Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hasan GÜNEŞ

Şiddet kültürü



Şiddet bugün dünyanın en önemli gündem maddelerinden. Dünyanın pek çok yerinde terör örgütleri ve bazı devletler tarafından isteklerini kabul ettirmek maksadıyla yoğun olarak şiddete başvuruluyor.

Devletlerin savaş ve örgütlerin terör şeklindeki şiddet uygulamalarının yanında aile, okul ve askerlik hizmeti gibi sahalardaki şiddet de tüm dünyada yaygın. Küçük birimlerdeki bu şiddeti üst seviyedeki şiddetten ayırmamak gerekiyor. Çünkü genellikle birinin olduğu yerde diğerleri de zemin buluyor.

Şiddetin dünyanın belirli bölgelerinde daha yoğun olduğu ise bilinen bir konu. Bu kültürü evrimcilerin ve ırkçıların iddia ettiği gibi bazı ırkların fizyolojik olarak az gelişmişliklerine bağlamak doğru değildir. Bunun gelenek ve göreneklere, eğitim sistemine ve tercihlere bağlı olduğunu uygulamalar göstermektedir.

Bugün her ne kadar, devletleri sarsan, hatta çökerten, savaşlar ve ihtilâller çıkaran büyük ölçekli şiddet için mutlaka siyasî ve polisiye tedbirler almak gerekliyse de, bunları yeterli görmek yanıltıcı olacaktır. Terör ve şiddetin önce zihinlerde yok edilmesi gerekmektedir. Sivrisineği besleyen bataklığı kurutmak uzun vadeli olmakla birlikte, kalıcı ve kesin çözümdür.

Haberleşmenin çok sınırlı olduğu zamanlarda ülkeleri felâketlere sürükleyen savaşlar için genellikle, halkın habersiz olduğu gerekçesiyle, liderler suçlanırdı. Günümüz insanı için ise böyle bir mazeret yoktur. Bu açıdan düşünüldüğünde İkinci Dünya Savaşında dünyaya savaş açan Almanya ve benzeri felâketlere yol açan ülkelerin böyle savaşlara nasıl girdiği, halkın nasıl ikna olduğu önemli sorulardandır.

Gerçekte bu “ikna olma” hadisesinde şiddet kültürü çok önemlidir. Tarih bize gösteriyor ki, koyu bir şiddet kültürüyle yetişen toplumlar eninde sonunda koyu bir kargaşaya sürüklenirler. Eğer içerde güçlü bir birlik varsa bu şiddet komşu ülkelere yönelir. İkinci Dünya Savaşında Hitler’in, halkı savaşa ikna etmek için, Polonya üniforması giymiş Alman askeriyle sınırda kendi askerine yaptığı saldırı artık bugün tüm detaylarıyla biliniyor. Hitler bu provokasyon ile halkta meydana gelen galeyanı çok iyi kanalize ederek önce Polonya’ya, sonra da neredeyse dünyaya savaş açtı.

Belki de, belirli makam ve mevkileri hasbelkader işgal etmiş, elinde büyük imkânlar bulunan ve bu kadar güçlü organizasyonlar yapabilen iktidar sahiplerine karşı halk ne yapabilir, denilecektir. Ancak Hitler gibi kişilerin tertiplerinin ve provokasyonlarının bir alt yapısı olduğunu halkın önemli bir kısmının şiddet kültürüyle iknaya hazır olduklarını da unutmamak gerekiyor.

Üstün ırk, dünya hâkimiyeti, devleti ve dünyayı kurtarma, herkesi düşman görme paranoyasının hâkim olduğu; konuşma, müzakere etme ve hadisenin kökenine inme kültürünün olmadığı toplumlarda büyük savaşlar ve şiddet olayları her zaman kapıda beklemektedir. Her hadisede öfkeyle ayağa kalkılır, devlet olarak güçlüyse komşu ülkelere saldıracak, eğer zayıfsa, ikinci sınıf mahalle kabadayısının evde uyguladığı şiddet gibi, kendisine iç düşmanlar bularak egosunu tatmin edecektir.

Gerçekte şiddet kültürünün beslendiği en önemli kaynaklardan birisi eğitim kurumlarıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İtalya’yı inceleyen uzmanlar şiddetin kaynağının eğitim sistemi olduğunu tesbit etmişler ve öncelikli olarak reforma oradan başlamışlardı. Gerçekten de diğer Batılı ülkelerden farklı olarak; tek adam, tek kurtarıcı, vatan tehlikede anlayışının hakim olduğu ve otoriter yöneticilerin göklere çıkarıldığı uygulamaların, sivillerin de askerleştirilerek zihinlere kazındığı fark edilmişti. Bu anlayışlar insanları, makul hareket etmek yerine sürekli korku ve endişe içinde, antenleri sonuna kadar açık, devleti kurtarmak için işaret bekleyen hazır kıta anlayışına götürmüştü. Evet tuzak ve provokasyon genellikle oraya meyilli ve hazır olanları ve o tarakta bezi olanları yakalar.

Türkiye ve üçüncü dünya ülkeleri, savaşsız ve şiddetsiz bir gelecek istiyorlarsa hiç vakit geçirmeden eğitim sistemlerini gerçek bir reforma tabi tutmaları gerekmektedir. Okulda, ailede çocuklarımıza, şiddetle hiç bir şey elde edilemeyeceğini anlatmak ve izah etmek gerekiyor. Onlara otoriter lider, otoriter yönetici zamanının artık geçtiğini anlatmak gerekiyor.

Kuvveti referans almak yerine hakkın ve hakikatın referans alınmasını ve devamlı olanın da bu olduğunu izah etmek gerekiyor. İçinden çıktığımız ve kendisine hizmet etmekle mükellef olduğumuz ve bürokrat veya çalışan isek maaşımızı veren halkın fikirlerine, tercihine ve seçtiklerine saygı duymak zorundayız.

Ömrü ihtilâllerle, darbelerle ve savaşlarla geçen, en sonunda başladığı yere hatta daha da gerisine dönen Napolyon bir ömürlük tecrübeden sonra “Süngü ile her şey yapılabilir, ancak üzerine oturulamaz” demiştir. Evet eski zamanlarda silâhla bir yerlere gelebilmek mümkündü, ama oralarda kalmak en güçlüler için bile çok kısa süreli olmuştur. Şimdi o kadarı bile mümkün değil.

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Rıza tahsil mesleği



O’nun rızası yoksa, kimsenin rızası yoktur

Kendi mutluluğunu başkalarının mutluluğu için bozan ve kendi kendini hırpalayan o kadar çok insan tanıyorum ki. Durum genelde hanımlarda böyle dense de, erkekler için de durum aynıdır. Başkaları için yaşama, başkalarının yorumlarına hayatı bina etme, ‘desinler’ diye tavır oluşturma, oldukça yaygın bir davranış şekli. Alacağı arabanın renginden tutun, giyeceği gömleğin rengine kadar her ayrıntıyı dış kontrol psikolojisi belirliyor.

Anneler, kendi mutluluklarını çocukları, akrabaları, konu komşuları rızası için yok ediyor. Şefkatin biraz da yanlış bir kullanımı olsa gerek bu. Aslında normal olarak bakıldığında çok masum gözükmekle birlikte, başkaları için davranış oluşturmanın hiç de mantıklı bir alt yapısı yok. Çünkü hiçbir yorum, sizin kendinizin ki ile aynı olmayacaktır. Herkeste ayrı bir ölçü birimi oluşmaktadır.

Bir davranış için, insanların rızalarını tahsil etmeye kalktıkça, bu güç bir işe girişmek olmaktadır. Evlâdı bile olsa sadece onu razı etmeye dönük olduğu için, maksadının tam aksiyle muamele görmektedir. Sadece o kişiyi razı etmeye dönük bir uğraş neticesinde, sevmek beklediği nazarlardan soğukluk görmektedir. İnsanların rızası peşinde koştukça, o kaçmaktadır. Mutlu olacağın kastıyla (örtülü de olsa) atılan bütün adımlar, mutsuzluğu beraberinde getirecektir.

Bütün mutsuz insanların problemleri aynı. İyi ilişkiler içinde bulunmak istedikleri insanlarla ne kadar isteseler de anlaşamıyorlar.

İnsanlara faydalı olmak,

yanlış bir şey mi?

Tam bu nokta çoğu zaman ölçüsü kaçan bir noktadır. Yani kimselere ilgi, alâka göstermeyecek miyiz? İnsanları razı etmeye çalışmayacak mıyız? İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası dokunandır hakikati nasıl anlaşılacaktır? Bu işin ölçüsü nasıldır?

Davranış oluşturmada ölçü, kime karşı, nasıl, hangi makamda, ne maksatla olursa olsun, davranışımızın altındaki niyetin Allah’ı razı etme olması ya da olmamasıdır.

Davranışların sayısı ve niteliği ne olursa olsun, eğer Allah’ı razı etme kastı yoksa, bütün bu davranışların pek bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Hatta insanlara kendini sevdirmeye kalktığı için, riyakâr bir tavır içerisine düşmektedir. Yani normal şartlarda o kişiyi sevmediği halde, sırf kendini sevdirmek için yapılan uğraşlar pek de istenen neticeyi sağlamıyor. Hatta aksiyle tokat vuruyor.

İçinde Allah rızası olamayan sevgi, sevgi değildir. Hatta ve hatta gerçekte sevmediğin halde sırf Allah öyle yapmayı emrettiği için bir şeyi yerine getirmek, yapmak çok daha nitelikli bir davranıştır. Nefsinin istememesine rağmen bir şeyi, sadece O emretti diye yapmak ne büyük bir davranıştır.

Meselâ gücü yettiği halde bir insanın davranışını sadece Allah emretti diye affetmek, asıl insanı mutlu eden bir unsur değil midir? İnsanın öfkesini yutması, Allah için buğz etmesi, Allah için sevmesi, Allah için sevmemesi mutlulukların kaynağı değil midir? İç huzuru vicdandan, Allah korkusundan başka ne verebilir?

İnsanlar aciz olduklarını hissettikleri ölçüde güçlüdürler. O dost ise, her şey dost, O yar ise, her şey yar ve yarardır anlayışı buradan gelmektedir. O zaman O’nun rızasını tahsile çalışmalı.

Doğru yaklaşım; insanlar için faydalı olmaya çalışırken bile, O’nun rızasını esas maksat yapmaktır. İnsanlar, ‘ne kadar iyi, ne kadar faydalı’ demeseler bile, O faydalı olunuz dediği için, faydalı olmaya çalışmaktır.

Küçük yaşlara dikkat

Mutsuzluklarımızın hemen hepsinin tohumları içimize küçük yaşlarda atılmıştır. Kendileri ve ne yazık ki aynı zamanda bizim için de en iyi olanı keşfetmiş yetişkinlerin ‘gayretleri’ sonucu… Hangi davranışın, çevre tarafından nasıl algılanacağını büyüklerimiz öğretmiştir bize. Onun için değerlendirme kriterlerimizi hep insanlara göre yapmış ve buna alışmış bulunuyoruz. ‘Acaba bu davranış karşısında Allah ne der?’ sorgulaması çok az insanın baş vurduğu bir yol.

Yaşanan bunca mutsuzluğun kaynağı dıştan gelen kontrolse, neden herkesin seçimi bu yönde oluyor? Zararını en çok gören güçsüz insanların bile… Cevap basittir. İşe yarıyor da ondan. Güçlü olanların işine yarıyor. Kimin gücü ne kadarsa, gücü yettiğine bindirme alışkanlığı buradan geliyor. Bakan genel müdüre, genel müdür bölge müdürüne, genel müdür il müdürüne, il müdürü de şube müdürüne bindiriyor…

Onun için öncelikli olan şey, bu alışkanlığı terk etmektir. Gücün yetse de, sırf O emretti diye haksızlığa girmemek. Sırf, O emrettiği için sevmek.

Bu da, her şeyin Hâlık’ına olan bağlılıktır. Çünkü O varsa, her şey vardır. O yar ise, her şey yardır.

Bundan daha insanı mutlu eden ne olabilir.

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Yaz gafleti ve bazı düşünceler



Ehl-i hizmet olanlar için büyük bir handikap ve manevî hayat için büyük bir engele işaret eden “Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder” (Barla Lâhikası) tesbiti ve gerçeği; zevk ve eğlencenin, gaflet ve rehavetin ağır bastığı bir dönem ve hizmet ehli için en önemli bir imtihan devrine işaret ediyor. Bu gafletten nasıl kurtulabileceğiz?

İşte o kaynaktan bazı tavsiyeler:

“Bu zamanda, Kur’ân hizmetindeki az bir çalışma dahi çok hükmündedir. Çünkü görülen vazife-i Kur’âniyenin hepsi mübarektir. Bunun için en önemli şart; gösterilecek olan intibah-ı ruhîdir. Yani ruh uyanıklığıdır.”

Evet reçete yukarıdaki cümlelerde gizli. “İntibah-ı ruhî.” (Uyanık olmak). Bu, bir insan, hele de ehl-i hizmet için çok önemli bir çıkış yoludur. Çünkü bu tür uyanışlar, o kişinin kendi yaralarına ve çok marazlarına karşı bir merhem ve ilâç olduğu gibi, irtibatlı olduğu kimselere karşı da büyük bir moral ve şevk kaynağıdır.

Etrafa karşı, çokların uyanmasına sebep olmak ve güzel örnek olmak, hele bu zamanda ne kadar lüzumlu büyük bir ihtiyaç ve teşviktir. Mazideki önemli zâtların hayat hikâyeleri bu gibi örneklerle doludur. Toplumun “yana yattığı” zamanlarda, onlar pusulayı şaşırmamışlardır.

Risâle-i Nurları okumanın çok önemli bir avantajı da; Hâlık-ı Rahîm’e karşı olan ahlâk ve edebimize halel gelmeyeceğini, bu eserleri okudukça vazifelerimizdeki şevk ve gayretimizin artacağını idrak etme ve kavrama konusudur. Çünkü bu zamanda her bir risâlenin, tek başıyla bir “mürşid-i ekmel” olduğu hakikati, okuyan bir çok kişinin kesin tesbitidir.

Bu dâvâ ile meşgul olup, bu eserleri okuyanların yorgunluğuna bedel, Rablerinin binlerce, milyonlarca ehl-i gazâ sevabı ihsan buyurması en büyük rahmet ve ikram-ı Rabbanîdir.

Bu karışık zaman ve zeminde en kıymettar hayat hizmeti, fanî hayata bedel, ebedî hayat için çalışmak ve gayret etmektir.

İşte Üstadın ağzından bir tesbit: “Barla’da ne vakit bana fütur gelmişse, yalnız kendimi düşünmek hatırası kuvvet bulmuşsa, bu ehl-i dünyanın yılanlarından, münafıklarından birisi bana musallat olmuş.”

Belâ ve musibetlerden korunmanın ve uzak kalmanın en kısa ve kestirme yolu Kur’ân ve iman hizmetinde ömrü sarf değil midir? Yani “uyanık ve zinde” olmak.

“Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız” tesbiti ne kadar yerinde, ne kadar ağırlıklı ve önemli. İntisap edenlere müjdeler olsun!

Şu zamanda şu vazife-i imaniyenin çok mühim olduğunu anlamak, kavramak, idrak etmek ne kadar büyük bir nimettir.

Hata ve kusur yapmamaya çalışmak, kardeşlerinin hatalarını gördüğü zaman nazikçe ve açık yüreklilikle serbestçe onlara söylemek, söylendiği zaman bundan memnun ve mesrur olmak, ezberi bozmanın, nefsi yenmenin, hakikate aşinâ olmanın emareleri ve işaretleridir.

Her insanın ve inananın çok iyi bilip idrak etmesi gereken başka bir husus ise “ömür kısa, lüzumlu işlerin pek çok olduğu” gerçeğidir. Tesanüd, dayanışma için lâzım olan şu “Üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır” hakikati ne kadar gereklidir.

“Bu Nurların kıymetini zaman gösterecek ve dillerde destan olarak Şark ve Garbı gezecek itikadındayım” tesbitini yapan Hulusî Bey’in hissiyâtına ne kadar yakınız?

Talebe ve dost arasındaki farkı anlatan şu ifadeler, bizde ne gibi düşünme farklılığı meydana getirebilir: “Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır.” “Fakat şimdi maddeten, mânen kıştır” tesbitindeki hissiyât derinliğini anlayabiliyor muyuz, bilemiyorum.

Birbirimize yardımcı olmak hususunda: “Galip Beyin iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor” tesbiti, bizde ne gibi bir tesir meydan getiriyor?

Dünyanın tapusunu alacakmış gibi ona çalışmanın ne getirip, ne götürdüğünü anlatan şu ifadeler: “Hâdisât-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş.” Bu yorgunluğa bedel alınanlar nelerdir ve değer mi acaba?

Bu uzun yaz günlerinde gafletten ve rehavetten kurtulup bunları düşünmeye vaktimiz olacak mı? Bağları, ovaları, piknik alanlarını hem aile efradımız, hem de dostlarımızın meydana getireceği güzel meclislerle gülistana döndürmeye ne dersiniz?

Külliyâtı okuma alışkanlıklarımızı tazelememizi gerektirdiğine inandığım şu ifadelerin sizdeki etkisini merak ediyorum: “Hadsiz bir zevk-i mânevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum.”

Dağlarda, bağlarda, Nur Menzillerinde bu tefekkür deryasıyla iman hakikatlerini okumayı hepimize nasip etmesini ve yeniden bir başlangıç yapmamızı Rabbim hepimize nasip etsin inşaallah.

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençliği hayra yönlendirmek



Anarşi, terör, kapkaçcılık, cinayet, v.s. gibi olumsuzluklara kapılmış gençlerimizden dert yanmayanımız yok.

Ama gençlerin neden bu hâle geldikleri üzerinde durmak, sebeplerini araştırmak söz konusu olduğu zaman da ciddiye almaz, âdetâ kaçarız. Vurdumduymazlık, nemelâzımcılık yangını bugün bir başkasının çatısını tutuştururken yarın bizim de çatımıza sıçrayacağını düşünmeyiz bile. Polisiye veya pansuman tedbirlerin de geçici olmaktan öte bir işe yaramayacağını da anlamak istemeyiz.

İnsanı insan yapan değerlere ağırlık vermedikçe kanları kaynayan, yerlerinde duramayan, akıldan çok duygularıyla hareket eden gençleri kontrol altına almak mümkün olmaz.

Hayvanların bile eğitilerek belli bir kısım davranışlar sergiletildiği günümüzde insana yatırımı esas alıp gençlerimizi gerektiği gibi eğitmezsek kurda kuşa yem olduğunda ah vah etmeye hakkımız olmasa gerek.

Gençlik temeldir, parlak bir gelecek demektir.

Sağlam, kaliteli bir gençlik paha biçilmez bir yatırımdır.

Ancak onların eğitimle şekilleneceklerini, verimli hâle geleceklerini daima göz önünde tutmak gerekir.

Peki, ya gençlere gereken önemi vermemiş, gerektiği gibi eğitememişiz de kendilerini çirkefin içinde bulmuşlarsa?

Yine yapılacak iş, “Zararın neresinden dönersek kârdır” misali onları kurtarmak için kolları sıvamaktır. Bu gençler bizim gençlerimizdir.

Olumsuzluklara iten atmosferi ortadan kaldırdığımızda onları yeniden topluma kazandırırız.

Çaresi ise ekonomik ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmeyip manevî dinamiklerle donatmaktır.

Maneviyat bir ruhtur âdeta. Ölü bedenleri canlandıran bir ruh… İman iksiriyle o insanları yeniden topluma kazandırabiliriz.

Resûl-i Ekremin (a.s.m.) yaptığı buydu. Âkif’in, “Bir kerre de, mamure-i dünya, o zamanlar, / Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. / Sırtlanları geçerdi beşer yırtıcılıkta / Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” dediği gibi vahşî, cani, âdetlerine körü körüne inanmış, kız çocularını diri diri toprağa gömecek kadar insanlıktan uzaklaşmış kimseleri karıncayı dahi incitmekten çekinir hâle getirmişti.

Bu iksiri, manevî bir doktor olan bütün İslâm büyükleri zamanlarında kullandılar ve insanlığa şifa sundular.

Asrımızda da en etkili bir şekilde Bediüzzaman Hazretleri kullandı. Onun Kur’ân eczanesinden sunduğu bu iksir ve reçete ile canavar ruhlu nice insan birer şefkat perisi hâline gelmiş, tahta kurusunu dahi öldürmenin günah olup olmadığını sorar olmuşlardı.

Bugün çocuklarını, gençlerini aşırılıklardan koruyamayan bütün insanların bu reçeteye ihtiyacı var.

Bütün mesele bu reçeteyi öğrenip uygulayabilmekten ibaret.

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hedefe ulaştıran en kısa yol: İhlâs



Bediüzzaman, İhlâs Risâlesinde, “Maksatlara ulaşmada en kerâmetli vesile ihlâstır. En yüksek bir haslet ihlâstır. En sâfî kulluk ihlâstır”1 der.

* Hedefe ulaştıran en kerâmetli, kısa yol: Bâzı kişilikler, bugünden çok, istikbali düşünür, geleceğe yoğunlaşır. Kendisini ona göre kurgular. Çeşitli alternatifler üretir, akıl yürütür. Veya “gayesiz hayaller” kurar. Böylece bulunduğu anı ihmal eder. Sıkıntılarını atlamak için yeni imkân arayışlarına girer. Geçmişi ve şimdiki zamanı nazara almaz. Oysa insan üç boyutlu bir zaman diliminde yaşar. Bunlar sadece istikbâle atladıklarından gerçeklerden kopar. Bu durum, endişe, korku, vehim gibi rahatsızlıklara sebep olabilir. Bu da dengesiz ve ölçüsüz davranmaya yol açar. Dengesizlik ve başarısızlık, kaderi tenkit etmeye iter. İşte, bu mizaçtaki kişilikler için de ihlâs, maksat ve hedeflere ulaştıran en kısa yoldur. Allah’a tevekkül ve teslimiyet artar. Aşk ve şevkle, dengeli bir çalışma zeminine girilir.

* En yüksek haslet: İnsan elinden gelirse herkese yardım, iyilik ve şefkat etmek ister. Bundan haz alır. Kimi fıtratlar nefsî bir karşılık, bir takdir bekler. Kimisi de, iyiliğinin karşılığını tasdik veya takdir sûretinde almayınca “kullanılma psikolojisi”ne girebilir. Ancak, en iyi haslet, özellik, ihlâstır. Yâni, yapılan her şeyin Allah rızası için yapılması, hiçbir karşılık beklememeyi gerektirir. Bu da, pek çok psikosomatik/rûhî hastalıkların engellenmesi demektir. Bir anlamda, koruyucu sağlık oluşur.

* En safi ubûdiyet/kulluk: Bir tip, bir karakter yapısı için hayatta en önemli değer uyum, denge, müsbet/olumlu hareket, müsamaha, vakar, fazîlettir. Bu tipler, ben merkezli olmaktan çok, dışa yöneliktirler. Akraba, dost ve çevrelerine aşırı düşkündürler. Onlara yardımcı olmak ve korumak için her türlü tehlikeyi göze alabilirler. Bu onlar için âdeta bir tutkudur. Bu iki tehlikeyi beraberinden getirir:

1.“Ben her şeyi hallederim” anlayışı hâkim olur. Bu da enâniyet/benlik ve gurur bataklığına düşürme riski taşır.

2.Herkese ulaşamamaktan doğan sıkıntı, üzüntü ve strese sebebiyet verir...

İşte, “en safi ubûdiyet/kulluk ihlâs”tır. İhlâs der ki, bu işleri kulluk için, Allah rızası için, Allah’ın verdiği güç ve kuvvetle yapmaktasın. Dolayısıyla benliğe, enaniyete düşme. Üzülmemelisin. Allah rızası için yaptığına göre; sonucu halk edecek olan Allah’tır. Senin görevin, ihlâsla hareket etmektir.

Dipnot: 1.Lem’alar, s. 145

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Din mi, milliyet mi üstündür?



Ali Yıldız: “Irk üstünlüğü söz konusu mudur? İslâm’da milliyetçilik anlayışı nasıldır?”

Allah katında tek üstünlük, Allah korkusundaki ve ahlâk güzelliğindeki üstünlüktür.1 İnsanlar da bu değerleri üstünlük değeri sayarlarsa ne âlâ! Aksi takdirde insanların değer verdikleri başka üstünlüklerin Allah katında ve hakîkatte hiç ehemmiyeti yoktur. Ne ırk üstünlüğü, ne gösterişte kalan bir hamiyet-i milliye, ne para, ne mal, ne makam, ne başka bir dünya üstünlüğü!.. Bu üstünlükler kabir kapısına kadardır. Kabir kapısından sonra bu üstünlükler geçersizdir, orada sadece ahlâk üstünlüğü geçerlidir. Âhirette tek geçer akçe güzel ahlâktır!

Neden ırklara ve kabilelere ayrılarak yaratıldık? Irklar arası üstünlük kavgası verelim diye mi? Kabileler arası husûmet çıkaralım, kavga yapalım, kan dökelim diye mi? Hayır.

Birbirimizi tanıyalım, tanışalım, kaynaşalım, sevelim, birbirimize yardımcı olalım ve kolaylık sağlayalım diye ırk ırk, kabîle kabîle, boy boy, sınıf sınıf yaratıldık. Kur’ân-ı Kerîm, “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münâsebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık”2 buyuruyor. Bu âyeti Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şöyle tefsîr ediyor: “Sizi tâife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa, sizi kabîle kabîle yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir.”3

Bedîüzzaman’a göre, nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, takımlara ayrılır. Tâ ki her neferin muhtelif ve farklı sorumlulukları, görevleri ve vazifeleri belirlensin, bilinsin, tanınsın ve ordunun fertleri görevlerini eksiksizce yerine getirsin, vatan ve millet düşman hücumundan korunsun. Yoksa bu ayrılma ve bölünme bölükler arası kavgaya, taburlar arası husûmete, alaylar arası düşmanlığa, fırkalar arası sürtüşmeye yarasın diye yapılıyor değildir.

Aynen bunun gibi, İslâm toplumları kabîlelere, ırklara ve tâifelere ayrılmıştır. Fakat binlerce birlik yönleri vardır. Hâlıkları birdir, Rezzâkları birdir, Peygamberleri birdir, kıbleleri birdir, kitapları birdir, vatanları birdir.... Böyle binlerce birlik bağları içindedirler. İşte bu kadar birlik bağı, Müslümanlar arasında uhuvveti, kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Demek insanlar bu âyetin ifâde ettiği gibi kabîlelere ve tâifelere, tanışmak ve yardımlaşmak için ayrılmıştır. Yoksa birbirini küçük görmek, inkâr etmek, yok saymak, asimile etmek, sömürmek, güçsüz olanı ezmek ve kaynaklarını kurutmak ve birbirine düşmanlık üretmek için değil.

Milliyet fikrinin iki kısım olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin menfî, uğursuz ve zararlı olduğunu, başkasını yutmakla beslendiğini ve diğerlerine düşmanlık etmekle devam ettiğini, bu anlayışın kalıcı düşmanlıklara ve toplumlar arası huzursuzluklara sebep olduğunu kaydeder. Kur’ân’ın “câhiliyet taassubu”4 dediği, Peygamber Efendimiz’in de (asm), “İslâmiyet, câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabîleciliği kaldırmıştır”5 hadis-i şerifi ile işâret buyurduğu taassup böyle menfî ve zararlı ırkçılıktır. Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ise, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, milliyet fikrinin ikinci kısmı müsbet milliyettir. Müsbet milliyet, her toplumun kendi iç bünyesini sevmesi, yükselişini istemesi ve bunun için gayret etmesi demektir. Hamiyet-i milliye namıyla, her ferdin başka milletlere zarar vermeden kendi milletinin menfaatlerini takip etmesi elbette hakkıdır ve bu gayret zararsızdır. Bu gayreti İslâmiyet reddetmez. Bu gayret yardımlaşmaya, dayanışmaya ve güç birliğine de sebeptir. İslâm kardeşliğini güçlendirir.

Bedîüzzaman’a göre milliyet fikri, İslâmiyet’e yardımcı olmalı, kale olmalı, zırh olmalı; fakat dînin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet ve kardeşlik içinde “bin kardeşlik” vardır. Din kardeşliği berzah âleminde ve bekâ âleminde de kalıcıdır, yaşanmaya devam edilir. Onun için milliyetçilik ne kadar güçlü de olsa, İslâm kardeşliğinin ancak bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa İslâm kardeşliğini bırakıp, yerine milliyetçiliği koymak, büyük hatâdır; kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup o elmasları dışarı atmaktan farksız bir ahmaklık ve cinâyettir.

DUÂ

Allah’ım! Müslümanlar arasına kin, nifak, intikam, husumet, fitne, fesatlık, hasetlik, düşmanlık, ayrılık, gayrılık ve ihtilaf verme! Müslümanlar olarak bizi birbirimize kardeş kıl! Kalplerimizde sevgiyi, ünsiyeti, dostluğu ve muhabbeti hâkim kıl! Bizi sevgisizlik ateşi ile yakma! Bizi şeytanın attığı düşmanlık tohumlarından koru!

Âmin... Âmin... Âmin...

Dipnotlar:

1- Hucurât Suresi: 13; 2- Hucurât Suresi: 13; 3- Mektûbât, s. 309; 4- Fetih Suresi: 26; 5- Keşfü’l-Hafâ, 1/127

03.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kemalizm kartı



İsrailli diplomat Alon Liel’in ortaya attığı “Erdoğanizm, Kemalizmin güncellenmiş versiyonudur” iddiasını biliyoruz.

Bu tuhaf söyleme ondan başka hiç kimsenin sahip çıkma gereği duymadığını da.

Ancak Erdoğan’ın bu nitelemeden rahatsızlık duymak şöyle dursun, memnun olduğunu ve bunu açıkça dile getirdiğini de.

Ve nihayet, Erdoğan İsrail’i Filistin’deki katliamları sebebiyle eleştirdiğinde, aynı Liel’in bu defa hemen ağız değiştirerek AKP liderini yerden yere vurduğunu da.

Bunları ard arda sıralamamızın sebebi, bilhassa Kemalizm ve Atatürkçülük temalı yorumların, övgü veya sövgülerin son derece konjonktürel bir özellik taşıdığını gösteren çok çarpıcı örnekler teşkil etmeleri.

İşin bir yönü, Prof. Şerif Mardin’in dediği gibi, AKP iktidarının, “Kemalizmin yeni bir başarısı” olması.

Ahirete gözünü kapayıp tamamen dünya hayatına odaklanan bir ideoloji olarak Kemalizmin “dindarları dünyevîleştirme” hedefi açısından çok dikkate değer bir yorum bu.

Ve göründüğü kadarıyla, AKP bu noktada, Özal’ın ANAP’ını da aşan bir fonksiyon icra etti ve halen de etmeye devam ediyor.

Ama bu tür kullanımların riskleri de var.

Kemalist cenah açısından en büyük risk, temelde “takiyye yapıyor” kuşkusuyla hiç güvenmediği halde kendi amaçları için kullanabildiği müddetçe iktidarda kalmasında beis görmediği AKP’nin, kilit mevzileri ele geçirerek Kemalistleri tasfiye etmeye yönelmesi.

O noktada iş iktidar kavgasına dönüyor ve her iki cenah da Atatürk referansını kullandıkları halde, kıyasıya çekişmeye başlıyorlar.

Son günlerde yaşananların izahı da bu.

Atatürk’ün doğumunun 125. yılını kutlama gerekçesiyle yürütülen etkinliklerde Sezer’in de, Erdoğan’ın da birbiriyle çelişen tezlerini Atatürk’ü referans göstererek ortaya koymaları, bu durumun bir yansıması değil mi?.

Bu çatışmayı dışarıdan takip eden ve alacağı tavra göre sonucu belirleme gücüne sahip olan diğer bir aktör daha var: ABD.

Türkiye’deki güç dengelerinde epeyce bir zaman BOP çerçevesinde AKP’den yana ağırlığını koyan Washington, bir süredir yeniden eski tavrına dönerek “hakikî Kemalist” güçlere yöneldiğinin işaretlerini veriyor.

Bu sinyaller son günlerde daha da arttı.

Bush’un, 125. yıl için Amerika Atatürk Derneğine özel mesaj gönderdiği günlerde, İstanbul zenginlerinin organize ettiği ve Ankara’da görev yapmış eski ABD büyükelçilerinin katıldığı bir toplantıda ifade edilen şu sözler, bu yöndeki işaretlerin en yenilerinden biri:

“Bir model ülke olduğu için ABD Türkiye’ye önem veriyor. Bu sistemin esası Kemalizmdir. Eğer AKP Kemalistleri tasfiye ederse, o zaman Türkiye’nin özelliği kalmayacak ve model ülke olarak değeri yok olacak.” (Güngör Uras, Milliyet, 24.5.2006)

Aynı gün Ruşen Çakır da Vatan’da, Dünya Bankasının neocon patronu Wolfowitz’in, Erdoğan’ın değil, “Atatürk’ün Türkiye’si”ni öne çıkaran bir konuşma yaptığını yazdı.

ABD yine Kemalizm kartına mı oynuyor?

03.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004