Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail BERK

Ufuktaki seçim ve seçmen



Önümüzdeki yıl yapılacak genel seçim atmosferine, siyasetin yeniden ısınacağı sonbaharla birlikte fiilen girilmiş olunacak. Böyle olunca da, kamuoyu araştırmaları, partilerin nabız tutma turları, bu yaz boyunca seçmenden toplanan “nevale” tepkiler, partileri bir hayli terletecek gündemlerdir.

Seçmeni doğru okuma, beklentilerini karşılama ve rasyonel çözümler önerme konusunda siyasetin daha yoğun ve rekabetçi bir yapıya kaydığını söyleyebiliriz.

Parti içi demokrasiyi işletecek eşitlikçi ve katılımcı yeni seçim yasası ve düzenlemeleri önümüzdeki iki ay içinde Meclisten geçmezse, haliyle genel merkezlerin tasarrufu ağır basacak. Adaylar öncelikle merkezî icazet alacak, sonrasında ise milletin önündeki sandıktan çıkma yarışına girecek. Milletvekili adayları için şimdiden heyecan veren ve tedirgin eden bir maraton başlamış bulunuyor.

Böyle olunca da, merkezi diyaloglara dayalı girişimler öne çıkmaktadır. Böylece lider sultasına dayalı bir seçim sath-ı mailine girilecektir.

Vatandaşı, taban demokrasisini, seçmenin önceliklerini, teşkilâtın yerel gücünü elinde tutmak bile yetmiyor, merkezi otoritenin karar organlarından da onay almak gerekiyor. Adaylar; önceden “şehadetname” güvencesi için çalışmaları ikmal etme zarureti ile karşı karşıya.

Topal demokrasimizin bir sebebi de, 12 Eylül’den bu yana seçme ve seçilme rekabetinin engelli olmasıdır. Denetleyici ve belirleyici parti hiyerarşileri, parti içi farklılığa ve sesliliğe kapalı bir aday listesini benimsemektedir.

Genel merkez kontenjanlarının fazlalığı, ön seçimin çoğu zaman belirleyici olmaması, bir çok yerde de ön seçimi yapacak kayıt ve üye listeleri ile delegenin kontrollü ve güdümlü tutulması, karar vericileri ve siyasî kalitenin düzeyini etkilemektedir.

Siyasî partilerin, garantili seçim sıralarını bloke ederek “Kontenjan senatör” uygulaması ile havarilerini koruması, tepe siyasetini güçlü kılarken, siyasetin taşra ve taban beklentilerini karşılaması güçleşmektedir.

Sınırlı kontenjan kadronun teknik ve uzmanlık alanlarına göre “siyasetteki tedrisatı” da görerek gelmesi kabul edilebilir, ancak atanmışların siyasetine dönen ve bürokratik kodları egemen kılan bir yapılanma, siyasî iradenin halka dayalı ayağını zayıflatmaktadır.

Özellikle demokratik açılımların en büyük handikabı, akademik ve bürokratik kültürün teknik detaylara hapsettiği bir yaklaşımın büyük fotoğrafı ve beklentilerin ana noktasını yakalayamamasından kaynaklanan zafiyetleridir.

Seçmeni okumak ve ona yönelik popülist siyaset yerine pozitif bir siyaseti ortaya koymak daha etkili olur. Liyakat, deneyim, değişim ve başarı dörtgeninde adayları belirleme ve demokratikleşme ile birlikte kalkınma senaryolarıyla istihdamı sağlayacak bir seçim stratejisi izlemek, partilere avantaj sağlar.

Siyasetin ana eksenini etkileyen ülkenin iç ve dış dinamiklerini doğru algılamak, siyasetçinin ev ödevlerine iyi çalışmasına bağlı.

Yaş faktöründen, sosyal statüye ve düşünce tarzından oy kayma oranlarına ve yeni seçmenlere kadar seçmen profilinin yeni yüzünü gösteren sayısal değerler mevcut.

Yapılan araştırmalar da gösteriyor ki, seçmeni doğru okuyacak objektif bir altyapıya sahip; kararlı, entelektüel ve demokrat görüşler siyaseti etkileyecek.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Kendi Mi’racımız



On dokuzuncu yüzyılın ön planda tutulan felsefi yaklaşımları pozitivizm, determinizm, sekülerleşme gibi kavramların etrafında şekillenmiştir. Bu çerçevede algılanan bir varlık âleminde bilim mutlak hükümranlığını kurmuş ve her şeyin şekillenmesindeki temel güç olarak algılanmıştır. Sanayi ve teknolojideki baş döndürücü gelişmeler ve bilimin varlığa mutlak anlamda hükmedebileceği intibaını veren uygulamalar bilimin tahtını iyice sağlamlaştırmıştır. Artık varlık, maddî plana sınırlı ve analitik yaklaşım içinde parçalara ayrılmış ve her parçanın kendi iç bütünlüğü dışında parçalar arası bağlantının göz önüne alınmadığı bir tarzda algılanır olmuştur.

Pozitivist düşüncenin bu güçlü gelişi daha önceki dönemlerin bilgi birikimini bir anda silip atıvermiş ve kendi tanımladığı varlık dünyasını tanımları ile uyuşmayan geçmiş dönemlere ait bilgileri değişik suçlamalarla reddetmiştir.

Bilim o kadar kendinden emin ve analiz ederek parçalara ayırarak tanımladığı madde konusundaki bilgilere o kadar güvenmektedir ki, artık son noktaya geldiği düşünülmüştür. Bu güçlü rüzgâr yirminci yüzyılda da etkilerini belirgin şekilde hissettirmekle birlikte bu yüzyılın başlarından itibaren pozitivist bakışın ve bilimsellik adı altında maddî âleme ve laboratuvara sınırlı varlık anlayışının tahtı sarsılmaya başlamıştır. Fiziğin geldiği yeni noktada her an yeni bir değişimin gerçekleştiği hiçbir şeyin kararlı ve bütünden bağımsız olamadığı bir varlık anlayışı atom içi âlemin keşfi ile maddî dünya anlayışını sarsmıştır.

Parçaların bütünü meydana getirdiği düşüncesi yerini her bir parçanın ayrı bir bütün olduğu düşüncesine bırakmıştır. Her bütün, bütünlerin toplamı içinde yine onlarla da bütünleşerek yer almaktadır. Çok küçük zaman dilimlerinde çok hızlı değişimlerin yaşandığı, her şeyin her şeyle irtibatlı olduğu ve bu irtibatın akıl almaz ölçülerde kısa zaman dilimleri içinde kurulduğu yeni varlık tablosu kaos, belirsizlikler şeklinde ifade edilen kavramları âlemimize taşımıştır.

Artık varlığın bütünü sebep-sonuç ilişkileri kurularak geleceğin belirlendiği determinist yaklaşımdan çok uzaklaşmıştır. Bilimin kendine aşırı güvenen bir eda ile “olmaz” ya da “olur” şeklinde ortaya koyduğu hükümlerden pek çoğunun bir anlamı kalmamıştır. Bilinemezlikler, belirsizlikler, ihtimaller daha ön plana çıkmış ve yeni dönemin varlık algısı köklü değişikliklere uğramıştır.

Bütün bunlar önümüzdeki dönemlerde madde ve mânâyı birlikte alan, insanı ve hayatı bütün yönleri ile değerlendiren yaklaşımların gelecekte hakim olacağının işaretleri gibidir. Gelecekte teknoloji, silâh ve paranın değil; sevginin, inancın ve maneviyatın hakim olacağı artık görünür hale gelmiştir.

Daha önce maddî âlemi kendi iç dinamikleri ile algılayıp bütün işleyişi bu alana ve bu alanın kendi algıladığı şekline sınırlı zanneden insanlık ve bilim eşyayı tanıdıkça önüne çıkan baş döndürücü manzara karşısında acziyetinin farkına varmış ve varlık âleminin işleyişini kendi keyfine göre şekillendirme hevesinden vazgeçmiş gibidir.

Yeni dönemde varlık ve benlik ilişkileri sadece maddî alana sınırlı ve fiziksel etkileşim ya da faydacılık etrafında şekillenmiş olmayacak arka planda olan ancak işleyişteki yeri çok önemli olan değerler de fark edilecektir. Bu çerçevede duânın gücü fark edilecek maddî gücün ötesinde çok güçlü bir inancın sonuca ulaşmak için ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. Bu bir yönü ile varlığın bütününde bir ruhun var olduğundan haberdar olmak ve varlıkla daha sağlıklı iletişim kurmak anlamına gelecektir. Bu iletişim daha mutlu ve huzurlu benlikler doğuracaktır.

Bu çerçevede tanımlanmış bir mutluluk özünde yaratılış gayesine uygunluk ve hep huzurda hissetme anlayışını ihtiva ediyor olacak ve hayatın dalgalanmaları içinde hep var olan mutluluk anlamına gelecektir. Hayat ise sadece maddi dünya ve görünen âlemlerle sınırlı kalmayacak, madde ötesini ve zaman ötesini de içine alacaktır. Bu tarz mutluluk anlayışı ve arayışı içinde en lüks arabaya binmekle, bütün hazları tatmakla aranan ve çoğu zaman bulunamayan mutluluğun yerini çıplak ayaklı birine alınan ayakkabı ve arzularını frenleyebilmenin ruhta oluşturduğu haz ve özgüven gibi duygular alacaktır. Hayatı anlamlandıran kimliği ve kişiliği güçlendiren gerçek mutluluk özde ve her şeyin aslını anlamlandıran yaklaşımlar içinde aranmalıdır.

Meselâ mi’racı bilimin algı ve sınırlılığı içine sığdıramayan yaklaşımın olmaz hükmü, varlığın işleyiş kurallarını kendi aklının tanımına ve gözlemlerinin tanımladığı kurallara uydurma edepsizliğinden kaynaklanmaktadır.

Oysa varlığı temelinde işleyen kurallarla tanımlayan konuma gelen ve alt yapıda ihtimallerin şekillendirdiği varlık yapısı olduğunu bilen bir bilim yaklaşımı için “olmaz” hükmü yoktur. Çünkü maddî âlemin potansiyeli ve ihtimaller şeklinde ifade edilen imkân boyutu her şeyin olmasına müsaittir. Her şeyde olduğu gibi mi’rac konusunda da kendi dar aklının alanına sığdırma arayışı bu anın insanın ruh dünyasına yansıttığı güzellikleri hissetmesine engel olmaktadır.

Bu anın bizimle ilgili en güzel yanı içimizden bir elçinin (a.s.m.) Alemlerin Rabbı, Kainat Sultanı ile görüşmesidir. Görme ve algılama özellikleri bize benzeyen birinin (a.s.m.) Rabbimizin sonsuz güzelliklerini görmesidir. Bu aslında bizim de görebileceğimizin müjdesi olmalıdır. Hayatın ve var olmanın bundan daha mutluluk verici bir yanı olamaz.

Aslında hedef Rabbimizin var olduğunu ve bizlerle olduğunu hissetmektir. Her namaz Rabbimizin güzelliğini hissettiğimiz bir mi’rac hali olmalıdır. Yine varlığa tevhid nazarı ile, yani kâinatın ve bütün âlemlerin tamamını kuşatan Kur’ân’ın bakışı ile bakabilmek aslında yaşadığımız âlemde sonsuz güzelliği görmek anlamına gelecektir ki bu tevhidin en güzel meyvesi olmalıdır. Beşerî boyutta ve maddî âlemde bir tür mi’rac yaşamak anlamına gelecektir. Yani Rabbimizin sonsuz güzelliğini maddî âlemde hissetmek ve önümüze çıkan algıladığımız her şeyin O’nun bize hediyesi olduğu algısı ile yaşamak; annemizin, eşimizin ya da hemşirenin uzattığı ilâcın aslında Gerçek Şifa Verici tarafından Kâinat Sultanı tarafından bize uzatılıyor olduğunu algılamak insan olmanın zirve duygusu bir duygu sıçrayışı ve bir mi’raç olmalıdır.

Mi’rac ile ilgili aklî yorumlar yapmak ve maddî boyutta olup olmayacağını tartışarak bu duygu güzelliğini sığlaştırmak yerine bu Mi’rac gecesinde tevhid nazarı ile bakmanın ve rü’yet-i ilâhiyenin daha yeryüzünde iken hazzını yaşamanın zihni hazırlığını yakalamaya çalışalım. Aklımızın darlığından duygularımızın kuşatıcılığına sıçramak için içimizden seçilen elçinin (a.s.m.) aynı halini bize yaşatması varlığı onun (a.s.m.) algı genişliğinde bize hissettirmesi için Rabbimiz’e duâ edelim. Benlikten ve maddenin katılığından sıyrılmak için algılarımızı tevhid nazarına yükseltmesi için Basir-i Mutlak’a yalvaralım. Hayatın gerçek anlamı ve gerçek mutluluk ancak bu Mi’rac ile keşfedilecektir.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Yukarı bakmak



İslâma hizmet dünyanın her tarafında ve sür’atle devam ediyor. Biz de nasiplendiğimiz kadarını sizlerle paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyoruz.

Florida-Tampa’da Araplar tarafından “Sligh” adında bir cami kurulmuş (caddenin isminden dolayı bu şekilde söyleniyor, asıl adı: İslamic Society of Tampa Bay Area, kısaca ISTABA). Birden çok cami ve mescidin bulunduğu bu şehirde “Sligh camisi”ni önemli kılan, aynı zamanda eğitim ve kültür merkezi niteliği taşıması. Bu camide her hafta sonu çocuklar ve yetişkinler için çeşitli kurslar veriliyor. Çocuklara yönelik olarak; Din dersi, Kur’ân eğitimi, Arapça, yetişkinler içinse yine Arapça, fıkıh, tefsir, İslâm tarihi gibi dersler yer alıyor. Birçok aile her hafta sonu çocuklarını da alarak bu camiye geliyorlar.

Burada eğitim veren kurs hocaları, ya Amerika’da doğmuş büyümüş ya da yıllardır Amerika’da yaşamış Mısır, Suriye kökenli, en az master düzeyinde eğitim almış ve yine en az iki dil bilen hocalar.

Size özellikle bahsetmek istediğim İslâm tarihi ve tefsir hocası Sister Suzan, bizzat öğrencisi olma şerefine nail olduğum için kendimi çok şanslı addediyorum. Neden?

İslâm tarihi eğitimim ailede başlamış, üniversitede de akademik olarak devam etmiş olmasına rağmen, hayatımda bu kadar duygulu ve içten bir Bedir Savaşı, Mekke’nin fethi dinlememiştim. Sanki o günlere geri gittim.

Aynı zamanda, ‘bir günü diğerine benzeyen ziyandadır’ düşüncesiyle her hafta İslâmî yaşayışımıza bir güzel şey daha katmak için bizlere söz verdirtir, kendi yapmadığı birşeyi asla bizden talep etmezdi. “Duha namazı, mutlaka kılınacak! Arkadaşlar, (tamam eyvallah), subhanallah, elhamdülillah ve sâlâvat-ı şerife getirmek unutulmayacak!”, (çok şükür bu da tamam). Ama hergün “Bakara Sûresi” okumak? Bunun sözü nasıl verilir? Çoğu zaman bir sayfa bile okumaya vakit bulamazken. Biz bu şekilde “Nasıl olur, bu çok zor” tepkisini sınıfça verince, “Hz. Muhammed (asm) Bakara Sûresini namazda okurdu, ne var ki bunda” şeklinde cevap vermiş, daima yukarı bakmamız gerektiğini ikaz etmişti.

Yaklaşık yirmi kişilik olan bu dersimize bazen Hıristiyanlar da katılıyordu. Hatta bir Hıristiyan arkadaşın üç-dört hafta geldikten sonra Ramazan’ın ilk günü Müslüman olduğunu açıklaması ve ilk orucunu tuttuğunu söylemesi bizleri çok duygulandırmıştı.

Otuz yıldır Amerika’da yaşayan Sister Suzan ile sizler için küçük bir söyleşi yaptık. İşte bu söyleşiden bazı notlar:

*Dini dersler vermek nereden aklınıza geldi ve camide ne kadar zamandır ders veriyorsunuz?

Camide Arapça konuşmayan kişilere din dersi vermeye başlayalı altı yıl oldu, Bazı üniversite öğrencileri benden onlara İslâmı öğretmemi istediler ve İslâm hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istediklerini bildirdiler. Ben de bu sebeple başlamış oldum.

*Bu ülkede yaşarken dinî açıdan hiçbir saygısızlıkla karşılaştınız mı?

Hayır, aksine hep pozitif ve destekleyici tepkiler aldım.

*Müslümanların dünya üzerindeki imajı hakkında ne düşünüyorsunuz?

İşin politika kısmını bir tarafa bırakırsak, bence insanların çoğunluğu İslâmı iyi bir din olarak görüyor ve git gide İslâma girenlerin sayısı artıyor. Allah’a çok şükür şu anki durumun bundan on yıl öncesine göre çok daha iyi olduğuna inanıyorum.

*Sizce İslâmiyeti yaşamak geride kalmak anlamına mı geliyor?

Hayır, dinlerini yaşayan insanların gerici olarak düşünülebileceğine inanmıyorum, çünkü dinini yaşayan Müslümanlar aynı zamanda ülkesinin en iyi vatandaşlarıdır, zira onlar Hz. Muhammed (asm) tarafından bize bırakılan yüksek değerlere uymakta hassasiyet gösterirler.

*İslâmiyetin geleceği hakkındaki fikirleriniz nelerdir?

Şu anda Müslüman topluluklarda yaygınca rastlanan en büyük problemlerden bir tanesi dinleri hakkında cahil olmaları. Eğer Müslümanlar yücelerin yücesi Allah’a döneceklerse bunu sadece dinleri hakkında bilgilerini artırarak yapabilirler. Allah (c.c) da bize zaten okumamızı ve bilgimizi arttırmamızı emrediyor.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Öyle bir söz ki



İman ve İslam esaslarını anlatırken mutlaka izah ve ispat yolunu seçerek, aklı, kalbi ve sair duyguları da ikna yolunu seçmektir. Çünkü, Kur’ân bunu emrederken, çağımız da, “Neden, niçin ve nasıl?” sorularının etrafında yoğunlaşıyor. 15 asır sene önce bize bırakılan bu medenî metot, gayet ince psiko-sosyal hakikatleri ihtiva eder.

İnsanları hakka, mü’minleri camiye dâvet ederken, asla sert, kırıcı, ürkütücü, korkutucu, itici olamayız. Hele hele haftalık, aylık Müslüman, böyle yapacaksan camiye hiç gelme!” gibi son derece rijit bir tavır asla takınılamaz. O takdirde, “Beyt, beytullah; insan ise, Abdullah! Onu da gelip-gelmemekte serbest bırakan Allah; size ne oluyor. Siz kimsiniz, kimi, kimin mabedinden kovuyorsunuz?” diye tepki gösterirse, cevap vermekte zorlanırız. Daha doğrusu, verecek cevabımız bulunmaz!

Ancak, şöyle nâzik ve düşündürücü bir üslûp kullanabiliriz:

“Efendim, geçen sene bayram namazından sonra camide bir ceketin unutulduğunu fark ettik. Herhalde vakit namazına gelir, ceketini alır, diye düşündük. Vakit namazlarına gelmeyince, herhalde Cuma namâzına gelir, diye bekledik. Aradan aylar geçtiği halde, ceketi soran olmayınca, zayi olmasın diye muhtaç birisine verdik. Ancak, diğer bayram namazında sahibi yanımıza geldi ve ‘Ben geçen seneki bayram namazında ceketimi burada unutmuşum. Sizde ise, almaya geldim’ dedi. Biz de durumu kendisine anlattık, geç kaldığını söyledik. Siz de, şâyet ceketinizi unutursanız, sakın diğer bayrama kadar beklemeyin, hemen gelin ceketinizi alın.”1

Bu, hem mesajı kesin olarak hedefine, hem siz maksadınıza ulaştırır; hem de insanları rencide etmemiş olursunuz. Bir diğer mühim husus da, insanların hatalarını yüzüne vurmamaktır. Buradan hareketle, başkalarının huzurunda kusurları sergileyip ilan etmemeyi de çıkarabiliriz. Anlatılır ki, Hz. Ali’ye (r.a.), “Hatanı söyleyeyim mi?” diyene, “Hayır, burada söyleme, yalnızken söyle!” demiş. Yalnızlığa çekilip söyleyince, “Doğru söyledin, kendimi düzelteyim!” demiş.

“Neden içeride bunu söylememe fırsat vermedin, aynı şeyi söyleyecektim!”

“Orada izzet-i nefsime dokunur, belki nefsime kabul ettiremezdim, karşı gelebilirdim!”

Hassasiyet gösterilmesi gereken diğer bir prensip de, muhataplarımızın içinde bulunduğu inkâr, şüphe veya vesvese durumudur. Kesinlikle olumsuz yönlerini yüzlerine vurmamalı ve aleniyete dökmemeli.

Dipnot:

1. Dr. Şâdi Eren, Güzel Konuşmanın Sırları, s. 28.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yıllık izin



Yazarımız kısa bir süreliğine yıllık izne ayrılmıştır

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Etkilenmemek en iyi cevap



Aslında o kafalarla uğraşmak, onların karanlık dünyasıyla sizleri meşgul etmek istemezdim. Hep güzelliklerden bahsetmek, gözlerimiz önünde mükemmel bir nizam ve intizam ile işleyen harika faaliyetleri nazara vermek insanlık adına çok daha güzel bir şey olurdu. Ama gelin görün ki yaşadığımız yer kürede nazarlarımızı kendilerine çekerek, içinde bulundukları çirkeflerle bizleri uğraştırmak isteyen çok insan suretinde mahluklar bulunmaktadır.

Belki direnmek ve inancımızın bize kazandırdığı güzelliklerle dolu dünyadan ayrılmamak en iyisidir. Ancak çirkinlikleri görmekten de kendimizi alamıyoruz bu dünya hanında. Görünürde içinde yaşadığı toplumun çok önemli meselelerini çözümlemekle görevli olan bazı insanlar vardır ki, doğrusu insanlık onlardan utanç duymaktadır.

Cehennem gibi bir mekânın varlığını Rabbimiz bizlere bildirmemiş olsaydı, “Büyük Kafalar” diye isimlendirebileceğimiz çok insanların varlığı bizleri kahrederdi doğrusu. Hak ve hukuk adamlığı sıfatını üzerlerinde taşıyan insanların, bu insanlığın değerli metalarını hiçe sayarak şahsî ve indî yorumlarla adalet arayan insanları hayal kırıklığına uğratmaları karşısında ne diyelim bilemiyorum.

Öte yandan toplum içinde, inancından kaynaklanan faaliyetleriyle kimseye zarar vermeden ferdî veya cemaatî bir şekilde yaşayan insanların içinde yaşadığı huzur iklimini bozmaya çalışan ve inanç adına yapılan her hareketi garipseyen yayıncılar vardır ki, bunlara karşı gözlerimizi kapatmamız neredeyse mümkün olmuyor.

Şiddet, fuhuş gibi genel ahlâka aykırı her faaliyeti allana pullana anlatan, insanların, inancın sınırlarından dışarı çıkıp başıboş bir yaşayış içine girmesini güzel imiş gibi gösteren ve böylece safi zihinleri bulandırıp toplumu zehirlendiren insanları görünce de, insanlık adına boş verip geçemiyoruz.

İnsanlığın değerlerine düşman olan, insanların bir arada huzur içinde yaşamasını her hal ve hareketleriyle önlemeye çalışan, sanki toplum hayatına zehir saçmak için görevlendirilmiş bulunan insanlara bilmem sizler hangi nazarla bakmaktasınız. Bana sorarsanız, insanlık değerleri içinde onlar için herhangi bir konum bulamıyorum. Hatta insanlıktan sınıfta kalan bu insanların hayvanların içinde bile kendilerine bir mevki bulamayacaklarını düşünüyorum.

O kafaları ancak ateş temizler. Onların kalblerinin mühürleri açılmadığı sürece, onlar insanlık ailesine karşı cinayetlerine devam edeceklerdir. Boşuna onlara yanaşıp da hoş görünmeyelim. Boşuna onların bizim dünyamıza güzellikler getireceklerini beklemeyelim.

Onlara karşı en büyük mücadele, dünyamızın onlardan etkilemesini önlemek olacaktır. Gafil davranırsak, içimizdeki ve dışımızdaki düşmanları görmezsek, zamanla o kafa sahiplerine yaklaşma tehlikesine düşebiliriz. Onlara yaklaşmak ateşe yaklaşmak demektir. Onlara yanaşmak insanlıktan uzaklaşmayı beraberinde getirecektir.

Mazur görün, o güruhtan kimsenin ismiyle bu satırları lekelemek istemiyorum. Hem de o isimleri zikretmekle tertemiz olan zihinlerinizi bulandırmak da istemiyorum. Zaten buna da gerek yok. İnanıyorum ki, sizler onları nerede görseniz tanıyacak ve onların o lanetlenmiş suratlarını görünce yüzünüzü buruşturacaksınız.

Allah’a her an sığınalım o kafa yapısına sahip olanlardan. Tıpkı şeytandan istiaze ettiğimiz gibi, insan suretindeki o şeytan yamaklarından ve onların kafalarının mahsulü olan fikirlerden Rabbimize sığınalım. Ve arkasından onların yaptığı tahribatı tamir etmeye çalışan insanlara katılalım, o mümtaz insanlar gibi insanlığı muhafaza davasına zenginlik katalım.

Uzaklara kaçmakla, insan topluluğunun dışına çıkmakla o kafaların verdiği zararlardan kurtulamayız. Hain olan o düşmanlarca arkadan vurulmamak için göğüs göğüse vuruşalım, değerlerimizin mütehayyir insanlara ulaşması için mücadelemizi verelim. Sadece kendimizi değil kurtarılmayı bekleyen insanların kurtulması için elimizden geleni yapalım. Ancak bu şekilde zaman zaman öfkelendiğimiz o menhus kafa yapısına sahip olanlardan hıncımızı alabiliriz.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Duada niyet



İsim belirtmeyen okuyucumuz.“Kimi insnalar var; duasının neticesini diledikleri gibi görmek istiyorlar. Görmeyince de küsüyorlar. Bu insanlara duayı nasıl anlatalım?„

Dua sırf Allah rızası için yapılır. Dua vesilesiyle Allah’ın rızasını kazanmaya niyet edilir. Başka maksat ve hedefler için duaya niyet edilmez. Edilirse duâ halis olmaz ve böyle dua kabule layık olmaz. Duanın bir ibadet olduğunu önemle hatırlatan Bediüzzaman hazretleri, ibadetin ise meyvesinin ahirette alınacağını, dünyevi maksatların o nevi dua ve ibadetin hususi vakitleri olduğunu, maksadı ve gayesi olmadığını bildiriyor.

Bu noktayı iyi kavramak gerekiyor.

Bediüzzaman’a göre duanın biricik gayesi ihtiyacın ve derdin açtığı dua musluğundan istifade ederek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her dua da bunu sağlıyor. Mesela Bediüzzaman’a göre yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Bu duanın ve ibadetin vakti yağmursuzluk vaktidir. Yağmur namazı ve yağmur duası, vakti girdiği için yapılır; yağmuru getirmek için yapılmaz. Eğer sırf yağmuru getirmek için yapılsa, böyle dua halis olmadığından kabule layık olmaz.

Nasıl ki güneşin batması akşam namazının vaktidir. Keza güneşin tutulması küsuf namazının, ayın tutulması hüsuf namazının vaktidir. Yani gece ve gündüzün nurani ayetlerinin perdelenmesi Allah’ın azametinin ilanı demek olduğundan, Allah kullarını o vakitlerde ibadete davet ediyor. Yoksa güneş tutulması namazı güneşin açılması için kılınmadığı gibi, ay tutulması namazı ayın tekrar aydınlatması için kılınmaz, akşam namazı da güneşin tekrar dönmesi için kılınmaz. Nitekim zaten güneşin ve ayın kısa bir süre sonra açılacağı, güneşin bir kaç saat sonra doğacağı gerek fenni hesaplarla, gerekse tecrübelerle bilinmektedir. Eğer sırf bu niyetlerle kılınsa, kılınan namaz halis olmaz ve kabule layık olmaz.

İşte yağmursuzluk da yağmur namazının ve yağmur duasının vaktidir. Keza belaların sel gibi gelmesi, zarar verici şeylerin gelip ıstırap vermesi, dertler, musibetler ve hastalıklar, konuyla ilgili duaların hususi vakitleridirler ki, kul o vakitlerde acizliğini anlar ve dua ile, niyaz ileAllah’a sığınır.

Bediüzzaman’a göre eğer dua çok yapıldığı halde belalar kalkmazsa, hastalıklar şifa bulmazsa yine de „duam kabul olmadı“ denilmez; „duanın vakti bitmedi“ denilir. Ve duaya devam edilir. Eğer Allah fazlıyla ve keremiyle belayı kaldırırsa ne ala. O vakit o nevi duanın vakti de bitmiş olur.

Demek dua ibadetten ibarettir. İbadet ise sırf Allah için yapılır. Dua eden kul, aczini anlamalı, dua ile Allah’a sığınmalı. Allah’ın hikmetine karışmamalı. Allah’ın hikmetinin kendisi için en iyisine hükmedeceğinden emin olmalı. Hikmetine itimat etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.1

Fakat Bediüzzaman’a göre, birinci gaye olmamak ve kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar, kendi kendine meydana gelen ve istenilmeden verilen lütuflar duaya ve ibadete zıtlık oluşturmaz. Bilakis bir teşvik edici ve tercih edici hükmüne geçerler. Bununla beraber çok dikkat etmek lazım: Eğer dünyaya ait faydalar ve yararlar o duaya, o virde, o zikre, o niyaza, o yakarışa birinci derecede gaye olsa, o duayı iptal eder. Çok tesirli bir dua da olsa, böyle gaye ve niyet için okunduğunda tesirsiz kalır, olumlu sonuç vermez.

Bu sırrı anlamayıp sırf dünyevi meyvelerini kasteden birisi çok tesirli dua bile okusa yine fayda görmez. Göremez. Fayda görmeye hakkı da olmaz. Çünkü dünyevi meyveye niyet ederek dua edilmez. Çünkü o dünyevi meyve, Allah’ın fazlından verdiği bir lütuftan ibarettir. Bu lütfa ermeye niyet edilse ihlas bozulur.

Fakat dünyevi meyvelerini düşünüp, şevke gelip, o duayı sırf Allah rızası için yapsa, bu niyet sahih sayılır; bu niyet duanın kabulüne zarar vermez. Veya, dünyevi ihtiyacını göz önünde bulundurarak bir kul üslubu içinde Allah için Allah’tan istese, veya dünyevi bir sıkıntıdan kurtulmak için, Allah için Allah’a sığınsa yine duası zarar görmez; makbule şayan olur.

Bu hikmet anlaşılmadığından çok tesirli dualardan netice alınmayabiliyor. Böyle çok tesirli dua okuyup netice almayanlar, bu hikmeti bilmediğinden, şüpheye düşüp inkâra bile sapabiliyor. Bu açıdan duada bu hikmetin iyi anlaşılması gerekir. Dua yapan duasına niyet olarak sırf Allah’ın rızasını kazanmayı ve Allah’a sığınmayı almalıdır.2

Dipnotlar:

1 Sözler, s. 287 2 Lem’alar, s. 136

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih kaynakları



Zaman zaman biraraya gelip sohbet ettiğimiz gençler, bilhassa talebe arkadaşlar tarafından soruluyor: "Yakın tarihimizi anlatan güvenilir, sizin de tavsiye edebileceğiniz kaynak niteliğindeki eserler var mı?" diye...

Bu tür suâl sahiplerine, ne yazık ki yeterince yardımcı olamıyoruz. Onları tatmin edecek veya aradıkları doğru bilgilere sevk edecek kaynak kitap ismi veremiyoruz.

Bildiğimiz kadar da yoktur böyle derli toplu bir kaynak eser. Tatminkâr bir çalışmayı, kimse çıkıp yapmamış veya yapamamıştır.

Türkiye'nin yakın tarihini etraflıca ve doğru şekilde yazıp ortaya koymak, hiç de kolay bir iş değil. Böyle bir çalışmayı yapmak, her babayiğitin harcı değil. Daha doğrusu, hakkını vererek yakın tarihimizi kaleme alacak bir babayiğit henüz ortaya çıkmış değil.

Esasen, bu husus ülkemizin küçümsenmeyecek bir ayıbıdır.

Yetişen nesillerin tarihi bilememesi, hele hele yakın geçmişinden gafil ve bihaber olması kadar utanılacak başka ne olabilir ki?

Bakalım, bu acı gerçekle yaşamayı daha ne kadar sürdürebiliriz?

Ders kitapları

Vatan evlâdı olan herkesin, hepimizin okuduğu ders kitaplarındaki tarihi bilgilerin çoğu, ne yazık ki şüpheli ve sağlıksızdır.

Kitaplarda, cumhuriyet öncesi devirlerin alabildiğine karalanması, hatta yer yer hakarete varan itham ve isnatların yer alması bir yana, cumhuriyet dönemine ait bilgiler ise, adeta yalan ve yanlışlar dizisini ihtiva ediyor.

Yalan ve yanlışın bilmeyerek yapılmasının, geçerli bir mâzereti olabilir.

Peki, ya bilerek ve kasten dizi dizi çarpıtmalar yapılmış ve tarih bilgisi eğitimi bir "yalan rüzgârı" havasında sınıflarda estirilip savurulmuşsa, bu kahredici vaziyetin ne gibi bir mâzereti olabilir? Bu ağır günahın yükünü kim çekebilir, bu vebali kim taşıyabilir?

Hem neden, niçin ve hangi hakla, dahası hangi maslahata binaen nesillere yalan ve yanlış bilgiler sunuluyor?

Ders kitaplarında yer alan bilgilerin tamamı yalan yanlış değil elbet. İçinde bazı doğrular da var.

İşte, zaten işin en kahredici tarafı da budur: Doğrularla yanlışlar, aynı kapta harman edilerek sunulmuş. Yani, bir nevi tuz ile toz şeker birbirine karıştırılmış.

Bu durumda, doğrularla yanlışların birbirinden tefrik edilmesi, elbette "akla karayı seçmek"ten çok daha fazla müşkilleşmiş oluyor.

Engeller var

Yakın tarihi doğru yazmanın önünde ciddî engeller var. En başta 5816 sayılı kànun var.

Hiç kimse çıkıp da, her ilim erbabının önünde "kapı gibi" duran bu "koruma kànunu"nu küçümsemeye, basit görmeye kalkışmasın.

Latife Hanım kitabının yazarı İpek Çalışlar, "M. Kemal, Topal Osman'ın şerrinden kurtulmak için tebdil-i kiyafet ederek Köşk'ten çıkıp kaçtı" diye yazdığı için, bakın başına neler geldi?

Yani, böylesi bir bilgi doğru da, yanlış da olsa, hiç kimse ortaya çıkıp da, kalp ve kafa rahatlığı içinde bunu yazamaz, kitap olarak yayınlayamaz.

Aksi takdirde, en ağır hapis cezasına mâruz kalmak var. Üstelik bu, para cezasına dahi çevrilemiyor. Mahkûm olan kişi, cezasını mutlak surette hapishanede çekmesi gerekiyor.

Bu durum karşısında, yakın tarihin gerçek yüzü nasıl aydınlatılabilir?

Kaldı ki, 1924'ten sonraki resmî arşiv bilgilerine zaten kolaylıkla ulaşılamıyor. En ehil araştırmacılar için bile, bu bilgilere ulaşılması hem izne tabidir, hem de ara yerde çok ağır formüllü bir prosedür yumağı var. Her isteyen istediği bilgilere ulaşamaz; tıpkı, her bildiğini yazamadığı ve yayınlayamadığı gibi...

Bilmem, suâl sahiplerine tatminkâr bir cevap verebildik mi?

Günün Tarihi

Komünistlerin Çekoslovakya işgali

21 Ağustos 1968: Çekoslovakya’nın işgali. Rusya’ya bağlı silâhlı birlikler tarafından Çekoslovakya’nın Prag şehri işgal edildi.

20–21 Ağustos gecesi Sovyet Rusya öncülüğündeki Polonya, Macaristan ve Bulgaristan birlikleri Çekoslovakya’ya girdiler ve önemli bir direnişle karşılaşmadan ülkeyi işgal ettiler.

Hemen ardından, ülkenin eski yönetim kadrosu tutuklanarak Moskova’ya gönderildi. Rusya’ya bağlı kukla bir idare kurularak ülke yönetilmeye başlandı.

Detay bilgi: Aynı yılın (1968) Ocak ayında Çekoslovakya Komünist Partisi Genel Sekreterliğine atanan Aleksander Dubçek, ülkede liberalleşme politikaları izlemeye başladı. Diğer yönetim kadrosuna da Dubçek gibi liberalleşme yanlısı kişilerin getirilmesi, komünist Rusya'yı Moskova'yı tedirgin etti. Moskova, liberal tutumunu değiştirmesi yönünde Dubçek'i ikaz etti. Ancak, Dubçek buna uymadı. Bunun üzerine Sovyetler Birliği öncülüğündeki Macaristan, Polonya ve Doğu Almanya birliklerinden oluşan bir Varşova Paktı gücü Çekoslovakya'yı silâh zoruyla işgal etti. Sovyet Rusya bu hadisenin bir "Pakt içi mesele" şeklinde görülmesini isterken, uluslar arası platformda bu işgal bir ülkenin hakimiyetinin ihlâli olarak kabul edildi.

Bu işgalden sonra, Avrupa komünizmi ile Rus komünizmi arasında birtakım farkların bulunduğu da ortaya çıkmış oldu.

İkinci ara:

Senelik iznimizin ikinci bölümünü kullanacağımızdan, periyodik yazılara iki-üç hafta kadar ara vermek durumundayız. Şayet imkân-fırsat bulabilirsek, hiç olmazsa haftada bir yazmak arzusundayız. Cümlenize hayırlı günler, haftalar dileğiyle. M.L.S.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Kelime Mühendisleri Odası



Hayatımızın olmazsa olmazlarını yeniden gözden geçirelim.

İyi bir edebî metin okumayalı ne kadar zaman oldu? İyi bir şiir, iyi ve yeni bir şiir, yeni ama aynı zamanda eski bir şiirin tadına varmayalı...

Şairlik çok mu ucuzladı, yazarlık çok mu ayağa düştü... Belki yeni bir meslek bulmalıyız, kimsenin öyle kolay kolay adının önüne yazamayacağı:

Kelime mühendisliği.

Kelime mühendisleri, bize sürekli yeni edebî metinler, şiirler üretmeli. Okudukça çarpılmalıyız, vurulmalıyız, parçalanmalıyız.

Kendilerine bunu iş, bunu dert edinen insanlar olmalı. Hobi olarak değil, boş vakitlerini değerlendirmek için değil, ünlü olmak içinse asla; sırf sevdikleri, kelime mühendisliği yapmadan yaşayamayacakları için yapmalılar.

Ruhumuzdaki o eksikliği doldurmak için, sürekli üretim halinde olmalılar. Sürekli bir şeyler beklemeliyiz onların kalemlerinden. “Bugün kelime mühendisleri bizim için ne yazdılar?” diye heyecanlanmalıyız. Radyoları karıştırmalı, televizyon kanallarını hızla dolaşmalı, gazetelerde gözümüz onları aramalı, internette hummalı bir araştırmaya dalmalıyız.

“Kelime Mühendisleri Odası’nın sizin için yazdığı bir şiiri okuyoruz şimdi” sesi, çevremizdeki tüm sesleri kesivermeli. Kasiyer parayı bir kaç saniye daha beklemeli, müşteri de para üstünü. Maçta hakemin düdüğünü, iskelede vapurun kalkışını, adres sorduğumuz adamın tarife başlamasını bir kaç saniye ertelemesine göz yummalıyız. Göz yummak bir yana, onlarla beraber biz de dinlemeliyiz, o cümleleri, o mısraları. İçimize sıcak bir esinti dolmalı anında. Ne derdimiz varsa, neyi takmışsak kafamıza fena halde, hangi problem için kendi kendimizi yiyip bitiriyorsak; bir kaç dakikalığına ara vermeliyiz.

“Evet bu işte” demeliyiz. Ne yeni çıkan son bilgisayar oyunu, ne derbi maçtaki gol, ne televizyon dizisinin bir sonraki bölümü, ne limitsiz kredi kartıyla sınırsız alış veriş; hayatta güzel bir söz kadar insana huzur ve mutluluk verecek başka birşeyin olmadığını düşünmeliyiz.

Hayatımıza yeni olmazsa olmazlar eklemeliyiz, kimilerini çıkarıp yer açarak...

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kritik gün



MGK toplantısı nedeniyle Lübnan’a asker gönderme kararı açısından kritik saatlere tanık olacağız.

Çünkü bu toplantı, her ne kadar emekliye ayrılacak olan komutanlar nedeniyle bir veda toplantısı hüviyetinde olsalar da, asker gönderme konusunun ele alınacağı kritik bir toplantı olacak.

MGK üyeleri toplantıya BM’nin hazırladığı, “Harekât Konsepti” ve “Angajman Kuralları” başlıklı belgeyi inceleyerek giriyorlar. Ayrıca Dışişleri Bakanı Gül, Lübnan’ın ardından dün de İsrail’i ziyaret ederek, bilgileri birinci kaynaktan toplayıp, gözlemlerde bulundu.

Gül, 1 mart tezkeresindeki ihtiyatlı tutumunun aksine, Lübnan’a asker gönderme konusundaki coşkulu tutumu ile dikkat çekiyor. Bunu tezkeredeki tutumu nedeniyle ABD’den yediği çiziği silme, Erdoğan sonrası Başbakanlığını garanti altına alma çabası olarak mı görmeli?

İhtiyatlı olmamızı gerektiren gelişmelerle karşı karşıyayız. Çünkü, Lübnan’da ateşkesin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğu, ateşkese rağmen İsrail’in gerçekleştirdiği saldırı bir kez daha ortaya çıktı.

50 yıldır BM’nin aldığı hiçbir kararı dinlemeyen İsrail, gerekli gördüğü anda ve gerekli gördüğü ülkeyi vuruyor. Aslında ateşkese falan gerek yok. Sadece İsrail’in saldırılarının durdurulması yeterli olacak. BM’den gelen belgelerde yer alan, ”Zorunlu kalınması halinde Hizbullah’a karşı güç kullanmayı” öngören madde rahatsızlık verici unsurlar içeriyor.

Ayrıca, BM Gücünün barışı korumakla görevli olacağı, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasına soyunmayacağı gibi tezler, İsrail’in beklentileri ile örtüşmüyor. BM’de Lübnan konulu toplantı yapılırken, İsrail’in barış Gücü’nün bu görevleri de üstlenmesi talebini getirdiği biliniyor.

Bu yüzden gözü kapalı Lübnan çöllerine kendimizi atamayız.

Karşı karşıya olduğumuz gerçekler, Bakan Gül’ün, Ertuğrul Özkök ve Fatih Altaylı ile lanse ettikleri tablonun çok ötesinde.

Hizbullah lideri Nasrallah’ın yerinin Türkiye tarafından MOSSAD’a bildirildiği haberleri ve İsrail’in ihbarları sonucu birbirine ardına İran uçaklarının indirilmesi iyi niyetle izah edilecek bir olay değil. Askerimiz henüz Lübnan’a gitmeden Türkiye ile Hizbullah’ı ve İran’ı karşı karşıya getirecek bir tuzak kuruyor İsrail...bunu görmeli.

Ayrıca tam 1 asırdır bölgede kanlı süreç yaşanıyor. Şimdi göndereceğimiz istihkam ve sıhhiye birlikleri ile Lübnan’da 100 yıldır akacak kanı durdurabilecek halimiz yok. Ayrıca gidilecekse, gerçekler kamuoyundan gizlenerek, güven zedelenerek değil, iyi müzakere edilmiş pozisyon belgeleri ve itimat telkin edilerek gidilmesi gerekir. Bakan Gül başta olmak üzere dışişleri bürokrasinin kamuoyundan bazı gerçekleri gizlediği aşikar. Başta bir güven sorunu söz konusu.

Bu bakış açısıyla mı Lübnan’a asker göndereceğiz? Ertuğrul Özkök’ten birkaç satır yansıtmak istiyorum. “Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e ilginç bir gözlemini anlatmış.

Berri, savaşın en şiddetli günlerinden birinde, televizyonda İsrailli bir askerin konuşmasını dinlemiş.

İsrailli asker, konuşmasında şunu söylemiş:

‘Bizim insan olarak amacımız daha iyi bir hayat yaşamak. Bütün eğitim hayatımız boyunca, yaşamayı yücelten değerleri öğreniyoruz. Ama burada çarpıştığımız insanların hedefi, yaşamak değil, ölmek.’

Gerçekten etkileyici bir tespit.”

Özkök, ”Gerçekten etkileyici” dediği tespitten yola çıkarak, “Amacı yaşamak olan bir insan topluluğu ile tek ideali ölmek olan bir insan topluluğu savaştığı zaman kim kazanır, kim kaybeder?” sorusunu yöneltiyor.

O kimsenin kazanamayacağını söylüyor, ama vicdanı, yaşamayı yüceltmek için mi önce Filistin’e, ardından da Lübnan’a saldırıp 300’ü çocuk bin 500 kişinin ölümüne neden yol açtınız sorusunu sormaya izin vermiyor.

Sahilde oynarken topçu ateşiyle vurulan 7 çocuğun hangi yaşama duygusuyla öldürüldüğünü hatırlatmıyor.

Yaşamayı yücelttiğini söylediklerine, Filistin yetimlerine ekledikleri Lübnanlı öksüzleri hatırlatmadan hem de....

21.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İki amazon



İki bayan dışişleri bakanı birbirleriyle çok güzel anlaşıyorlar. Gayet uyumlu sayılırlar. Meslektaşlık dayanışmasının ötesinde derin bağları veya duygudaşlık içinde oldukları söylenebilir. Bu dışişleri bakanlarından birisi Karaşahin olarak da anılan ABD Dışişleri Bakanı Rice. Diğeri de Sarışahin lakabıyla anılmaya layık olan İsrail Dışişleri Bakanı Tzibi Livni. Şaron sonrası kabinenin teşkilinin ardından Olmert Washington’ın eşiğini aşındırırken MOSSAD kökenli Dışişleri Bakanı Livni de Türkiye’ye gelmişti. Sempatik bakışlarının arkasında sertlik ve huşunet yattığı aşikar. Abdullah Gül’le de iyi anlaşıyorlar. Gül Lübnan’da konuşlanacak barış gücünü asker gönderme konusunda bölge ve ilgili ülkelerin nabzını yokluyor. Lübnan’a gitti ve olumlu intibalarla döndü. Şimdi de İsrail’de. Onların da nabzını tutacak ve taleplerini alacak ve bunun sonucu Türkiye karar aşamasına gelecek. Bakan Gül İsrail’e giderken bir ifade kullandı: Bölgeye sırtımızı dönemeyiz ve bigane kalamayız... Bu elbetteki doğru bir yaklaşım. Tek şartı yapıcı olmak. Abdullah Gül’den yeniden Livni meselesine dönecek olursak. Çatışmaların ilk günlerinde acil ateşkese direnen iki isim vardı. Bunlardan birisi Rice, diğeri de Tzibi Livni. İsrail için vakit kazanmak istiyorlardı. Hatta İtalya’da yapılan toplantıyı İsrail namına Rice’ın sabote ettiği ifade edildi. Ancak Rice İsrail’de iken Kana katliamıyla gafil avlandı. Rice uluslararası mahfillerde İsrail’e siper olmasına rağmen Kana katliamında gafil avlanmıştı. O sırada İsrail’i ziyaret eden Rice olaydan habersiz bir şekilde kahvaltısını yapmakta iken ABD’nin Beyrut Büyükelçiliği görevlilerinden birisi sms mesajıyla kendisini uyarıyor ve ancak bu şekilde olaydan haberdar olabiliyor. Akabinde olayı İsrail kaynaklarından teyit etmeye çalışsa da kendisini oyalıyorlar.

***

Rice ve Livni’nin yaman bir kadın olduklarından şüphe edilemez. Bununla birlikte omuzladıkları yük taşıma kapasitelerinden çok üzerinde. Bu itibarla, major test olarak anılan ilk Lübnan sınamasında Livni iyi bir performans gösteremedi. Olmert, Parets gibi çuvalladı. Ama yine de Newsweek’e anlattığı ideolojik argümanları güçlüydü. En azından kendi zaviyeleri açısından. Newsweek dergisine ihtiyatsız konuşmuştu ve Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını da ihtiva eden 1559 sayılı karar uygulanmadan ateşkese varılırsa bu Hizbullah’ın galibiyeti anlamına geleceğini söylemişti. Bu yargı hala geçerliyse, öyleyse, zafer Hizbullah’ın. Öyle de olmasına rağmen verbatim yani sözel bir şekilde baskın çıkmak isteyen Halutz zaferi kendilerinin kazandığını söylemekte. Halutz’un bu ifadesi İsraillilerin çok önemli bir şeyi daha kaybettiklerini gösteriyor. Objektiflik. Kendi aleyhinde de olsa gerçekleri itiraf etme. Şimdi İsrail siyasileri de üst rütbeli askerleri de bundan yoksun. Peki gerçekten de İsrail halkı bu durumda kime güvenecek? Hiç kimseye. Kendilerini savunmak için hakikatları tersyüz edebiliyorlar. Halbuki bu şarklılara özgü bir iktidar ve yönetim anlayışıdır. Hezimetler allanır pullanır ve bu şekilde zafere çevrilir. İsrailli erat ülkelerinin hezimetini apaçık bir şekilde görebiliyor, ama Halutz göremiyor. Böylece İsrail varolma dayanaklarını da kaybetmiş görünüyor. Halutz iki İsrailli erin kaçırılmasından iki saat sonra borsadaki yatırımlarıyla oynuyor. İstifa çağrılarına karşı nifaka başvurarak Lübnan’da zafer kazandıklarını iddia ediyor. Savunma bakanı Cumhurbaşkanı Katsav gibi emrindeki bayanları taciz ediyor. O da selefi İsrail eski Savunma Bakanı Mordahay’ın izinde. O da bakanken benzeri vukuatlara imza atmıştı.

***

İsrailli amazon dışişleri Bakanı Livni Newsweek dergisindeki konuşmasında Hizbullah, Suriye, İran ve Hamas’a işaret ederek kin ve nefret ekseninden ve cephesinden bahsetmişti. Bush’un şer ekseni deyimi yerine bir an böyle bir nefret ekseninin varolduğunu kabul edelim ve şöyle soralım: İsrail, Lübnan’daki ve benzeri saldırılarıyla bu ekseni kendisi beslemiyor mu? Veya böyle bir eksenin nedeni kendisi değil mi? Aralarında Bülent Arınç’ın da olduğu birçok siyasetçi İsrail’in bu saldırılarla bölgede nefret tohumları ektiğini söylememişler miydi? Hep Bush gibi tek yanlı olarak konuşuyorlar. Neden oldukları rahnelere bakmaksızın sürekli karşı tarafı suçluyorlar. Ortada bir nefret varsa mutlaka bunun bir de nedeni olmalıdır. Bu nedenler ortadan kalkmadıkça nefretin ortadan kalkmasını bekleyemeyiz. Bu gibi hallerde sufilerin bir sozü var. Zennederim bu hikmetli sözün mefhumunu Livni de Bush da reddetmez: Vucuduka zenbun la yukasu aleyhi zenbun ahar. Yani varlığın suçtur, onun ötesinde bir suç tasavvur edilemez. Evet nefretin kökenleri İsrail’de gizli. Richard Perle gibiler nefretin ve terörün kökenlerinin İran gibi ülkelerde olduğunu söyleseler bile.

21.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004