Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahaddin YAŞAR

Hayat ‘onlar’la anlamlı



Zengin olmak mutlu olmak demek değildir

Refah düzeyi artmış, zengin, çalışkan ve güçlü olan mutsuzların sayısı oldukça fazla. İnsanların cebinde parası, elinin altında imkânları ve tasarruf edebilme yeterliliği arttıkça mutlulukları da, neşeleri de artıyor değil.

Eşine piyango bileti çıkmış hanımefendi, düzenlerinin bozulduğundan, huzurlarının kaçtığından bahisle, ‘Keşke böyle bir durumla karşılaşmasaydık’ diye ailelerinin karşılaştığı dramı anlatıyor.

Güçlü, zengin, çalışkan tanımlamaları özellikle zamanımızda pek de masumiyet ihtiva etmemektedir. Yani bir insan zengin oluyor, güçlü oluyor ve imkan sahibi oluyor da, mutlu olamıyorsa bu durum size ne düşündürür? Doğrusu benim hemen aklıma gelen, bu kazançların içinde alın terinin olmaması ve dolayısıyla ‘haram’lık ihtiva etmesidir. Kişinin inancı ne olursa olsun, haram olan bir şey, içinde mutluluk unsuru taşımamaktadır.

Mutlu olma şansımız ne kadar?

Hemen belirtmek gerekir ki, mutsuz insanların sayıları ne kadar artarsa, mutlu olma şansımız da o nispette azalacaktır. Zaten mutsuz insanların sayılarındaki artış, ister istemez mutlu insanların sayılarındaki azalma anlamına gelecektir.

Huzurlu olmak için mutlu kişilere yakın olmamız gerekiyor. Komşumuzun mutluluğu ‘bize ne’ denecek cinsten bir durum değildir. Bakkalımızın mutluluğu ‘umursanmayacak bir durum’ değildir. Çevremizde ne kadar mutlu insan varsa, bu enerji bizi de etkisi altına alacaktır.

Mutsuzlar yalnız

‘Eşiyle, çocuklarıyla çok mutlu ama, bir park köşesinde bir akşam vakti geçiriyor.’ böyle bir şey göremezsiniz. Çünkü onun mutluluğu biraz da evindekilerle olan ilişkilerinin yansımasıdır. Ya da ‘Mutlu bir genç, ama hep geç saatlerde evine geliyor.’ bu da olamaz. Çünkü evinde mutlu olmayan, dışarıda onu ne kadar bulabilecektir.

Nerede yaşarsak yaşayalım, bir şekilde huzuru kaçmış, hayal kırıklığına uğramış, öfkeli ve mutsuz insanlarla içiçe olduğumuzu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Mutsuz insanlar, hiçbir mutlu insana yakın olmayı başaramayan insanlardır.

Sokakta kavga eden insanlardan ‘bana ne’ diyecek durumda değilsiniz. Çünkü kavgadan sizin de etkilenmesi mümkündür. Bırakın fiili etkilenmeleri, ‘Bugün bizim sokakta insanlar kavga etti’ cümlesi bile başlı başına bir huzursuzluk haberidir.

Mutlu insanlar bir araya gelmeli

Bir şeyler yapıp etmeli ve mutluluk arayan insanları yeniden bir araya getirmeli. Çünkü mutluluk arayanların yanına gelecektir mutluluk. Böylece ne kadar çok mutluluk arayan insan bir araya gelirse, o kadar çok mutluluğa ulaşılabilecektir.

Arz talep dengesi gereği, insanlar neye ihtiyaç duyarlarsa, o ihtiyaç duydukları unsurlarda çalışmalar, keşifler yapılacaktır.

Neler mutsuzluk sinyalidir?

Hiçbir yakın ilişki içinde olmayan insanlar, daima yalnız ve mutsuzdurlar.

Peki yarın mutlu olacaklar mı? O konuda da bir güvence yok. Çünkü yarın da bugün kadar yalnız olacaktır. Mutsuz insanlar, anlık doyum arayışı içindeyken tamamen mantık dışı hareket edebilirler.

Hiçbir insanla yakın arkadaşlık kuramayan insanlarla olan iletişimde çok dikkatli olunmalıdır. Onlarla olmak eğlenceli olabilir, ama ilişkilerinde hep aşağılama ve düşmanlık vardır.

Bütün başarılı ve uzun dönemli ilişkilerin temelinde yatan gülme ve eğlenmedir. Eğlencesini kaybetmiş bir birliktelik, heyecanını da kaybetmiş demektir.

İnsanların mutluluğu veya mutsuzluğu bizim çok da dışımızda olan şeyler değildir. “Beni ilgilendirmez” dediğimizde doğruyu söylemiyoruz aslında. Eğer söylediğimiz şey nitelik dünyamızda ise, bu bizi ilgilendiriyor, hem de derinden…

Mutlu olmak için bir seebi olmalı insanın. Bu ‘neden’ bazen bir anne-babadır, bazen bir dosttur bazen de bir arkadaş. Ama insanın mutlaka, nitelik dünyasında bir sevdiği, değer verdiği birisi ya da aile üyesi ve en azından bir arkadaşı vardır. İnsan bu haliyle yalnızlıkla pek iç içe değildir. Yani yalnızlık insan için değil.

Yalnız insanlar önceleri insanları kendilerinin reddettiklerine inanırlarken, yalnızlık derinleştikçe, insanların onları reddettikleri inancı ağır basmaya başlar.

Hayatımızın vazgeçilmezleri olan ve bizim için hayatın kendileriyle anlam kazandığı insanlar vardır. Onlar olmaksızın neredeyse hayatı düşünemeyiz. Onların varlığı mutluluğumuz için de büyük bir ihtiyaçtır. Onlar olmadan her şeyin yolunda gitmesi de pek mümkün değildir.

Geçici sevenlere mukabil, bizi ebedi seven var

Ama her şeye ve herkese rağmen bizi sevenlerimizin ‘geçici’liğini dikkatlerden uzak tutmamalıyız. Onun için sevgisi baki Olana nazarları çevirmeliyiz. Çünkü nice ‘Onsuz yaşayamayız’ dediğimiz değerli insanlar olmaksızın da hayatın pekala yaşanıyor olduğunu hayatın gerçekleri öğretiyor insana.

Ama yine de anlatılanlardan, hayatları bizim için çok büyük anlam ifade eden, mutluluk kaynaklarımıza, günde birkaç dakikalık ilgiyi esirgeyelim çıkmıyor. Hatta günde bir kaç dakikalık ilgi, kendimiz için ve kendileri için, çok şeyi halledebilecektir.

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ey Türk Gençliği!



88 olarak geçiyor. Sırada rakı geliyor... Kızlarda ise şarap... Alkol kullananların yüzde 37’sinin babaları da alkol tüketiyor ve bu gençlerin yaklaşık yüzde 10’unda alkol problemi bulunuyor... Alkol tüketimi lise yallarında başlayıp, üniversite yıllarında artıyor... Hatta geliri yüksek olanlarda bu problem daha sık karşılanıyormuş.

Avrupa Birliğine hazırlanan Türk gençliğinin hal-i pürmelâli ortada.

Her gün “dinin karalandığı,” “mütedeyyin insanların” irticacı, yobaz damgası yediği bir ortamda, Türk gençliği kendine hangi modeli esas alacak?

Önünde iki yol var.

Ya “dinine sahip çıkıp, ebedî hayatını kurtaracak,” ya da eğlence ve sefahet dolu bir hayatı tercih edip, ebedî hayatını da yakacak!

“ULUSAL REFLEKS”

RTÜK’ten çağrı. Kime mi? Özel kanallara.

Diyor ki: ‘’Fransız filmi yayınlamayın’’

Neden?

Malum, Fransa Milli Meclisi’nde kabul edilen “sözde soykırımı inkârı suç sayan karara tepki olsun diye.

Türkiye pazarında Fransız filmleri, ABD ve Türk yapımlarının ardından üçüncü sıradaymış.

CNBC-e’de zaman zaman “Dünya Sineması kuşağında” Fransız filmleri yayınlıyor.

İlâve olarak, D Çocuk’ta Fransız etiketi taşıyan çizgi filmler var. Hatta bir de çocuk programı var:

Yani, Fransız yapımların Türkiye’deki payı yüzde 10...

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Üyesi Şaban Sevinç, RTÜK’ün Fransız yapımlarına yönelik kararının radyo ve televizyonlar üzerinde bir yaptırımı olmadığını da hatırlatıyor.

Ama:“İyi ilişkiler içinde olduğumuz radyo ve televizyonlardan Türkiye’nin bu konudaki ulusal refleksine katkıda bulunmalarını bekliyoruz. Zaten yayıncı kuruluşlarımız ve basınımız bu konuda oldukça duyarlı. Biz aldığımız kararla bu duyarlılığın altını bir kez daha çiziyoruz” diye konuşuyor.

Bu tür “refleks”te mutabakat ne kadar önemli.

Acaba diyorum, böyle “ulusal refleks”ler göstermek yerine, başıboş ve ahlâksız yayınlara karşı tepki gösteremez miyiz?

BALYOZ HABER

AKP Milletvekili Fevzi Berdibek’i kutluyorum.

Kimsenin aklına gelmeyen bir konuyu alıp, gündeme getirdi.

Başbakan Erdoğan’ı kurtaran “balyoz”u yüklü bir parayla satın alıp, makamına getirtti. Tipik “taşra” hareketi.

Berdibek, bu balyoza “manevî bir anlam yükleyerek” söz konusu balyozu “Ömrüm boyunca saklayacağım” diyor muhabirlere.

“Benim için manevî bir değeri oluştu. Yanımdan ayırmayacağım. Başbakan’ımız isterse ona veririm. Onun dışında kimseye vermeyip saklayacağım” diyor.

Camın kırılması sırasında sapı çatlayan balyozu, Feyzi Berdibek, Meclis’teki makam odasında “özel bir köşede” tutacakmış.

Berdibek’in bu haberini görünce ister istemez:

“Reklâm kokan haber bunlar, reklâm!” demeden geçemedim.

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nimetin devamı ve artması



Dünya denilen şu misafirhane ve muhteşem saraya gözlerini açan herkes harika ve antika eserlerle dolu bir tabloyla karşılaşır. Bu misafirhane ve sarayın sahibi, sanatkârı hiç şüphesiz bütün bunlarla Kendini bize tanıtmak ister. Aklı başında olan herkes de Onu tanır, güzelce tanımaya çalışır.

O Sanatkâr bu saraya o kadar önem ve değer vermiş ki yerden göğe kadar her şeyi insanı hayretten hayrete düşürecek, büyüleyecek tarzda süslemiş. Bu suretle Kendini sevdirmek istiyor. Aklı bozulmamış her insan da bu san'at eserlerini takdir edip hayret ve gıptayla kendini Ona sevdirmeye çalışır.

Hiçlikten yaratılıp insanlık tahtına oturtulan, sonra da sayısız nimetlerle beslenip büyütülen insan, nasıl olur da misafirhane Sahibini tanımaz, ihsan ve ikramlarını görmezden gelebilir? Sa’d-i Şirazî der ki: “Ne olduğunu bilmez gizli bir nutfeyken dahi Allah seni unutmadı. Sana ruh, akıl, mizaç, idrak, güzellik, söz, tedbir, fikir ve zekâ verdi. Omuzlarına iki kol, ellerine de on parmak taktı. A gayretsiz, şimdi mi rızkını unutacak sanıyorsun?”1

Şefkat ve merhameti gereği ikram ve ihsanlarda bulunuyor. Aklını yitirmemiş her insan da buna karşı şükürle hürmetini gösteriyor.

O San'atkâr bu sarayı aynı zamanda öyle mükemmel eserlerle donatmış ki, ilim âlimden, güzellik güzelden geldiği gibi bütün bu mükemmellikler de Onun kemâlinin eseri. Kemal bizatihî sevildiği için insan olan insan da bu kemal sahibi zâtı görmek ve teveccühünü kazanma iştiyakı içerisine giriyor.

Saraydaki her varlık san'atlı ve cezbedici güzelliklerle dolu. Üzerlerine öyle bir mühür ve damga basılmış, öyle bir imza atılmış ki taklidi mümkün değil. Ondan başkası bu mühür, damga ve imzaya sahip çıkamaz. O Zatın tek ve benzersiz olduğunun delili bütün bunlar.

Bütün bu nimet, ikram, ihsan, ziynet, sanat, değer verme, O yüce yaratıcının bize olan sevgi ve şefkatinin bir ifadesi değil midir?

Bize düşen de bunların Sahibini tanımak, Ona bütün gönlümüzle inanmak, şükretmek, rızası dairesinde hareket etmek. Nimetin devamı ve artması için de bu şart. Aksi halde âyette dikkat çekildiği gibi, “Bir topluluk kendisine verilen kabiliyet ve nimetlerin yönünü değiştirip inkâr ve isyana sapmadıkça, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirip azâba çevirmez.”2

Şükredilmeyen nimetler elden çıkmakla kalmaz, yerlerine sıkıntı ve problemleri bırakıp öyle giderler.

Dipnotlar:

1. Gülistan, s. 226.

2. Enfal Sûresi: 53.

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Biz de Nobel istiyoruz



Bir kişiye veya kuruluşa büyük bir ödül veriliyorsa, mutlaka büyük bir başarı karşılığında veriliyordur. Ödül denilen şey öyle herkese dağtılacak bir düğün davetiyesi değildir. Bu açıdan, Orhan Pamuk’a verilen Nobel Edebiyat ödülü de, başarılı bir romancı olduğu için verilmiştir. Biz böyle olmasını temenni ederek yazarımızı tebrik ediyoruz.

Bu ifadeler, işin olması gereken yanını ortaya koymaktadır. Ama günlerdir yapılan tartışmalara baktığımız zaman, Orhan Pamuk’a verilen ödülün başarılı bir romancı ve edebiyatçı olmaktan başka kriterler için verildiği şeklinde düşünenlerin de olduğunu görüyoruz. Onun için normalde millî bir başarı olarak görülüp milleti birlik ve beraberlik içinde sevince boğması gereken uluslararası bir başarı, milleti ikiye bölmüş bulunuyor.

Kimileri Orhan Pamuk’u göklere çıkartıp millî bir kahraman olarak görürken, kimileri de Ermeni soykırımı iddialarına destek verdiği için bu ödüle lâyık görüldüğüne inanıyor ve verilen ödülün reddedilmesini istiyor. En gerçekçi gerekçe de, düşünce suçundan hakkında dâvâ açılmış olduğu için sempati toplayıp özgürlük kahramanı haline gelmesi sonucu bu ödülün verilmiş olmasıdır. Zaten genel kanaat de bu yöndedir. Meşhur 301. Madde olmasaydı, bugün bir Nobel ödüllü yazarımız da belki olmayacaktı. Bu kara mizah haline sevinmek mi, yoksa üzülmek mi lâzım onu da bilemiyoruz.

Orhan Pamuk çok başarılı bir romancı olabilir. Bu başarısı ile Nobel ödülünü de belki fazlasıyla hak etmiştir. Ama resmî söylemlerin dışına çıkarak aykırı fikirlerini ifade etmeseydi, bunun için de düşünce suçlusu durumuna düşmeseydi, ona bu ödülü kolay kolay vermezlerdi. Kamuoyunda oluşan yaygın kanaat bu yöndedir.

Bazı suçlardan hakkında dâvâ açılan veya mahkûm olan insanların kahraman haline geldiği bir gerçektir. Âdeta verilen cezalar bu insanlara mükâfat olarak geri dönmektedir. Ama ceza verenlerin de, mükâfat verenlerin de çifte standart uyguladığı bir dünyada yaşıyoruz. Aynı fikirleri ifade eden iki kişiden birisini göklere çıkartanlar, bir başkasını yerin gibine geçirmek için uğraşabiliyorlar. En dürüst ve en demokrat geçinenler bile, kendi düşünce yapılarına uygun olan fikir sahiplerini sonuna kadar sahiplenirken, kendileri gibi düşünmeyen insanların mağduriyetlerine sessiz kalıyorlar. İnsanları inançları ve hayat tarzları yüzünden ayrıma tâbî tutabiliyorlar. Onlara “öteki” muamelesi yapabiliyorlar.

Düşünce suçlusu olarak hakkında dâvâ açılan yüzlerce insan varken, belli görüşteki insanlar vitrine çıkartılarak parlatılıyorlar. Memlekette onlardan başka bu suçtan mağdur ve mahkûm olan yokmuş gibi bir hava estiriyorlar. İçerde ve dışarıda bütün gözler bu insanlar üzerine çevriliyor. Onlar hakkındaki hazırlık soruşturmaları bile büyük gürültülere sebep olurken, diğer taraftan mahkûm olan ve cezası infaz edilen insanlar görmezlikten geliniyor. 301. Maddeden hakkında dâvâ açılan insanlar sadece Orhan Pamuk ve Elif Şafak’tan ibaret değildir. Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığı günlerde, Yeni Asya yazarlarından Faruk Çakır 301. Maddeden mahkeme huzurunda bulunuyordu. Özgürlükçü kalemlerden Faruk Çakır hakkında bir tek satır yazı göremedik. Çünkü Yeni Asya ve onun gibi düşünen muhafazakâr kesim onların ilgi alanına girmiyordu.

Yakın geçmişte bu çifte standartın daha somut örneklerini yaşadık. Mehmet Kutlular düşünce mahkûmu olarak 270 gün hapis yattı. Yeni Asya yazarlarının tamamına yakını yazdıkları yazılardan dolayı DGM’de yargılandı ve çoğu ceza aldı. Bugün özgürlükçü kesilenlerden hiç ses çıkmadığı gibi, bu cezalara sevinenler bile oldu. Vicdanlarını ideolojilerine feda edenler, “Onlar da öyle söylemeselerdi, öyle yazmasalardı, oh olsun” diyorlardı. Bugün de aynı kafa yapıları ile yollarına devam ediyorlar. İfade özgürlüğü deyince, sadece kendi düşüncelerinin ifadesini anlıyorlar. Farklı düşüncelerin ifadesini bir türlü içlerine sindiremiyorlar.

Düşüncelerini açıkladıkları için hakkında dâvâ açılan insanlar Nobel ödülüne lâyık görülüyorlarsa, bu ödülü en fazla hak edenler Yeni Asya yazarlarıdır. Bundan sonraki ilk Nobel ödülünün bizlere verilmesi gerektiğini ifade etmek istiyorum.

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Duâ etmek ve duâya mazhar olmak



Yalvarış, münâcat, sığınma, iltica, ef ve mağfiret...

..Ve, mü’minin en kuvvetli silâhı olan “duâ!”

Bu günde, geçmişte, gelecekte tek ümidimiz, en büyük sığınağımız ve dayanağımız duâ. Ne mutlu ki hakikî inanç sahiplerinin böyle bir dayanağı ve kalesi var!

Bu mübarek ayın her anında, her saniyesinde, başta kâinatın kalbi Mekke’de, Kâbe’de olmak üzere beş kıt'anın her tarafında mazlûmların, mağdurların ah ve fîgânları Arş-ı Âlâya yükseldi. Gönüller manevî gıdalarla teskin oldu ve doydu.

İnşallah Rabbimizden duâmız, bu ihlâslı yakarışları hem ahiretimiz, hem de dünyamız için hikmetine uygun şekilde kabul etmesidir. Ve yine Rabbimizden niyazımız, biz inananların son nefese kadar hidayet ve istikamet üzerine olmamızdır.

Mağfiret ve rahmet ayının son günlerine ve son demlerine ulaştık. Bu nurlu rahmet mevsimini tekrar yakalama bahtiyarlığı; sağ olanlar için; bir sene sonraya kaldı artık. Kim öle, kim kala!

Rahmet kapılarının sonuna kadara açıldığı, af, mağfiret ve bağışlanmanın, rahmet sahibi Rabbimizin en fazla ihsanı olan hediyenin ihsan edildiği bir semeredâr, nurlu mevsimi geride bırakmak üzereyiz.

Öyle ümit ediyorum ki; gelişen teknolojinin baş döndürücü hızı yanında “İnsanım” diye ortaya çıkan fikir acûbesi mahlûkların, bilhassa İslâm diyarı olan memleketlerde, inançlı kesim üzerinden dine ve maneviyata karşı sergiledikleri akıl almaz ve inanılmaz aykırı hareketlerinden, iftiralarından, ithamlarından, hakaretlerinden, sinsi plan ve tuzaklarından tek kurtuluş çaresi, mü’minlerin sadece ve sadece Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hıfzına sığınmak için halisâne duâlara devam etmesidir. Bir yandan bu güruhun şerlerinden muhafaza için duâ ederken, diğer yandan hidayet potansiyeli olanlar için de hidayet duâlarımızı artırarak devam ettirmek durumundayız. Geçen yıllara göre daha halisane yapıldığını kuvvetle ümit ettiğim bu duâlar, bütün dünyadaki inançlı insanlar başta olmak üzere mazlum ve mağdur kitleleri de içine alacak şekilde geniş bir çerçevede yapılmış olduğu inancındayım.

Mü’minin en kuvvetli silâhı olan, maddî ve manevî zırhı olan duâ, münacat, yakarış ve sığınma arzu ve isteği, rahmet sahibi Cenâb-ı Hak tarafından mutlak sûrette karşılıksız kalmayacaktır. Onun sonsuz rahmet ve mağfiretinden beklentimiz ve umudumuz budur.

Arefe gününden başlayarak, bayramda, makbul anlarda ve kudsî mekânlarda duâlara devam etmekten başka çaremiz yok.

Hz. Peygamberin’in (asm) bizzat kendisinin, onun en ihlâslı vârisleri seyyidler cemaatinin ve manevî vereselerinin de en büyük yolları, tarikatları, silâhları duâydı. Asrın manevî ruh, akıl, his hekimi Bediüzzaman Hazretlerinin de “duâ” konusundaki çok yoğun tahşidatı, mesâisi ve tatbikatını da hesaba katarak kavlî ve fiilî duâlarımızı artırarak devam ettirmek ümit ve temennisiyle...

Bu münasebetle, geçmiş mübarek Kadir Gecenizi ve gelecek mübarek Ramazan Bayramınızı bütün kalbî dileklerimle tebrik eder, müstecap duâlarınızı beklerim. Bu münasebetle, başta Üstadım Bediüzzaman Hazretleri ve onun yakın akrabaları, sadakatli talebeleri olmak üzere; iki seneye yakın bir zamandan beri Türkiye’mizdeki seksen bir il, dünyadaki kırka yakın ülkede bulunan ve Kur’ân, iman dâvâsı için nefes tüketip, mesai harcayan, bu konuda katkıda bulunan, yurt içinden vefat eden 230, sağ olan 1693 kişiye; yurt dışından da 239 kişi olmak üzere, toplam 2186 kişiye her hafta bir defa da olsa, ismen duâ etmekteyim. Üstadımdan aldığım, bilhassa lâhikalarda geçen “İsmen duâ etmek” prensibine bağlı olarak uygulamaya çalıştığım bu prensibin yaygınlaşarak devam etmesini ve genişlemesini de âcizane tavsiye ediyorum.

Bu duâlar, bizi, dostlarımızı, akrabalarımızı, inanan kardeşlerimizi ve insanlığı rahat ve huzura kavuşturacak vasıtalardır. Dâim hidayet ve istikamette olmak dilek ve temennisiyle...

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Heykel ve cami dersleri



Kadıköy Belediyesi hudutları içinde kalan Göztepe Parkında yapılması düşünülen cami projesi, ne yazık ki suya düşmüş görünüyor.

Zira, İstanbul 5’inci Bölge İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı verdi. Sırada, projenin iptali dâvâsı var.

Geçen sene yine bugünlerde gündeme gelen ve büyük tartışmalara yol açan "Göztepe Camii" konusuna biz o zaman da birkaç yazıyla temas etmiştik.

Öyle görünüyor ki, bu mesele bir müddet daha gündemde kalmaya devam edecek.

Zira, mesele sadece artık bir cami inşası olmaktan çıktı; cami çıkışlı bu konu türlü türlü şekillere büründü, başka başka alanlara taşınarak tartışılmaya devam etti.

Sonunda iş mahkemeye intikal etti ve mahkemenin seyri de bu alanda cami yapılmaması yönünde belirmeye başladı.

* * *

Göztepe Parkında cami inşası konusu, ilk olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde gündeme geldi.

Mesele görüşüldü ve bu alanda bir cami yapılmasına Meclis ekseriyeti tarafından karar verildi.

Ancak, ne zaman ki bu kararın uygulanması aşamasına geldi ve mesele medyaya intikal etti, işte o zaman kıyamet alâmetleri de belirmeye başladı.

Kıyamet düğmesine basılan merkez ise, Kadıköy Belediyesi.

Cami karşıtı olan medya, yekten Büyükşehir Belediyesi kararının karşısında ve Kadıköy Belediyesinin yanında yer aldı.

İşte tam bu vasatta, şiddetli salvo atışları başladı. Konu günlerce manşetlerde, sürmanşetlerde "Vurun abalıya" edasıyla yer aldı.

Biz tâ o zaman dedik ki, Büyükşehir Belediyesi yanlış yaptı, yanlışa düştü.

Tıpkı, dev "semazen heykeli" ve dev "Fatih heykeli" projesinde de büyük bir yanlışın içine düştüğü gibi...

Evvelâ, oraya buraya dev heykeller yaptırmak, belediyenin önemli ve öncelikli işlerinden değildir.

Ama, başta Başkan Topbaş olmak üzere, belediyenin birçok ilgilisi/yetkilisi günlerce, hatta aylarca Marmara'ya ve Boğaz'a heykel diktirme projesiyle meşgul oldu.

O itici konunun şu an hangi merkezde olduğunu henüz bilemiyoruz. Ama inşaallah, tenkitleri dikkate almış ve israflı heykel sevdasından vazgeçmişlerdir.

* * *

Göztepe Camii meselesine tekrar dönecek olursak, kısaca şunları söylemek isteriz.

Büyükşehir Belediyesi, Göztepe Parkı içinde bir cami yapılıp yapılamayacağı konusunu etrafıyla araştırmadan, soruşturmadan işin içine girmiş ve meseleyi yüzüne gözüne bulaştırmıştır.

Bir adım attı ve fakat devamını getiremedi. Devamını getiremeyeceği adımı atmamalıydı; dileriz bundan sonra atmaz. Çünkü, ardından ümitsizlik tortusunu bırakıyor.

Biz iyi niyetle bakarak, belediyenin bu adımı iyi niyetle attına da inanıyoruz. Vaktiyle "Taksim'e cami" taleplerinde olduğu gibi...

Ancak, iyi niyet, tek başına iyi netice almaya kâfi gelmiyor. Genel şartları ve bilhassa maniaları bilmek ve ona göre hareket etmek gerekiyor.

İşte görüyorsunuz, bir yandan Kadıköy Belediye Başkanlığı, diğer yandan hukuktan ziyade "resmî maslahata" göre içtihat yapan mahkemeler var karşınızda.

Bu engelleri tâ başından beri bilmeliydiniz, bilmelisiniz.

O halde, lütfen bile bile dindar ve muhafazakâr kitleleri iki de bir "ümitlendirme ateşi"ne yakmayın. Hiç olmasa, bundan böyle daha dikkatli davranmaya gayret edin..

Şayet, bahsini ettiğimiz şu heykel ve cami meselesinden gereken dersi çıkaramadıysanız, bundan sonra da benzer hataları işlemeye devam edeceksiniz demektir.

Bu da yazık olur; hem size, hem de sizi destekleyip ümit bağlayanlara.

Günün Tarihi

Türkiye'de nüfus sayımları

20 Ekim 1940: Cumhuriyet döneminin 3. genel nüfus sayımı yapıldı. Toplam nüfus 17 milyon 895 bin olarak tesbit edildi.

21 Ekim 1945: Genel nüfus sayımı yapıldı. Türkiye nüfusunun 18 milyon 871 bin olduğu açıklandı. (Bu tarihteki İstanbul il nüfusunun ise 1 milyon 71 bin olduğu kayıtlara geçti.)

21 Ekim 1990: Genel nüfus sayımı yapıldı. Türkiye'nin nüfusu 56 milyon 473 bin olarak tesbit edildi.

Geçmişte nüfus sayımları

Türkiye'de nüfus sayımları, kànun gereği Osmanlı döneminde de yapılıyordu. Ancak, o tarihlerdeki nüfus sayımları daha ziyade orduya lâzım olan erkek nüfusunu belirlemek için yapılıyordu. Erkek sayısı belirlendikten sonra da, genel nüfus hakkında doğruya yakın bir tahmin yürütülebiliyordu.

Cumhuriyet'ten sonra ise, ilk genel nüfus sayımı 1927'de, ikincisi ise 1935 yılında yapıldı. (28 Ekim 1927’de yapılan ilk genel nüfus sayımına göre, Türkiye’nin o tarihteki toplam nüfusunun 13 milyon 650 bin, 1935'te ise 15 milyon civarında olduğu tesbit edildi.)

1935'ten sonra, her beş yılda bir olmak üzere, nüfus genel sayımları yapılageldi. Buna göre, Türkiye'nin toplam nüfusu yuvarlak rakamlarla şu şekilde ilân edildi:

1940’ta 17 milyon 900 bin.

1950’de 20 milyon 900 bin.

1960’ta 27 milyon 700 bin.

1970’te 35 milyon 600 bin.

1980’de 44 milyon 700 bin.

1985’te 50 milyon 600 bin.

2000'de 67 milyon 845 bin

Bugün ise, Türkiye nüfusunun 80 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.

Bu arada, Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) tarafından yapılan açıklamaya göre, 1990–2000 döneminde yıllık nüfus artış hızı binde 18.3 olarak gerçekleşmiş.

Ayrıca, sayım sonuçlarına göre, 2000 yılında İstanbul ilinin nüfusu 10 milyon 33 bin, Ankara ilinin nüfusu 4 milyon 7 bin, İzmir ilinin nüfusu ise 3 milyon 387 bin olduğu tesbit edilmiş.

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Demokrat olabilmek



“Dağda silâhla gezeceğine, düz ovada siyaset yapsın…”

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın bu sözü, geçen haftanın en çok konuşulan, üzerinde tartışılan konuşması oldu. Peki, Ağar, Mardin ve Diyarbakır’da ne demişti: “Demokrasilerde çözüm şiddet değil siyasette. Herkes bölgedeki çocuğunun kaygısız hayat sürmesini istiyor. Çözüm için varsa projesini getirir, ben de risk almaya hazırım…”

Olayı şöyle bir hatırlamakta fayda var. Ağar’ın bu sözüne karşı Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, “Bu bir genel af çağrısıdır. Bunu şiddetle kınıyorum. Dağdan inen insan nasıl siyaset yapacak ki?” şeklinde tepki göstermesi, dikkatleri Ağar’a çevirirken, başta “cılız” tepki verenleri daha da cesaretlendirdi!

Genelkurmay başkanlarının başbakanlara, bakanlara cevap verdiğini çok gördük de Büyükanıt’ın bir muhalefet partisinin genel başkanının sözlerine “sert” tepki göstermesi nadir durumlardan biri oldu. Büyükanıt, Ağar’ın daha önceleri söylediği, “Benim dönemimde asker konuşamaz. Asker konuşuyorsa hükümet yok demektir” sözlerine bu arada cevap veriyordu: “O zat iktidarda olsa da biz bu konuları konuşuruz…”

Bu arada, Almanya’ya giden Ağar’ın sözleri Türkiye’de geniş yankı uyandırarak tartışılırken, Ağar’a sivil toplum kuruluşlarından destek, sağdan-soldan tepkiler devam ediyordu.

Tabiî bu tepkiler herkesin “ipini pazara çıkarması” açısından son derece önemli. Siyasetçi böyle günlerde gösterdiği tepkilerle halkın gönlünü kazanır. Demokrasi inancı ve demokratlık böyle dönemlerde görülür.

Başbakan Tayyip Erdoğan, Ağar’ın sözlerini “negatif değil, pozitif bir yaklaşım” olarak gördüğünü söylerken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Söylediklerine çok dikkatli bakmak, polemik konusu yapmamak gerekir” sözüyle destek veriyorlardı.

Burada bu konuda iki gün arayla yaşanan bir “çark” olayından bahsetmek istiyorum.

Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun “Siyaset siyasetçilerin işidir. Siyasetçilerle askerler arasında polemik yaşanması, bu ülkede vatandaşların istemeyeceği bir şeydir. Siyasetçiler, askerler ve bürokratlar, anayasal görev ve sınırları içinde kalmalıdır. Sayın Ağar’ın sözlerine katılmıyorum, ama görüşü ne olursa olsun serbestçe açıklama hakkı vardır. Bu meseleyi siyasetçiler konuşacaktır” sözü, bizi demokrasi adına sevindirmişti. Ancak bu sevinç kursağımızda kaldı.

Başbakan’ın rahatsızlanıp hastahaneye kaldırıldığı gün, Anavatan’ın da grup toplantısı vardı. “Bu demokratik tavrını acaba devam ettirecek mi?” düşüncesi ile Mumcu’yu dinlemek için grup salonuna girdik. Fransa’ya tepkiyle başlayan konuşması, Ağar’a verilen cevapla devam etti. Ancak o da ne? İki gün önce “Siyaset siyasetçinin işidir. Herkes kendi görev ve sınırları içinde kalmalıdır” diyen Mumcu şimdi, “Ben demokrasiyi destekledim, Ağar’ı desteklemedim. Şimdi yalnız bir şeyin altını bir daha çizelim: Genelkurmay Başkanının bu sözleri söylemesi doğru değil, ama söylediği sözler doğru. Şimdi Erkan Mumcu olarak o sözlerin altına imzamı atıyorum. Şimdi o sözleri ben söylüyorum” diyordu.

Bu konuşmadan sonra aklımızda, “Ne oldu da iki günde Mumcu’nun görüşleri bu kadar değişti” sorusu kaldı…

Mumcu’dan sonra CHP grubuna geçtik. Baykal kürsüde. Onun da gündeminde Ağar var. Baykal, garip bir yakıştırma yapıyordu. Ağar’ın, “Sayın Baykal beni anlasın” sözüne “Sayın genel başkan yanlış anlaşılmadınız, yanlış konuştunuz, tıpkı Papa gibi…” diye cevap veriyordu.

Burada Ağar’ın bu iki konuşmaya cevabı da enteresan oldu: “Benim adım Mehmet Ağar, ben dediğimi bilirim, harfine, virgülüne kadar bilirim. Bu konuları da çok iyi bilirim. Hiç kimse benim ne demek istediğim üzerinden siyaset yapmaya kalkmasın. Halkın anladığını birileri anlamıyorsa o benim meselem değil…”

Evet, bu tartışma halen devam ediyor. Ağar ne demek istediğini değişik platformlarda anlatmaya çalışıyor. Onu anlamak istemeyenler de cevaplarını yetiştirmeye devam ediyor.

Bütün bu olanlardan sonra şu sorular kafamıza takılıyor. Hükümet veya parti genel başkanları herhangi bir konuda görüş belirtmeden önce, “Acaba asker cevap verir mi?” diye mi düşünmeliler? Ya da, konuşma yapmadan önce askerlerden izin mi almalılar? Konuşmalarını metin halinde askerlere onaylatmaları mı gerekir? Veya fikirlerini askerlerin konuşmalarını dikkatle takip edip ona göre mi açıklamalılar?

DYP Denizli Milletvekili Ümmet Kandoğan’ın Meclis kürsüsünden söylediği, “Kurşun seslerinin yerine artık kuş sesleri ötsün” sözü dikkatimi çekmişti. Gerçekten de, bu sözlere katılmamak mümkün mü? Kim istemez silâhların susmasını, insanların ölmemesini, akan kanın durmasını?..

21.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ticanîlerden bugüne



Türkiye’yi ve dünyayı, hasretiyle yanıp tutuştuğu 30’lu-40’lı yılların kara gözlükleriyle izlemeyi sürdüren bir yazar, “Hiç mi Kemalizmin yedek kuvveti kalmadı?” diye hayıflanıyor. Ve son dönemdeki birçok yazısında yaptığı gibi, 1950’den sonra hızlandığını öne sürdüğü “irticaî gelişmeler”i sıralarken yine Said Nursî’ye sataşıyor.

Bu asılsız ve seviyesiz sataşmaların cevapları evvelce defaatle verildiği için ciddîye alıp tekrar üzerinde durmaya gerek yok.

Menderes’i zora sokmak ve Bayar marifetiyle Atatürk’ü koruma kanununu çıkarttırmak için kullanılan Ticanîlerden de bahsetmiş aynı yazar. “İlk olarak Ticanîler ortaya çıktılar, Atatürk heykellerini gece karanlığında balyozlarla kırdılar” demiş. (Kurtul Altuğ, Gözcü, 19.10.06)

Bilhassa eski CHP’lilerin oldum olası ağızlarından düşürmedikleri bu Ticanî bahsinde aynı gün Milliyet'te Çetin Altan’ın köşesinde farklı ve ilginç bir anekdot daha çıktı:

“1952-53 yıllarında, birden bire bir Ticanî eylemi ortaya çıkmıştı. Ticanîler Atatürk’ün büstlerini kırıyorlardı. Ne var ki, ‘Ankara’daki büstlerden birinin daha kırıldığı’ haberi; büstün kırılmasından önce yayımlanmış, büst ise ertesi gün kırılmıştı.”

Bu haberi tamamlayan bir başka bilgi de 26.4.50 tarihli Zafer gazetesinde çıkmış:

“Ticanî tarikatının şeyhi Kemal Pilavoğlu ve müridlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla CHP’ye üye yapıldı. Tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yaptılar, köylüleri CHP’ye üye yaptılar.” (Ayşe Hür, Radikal, 27.8.06)

Ayşe Hür, geniş ve detaylı makalesinde bu iktibası yaptıktan sonra şunları yazıyor:

“Ticanîlerin seçimden sonra iyice gemi azıya alması CHP’ye pozisyon değiştirme fırsatı verdi. Kırılan heykellerin sayısı arttıkça, CHP’nin ‘mürtecileri ve iktidarı kınayan’ protesto mitinglerinin sayısı arttı. Sonunda, Celal Bayar Atatürkçülük şampiyonluğunu kazanması için altın tepside sunulan fırsatı fark etti ve 5816 sayılı kanunu çıkardı.”

Bütün bu bilgileri üst üste koyunca, konusu “irtica” olan haberlere, nasıl bir kurgunun ürünü olduklarını iyice incelemeden itibar etmemek gerektiği çok daha iyi anlaşılıyor

50’li yıllarda devrin hükümetini yıpratmak için, bizzat İnönü tarafından CHP’ye üye olmaya teşvik edilen Ticanîler kullanılmıştı.

Şimdi ise “gündemdeki hoca” konuşuyor:

“Alparslan Türkeş vatan sevdalısıydı. Ölümünden bir hafta evvel yine randevumuz vardı. Benim vaazlarıma hep yardımcı oluyordu. Telefonlar ediyordu. Mani çıkan yerlerde ‘Konuşturun hocayı’ diyordu.” (Lalegül FM’in yayınladığı vaaz kasetinden Vatan gazetesinin derlediği haber, 17.10.06)

“(Özal döneminde) Kandil geceleri yollar tıkanınca bizi askeriye getirip götürürdü. Askerle aramız çok iyiydi. Jandarma komutanı yüzbaşıyla iyi münasebetlerimiz vardı. Bu yüzbaşı 28 Şubat’ta BÇG’nin önemli isimlerinden biri oldu...” (Aktüel, 19-25.10.06)

Bu himaye bugünlere hazırlık için miydi?

21.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004