Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Mukabele

Mukabele kelime anlamı itibariyle “karşılaştırma, aralarındaki farkı ortaya çıkarmak için metinleri mukayese etme, yüzleştirme, karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma, camide Kur’ân-ı Kerim’i okuyup halka dinletme, Ramazan’da hafızların cemaat huzurunda Kur’ân okumaları” anlamlarına gelmektetir. Özellikle Ramazan-ı şerifte camilerde hafızların okuduğu Kur’ân-ı Kerim’in cemaat tarafından takip edilmesi olarak algılanan bir uygulamadır.

Edebiyatımızda da mukabele terimi; aralarında tezat ve tekabül (karşıtlık) bulunan kelimeleri, bir ibarede bulundurma diye tanımlanmıştır.1

“Mukabele”, Kur’ân tarihi ile ilgili bir terimdir. Cebrail’in (as) her sene Ramazan ayında gelip Kur’ân’ı Hz. Peygamber (asm) ile karşılıklı birbirlerine okumalarını ifade eder.

Kur’ân’ın Allah tarafından indirildiği şekilde muhafazası, âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbiti ve bunun kontrolü için Cebrail (as), her sene Ramazan ayında, bir rivayete göre Ramazan ayının her gecesinde, Hz. Peygamber’e (asm) gelirdi. Hz. Peygamber (asm) Kur’ân âyetlerini Cebrail’e (as) okurdu. Buna “arz” denir. Aynı âyetleri, mukayese için bir de Cebrail (a.s) okurdu ki, buna da “mukabele” denir.

Kur’ân, Hz. Peygamber’e âyet âyet nazil olduğundan her âyetin yeri, hangi sûrenin neresine yazılacağı Cebrail (as) tarafından bildirilirdi. Resûl-i Ekrem (asm) de vahiy kâtiplerine bu şekilde yazdırır, hafızlar da buna göre ezberlerdi. Kur’ân böyle özel bir itina ile ezberlenir ve yazılırken; Cebrail (as) her senenin Ramazan’ında Resûl-i Ekrem’e (asm) gelir, nâzil olan âyetler müdârese ve tekrar arzedilmek sûretiyle takrir edilirdi.2

Hz. Cebrail’in (as) Hz. Peygamber’le (asm) Kur’ân’ı her sene mukabele etmesinin gayesi, Allah’tan Peygambere (asm) vahyedilen Kur’ân’ı, kendisindekiyle karşılaştırmasıdır. Bu maksat için Hz. Peygamber (asm), ömrünün son yılı içinde Kur’ân’ı Cebrail’e (as) iki defa arz etti. Cebrail de Kur’ân’ı onunla böylece iki kere mukabele etti.

“Mukabele”, Kur’ân’ın yazılması ve hafızlar tarafından ezberlenmesi dışında her sene tekrarlanan üçüncü ve önemli bir “koruma garantisi” niteliği taşımaktadır. Bu, “Zikri (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biziz”3 âyetinin Asr-ı Saâdet’te gerçekleşmiş, bugün de devam etmekte olan bir mucizesinden başka bir şey değildir.

Ramazan ayında nâzil olan Kur’ân’ın okunmasının, özellikle Ramazan’da kat kat mükâfatlandırılacağı müjdesi, Müslümanların bu ayda en çok Kur’ân’la meşgul olmalarına sebep olmuştur. Bu sebeple “Kur’ân ayı” olan Ramazan’da cami ve evlerde “mukabele”ler okunur, hatimler yapılır.

Bu köklü bir gelenek halinde günümüze kadar gelmiştir. Bu gelenek bugün de bütün canlılığıyla sürdürülmektedir. Kur’ân okuma bilsin veya bilmesin, Müslümanlar dinlemek sûretiyle huzur bulmakta ve sevap ummakta; okuyan hafızlar, özellikle Kur’ân ezberlemeye (hıfz) çalışan genç Kur’ân kursu öğrencileri de cemaat huzurunda okuyarak tâlim yapmış olmaktadırlar. Mukabele sûretiyle Kur’ân okuyup dinlemenin, başkalarını Kur’ân okumaya teşvik etmesi, okuyan ve dinleyenler üzerinde ruhî bir sükûnet meydana getirmesi, sevap kazandırması gibi bir çok faydası vardır. Ancak para karşılığında okumak ve okutmak caiz değildir.

Osmanlılar zamanında da özellikle ikindi namazından sonra mukabele okunurdu.

Kur’ân, hükümleri öğrenilip anlaşılmak ve tatbik edilmek için gönderilmiştir. Bu bakımdan “mukabele”, okunan âyetlerin kısa açıklaması yapılarak dinleyenleri bilgilendirmek açısından iyi bir fırsattır. Ehil kişiler tarafından belli bir program dahilinde bu uygulanırsa İslâmî bilgi ve kültür düzeyinin yükselmesine önemli katkıda bulunabilir.

Dipnotlar:

1- Tâhiru’l-Mevlevî, Edebiyat Lügatı, 102.

2- Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid sarih Tercümesi, c.7. s.316.

3- Hicr Sûresi, 15/9.

Halil ELİTOK / Emekli İl Müftüsü

08.10.2006


Gerçek barış ve huzur dinî değerlerde

21. yüzyılın başlarını yaşayan dünyamız, adeta sosyal çalkantılar, etnik çatışmalar, soykırımlar ve savaşlarla sarsılmaktadır. Kin, nefret, düşmanlık ve hoşgörüsüzlüğün sonucu çıkan savaşlar, çatışmalar, terör, zulümler insanları ortak bir paydada buluşmaya zorluyor. Bu ortak payda; barış, istikrar, hoşgörü, diyalog gibi isimlerle, bugünün insanı ve ülke tarafından zikredilir hale geldi.

Son yüzyıllarda hâkim olan, dini hayatın içinden dışlayan anlayış, topluma barış ve kardeşliği getirmek bir tarafa dursun, insanları felâketlere sürüklemiştir. 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı ve hâlen yaşanmakta olan savaşlar bunların en acı örnekleridir.

20. yüzyıl, teknolojik ve bilimsel olarak dorukların yaşandığı bir yüzyıl olmasına rağmen, bu gelişmelere temel teşkil edecek evrensel ve ahlâkî değerler ihmal edildiği için, insanlara saadet, mutluluk getirmek yerine, felâketler getirmiştir.

Roma ve Yunan felsefesiyle beslenen ve Hıristiyanlığı da bu felsefe etkisiyle tahrif eden Batı medeniyeti, geldiği durumu sorgulamaya başlamıştır. Düne kadar dini bireylerin vicdanına hapseden, hayatın her alanında belirleyici olarak dini değil bilimi ikame eden, insanı tanrılaştırma eğilimine giren Batı medeniyeti, açtığı yaraların farkına varmış ve bunları tedavi için çareler aramaya başlamıştır.

Onun için meselâ ABD, dünyanın dört bir tarafına, değişik maksatlara dönük gönderdiği heyetlerden birisine, “Bu asırda insanı gerçek anlamda mutlu edecek din hangisidir?” araştırılması ödevini vermiş ve bu elde ettiği muhtevayı devlet olarak kullanmasalar bile, birey olarak kullanmaktadırlar.

Nitekim, adı İslâm olmasa da, İslâmî değerler Avrupa ve Amerika’da yaşanmaya başlanmıştır.

Biz nereye geldik?

Yaşadıklarından ders alan Avrupa’nın ve Amerika’nın aksine, ülkemiz onların hızla uzaklaştıkları yanlışlara talip olmaktadır. Bu süreç daha cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte başlamış, Türk insanına yeni bir kimlik kazanması önerilmiş, bu kimliğin en önemli özelliği de, dini hayatın bütün karelerinden dışlayan bir anlayışı hâkim kılmaya çalışmak olmuştur. Daha çok ırka dayalı bir kimlik aşılama çabası içerisine girilmiştir. İşte bu yüzden daha cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, Türkiye’nin bu gün bile tartıştığı problemler ortaya çıkmıştır.

Bin yıllık bir İslâmî değerlerin oluşturduğu kimliğin bir anda silinip, yerine ırkî ve dinsizlik temelli bir kimlik oturtmaya çalışmak, ülkenin geleceği için ciddî bir tehlike oluşturmaktadır. Bu planları yapanlar, bunları ya hesap edememiş, ya da dış güçlerin tesiriyle maksatlı olarak meydana getirmişlerdir.

İşin ilginç tarafı ise, bu yeni kimlikle, yani dini hayatın her alanından dışlayan, bilimle uzlaşmaz görülen bu tarz ile, muâsır medeniyetlerin seviyesine çıkılacağını da her fırsatta dile getirmişlerdir. Ne yazık ki, yüz yıldır bu planların uygulandığı ülkemizde, bırakın muasır milletlerin seviyesine çıkmak, daha kendi içinde ülkenin birlik ve beraberliği bile sağlanamamıştır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında bu gidişatı gören ve her fırsatta hükümeti uyaran Bediüzzaman, ‘Bu millette hâkim cereyan dindir, dini kaldırarak bir gençlik yetiştirmek demek, istikbalde ülke için anarşi ve terör demektir’ gerçeğine dikkat çekmiştir. Bediüzzaman’ın haklılığı çok geçmeden 1970’lerde ortaya çıkmış, yetiştirilen gençlik, yetiştiricilerin hazırladığı anayasal sistemi tahribe başlamışlardır.

Bu gün, Avrupa’nın kurtulmaya çalıştığı bu bozuk felsefeye ülke içinden bir takım güç odakları dört elle sarılıyorlar. Bunların devletin çok önemli mevkilerinde bulunmaları cidden insanı ürkütüyor. İşin ilginç bir yanı da, perde arkasında bu planlar sergilenirken, perde önünde irtica yaygarası yapıyorlar. Medya bu halüsinasyonla milleti oyalarken, arkada milletin barış ve kardeşliğine ciddî dinamitler konuluyor.

Peki çözüm nedir?

Dinin, hayatın her alanından çıkarılmasının insanlığa çözüm getirmediği artık anlaşılmıştır. Bu yüzden temelinde barış, hoşgörü ve diyaloğun bulunduğu dinî değerleri hâkim kılmak gerekmektedir. Hatta sadece bir ülkenin barışı değil, bütün dünya ülkelerinin barışını temin edecek esaslar bunlardır.

Devlet ne zaman dine karışmış ve yasak getirmeye kalkmışsa, dinin siyasallaşmasına hızla zemin hazırlamıştır. Bu yüzden devlet bazında atılacak en önemli adım, bu yasakçı anlayıştan bir an evvel kurtularak, milletine güvenmektir.

Milletin atacağı adım ise, fert fert en önemli ve en etkin daire olan ‘birey’ alanı olan, nefis dairesine dönüş olacaktır. Doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu önce nefis dairesinde yaşamaya çalışmak, millet için atılacak en önemli adımdır. Zira gerçek barış ve emniyet, iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah dairelerinde vardır.

Vatan, millet ve mukaddesât derdi taşıyan milletimiz, bu oluşturulmaya çalışılan sun’î gündemlere, devletin önemli mevkilerini işgal eden yetkililerden dinlese bile, ehemmiyet vermemektedir. Nitekim son zamanlardaki ‘irtica’ yaygaraları bunun için vicdan-ı âmmede kabul görmemiştir.

Tarihin tekerrürü, yaşananlardan ibret alınmadığındandır. Devlete ve bireylere ayrı ayrı sorumluluklar düşmektedir.

Ne kadar sun’î gündemler oluşturulsa da, kervan yürümeye devam edecektir.

Yasemin YAŞAR

08.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004