"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Hürriyet, odur ki, ne nefsine, ne gayra zararı dokunmasın

Nimet DEMİR
26 Nisan 2023, Çarşamba
Said Nursi hürriyeti insanın kendi iç dünyasından başlatır. Onun imanla irtibatlı ortaya koyduğu bir tutum daha vardır. İzzet, şefkat ve hakperest tavır. bu tavır insanın ahlaki boyutunun da gereğidir.

Dizi - Nimet Demir: Said Nursi ve Cumhuriyetin Ruhu - 2

a-İnsanın kendi ile ilişkisinde hürriyet;

Said Nursi hürriyeti insanın kendi iç dünyasından başlatır. Münazarat isimli eserinde bu hususu “Hürriyet odur ki; … nefsine… zararı dokunmasın’’ ifadesiyle ortaya koyar. Nefse zarar vermemek için nefsi tanımak gerek. Zaten İslam da dâhil tüm kadim öğretiler ‘’kendini tanı’’ düsturunu şiar edinmişlerdir. Sadece bir ozan değil, aynı zamanda bir filozof olan Yunus Emre’nin; ilim ilim bilmektir/ilim kendin bilmektir/ sen kendini bilmezsin/ya bu nice okumaktır, dizeleri de aynı lazımeye parmak basar. Yeri gelmişken Paul Tillich’in bu hususu vurgulayan ‘’özgürlük kendini saptamaktır’’ ifadesini hatırlatmak isterim. Nefsine zarar vermemek ifadesi, en azından ortada zarar veren ve zarar verilen ikili bir yapı veya fenomen olduğunu bize ihsas ettirmektedir. Bu durumu iç dünyamıza yoğunlaştığımızda bizde fark etmekteyiz. Mesela değerlerimize aykırı bir yöneliş ve eylemde bulunduğumuzda kendimizi kınarız. ‘’Kendimden utanıyorum’’ deriz. İyi bir şeyler yaptığımızda da, ‘’kendimle iftihar ediyorum’’ ifadesini kullanırız. Bu içsel tecrübede, utanan veya iftihar eden bir kendi ile utanılan veya iftihar edilen bir kendinin varlığı zuhur etmektedir. Farklı fenomenler, illa farklı numenlerin olduğu anlamına gelmez. Belki bu hakikati ‘’aynı özün farklı dairelerde, o dairenin işlevlerine uygun formları’’ şeklinde açıklayabiliriz. Zaten Nursi de, bir zatın, farklı dairelerde, o dairelere uygun kimlikle anılabileceğini ‘’adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam’’ ifadeleriyle belirtir. Yeniden hürriyetin nefse zarar vermemek olgusuna dönelim. Bu ifade iki fenomenin birbirinden bağımsızlığını intaç etmektedir. Yanlış anlaşılmasın, buradaki ‘’bağımsız kılma eylemi’’ ilişkiyi kesmek anlamı taşımaz. Aksine kendi farkını ve görevini ortaya koyarak, karşısındakinin farkını ve görevini kabullenmektir. Bununla da yetinmeyip, bir adım öteye geçmek, ona katılmak, onu kendine katmak böylece çoğalmış ve kuvvetlenmiş özü oluşturmaktır.

Said Nursi eserlerinde ruh dünyasının esaret altında olma hali ile özgür halini çok güzel ve anlaşılır bir şekilde tasvir etmiştir. Nursi, zarar gören ve esaret altında bulunan özü Sözler isimli eserinde; ‘’Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabani gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler, muattal kalmış. Ahlâkları, sukut etmiş ki kapıda bu sureti almışlardır.’ İfadeleriyle tasvir eder. Tasvirinde yer alan kişilerle ilgili de; ‘’O sarayların her birisi, birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir. Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin’’ şeklinde tasnif ve izahta bulunur. Hikâyede, özün dünyayı kullanmaya yönelik işlevini üstlenen, nefis diye tesmiye edilen, şımartılmış kuvve-i şeheviye ve gadabiyenin; özün dünyayı anlama ve ukbaya yönelik amacını gerçekleştirme işlevini üstlenen, ruh diye tesmiye edilen sindirilmiş teorik, pratik ve estetik akla egemenliği tasvir edilmektedir.

Said Nursi, bazı tasavvuf ekollerinin -buna Hıristiyan mistikleri de dâhildir- özün dünyayı anlama ve ukbaya yönelik ruh adını verdiğimiz fenomeninin gelişmesi için, özün dünyayı kullanmaya yönelik nefis adını verdiğimiz fenomenini sindirmelerini veya öldürmelerini de kerih görür ve karşı çıkar. O, bu kaçışı; “Ehl-i velayet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler; yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihâzât-ı kesire ile ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra ubudiyet-i evliya besatet peyda eder” sözleriyle dile getirir. Nursi’ye göre nefsin sindirilmesi veya öldürülmesi ruhun özgürlüğüne değil, bilakis kadük kalmasına neden olmaktadır. Esasen Nursi, nefsin öldürülüp yok edilmesinin bir yanılsama olduğunu, öldürüldüğü söylenen nefsin ruhu çelmeleme işlevini gizlice yaptığını ‘’nefs-i emmârenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder’’ sözleriyle dile getirir. Hıristiyan mistiklerin de nefsin öldürülmesini bir yöntem olarak benimsediklerini söylemiştim. Bu yöntemin yanlışlığı konusunda Batı Edebiyatında oldukça özgün eserler verilmiştir. Bunlardan bir tanesi de Nobel Edebiyat ödülü sahibi Anatole France’nin kaleme aldığı ‘’Thais’’ romanıdır. Romanın konusu, Allah sevgisi için dünyevi nimetlerden vaz geçtiğini sanan bir Hıristiyan keşişin, zaman içerisinde esasen dünyevi nimetlere yönelik arzusunun devam ettiğini, Allah sevgisini de yakalayamadığını, dolayısı ile her ikisinden de mahrum kaldığını görmesinden ibarettir. Roman sanki Nursi’nin nefsin öldürülmesinin ruhun özgürleşmesine değil, kadük kalmasına neden olacağı, keza nefsin öldürülmesinin bir yanılsama olduğu görüşünü doğrulamak için yazılmış gibidir. Yeri gelmişken ünlü şair Rainer Maria Rilke’den nefsin sindirilmesi veya öldürülmesinin ruhun terakkisine engel olacağını ortaya koyan bir anekdot aktarmak isterim. Rilke ruhsal sancılar çekmektedir. Yakınları içine şeytan girdiği düşüncesiyle Rilke’yi bir medyuma gitmeye zorlarlar. Rilke bu isteğe karşı gelir. Nedenini sorduklarında ise, ‘’içimdeki şeytanları kovayım derken, melekleri de ürkütmek istemiyorum’’ cevabını verir.

Şimdi de, Nursi’nin özgür öze ilişkin tasvirine bakalım; ‘’Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sakin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle, bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki içerisi çok şenlik. Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet latîf sanatlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatini temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvi vazifeler ile iştigal ediyor gördüm.’’ Bu anlatıda ise, özün dünyayı kullanmaya yönelik işlevini üstlenen, nefis diye tesmiye edilen kuvve-i şeheviye ve gadabiyeyi görevlerinin bilincinde; keza özün dünyayı anlama ve ukbaya yönelik amacını gerçekleştirme işlevini üstlenen, ruh diye tesmiye edilen teorik, pratik ve estetik aklın kendilerine ait işlevleri başında tasvir edilmektedir.

b- İnsanın başkasıyla ilişkisinde hürriyeti;

Said Nursi ikinci aşamada hürriyeti insanın dışındaki varlıklarla ilişkisine teşmil eder. Münazarat isimli eserinde bu hususu “Hürriyet odur ki; … gayra zararı dokunmasın’’ ifadesiyle ortaya koyar. İnsan bir ailede dünyaya gelir. Aile bir etnik, dini veya kültürel gruba dâhildir. Bu gruplar da daha büyük bir kolektif yapı içerisinde yer alır. İnsanın kolektif yapıda yer almasının dışında bireysel bir yanının olduğu da malum. Hem bireysel ilişkilerimizde, hem de içinde yer aldığımız kolektif yapılarda hak, görev ve sorumluluklarımız gereği diğerleriyle ilişki kurmak zorundayız. İşte hürriyet bu ilişkilerde tüm geçmişin netice-i efkârı olan örf, adet ve yasanın çizdiği sınırlar dâhilinde davranmaktır. Bu özgürlüğün asgari negatif pozisyonudur. Nursi’nin imanla irtibatlı ortaya koyduğu azami negatif bir tutum daha vardır. İzzet, şefkat ve hakperest tavır. Esasen bu tavır insanın ahlaki boyutunun da gereğidir. Bu yaklaşımda, özne, izzetinin gereği, kendine haksızlık yapılmasına müsaade etmeyecek; şefkati uyarınca, bir başkasına haksızlık yapmayacak; hakperest biri olarak, bir başkasının bir başkasına haksızlık yapması halinde haklının yanında yer alacaktır. Sınırları belirleyip, karşılıklı tanıdıktan sonra sıra Hegel’in sınırları karşılıklı birbirine açarak sınırsızlığa ulaşma aşaması gelmektedir. Bu özgürlüğün pozitif aşamasıdır. Nursi, bu aşamayı ‘’külliyet kesbetmek’’ ve ‘’kardeşinde fani olmak’’ kavramlarıyla ifade etmektedir.

DEVAM EDECEK

Okunma Sayısı: 2953
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı