliyor.

Bilindiği gibi, 1 Eylül 2004 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan “ABD’ye Ait Destek Hamûlesinin İthal/İhraç ve Ülke İçi Nakil ve Tevziine Dair Tebliğ”le, “Amerikan makamları tarafından Türkiye’ye ithal ve ihraç edilecek askerî malzeme, teçhizat ve ikmal maddelerinin giriş-çıkış ve ülke içi nakil işlemlerinin yürütüleceği” kararı alındı.

Başta İncirlik olmak üzere altı havaalanı ve yedi liman, Amerikan savaş uçakları ile savaş gemilerince kullanılmasına izin verildi. İşgalcilerin, savaş uçağı yedek parçaları ve bakım ikmal maddeleriyle, muhabere ve taşıt onarım parçalarından istihkâm inşaat âletlerine kadar her türlü idarî/ikmal malzemelerinin nakil ve dağıtımına açıldı. Savaşa resmen ortak olundu…

Ve ilk defa bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ağzından, İncirlik Üssü’nden havalanan tonlarca ağırlıkta bomba taşıyan Amerikan savaş uçaklarının Irak şehir ve köyleri üzerine 3995 sorti yapmasının sağlandığı ve “tezkere’nin açığının telâfî edildiği” itiraf edildi.“E-liste”de “ilk defa bir Başbakan İslâm dünyasının sınırlarını değiştirecek BOP’un eş başkanı olduğunu söyledi” denilerek, Başbakan Erdoğan’ın iç ve dış medyada bu konudaki ikrarların yanısıra 29 Kasım 2005’te AKP Grup toplantısında, “Biz şu anda Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içerisinde eşbaşkanlık görevini üstlenmişiz” diye konuştu.

İLK İKRARLAR VE “ÇUVAL OLAYI”!

Ayrıca 30 Mayıs’taki Grup’ta da “eşbaşkanlık görevini” yineledi. 21 Şubat 2006’daki Grupta AKP iktidarının dış politika perspektifini anlatırken, açık açık “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifindeki rolümüz, eşbaşkanlık görevimiz bize özellikle Ortadoğu’da önemli görevler yüklemektedir” sözüyle te’yid etti.

Keza 4 Mart 2006 partisinin Tuzla ilçe kongresinde, “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlarından biriyiz” dedi; 15 Temmuz 2006’da Artvin’de, “Biz BOP eşbaşkanlığını kabul ettik” diye tekrarladı. 13 Ocak 2009’da AKP Meclis Grup toplantısında Başbakan, “BOP eşbaşkanlığı görevi”nden bahsetti. Bu garip “ilkler”in tamamı AKP’nin internet sitesi “akparti.org.tr”de kayıtlı…

“AKP’nin ilkleri” arasında, “ilk defa bir Başbakan, Müslüman topraklarını işgal eden ABD askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ettiğini açıkladı” benzeri sekiz yıllık dış politika kırılmalarından bazıları özetleniyor. Devamında, “ilk defa Türk askerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi” cümlesiyle, 4 Temmuz 2003’te ABD’nin “bağımsızlık günü”nde işgali altındaki Irak’ta kendisine destek veren “stratejik müttefiki” ülkenin askerinin karargâhını basarak Mehmetçiğin başına çuval geçirmesi sayılıyor. Ankara’nın suskun kalması üzerine, ABD’ye en azından bir “nota verilmesi”ni isteyenlere, Başbakan’ın, “Ne notası, müzik notası mı!” tepkisi hatırlatılıyor…

“AKP’nin ilkleri e-listesi” bununla bitmiyor. İçte ve dışta birçok tavizle devam ediyor…

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kur’ân’a sarılalım


A+ | A-

Diyanet İşleri Başkanlığı 2010 yılını “Kur’ân yılı” olarak ilân etti ve buna uygun olarak çeşitli programlar düzenliyor. Prensip olarak bir yılın “Kur’ân yılı” olarak ilân edilmiş olması isabetli bir karar. İnşallah içinde bulunduğumuz yıl, Kur’ân’ı anlama ve okuma noktasında yapılan güzel çalışmalara sahne olur.

Belki de son sözü en başta söylemekte fayda var: Kur’ân’ın insanlığa sunduğu mesajı anlama ve anlatma noktasında Risâle-i Nur eserleri istifade edilmesi gereken en temel eserlerden biri ve belki de en birincisidir.

Tabiî ki Kur’ân’ı anlamak için en önce Kur’ân’ı okumak gerekir. İkinci olarak da Hadis-i Şerifler Kur’ân’ı doğru anlamak için müracaat edilmesi gereken en önemli kaynaktır. Bunların yayınında günümüz insanına Kur’ân’ı anlatmak için ilâve olarak mutlak surette Risâle-i Nur Külliyatından istifade etmek gerekir.

“Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?”ın en ikna edici cevabı Risâle-i Nur Külliyatından “İşârâtü’l-İ’caz” isimli eserde yer alır. Bilebildiğimiz kadarıyla başka hiçbir eserde bu sorunun cevabı bu kadar ikna edici bir üslûpla anlatılmaz. Anlatılmış olsa her halde ‘hoca’larımızın camilerdeki vaizlerinde bunları duyardık...

Risâle-i Nur Külliyatından “Sözler” adlı eserde de müstakil olarak “Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi” (Yirmi Beşinci Söz, yeni tanzimle 160 sayfadır) yer almaktadır ki, Kur’ân üzerine ‘şüphe’ yaymak isteyen ‘ifsat şebekeleri’ni ancak bu eserdeki cevaplarla susturmak mümkündür.

Bunları şunun için hatırlatmak istiyoruz: Kur’ân yılı en iyi (Kur’ân ve Hadis-i Şeriflere ilâve olarak) Risâle-i Nur bakışıyla anlaşılır ve anlatılır.

Son günlerde yapılan bir araştırma, Kur’ân’ı ‘az okuduğumuzu’ gösteriyor.

Diyanet İşleri Başkanlığının bilgisi dahilinde bir sivil toplum örgütü tarafından yaptırılan araştırmanın sonuçlarının kendilerini ürküttüğünü ifade eden Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez, şöyle demiş: “22 bin kişi üzerinde yapılan bu araştırmada, yüzde 20’lik bir kesimin Kur’ân-ı Kerim’i hayatta eline almadığı, yüzde 60’ının Kur’ân-ı Kerim’i eline aldığı, ancak yüzüne okuyamadığı ve yüzde 40’lık kesimin de Kur’ân-ı Kerim’i yüzüne okuyabildiği ve yüzde 80’lik bir kesimin ise yüzüne okuduğu Kur’ân-ı Kerim’in mânâsını bilmediği sonucu bizleri ürküttü. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak, ülkemizde yaşayan her Müslümanın mutlaka Kur’ân-ı Kerim’i bilmesini isteriz. Ancak, yüzde 20’lik bir kesimin Kur’ân-ı Kerim’i hiç eline almamış olması bizleri çok üzdü. Tüm Kur’ân kurslarımızda okunan Kur’ân’ın mutlaka mealinin okunmasını istiyoruz.’’

Merhum Mehmed Âkif de Kur’ân’a uzak durmayı şu mısralarıyla hicveder:

“Ya açar nazmı celilin bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına /

İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okunmak ne fal bakmak için.”

Yapılan araştırma, gerçeği ne ölçüde yansıtıyor bilmiyoruz, ama ortada bir hakikat var: Kur’ân-ı Kerim’i lâyıkıyka okuyamıyoruz. Elbette bu durum, geçmişteki büyük ihmallere dayanıyor. Unutmayalım ki bu memlekette çeyrek asır (Tek Parti devri) boyunca Kur’ân-ı Kerim okunması yasaklanmıştır. Bugün bile bazı ‘ilerici’ler Kur’ân’dan bahsedilmesini istemez. Her yıl Kur’ân okumayı öğrenmek için camilere koşan çocuklar ‘yaş engeli’yle karşılaşır, ‘bir kısım medya’ Kur’ân öğrenilmesi ve öğretilmesini ‘gericilik’ olarak görür.

Bu mesele önemlidir ve hak ettiği şekilde tartışılarak milletimizin Kur’ân’la buluşması temin edilmelidir. Başta Diyanet olmak üzere hepimize görev düşüyor. “İkra” dâvetine icabet edelim...

17.05.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Tabiat Risalesi’ne de büyük ilgi


A+ | A-

Her ay bir ek veya kitap verme uygulamasının, zaten dar ve kısıtlı imkânlarla hizmete sahip çıkmaya çalışan okuyucu ve temsilcilerimizi yorgun düşüreceği noktasındaki endişelerimiz, enteresan bir şekilde, her bir hediyede tazelenen gayret ve himmetlerinizle izale oluyor.

Evvelce de bir vesileyle yazdığımız gibi, mahaller arasında, önceden konuşulup planlanmadığı halde, adeta fıtrî bir işbölümü yapılıyor.

Ek veya kitap hediyelerimizden biri için mutadın ötesinde farklı ve yoğun bir çalışma gerçekleştirip de, bir sonrakinde yorgun düşen hizmet mahallerinin yerini, öncekinde aynı durumda olup kısa bir mola verdikten sonra bu defakine güç ve enerji toplayarak “asılan” mahaller dolduruyor.

Böylece insiyakî bir nöbet değişimiyle, hamlelerimiz kesintisiz bir şekilde çıtayı indirmeden devam etmiş oluyor.

Tabiat Risalesi’nde de aynı şeyi yaşıyoruz.

20 Mayıs Perşembe günü vereceğimiz kitapla ilgili olarak Abone Servisimize bildireceğiniz ek talepleriniz için bugün son gün.

Ama daha bugüne ulaşmadan yine tahminlerimizi aşan yoğun bir taleple karşılaştık.

Bugün mesai bitimine kadar ulaşmasını beklediğimiz son taleplerinizle, toplam sayı daha yüksek rakamlara ulaşabilir.

Aslında bu durum, hizmette hiçbir zaman ve hiçbir şekilde sınır olmadığı gerçeğinin yeni bir teyidi niteliğinde.

İhlâs ve samimiyetle bir konuya odaklanıp yoğunlaşıldığı zaman, Cenâb-ı Hak hiç umulmadık parlak netice ve başarılar ihsan ediyor.

“Küfrün belini kırıp” inkârcı ve tabiatperestleri imana getiren, ehl-i imanın da imanını kuvvetlendiren Tabiat Risalesi gibi bir eserin gördüğü ilgi, bunun en taze örneklerinden biri.

Mâlûm imkânsızlık ve zorluklara rağmen, onları bir defa daha aşarak, hizmet adına yeni ve parlak bir başarıya imza atan bütün okuyucu ve temsilcilerimize teşekkür ve tebriklerimizi sunuyor, gayretlerinizin Hak katında makbul ve meşkûr olmasını niyaz ediyor, kitap için en son taleplerinizi bugün akşama kadar iletebileceğinizi yeniden hatırlatıyoruz.

***

Temsilciler toplantısı 29 Mayıs’ta

Geçen ay gazetede çıkan ilânlarda duyurulduğu gibi, 2010 bahar dönemi temsilciler toplantımız 29 Mayıs Cumartesi günü, yani önümüzdeki hafta sonu yine İstanbul’daki gazete binamızda yapılacak. Geçen dönemdeki hizmetlerin gözden geçirilip değerlendirileceği toplantıda, bir sonraki döneme ilişkin hizmetler için de ön hazırlık mahiyetinde istişarelerde bulunulacak. Her bakımdan hazırlıklı olarak gelmelerini temennî ettiğimiz temsilcilerimizi söz konusu tarihte İstanbul’a bekliyoruz. Görüşmek ümit ve temennîsiyle.

***

İl ekleri ilgi gördü

İlki 20 Nisan’da Konya il ve ilçelerinde dağıtılan ve çok beğenilen il ekleri çalışmamız Trabzon ve havalisi eki ile devam ediyor. Trabzon ekimiz 20 Mayıs günü okuyucularımızın elinde olacak. Çalışma yapılan ilin tarihî, tabiî ve turistik yönleri ile, şehre ruh veren maneviyat büyükleri ve kanaat önderlerinin tanıtıldığı eklerde bölgenin ticarî hayatı da ele alınıyor. Bölge ilânları ile desteklenen ekler, hem gazetemizin tanıtımına vesile oluyor, hem de ek bir gelir sağlıyor. Ek yayını için illerin sıraya girmiş olduklarını buradan duyurmuş olalım.

***

Taşcı, İTO’nun davetiyle Yunanistan’da

Yeni Asya Medya Grubu Genel Müdürü Recep Taşcı, İstanbul Ticaret Odasının davetlisi olarak Yunanistan’a gitti. Bir grup iş adamı ve ekonomi yazarlarından oluşan heyetle İTO’nun Meclis Çalıştayına katılacak olan Taşcı başşehir Atina ile birlikte Selanik, Gümülcine gibi şehirlerini de ziyaret edecek. Bölgenin sanayi ve ticaret odalarıyla karşılıklı yapılacak ekonomik değerlendirme toplantılarına da katılacak olan olan Taşcı, gezi dönüşü son zamanlarda ekonomik kriz yaşayan AB üyesi ülke ile ilgili izlenimlerini paylaşacak.

17.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım