Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

‘Yaşasın İslâmiyet...’



“Ey eski çağların, cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları ve şehitlerin kanlarıyla sulanan şu topraklar üzerinde, kıyamete kadar burçta bayrak, minarede ezan, kalbinde iman ve elindeki Kur’ân’ın muhafazası uğruna hayatını vakfeden fedakâr ve vefakâr kardeşlerim...”

Her konuşmasına bu hitapla başlardı Osman Demirci Hoca.

Aslında gür sesli güçlü bir vâiz, heyecanlı bir hatipti. İstese her konuşmasında farklı bir giriş yapabilirdi. İrticalen konuştuğu, elini de dili kadar maharetle kullandığı ve vurgulu heceleri, mahallî şiveyi hatırlatan tatlı bir ses tonu ile telâffuz ettiği için müessir de olabilirdi.

Fakat o, bu hususiyetini hissettiği, bazı muhataplarının öyle yapmasını beklediğini bildiği halde tavrını, tarzını değiştirmez; sakin adımlarla kürsüye çıkar ve aynı ifadeleri ilk defa söylüyormuş gibi heyecanla tekrarlayarak konuşmaya başlardı.

Bunu biraz da kast-ı mahsusla yapardı. Çünkü onun nazarında geçmişi geleceği, şiarı sembolü, şehidi gazisi, havası, suyu, toprağı ve maddî mânevî bütün mefahirleri ile Türk milletinin millî kimliğini ifade ediyordu bu cümle.

Fıtratının iktizası olan millî hislerin ve hamasi heyecanın cevelan mecraı olan o ifadeleri bilerek, hissederek, inanarak, hatta yaşayarak terennüm ettiği için de müessir olurdu.

Zira serhat şehri olması ve sık sık düşman istilâlarına maruz kalması hasebiyle her zaman hamasete muhtaç ve müheyya olan Erzurum insanı, ancak o heyecanı yaşadığı takdirde kendini güvende hisseder, huzur bulurdu.

Zaten, orada doğup büyüdüğü için ona da onlardan tevarüs etmişti.

***

1927 yılında dünyaya geldi Osman Demirci.

Doğduğu zaman ve yerin şartları birbirine oldukça zıttı.

Zaman, taunların zuhur ettiği ve tekkelerin, medreselerin kapatılıp her türlü dinî eğitimin, ahlâkî telkinin yasaklandığı netameli yıllardı. Doğduğu yerse, dinini öğrenip öğretmeyi varlığının esası sayan insanların yaşadığı Dadaşlar diyarıydı.

Bilhassa Ovacık nahiyesi ve Sırlı köyü civarı daha önce pek çok hocanın, hafızın, âlimin yetiştiği münbit bir zemindi. Mütedeyyin insanlardan müteşekkil Sırlı köyü sakinleri de katı bir şekilde uygulanan yasaklara rağmen çocuklarına gizli de olsa Kur’ân öğretmeye çalışırlardı.

Osman Demirci’nin ailesi de onlardan biriydi. Babası Celal Efendi çocuklarını hem mektebe göndermek, hem Kur’ân öğretmek isterdi. İlme müştak bir aileden gelen annesi Ayşe Hanımsa oğullarının okumasını, birinin de âlim olmasını arzu ederdi.

Bu istek zamanla iştiyak hâlini aldığı için çocuklarına her vesile ile ilim öğrenmenin faziletlerini anlatır, âlim olmalarını telkin ederdi. Osman o günlerde kundakta olduğu için ona ‘Benim gül kokulu yavrum, inşallah büyüyünce okuyup âlim olacak’ diyerek ninniler söylerdi.

Dua ve niyaz niyetiyle mırıldanılan bu ninniler müstecap olmalı ki emsâlleri arasında zekâsıyla, çalışkanlığıyla temayüz eden Osman; annesinin, babasının gayretleriyle sabî denecek yaşta Kur’ân’ı okumayı öğrendi.

Yedi yaşına gelip tahsil hayatına yön verme telâşının başladığı günlerde babası vefat edince o da annesinin teşvikiyle köydeki hocaların nezaretinde Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmeye başladı ve köyünde hıfzını tamamlayıp hâfız oldu.

O, Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemenin büyük bir mazhariyet olduğunu müdrikti. Fakat Kur’ân’ın mânâsını bilmediği ve İslâmî ilimlerle tezyin etmediği takdirde fazla tesirli olamayacağını düşünerek çevredeki hocalardan ders almaya başladı.

Bir süre kelâm, akaid, fıkıh, ilmihal gibi sahalarda kendisini yetiştirdikten sonra Erzurum’a gitti ve daha önce öğrenme fırsatı bulamadığı ilim dallarında isim yapmış hocaların derslerine de iştirak etti.

Nihayet, Erzurum’un meşhur âlimlerinden Sakıp Efendinin rahle-i tedrisinde bulundu. Onun nezaretinde öğrendiklerini tekrarlayıp eksikliğini hissettiği sahalarda kendisini yetiştirdi ve icazet alıp mürşid vasfı kazandı.

Hayatın tekâmül hamlelerini hızla geçip genç yaşta o sıfatı kazanmasında, annesinin dünya gözü ile âlim olduğunu görmesini istemesinin tesiri büyüktü. Annesi otuz üç yaşında vefat ettiği için isteği gerçekleşmedi ama bu gayret onun hizmet hayatına erken atılmasına vesile oldu.

Talebeliğinde de zaman zaman fahri olarak aynı işi yaptığından icazet alınca fazla zorluk çekmedi ve bir yandan camilerde müezzinlik, imamlık, vaizlik yaparken diğer yandan hıfzını sağlamlaştırdı, kıraatini güzelleştirdi, ilmini ilerletti.

Askere gidene kadar hayatı bu minval üzere devam etti. Askerde farklı yerler, değişik çevreler gördü. Yeni insanlar tanıdı, arkadaşlıklar kurdu, dostlar edindi ve her yönden hayat tecrübesi kazandı.

O günlerde hâl ve hareketlerini takdir ettiği İhsan adlı arkadaşı ile yaptığı sohbetler sırasında Risâle-i Nurların varlığından haberdar oldu ise de Külliyatın tamamını okuma imkânı bulamadı.

Askerliğini bitirip Erzurum’a döndüğünde, şehirde Risâle-i Nur hizmetleri ile meşgul olan Mehmed Kırkıncı Hoca, Mehmed Şergil, Sezai Postacı gibi mahallin Nur müdebbirleri ile tanışıp görüştü.

Bir ara, onların yanına gidip Risâle-i Nurlar hakkında daha fazla bilgi almayı ve Külliyatı temin etmeyi düşündüğü günlerde oldu Altmış ihtilâli. Nurcularla fazla irtibatı olmamasına rağmen ihtilâlciler pek çok Nur Talebesi ile birlikte onu da Karskapı hapishânesine hapsettiler.

İlk zamanlar hapishanenin sıkı ve zor şartlarına tahammül etmekte zorluk çekti ama kendisi ile aynı şartlarda yaşayan Nur Talebelerinin, hiçbir şey olmamış gibi ibadetlerine ve hizmetlerine devam ettiklerini görünce aralarına katıldı.

O andan itibaren hapishane onun için tam bir Medrese-i Yusufiye hüviyetine büründü. Hem mahkûmlara Kur’ân okumayı, namaz kılmayı öğretip onlarla birlikte cemaatle namaz kılmaya başladı, hem de çeşitli yollarla içeriye getirilen Risâleleri okuma imkânı buldu.

Okudukça Said Nursî’ye ve eserlerine bakış açısı değişti. “Bu eserlerde apayrı bir nakış ve câzibe var. İnşallah buradan çıkınca da bu eserleri okuyup istifade edeceğim” diyerek kendi kendine söz verdi.

Hapishaneden çıkınca ilk işi bir Külliyat temin etmek oldu. Erzurum Merkez Vaizi olması hasebiyle vaazlarının ve zarurî işlerinin dışındaki bütün vakitlerini okumaya ayırdı. Bazı bahisleri Nur Talebeleri ile müzakere etme ihtiyacı hissettiği günlerde geldi Sivas Hapishanesinden tahliye edilen Kırkıncı Hoca ve arkadaşları da.

Lâtif bir tevafuk olarak gördüğü bu hadise onun için iyi bir fırsat oldu ve hapse girmeden önce düşündüğü çalışmayı o zaman yapma imkânı buldu ve sık sık onların yanına giderek anlamakta zorlandığı bazı bahisleri onlarla uzun uzun müzakere etti.

Bu sayede Risâle-i Nur’a iyice âşina olunca, haftanın muayyen günlerinde bazı evlerde yapılan derslere iştirak ederek cemaati tanıdı. O günden sonra da kendisini Nur Talebesi olarak tavsif etmeye başladı.

Bu sıfatı taşımaktan ziyade yaşamanın makbul ve muteber olduğunu bildiği için plânlı, programlı bir şekilde Risâle okuyup derslere giderek Nur Talebeliğinin icaplarını yerine getirmeye gayret etti.

Her Nur Talebesi gibi o da Risâleleri kendi eseri imiş gibi sahiplendi ve intişarına çalıştı. Bu hususta onun diğer meslektaşlarından farkı, vaaz kürsülerinde Risâle-i Nurlardan paragraflar, Bediüzzaman’dan vecizeler okumasıydı.

Gerçi Nur Risâlelerinden istifade eden bazı hocalar da öğrendikleri bilgileri vaazlarında kullanıp ezberledikleri vecizeleri söylerlerdi ama zamanın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak Bediüzzaman Said Nursî’den ve Risâle-i Nur’dan pek söz etmezlerdi.

Demirci Hoca ise bu hassasiyetlerin hepsini bildiği ve uzun süre hapishânede yatarak Said Nursî’nin eserlerini okumanın ceremesini çektiği hâlde yeri geldiğinde onun ve eserlerinin isimlerini kürsülerde alenen söylemekten çekinmedi.

1970 yılında İstanbul Merkez Vaizliğine tayin edildi. İstanbul onun hem hitap hududunu genişletti, hem de hizmet heyecanını arttırdı. Bilhassa Eminönü’ndeki Yeni Cami’de ve Kadıköy’deki Osmanağa Camii’nde verdiği vaazlar, başta Nur Talebeleri olmak üzere her seviyeden insanın ilgisini çekti, takdirini kazandı.

Bunlar, ruhunu saran heyecan ve coşkuyu teskin etmeye yetmeyince kendisine yeni hitap sahaları bulmakta pek zorluk çekmedi. Nikâh şahitliğinden, düğün şenliğine, cenaze merasiminden hatim, mevlit duâlarına varıncaya kadar davet edildiği her toplantıyı hitap vesilesi saydı.

Onunla da kalmadı, memleketin değişik merkezlerinde çeşitli vesilelerle tertiplenen salon toplantılarında, meydan mitinglerinde ve sohbet meclislerinde hep hazır bulundu ve veciz konuşmalar yaptı.

1977 seçimlerinde, Erzurum milletvekili olarak meclise girdiği zaman da her vesile ile meclis kürsüsüne çıkarak din, vatan, millet, insanlık sevgisini anlattı ve konuşmaları herkes tarafından takdir edilip saygıyla dinlendi.

O hitap ettiği insanların azlığına, çokluğuna, sıfatına, seviyesine veya içtimâî durumuna bakmaz, her konuşmasına hususî bir şekilde hazırlanır ve binlerce insana hitap ediyormuş gibi itina gösterirdi.

Fakat muhatabı gençler olunca coştukça coşardı. Cemiyeti istilâ eden menhiyata rağmen haya ve edep timsali olan gençlerin onlara itibar etmeyerek İslâmı yaşamalarına hayran kaldığını ifade ederdi.

Konuşmalarını da genellikle onların bu hasletlerini nazara veren bir haykırışla bitirirdi:

“Yaşasın İslâmiyet!..”

***

20 Ağustos 2004’te, Erzurum’da ahirete irtihal etti Demirci Hoca.

Vefat yıldönümü münasebetiyle, Mirac gecesini de vesile ederek rahmeti mûcib olması için yazılan bu ifadeler, onun yetmiş yedi yıllık ömrünün hülâsası bile değil.

Çünkü o ihlâs, samimiyet, fedakârlık, feragat, himmeti, gayret, azim, irade, heyecan, coşku, istiğna ve takva gibi her biri ayrı bir yazı mevzuu olabilecek daha pek çok hususiyete sahipti.

Hele bir ibadet hassasiyeti, Sünnet-i Seniyyeye riayeti ve mütebessim simasına çok güzel yakışan gür sakalının bakımına gösterdiği ihtimamı vardı ki, görüp bilip de hayran kalmamak kabil değildi.

Bu itibarla Demirci Hoca, her ânı örnek alınacak müstesna bir hayat yaşamıştı.

Nitekim alındı da. Şu anda onun pek çok hâli, hareketi, hasleti ve hususiyeti; kurduğu vakıfta, açtığı dershanelerde ve yaptığı derslerde yetişmelerine vesile olduğu gençler tarafından yaşanıyor.

Onlarla birlikte sevap cihetiyle ve şahsiyet itibariyle Demirci Hoca da yaşıyor.

İnşallah nesiller boyu da yaşayacak.

20.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (13.08.2006) - Savaşlar ve çocuklar

  (06.08.2006) - Cihangir’de gurûb vakti

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

  (23.07.2006) - Said Nursî ve Hasna Şener

  (16.07.2006) - Erek’ten bakarken

  (09.07.2006) - Dâüssıla hissiyle

  (02.07.2006) - Okuma zamanı

  (25.06.2006) - ‘Mevlâ görelim neyler...’

  (18.06.2006) - Konuşma ve yazma üzerine

  (11.06.2006) - Bir boğaz safâsı

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004