Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

 

Oruç tut sıhhat bul

Bir Müslümanın ibadetleri ile varlığın genel ritmine uyuyor olması, ruhunda, muhtemelen büyük bir ferahlık ve kâinat ile uyum içinde olmaktan kaynaklanan bir âhenk oluşturuyor. Meselâ oruç tutan bir ferdin hem Güneş, hem de Ay ile ve bu kürelerin varlığın genel âhengine uyumundan ortaya çıkan hareketler ile bir uyumu var. Oruç ibadetinin günlük başlangıç ve bitişlerini, Güneş’in konumları ile Ramazan ayının yıl içinde yerini, ayın pozisyonları ile belirleyen muhteşem bir nizam kurulmuş.

Bu ahengin ferdin hem ruh, hem de beden sağlığı üzerinde çok olumlu etkilerinin olduğu, ruha kâinat genişliğinde bir ferahlık sağladığı ve varlıkla irtibatı çok güçlendirdiği gözleniyor.

Amerika’da yayımlanan ve Burton Goldberg’in hazırladığı “Allternative Medicine” (Alternatif Tıp) isimli kitapta tedavi metotları adı altında ele alınan başlıklardan biri; oruç. Burada bir ibadet şekli olan oruçtan bahsedilmiyor, ancak farklı sağlık merkezlerinin uyguladıkları farklı oruç şekilleri, tedavi açısından ele alınıyor. Dünyada yalnızca çeşitli oruç şekilleri ile tedavi uygulayan merkezlerden ve doktorlardan bahsediliyor. Kitabın orucu ele alış şeklini şöyle özetleyebiliriz:

Oruç hipertansiyon, baş ağrıları, alerjiler ve artrit gibi pek çok hastalık durumu için maliyeti düşük ve etkili bir tedavi metodudur. Bedeni, yiyecekleri sindirme işinde rahatlatarak, sistemin toksinlerden arındırılmasını hızlandırır.

American Holistic Medical Association (AHMA=Amerikan Bütüncül Tıp Birliği)’nin kurucularından Evarts G. Loomis “Şu an elimizde bulunan en iyi tedavi metotlarından biri oruçtur” demektedir. İnsanların çoğu için oruç iyileşme sürecini hızlandırıcı bir fonksiyon üstlenmektedir ve genel olarak fizikî, zihnî ve ruhî anlamda sağlık için sayısız faydaları olduğu düşünülmektedir. Kısa süreli oruçlar (iki, beş gün arası) evlerde kişisel sağlık idame programları çerçevesinde yürütülebilir. Tıbbî danışmanlık ile birlikte yürütülecek olan daha uzun süreli oruçlar, immün (bağışıklık) sisteminin güçlenmesine hizmet edebilir, ilâç alerjilerini azaltabilir ve çeşitli sağlık problemleri için ilâç alımı ihtiyacını azaltabilir ya da ortadan kaldırabilir.

Yiyeceklerin besleyici komponentlere ayrılmasında, karbonhidrat ve proteinlerden glikojen oluşturulmasında, karaciğerde depolanmasında ve bunun beden fonksiyonları için enerjiye dönüştürülmesinde büyük bir enerji harcanmaktadır. Kalori alımı kısıtlandığında veya elimine edildiğinde, beden enerjisini başka yönlere kaydırır. Toksin alımı durduğu için bedendeki toksinlerin atılımı kolaylaşır. Kandaki yağ miktarı azalacağı için kanın akışı kolaylaşır ve doku oksijenasyonu hızlanır. Sindirim için harcanan enerji azaldığı için fazlalık enerji, immün sistemine (bağışıklık sistemine), hücre gelişimi ve toksinlerin elimine edilmesi süreçlerine kaydırılır ve bunların faaliyeti artar. Beden yağlarının yakılması ve enerjiye dönüştürülmesi, pestisid ve çeşitli ilâçlar gibi atılımları için enerji ihtiyacı olan moleküllerin kana geçmesine ve vücuttan atılmasına yardımcı olur. Bedenin özünde var olan eski ve gereksiz dokuların tesbit edilip elimine edilmesi süreci ve bunların artıkları olan besinlerin yeni süreçlerde kullanılması işlemi hızlanır. Fizyolojik fonksiyonlar iyileşir. Hastanın diyeti ve çevresindekiler konusundaki duyarlılığı artar.

Farklı ekollerin farklı kısıtlamalarla ve farklı sürelerde uyguladıkları oruç türleri vardır. Hastanın özel durumuna göre de değişiklikler yapılmaktadır. Bu da yalnızca fizyolojik yönü ile ele alındığında bile her insan bedeninin oruca ihtiyacı olduğunu ortaya koymaktadır.

Elbette Ramazan orucu veya ibadet maksadı ile tutulan diğer nafile oruçların asıl tutulma sebebi, emredilmiş olması veya Kâinat Sultanı’nın rızasını kazanmaktır. Oruç tutma gayemiz olarak değil ancak yaptığımız ibadetlerin gerisindeki muhteşem hikmeti ve insanı gerçekten her yönü ile en iyi şekilde tanıyan biri tarafından emredildiğini anlamak için yalnızca maddî bedene sınırlı bakış açısından ulaşılmış bu sonuçlar çok önemli. İnanıyorum ki, sağlık açısından tavsiye edilen oruçlar içinde de insana en uygun olanı, bahsedilen hikmetleri en iyi şekilde ortaya çıkaranı vahiy kaynaklı ve insanın bütün âlemlerle irtibatını gözeten ibadet şeklinde tutulan oruçtur. Üstelik bu oruç, sene içindeki bütün zaman dilimlerinde dolaşması, başlangıç ve bitişinde kâinatın genel ritmi içinde rakseden Güneş’le irtibatlandırılması ile varlığın bütünü ile kâinatın geneli ile bedenimizi irtibatlandıran özellikler arz ediyor. Bu anlamda Dalai Lama’nın doktoru olan Dr. Yeshe Donden’in şu sözleri çok önemli: “Sağlık, mikrokozmoz olan insan ile makrokozmoz olan kâinat arasındaki uyum ve mükemmel ilişkidir. Hastalık ise bu ilişkinin bozulmasıdır.” Görünen o ki, zaman geçtikçe “Oruç tut sıhhat bul!” deyişini kâinat kitabı çok daha iyi tefsir edecek.

Orucun, varlığın genel ritmi ile ferdin şahsî dünyası arasında kurduğu bağları, bunların beden ve ruhumuz üzerindeki etkilerini şu an muhtemelen çok az biliyoruz. Ancak bildiğimiz kadarı ile bu bağlantının büyüklüğü ve kuşatıcılığı, ruhumuzu farklı âlemlerle irtibatlandırdığı konusunda net bir fikir veriyor. Belki de bu ayda hissettiğimiz huzur, varlığın kuşatıcı ruhu ile ruhumuzun bu engin bağlantısından kaynaklanıyor.

Kâinatın bütününü elinde tutan, içindeki her unsuru çekip çeviren, varlık içindeki konumumuzu en iyi şekilde bilen, oruçla ruh ve bedenlerimizi terbiye eden Rabb-ı Kerim’e kul olmak ne güzel! Yaşadığımız dünyanın ve ülkemizin bütün olumsuzluklarına rağmen, oruç, namaz ve diğer ibadetlerimizle varlık âleminin ruhlara ferahlık veren dinlendirici ritmine kendimizi kaptıralım ve kulluğun sonsuz zevkini, bütün kâinatın sultanına dayanmışlığın yaşattığı büyük emniyeti iliklerimize kadar hissedelim.

13.10.2006


 

Ammar ibn Yasir (?-657)

Diğer bir çok sahabenin olduğu gibi, Ammar’ın da doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ailesi Yemen asıllı olup sonradan kutsal beldelere gelmişlerdir. Ammar’ın babası Yasir, Yemen’de yaşayan Kahtani kabilesine mensuptur. Bu kabilenin Ans kolundan gelmektedir. Kendi memleketinde hayatını devam ettirirken kardeşi kaybolmuş ve kardeşini aramak üzere yola çıkarak Mekke’ye gitmiştir.

Yasir, Mekke’de Beni Mahzun kabilesine mensup olan Ebu Huzeyfe ibn Muğire’nin himayesine girdi. Daha sonra, cariye olan Sümeyye ile evlendi. İşte bu evlilikten Ammar dünyaya geldi. Ammar’ın İslâmiyet’i kabulüne kadar geçen çocukluk yılları ve hayatı hakkında bilinenler bunlardan pek fazla değildir.

Hazret-i Ömer’in İslâmiyet’i kabul edip kırkıncı Müslüman olmasından ve bunu açıkça ilân etmesinden evvel, inananlar gizli şekilde buluşmakta ve kendilerini müşriklerin şerrinden korumak için dikkatli davranmaktaydılar. Ammar, bu dönemde İslâmiyet’i kabul edip ilk iman edenler arasında yerini aldı. Kendi Ebü’l-Yekzan künyesiyle anılıp tanınmaktaydı.

Ammar, Müslüman oluşundan ve bunun duyulmasından sonra çok büyük ıztıraplar çekti. Kendisi gibi anne ve babası da İslâma dahil olup iman etmişlerdi. Ancak, aslen yabancı olan, koruyacak pek kimseleri ve aşiretleri olmayan bu insanlar, Kureyşli müşriklerin çok büyük zulümlerine maruz kaldılar. Bu himayesiz insanlara akla hayale gelmeyen işkenceler yapıldı. Dinlerinden dönmeleri için her türlü tehdide maruz kaldılar. Yaşlı anne ve babası güneş altında ve çölün kavurucu sıcaklarında, kızgın kumlara yatırılarak işkenceye maruz bırakıldılar. Bir taraftan kızgın kumlara yatırılırken diğer taraftan da üzerlerine büyük kaya parçaları konmaktaydı. Bütün bu işkencelere rağmen dinlerinden taviz vermeyerek müşriklere karşı direndiler.

Ammar ve ailesine yapılan işkencelere şahit olan Peygamber Efendimiz (asm), onlara teselli vermekte ve bu sabırlarının neticesi olarak Cennetle müjdelemekteydi. Yine bir seferinde, işkence edilip vücudu ateşle dağlanan Ammar’ın yanına giden Peygamber Efendimiz (asm); “Sabret ey Ebü’l-Yekzan! Sabrediniz ey Yasir ailesi! Size vaat edilen yer Cennettir” buyurdu. Onların acılarına ortak oldu. Daha sonra Ammar (ra) için, “Ya Rabbi! Ateşi İbrahim’e soğuk ve selâmetli hale getirdiğin gibi Ammar için de serin ve zararsız hale getir!” mealinde duâ etti.

İmtihan dünyası olan bu âlemde Yasir ailesi de büyük bir mücadele örneği vermekte ve Cenâb-ı Hak katındaki mevkileri yücelmekteydi. Uhrevî mükâfata karşılık dünyada bu sıkıntılar çekilmekte ve mü’minlerin İslâm uğruna vermiş oldukları emsalsiz bir mücadele sergilenmekteydi. Bu imtihan aynı zamanda iman derecesinin önemli bir göstergesi idi. İnsanların kalbindekini sadece Cenâb-ı Hak bilirken, söz konusu işkencelere sabreden bu mübarek ailenin iman gücüne insanlar da böylece şahitlik etmekteydiler.

Ammar ve ailesine yapılan işkence, adeta bir süreklilik halinde icra edilmekteydi. Zavallı yaşlı anne, iki devenin arkasına bağlanarak yerlerde sürüklenirken, azgın Ebu Cehil bununla yetinmeyerek kamçılamaktaydı. Ammar’ın anne ve babası işkence göre göre vefat ettiler. Bu yaşlı çift aynı zamanda İslâmın ilk şehitleri olmaktaydılar. Diğer taraftan İslâm’dan dönmesi için Ammar’a da aynı şekilde işkence edilmekte ve bu işkencenin son bulması için Müslüman olmaktan vazgeçtiğini söylemesini şart koşmaktaydılar.

İşkencelere sabreden Ammar’a, bir gün normal takatin çok üstünde işkence yapıldı. Soluğu kesilip, derisi soyuluncaya kadar bu işkence devam etti. Putperestler, Lat ve Uzza lehine inanç belirtmediği sürece bu işkencelerine son vermeyeceklerini söylediler. Bir bakıma, kendisini öldürünceye kadar bunu devam ettireceklerdi. Bunu açık bir şekilde gören Ammar, diliyle, duymak istediklerini söyledi. Müşrikler de kendisini serbest bıraktılar.

Müşrikler, Ammar’ın İslâm’dan döndüğünü yaymaya başladılar. Ammar ise doğruca Peygamber Efendimizin yanına giderek başından geçenleri ve zorla kendisine söylettirdikleri sözleri aktardı. İmanının gidip gitmediğini büyük bir üzüntü içinde sordu. Peygamber Efendimiz, Ammar’a, diliyle söz konusu sözleri söylerken kalbinin durumunu sordu. Ammar, kalbinde en ufak bir dönüşün söz konusu olmadığını ve kalbiyle imanını muhafaza etmeye çalıştığını ifade etti. Peygamber Efendimiz (asm), imanının zarar görmediğini, ölüm-kalım durumu söz konusu olduğu zamanlarda, mazlûm Müslümanların bu tür sözleri sarf etmesinin herhangi bir zarar vermeyeceğini buyurdu. Böylece Ammar, büyük bir teselli bularak rahatladı. Hatta, yine böyle bir işkenceye maruz kalırsa aynı şeyi tekrar edebileceğini söyledi.

Müslümanları rahatlatan diğer bir müjde ise, âyet-i kerime ile mealen; “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse—kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka—fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır” (Nahl: 106) buyrulmaktaydı. Böylece, müşriklerin zulmü altında inleyen mü’minlere teselli verilmekteydi. Diğer taraftan, Ammar aleyhinde yapılan menfi propaganda ve İslâm’dan döndüğü şeklindeki iddialar çürütülmekteydi.

Hazret-i Ammar, Müslümanlara Hicret izninin çıkmasından sonra önce Habeşistan’a ve daha sonra Medine’ye göç etti. Müslümanlar arasında mânevî kardeşlik bağını kuran Peygamber Efendimiz (asm); Ammar ile Huzeyfe ibn Yeman (ra) arasında kardeşlik bağını kurdu. Büyük bir fedakâr ve kahraman olan Ammar, Mescid-i Nebevî’nin inşasında çok çalıştı. Peygamber Efendimiz (asm), yüzü gözü toz içinde kalan Ammar’a büyük bir ilgi gösterdi. İleride gerçekleşecek olan bir hadiseyi kendisine mucize olarak aktardı.

Risâle-i Nurda da zikredilen bu mucizede Peygamber Efendimiz Ammar’a, “…ferman etmiş ki: Bâği bir taife Ammâr’ı katledecek…” (Mektubat, s. 108) diye mealen buyurmuştur. Yıllar sonra Hazret-i Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin Savaşı’nda Ammar katledilmiştir. Hazret-i Ali (ra) bu hadiseyi, Muaviye taraftarlarının bâğî olduklarına delil gösterdi. Bunu kabul etmeyen Muaviye ve Amr ibnü’l-As, kendilerinin bağî olmadıklarını, Ammar’ı katledenlerin bâğî olduklarını söyleyerek, olayı yorumladı. (bâğî: İstemek; istemede ileri gitmek; çabayla arzulamak; sınırı aşmak; hakkıyla yetinmeyerek başkasının canına, malına, ırzına kastetmek; saldırıya yeltenmek veya saldırmak; haksız yere yükselmek isteyerek tecavüzde bulunmak; kendisine sulhün yolları ve biçimleri gösterildiği halde haksızlıkla üst olma sevdası gütmek. (http://www.sorularlaislamiyet. com/subpage.php?s=article&aid=321)

Bedir Savaşı dahil bütün savaşlara katılan Ammar (ra) büyük bir kahramanlık örneği sergiledi. Yemame Savaşı’nda kulağı koptu. Dağılmak üzere olan ordunun toparlanmasını sağladı. Halife olan Hazret-i Ömer (ra) kendisini Küfe’ye vali yaptı. Hazret-i Ali (ra) zamanında meydana gelen Cemel ve Sıffin Savaşlarında bulundu. Hazret-i Ali (ra) tarafında yer aldı. Yukarıda belirtildiği gibi Sıffin Savaşı’nda şehit düştü. Cenaze namazı bizzat Hazret-i Ali tarafından kılındı ve bulunduğu yerde defnedildi.

13.10.2006


 

Birey

1. Birey (Mahiyeti ve tekâmülü) İnsan yaratılış ağacının bir meyvesi ve kâinatın küçültülmüş bir misalidir. Kendisine verilen akıl, kalp, sır ve duyguların zenginliği ile bu gerçekleşmektedir. Çünkü insan, Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmasına ayine olmak için yaratılmış ve ayine-i samed olmuştur. İnsan üç cihetle Allah’ın isimlerine ayinedarlık etmektedir: 1. Nihayetsiz acz ve fakrıyla Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğine, 2. İnsana verilen sınırlı ilim, görme, işitme ve diğer duygularıyla Allah’ın ilim, irade, kudret gibi Subuti sıfatlarına, 3. Üzerinde nakışları görünen esma-i İlâhiyeye ayinedarlık eder İşte bu hususiyetleriyle insan, eşref-i mahlûkat olmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim, insana verilen her cihaz için bir hedef tayin etmiştir. Meselâ, aklın gayesi Allah’ın isim ve sıfatlarını kâinat sayfalarından okuyarak anlaması, yani marifetullahdır. Hisler muhabbetullah için verilmiştir. Her cihazını, belirlenen en yüksek gayesine ulaştırılabilen insan, kâmil insan olmaktadır. Kâmil insanın en mükemmel örneği de Peygamberimiz Hz. Muhammed’dir. (asm)

Ferd ism-i azamının tecellisi olarak bakılmaya en lâyık mahlûk insandır. İnsan o kadar önemlidir ki, bir ferdi diğer türlerin tamamına mukabil bir kıymete haizdir

İnsan kâinat içinde diğer varlıklardan farklı olarak tanımlandığında; ruh ve bedenin birleşiminden öte, soran, sorgulayan, akıl eden, irade sahibi, değişen ve değiştirme yeteneğine sahip bir varlık olarak Yaratıcının yeryüzündeki halifesi ünvanını kazanmıştır. Bu makama ulaşması ona verilmiş bazı özellikler ve kendisinin değişme yeteneğini kullanarak kazandığı hasletlerle mümkün olmuştur. İnsan aklıyla âlemi anlama, duygularıyla hissetme, sınırlı iradesiyle tüm bunlara karar verebilme ve bedeniyle bütün bunları hayata geçirme becerisini sergiler. İnsan diğer varlıklardan farklı olmanın yanında kendi hemcinslerinden de farklıdır. Her bir insan sahip olduklarıyla kâinatta tektir. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ın san’atının tecellisi olarak başka bireylerden de farklılaşır, biricikleşir. Her insanın kâinatta biricik olması, onu değerli kılan en önemli özelliğidir. Bu sebeple hayatın dokunulmazlığı kutsaldır. Burada kendi hayatına son vermek anlamında dokunulmazlığın yanında, onun biricikliğini korumak da bu dokunulmazlık sınırları içinde görülmelidir.

Devlet, aile veya diğer teşekküller, insanın bireyselliğini sınırlamaktadır. Ancak bunun iyi etüt edilmesi gerekiyor. Bireyselliği abartan Batı düşüncesinde, insanın egosunu firavunlaştıran, gücünün yettiğine zulmü hak gören, aile ve toplumla bütün bağlarını kopartarak özgürleşmeye çalışan, ancak yalnızlığın kıskacına düşen bireyler oraya çıkmaktadır. Buna mukabil Doğu kültüründeki bastırılmış bireysellik problemi de; izzetine sahip, haklarının bilincinde, bağımsız düşünebilen insan yetişmesine çelme takmakta, sürü psikolojisine zemin hazırlamaktadır. Bunun sonuçları; başkaları benim yerime düşünsün tembelliği, yöneticileri müstebit yapmaktır. “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti müstebit yapar” hakikatında buna da işaret vardır. İslâmî olan ise, vasat nokta olmalıdır. Yalnızca Rabbine kul, kendi şahsî menfaati için en azam mahlûkata dahi tezellül etmeyen bir izzet ve kendinden daha aşağıda olanlara merhamet eden, zulme tenezzül etmeyen, Rabbiyle bağlantısı dolayısıyla kâinata sultan olan bir kul noktasına gelir. Issız yerlerde yalnız olmayan, kalabalıklar içinde boğulmayan, insanla, kâinatla, hastalıkla, sağlıkla, kurtla, kuşla, kendisiyle barışık, rıza makamını hedef ittihaz eden bir büyük ruhla Cenâb-ı Hakk’ın memnuniyetine mahzar olunabilir.

İnsan görme, işitme, dokunma, koku alma noktasında hayvanlardan geri kalabilirken, farklı olarak kendisine verilen akıl, kalp, sır gibi mânevi özellikleri sayesinde kâinatın, özellikle yeryüzünün maddî ve mânevî sultanı olabilir. Kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye ve kuvve-i şeheviye noktasında, şecaat, hikmet ve iffeti muhafaza ederek sultanlığını pekiştirdiği gibi, ifrat ve tefrite düşmekle yapacağı tahribat da cezaya çarptırılmasına vesile olur.

2. Sorumluluk, gaye ve hedefler:

İnsan, Esma-i Hüsna’nın tecellilerine mümkün olan üst mertebelerde mazhar olmaktadır. Cenâb-ı Hakk’kın kendi san’atını görmek ve göstermek istemesinde bir model olmanın yanı sıra, nefis ve bedenin süfli hevesatından uzaklaşarak kalp ve ruhun ulvî hayatına girmekle Cennete lâyık bir suret alabilir. Bunu amel-i salih ve takvanın yanı sıra “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker’’ yani, iyiliği emretmek kötülükten usûlünce sakındırmak ve yaratılış gayelerine uygun bir hayat sürdürmek temin edebilir.

İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak, ona iman edip ibadet etmektir. “Necisin?, Nereden geliyorsun?, Nereye gidiyorsun?” Suallerinin cevabını bulup gereğini yerine getirerek yaşamaktır. Esmanın tecellilerini üzerinde görüp o tecellilerin gereğince amel etmektir.

Kendini tanıyan ve bilen insanın yürüyüş çizgisi, ona bahşedilmiş sermayesiyle yaptığı ticaret ve bireyin var oluş amacına uygun yaşayıp yaşamadığını gösteren bir hayat çizgisidir.

İnsanın, yeme-içme, temizliğini/bakımını yapma, barınmasını temin etme gibi bedenine karşı sorumlulukları olduğu gibi, ibadet, sevgi, kalbine mukabil kalp arama gibi ruhuna karşı sorumlulukları da vardır. “Benim!” dediği şeyler aslında izafidir, kendisinin değildir, kendisine emanettir. İşte bu sebeple intihar edemez, böbreğini kendi menfaati için satamaz. Ana-babaya, komşuya, akrabaya ve diğer insanlara karşı sorumlulukları, İslâm’da ifadesini bulan mükemmel insanın; ertelenemez, vazgeçilemez vazifeleri cümlesindendir.

Allah, insana kendini tanıtmak için kâinatı yaratırken, onun her cihaz ve lâtifesine de bir hedef tayin etmiştir. İnsan bu yolda Rabbinin marifetine ulaşabilmektedir. Ancak, bu gayede saptırıcı unsurlar da “imtihan sırrı olarak” karşısına çıkarılmıştır. Böylece heva ve Hüda’ya göre şekillenme ve hedefler meydana gelmiştir. Zihnin, hislerin ve iradenin hedefi; Allah’ı tanımak, sevmek ve itaattir. Nefis ve şeytan devreye girdiğinde; zekâda inkâr ve isyan, hislerde sadece kendi nefsini sevmek, varlığını menfaatine hasretmek gibi hususiyetler baş göstermektedir. Böylece, insanları bir arada tutan ve sevgi bağlarını oluşturan diğergamlığın ifadesi olan fazilet yok olmaktadır.

İnsanoğlu, esmanın tecellisinin kendisine yüklediği sorumluluklarla karşı karşıyadır. Verilen her bir cihaz onun hayatı anlaması, yaşaması, lezzet alması için araçtır. Ancak bunların kendisine yüklediği bir takım sorumlulukları da unutmaması gerekir. Meselâ, akıl cihazıyla âlemi anlar ve bir çok şeyi öğrenir. Bu hayattan lezzet alması için sahip olduğu çok önemli özelliklerden biridir. Fakat bunun yüklediği öncelikli sorumluluk; kendisinin burada bulunuş gayesini bilme sorumluluğudur. Bilme yeteneği ile yetinmeyip bildiklerini yaşaması ve başkalarına bildirmesi yüklendiği diğer bir sorumluluktur. Yine kendisine bahşedilen sevmek cihazı ile çiçeği sevmek, anne babayı sevmek, kardeşi sevmek, mal ve mülkü sevmek, dünyayı sevmek gibi hayatın lezzet kaynakları olan davranışları sergiler. Ama bu sevginin asıl mecrası İlâhî sevgiye ulaşmaktır. Bu örnekler diğer bütün eşyada tecelli eden esma için de çoğaltılabilir. Bu dünyanın lezzetleriyle sınırlandırılmaması gereken özelliklerine sahip olan insan, kendisine verilen her bir cihazın hakkını verecek bir hayat biçimini hedeflemelidir. Nefis ve şeytanın saptırmalarına meydan vermeyecek dirayette olmalıdır. İnsanoğlunun yeryüzündeki kıymeti, sahip olduğu bu özellikleri kullanarak yapacağı himmet ile orantılı olacaktır. Sadece kendisi için yaşamamak ve sahip olduklarını paylaşmak, faziletli bireyin yapması gereken şeydir.

İnsanın nihaî hedefi rıza makamıdır. Yani Allah’ın rızasına ulaşmasıdır. Rıza makamına giden süreçte sahip olduğu donanım ve istidatları en üst seviyede inkişaf ettirmesidir. Strateji ve model olarak da Hz. Peygamber’in (asm) sünnetini esas almaktır. Bilim, bütün dalları ile bu istidatların inkişafının araçlarıdır.

İnsanlar farklı fıtratta yaratıldıklarından Allah’ın isimlerinin farklı tecellilerine mazhar olmuşlardır.

İnsan sahip olduğu özellikleri itibarıyle Hukukullah ve hukuk-ı ibada riayet etmeli, insaniyete lâyık bir şerefle yaşamalıdır. Bu dünyanın; verilen cihazat ve duyguların kullanımı ve tatmini bakımından insana dar geldiği görülmektedir. Bu duygu ve cihazların, geliştirildiği takdirde Cennete lâyık bir hal alacağı ve orada tam olarak kullanılabileceği anlaşılmaktadır.

3. İhtiyaçlar:

İnsanın sahip olduğu duygu ve istidatlar kadar ihtiyaçları vardır. Her duyu ve duygunun ihtiyacı, bir mide olarak tanımlanabilir. İnsanın ihtiyaçlarının sınırlarını, hayallerinin sınırları, diğer bir deyimle sınırsızlığı belirler. Bu dünyanın saadetini arzu ettiği gibi, ebedî cenneti de arzu eder. Ebedî saadet arzusu ihtiyacın nihaî hedefidir.

Cenâb-ı Hak, insanın duygularını, özelliklerini maksada yöneltmek için, ihtiyaç kamçısıyla çalıştırmıştır. Aynı zamanda hizmet içinde ücreti yerleştirerek ve nimeti hissettirmek ihsanıyla yukarıda zikredilen hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmıştır.

İnsana yön veren belki de hayatını şekillendiren düğümlerden biri, insanın maddî ve mânevî ihtiyaçlarıdır. Fakat kilit nokta, bireyin bu ihtiyaçlarının gerçekliğini kontrol edip onları öncelik sırasına göre karşılamasıdır. Yaşamak için gerekli olan ihtiyaç maddesi, dört veya beş unsur iken, kanaatsizlik, rahat ve lüks yaşama gibi çeşitli sebeplerden dolayı 20’ye kadar çıkabilmekte, bunları karşılamaya gücü yetmeyen insan için de hayat çekilmez hale gelebilmektedir. Halbuki Yaratıcısına karşı acizliğini anlayan insan için ihtiyaçlar, Allah ile arasındaki bağı kuvvetlendirecek bir araçtır.

Hayvanların aksine insanın akla sahip olmasından dolayı cihaz ve latifeleri de bir çeşit sınırsızlık kazanmıştır. Çünkü akıl geçmiş ve gelecekten geniş bir zamanı insana açmış, duygu ve hisler de o nispette genişlemiştir. Ufkun açılışı o nispette ihtiyaçların sonsuzluğunu netice vermiş, insan gücünün sınırlığı ve ömrünün azlığı onda çelişki meydana getirmiştir. Bu ruh sağlığının teskini ve tedâvisi ancak kâinatın sahibini bulmakla sonsuz güç ve rahmetinden yardım almakla ve ahirete imanla mümkündür. Aksi halde az bir zamanda varlık âleminden silinip gider. Tarihin mezarlığı da buna açık şahittir. Servet kazanma, mal edinme duygusu ve ihtiyacı, tatmin edilmediğinden, dünya nimetleri insanın hayal ve arzularına yetmediğinden yeryüzünde boğuşulup durulmaktadır. Cihan savaşları ve çatışmalar bunun göstergesidir.

İnsanın maddî ve cismanî ihtiyaçlarını karşılaması lezzet verir. Her gün yemek yemek, su içmek ve havayı teneffüs etmek insana usanç vermez. Mânevî ihtiyaçlar olan kalbin gıdası, ruhun ab-ı hayatı, rabbani lâtifelerin huzur verici havası ibadet ve namazların da tekrarından usanç değil lezzet alınması gerekir. Bu ibadetleri lezzet alma boyutunda yerine getirmek hem zarurettir, hem de hakkını vermektir.

4.Eğitim:

İnsanın fıtratındaki duygulara sınır konulmamış olduğundan, nihayetsiz tasarruf-u İlâhiyeyi anlamak, öğrenmek istidadındadır. Bu fıtrattaki insanın öğrenmesine engel olmamak için akla kapı açıp, vicdanı hazır hale getirerek eğitmek gerekir. Ancak bildikçe kemale eren insan; duygularını tanıyacak, ihtiyaçlarını bilecek ve Mün’im-i Hakiki’yi anlayacaktır.

Eğitimi alanın, kendi hocasını seçmesi, alacağı derslere karar vermesi, eğitimdeki baskıyı önleyebilir. Dayatılan eğitim, insanı birey olmaktan çıkarıp sürü olmaya yatkın hale getirir. Medrese usûlündeki ‘’ta’lim-i infiradi’’ ile ifade edilen, birebir eğitim önemlidir (Münâzarât, s: 129)

Bireyde bulunan teçhizatın koordinasyonunu eğitim sağlayacaktır. Özellikle eğitim birey odaklı, yani her bireyin kendine has özelliklerini dikkate alan ve ona uygun yolda yürüme yeteneğini kazandıracak olan birebir eğitimdir. Eğitimin bu önemi ile birlikte kavramın gerçek anlamını kazanması bireyi tüm bilimlerin sahibi olan Alîm bir yaratıcıya götürmesiyle mümkündür.

Eğitim, ihtiyaçların temini için istidatların sistematik geliştirilme sürecidir. ‘’İnsan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulum-ı hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahdır.’’ Bediüzzaman’a göre en zarurî ihtiyaç eğitimdir. Ancak eğitim yoluyla ulaşılan çeşitli felsefi bilgiler, faydalı, nurlu, ruhlu yapılarak kıymetli ilâhî bilgiler hükmüne geçirilmelidir. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.’’ ifadesi eğitimin manifestosudur.

İnsanın aklı maddeye, kalbi mânâya bakar: ‘’Vicdanın ziyası ulum-ı diniye, aklın nuru funun-ı medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder, talebenin himmeti pervaz eder.’’

Kalp, gözümüzün siyahı ise; akıl, gözümüzün beyazıdır. Şahıs bu yolda mükemmellik kazanır. Dünyanın nimetlerini elde etme, fen bilimlerinden geçerken, akıl, ruh ve kalbin terbiyesi din ilimleriyle olmaktadır. Özellikle Asya İslâm toplumlarında bu şarttır. Peygamberler ve evliyalar, bu yolda ahlâkın şekillenmesinde çekici bir özelliğin sahibi olmuşlardır. Bu sebeple Müslümanların, diğer dinlerin aksine olarak Kur’ân-ı Kerim’e bağlandıkları ölçüde medenileştikleri, bağlılıkları azaldıkça da geri kaldıkları, medeniyetler tarihi incelendiğinde açıkça görülmektedir.

İnsanın ve hayvanın yaratılış farkından anlaşılmaktadır ki, insanın “taallümle tekemmülü’’ amaçlanmaktadır. İnsan bu dünyevî ihtiyaçlarını eğitimle karşılayabilir. Eğitim, Rabbini anlama (marifetullah) ve ibadet etme açısından da ehemmiyetlidir. İnsanın dünyaya gönderiliş gayesine uygun yaşaması eğitimin temeli olmalıdır. Çünkü: ‘’İnsanın vazife-i asliyesi iman ve duâdır.’’ Kendini geliştiren, nefis terbiyesi ve muhasebesine vakit ayıran insan, eşi ve çocuklarının eğitimini de ihmal etmemelidir. Kız çocuklarının eğitimi İslâm’da özel öneme sahiptir. ‘’İki kız çocuğunu yetiştiren babaya cennet müjdesi’’ özellikle anlamlıdır. Toplum halkasına daire genişlediğinde; ‘’insanların en hayırlısının, insanlara en faydalı olanı’’ olması, faydalı ilim ile iyi yetiştirilmiş evlâdın sadaka-i cariye (ölümden sonra da devam eden sadaka) olması dikkat çekicidir.

5. Davranış, sorumluluk ve görevler:

‘’İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim âmâl-i sâlihâdır. Salih amel ise, maddî ve mânevî hukuk-ı ibada tecavüz etmemekle hukukullahı da bihakkın ifa etmekten ibarettir.’’ (Mesnevî-i Nuriye, 98)

İnsaniyet ve insaniyet-i Kübra olan İslâmiyetin gereği olarak insan hür olmalı ve Abdullah olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. İhtiyaçları Cenâb-ı Hakk’tan istemeli, bunu amel-i salih için ‘’Tertib-i mukaddematta tefviz tembelliktir. Terettüb-i neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa dun himmetliktir’’ prensibi çerçevesinde işin başında çalışıp, neticeyi tevekkülle beklemeli, sonuca razı olmalı ve ebede uzanan neticeler için çalışmaya daima devam edilmelidir. “İnsanlar helâk olur, ancak âlimler hariç, âlimler de helâk olur, ancak bildikleriyle amel edenler hariç, bildikleriyle amel edenler de helâk olur, ancak ihlâslı olanlar hariç, ihlâslı olanları da büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır’’ hadisinin ikazı çerçevesinde ihlâs daima muhafaza edilmelidir.

Batı; ‘’başkasının hürriyetinin başladığı’’ yeri, hak ve hürriyetlerin sınırı kabul eder. Bu, bireyin kontrolsüzlüğünü, Cenâb-ı Hakk’ın emanetini gasp cüretini; ruhu, kalbi ve bedeni yerine göre; nefsin, hakim gücün, korkunun ve menfaatin esaretine terk sürecini de beraberinde getirmektedir.

Bireye yönelik tüm kanun ve bilgilerin uygulamaya geçirilebilmesi tüm insanlığın en büyük amacı ve de sorunu olmuştur. Buna rağmen, insanlık âlemi özellikle Müslümanlar bu konuda hem avantajlı, hem de sorumlu durumdadırlar. Çünkü her konuda olduğu gibi uygulama hususunda da örnek alacağı en büyük yol gösterici Peygamber Efendimiz (asm) ve onun her asırdaki temsilcileri vardır.

İman ve İslâmiyet, insanı maddeten ve manen şekillendirir, bağlılığı oranında da melek masumiyetine çıkarır. Küfür ve felsefe (hikmet-i beşeriye) ise, insanı şeytan bir hayvan derecesine düşürür. Bunun içindir ki; canavarın insana yapmadığını insan insana yapmış, hayvanlarda bile görülmeyen vahşiliği sergilemiştir. Bu hususta köleliğe, emek sermaye mücadelesine ve cihan harplerine bakmak yeterlidir. İnsan melekleştiğinde dünya cennet olacaktır. İmanlı insanın önüne iki dünya birden açıldığından ve dünyayı ahiretin tarlası göreceğinden, maddî menfaatler üzerinde boğuşmayacak, Allah’ın rızasını kazanma, cennetin bağ ve bostanını O’ndan satın alma karşılığında insanların saadetlerine çalışmayı bir ülkü haline getirecektir.

Doğru davranışların kaynağı iman hakikatleri ve İslâm ahlâkıdır. İslâm ahlâkının temel davranış formları Sünnet-i Seniyyedir. İnsanın kemalat ve fazilet sıfatlarının özü “ihlâs’’ yani Allah rızasıdır. İnsanlığın mükemmel davranış modeli ise, Peygamber (asm) ve onun hayat tarzını en iyi kavrayarak yaşayan, Kur’ân-ı Kerim’de diğergamlık ve mü’minler için kendi menfaatini terk etmek mânâsına gelebilecek ‘’i’sar’’ hasletiyle sena edilen sahabeler olduğunu görüyoruz.

13.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004