Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Atatürk: İslâm, Türkleri uyuşturdu

İlk Meclis’in dualarla açıldığı ve cumhuriyete oy veren milletvekilleri arasında 100 kadar din adamı olduğu doğru... Ancak böyledir diye cumhuriyetin kökeninde ve Atatürk’ün düşünce evreninde din motifleri aramak nafile uğraş.

Afet İnan cumhuriyetin ilanından 6 yıl sonra Yurt Bilgisi dersleri vermeye başlamıştı. Okutacağı kitabı Kemal Paşa’ya gösterdi. Gazi beğenmedi. Yeni bir Medeni Bilgiler kitabı yazdırdı.

Kitap, 1931’de Afet İnan imzasıyla çıktı; ortaokul ve liselerde okutuldu. İşte Kemal Paşa’nın el yazısıyla kaleme aldığı o notların “Millet” bölümünden satırlar:

***

“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. (..)

“Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..)

“Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. (..)

“... din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. (..) Artık Türk, cenneti değil, (..) son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra...”

***

Yeterince açık değil mi?

Nasıl oluyor da din konusundaki görüşleri bu kadar net olan bir lider hâlâ yanlış yorumlanıyor?

Yukarıdaki satırların çoğu, Türk Tarih Kurumu tarafından 1969 ve 1988’de basılan “Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları” kitabında yer almıyor da ondan...

İnanması zor; ama kendi kurduğu kurum, Atatürk’ün notlarını sansür ederek yayımladı.

“Medeni Bilgiler”i geçenlerde yeniden basan Örgün Yayınevi, Türk Tarih Kurumu’ndan bir özürle yeni baskı beklediklerini yazmış.

Atatürk’ün okullarda okutulsun diye kaleme aldığı kitabının bile sansür edildiği bir ülkede yaşıyoruz.

Düşünce özgürlüğü mü dediniz?

Milliyet, 30.10.2006

Can DÜNDAR

31.10.2006


 

Hayalî bir bayram mesajı

‘Aziz vatandaşlarım, Cumhuriyetimizin kuruluşunun 83. yılı münasebetiyle Cumhurbaşkanınız olarak bazı duygu ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Hepinizin bildiği üzere, Cumhuriyetimizin kuruluş dönemi şartlarının günümüzün demokratik standartlarıyla tamamen uyuştuğunu ne yazık ki söyleyemiyoruz. Bu gerçeği dile getirmekten çekinmemeliyiz. Açıktır ki, kendi geçmişimizle ilgili gerçekleri açık yürelilikle kabul etmek bir erdem olduğu kadar, geleceğimizi inşa etmede de bize yol gösterecektir.

Bununla beraber, Cumhuriyetimizin çok gecikmeden demokratikleşme yoluna girdiğini hatırlamak da inanıyorum ki hepimize mutluluk ve gurur verecektir. Demokratikleşme yolunda 14 Mayıs 1950 tarihinin özel bir anlam taşıdığını özellikle ifade etmek isterim. Hatırlayacağınız gibi, bu tarihte yapılan ilk demokratik ve yarışmacı seçimlerle iktidar barışçı bir şekilde el değiştirmiş ve yurttaşlar Cumhuriyetin aktif katılımcıları olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Ne mutlu ki, bu süreç daha sonra da devam etmiş ve kimi duraksamalara rağmen bugün itibariyle daha özgür bir toplum olma yönünde hatırı sayılır bir mesafe katetmiş bulunuyoruz.

Bildiğiniz gibi, 27 Mayıs 1960 darbesinin ilk örneğini oluşturduğu bu duraksamaların sonuncusunu 12 Eylül 1980 askerî müdahalesiyle başlayan dönemde acı bir biçimde yaşadık. Bütün toplumun susturulduğu ve demokratik mekanizmalarının devre dışı bırakıldığı bu dönem maalesef aynı zamanda vahim insan hakları ihlállerinin de olağanlaştığı yıllar oldu. Ayrıca, 28 Şubat 1997’de başlayan ve demokrasi ve insan hakları açısından benzer bir gerilemeye işaret eden askerî vesayet döneminin acı hatıraları ise eminim çoğumuzun hafızasından henüz silinmedi.

Her şeye rağmen, toplum olarak demokratikleşme ve özgürleşme yolunda önemli bir mesafe katettiysek, bunda Cumhuriyetimizin çağdaş uygarlık hedefiyle uyumlu olarak Avrupa Birliği’ne tam üyelik yolundaki kararlılığımızın önemli bir payı bulunduğu şüphesizdir. Cumhuriyet hükümetlerinin bundan sonra da bu konuda aynı kararlılığı göstereceklerine inancım tamdır.

Açıktır ki, çağdaş uygarlık davamız zaman zaman bazı ciddî sorunlarla da karşılaşmaktadır. Bölücü terörün neden olduğu derin acıların toplumumuzun her kesimini yaraladığını hepimiz biliyoruz. Çok az sayıda da olsa bazı yurttaşlarımızın din anlayışının özgür ve demokratik bir toplumun kimi gerekleriyle bağdaşmayan yanları bulunduğunun da farkındayız.

Belirtmek isterim ki, terörist faaliyetlere demokratik hukuk devletine yakışan bir şekilde mukabele edilmeye devam edilecektir. Ancak bunu Kürt vatandaşlarımızın hak ve hukukunda herhangi bir azalmaya sebebiyet vermeden yapmak zorundayız. Ayrıca, bu meselede ilave sosyal, kültürel ve siyasî tedbirler alınması gerektiği gerçeğine de gözümüzü kapatamayız.

Öte yandan bir çoğumuza yadırgatıcı gelen hayat tarzlarını dinî veya başka saiklerle benimsemiş olan yurttaşlarımızı sırf bu nedenle dışlayamayız. Türkiye Cumhuriyeti tek-tipleşmeye zorlanan insanların ülkesi olmayacaktır. Cumhuriyetimiz yurttaşlarının etnik, kültürel veya dinî farklılılarını yok saymadığı gibi; şu veya bu etnik, kültürel veya dini kimliğin ve hayat tarzının yanında veya karşısında da değildir. Cumhurbaşkanınız olarak sizi temin ederim ki, bütün yurttaşlarımız eşit haklara sahip ve saygıyı hak eden kişiler olarak muamele görecektir.

Farklılıklarını barışçı bir şekilde bir arada tutan, daha özgür, demokratik ve müreffeh bir Türkiye dilek ve umuduyla hepinizin Cumhuriyet Bayramını yürekten kutluyorum.’

Star, 30.10.2006

Mustafa ERDOĞAN

31.10.2006


 

Neyi kutladık biz?

Dün, seksen üçüncü Cumhuriyet Bayramı’nı idrak ettik. Gazetelerde Atatürk resimleri yayınlandı, köşe yazarları da herhangi bir lisenin Türkçe kompozisyon dersinde hocadan tam not alacak yazılar yazdılar. Öyle yazılar okudum ki, ben yazsam işten kovarlar.

Peki biz dün neyi kutladık?

Atatürk devrimlerini mi? 1923 yılında onların hiçbiri henüz yoktu ortada. 1923 yılında Atatürk bile yoktu, Gazi Mustafa Kemal Paşa vardı.

Hilafetin kaldırılmasını mı? 1923 yılının ekim ayında İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda Halife Abdülmecit Efendi top gibi oturuyordu. Ortada bir ekim ayı da yoktu, ‘teşrin-i evvel’ ayı vardı.

Herkes fesle, ‘milliciler’ kalpakla dolaşıyordu, kadınlar çarşaflıydı, birçok köylünün dört karısı vardı ve cumhuriyetin ilanı gerek meclis tutanaklarına gerekse gazetelere ‘eski yazıyla’ yazıldı. Sonra, şehirliler tek kadınla yetindiler, birçok köylü dört kadınla yaşamayı sürdürdü. Şehirliler geriye kalan üç kadın açığını ‘zamparalık’ yöntemiyle giderdiler.

Demokrasiyi mi kutladık? Ortada demokrasi de yoktu. Gazi’ye muhalefet eden ‘ikinci grubun’ yeniden meclise girebilmesi engellenmişti.

Cumhuriyet, bazı Ankara kökenli saftırık gazetecilerin sandıkları gibi demokrasi mi demekti? 83 yıllık cumhuriyetin yalnızca 57 yılı demokrasiyle geçmişti... Üstelik bu ‘kanadı kırık’ bir demokrasiydi ve örneğin Türkiye Komünist Partisi, cumhuriyetin yalnızca ilk iki yılı ve şimdi şu yıllarında ancak yasal olabilmişti...

Neyi kutladık? Seksen üç yılda dört darbe (1960, 1971, 1980 ve 1997) ve üç anayasa değişikliği (1924, 1960 ve 1982) yapmış olmamızı mı? 1937, 1971 ve günümüzün sayısız ‘rötüşlarını’ da saymadım.

Bağımsızlığa kavuşmamızı mı kutladık? Hayır, düşmanı cumhuriyetin ilanından on üç ay önce, 1922 yılının eylül ayında yenmiş (ondan sonra tek kurşun atılmadı), Lausanne Antlaşması’nı da üç ay önce, 1923 yılının temmuz ayında imzalamıştık.

Meclis, yani halk egemenliğini mi kutladık? Hayır, meclis cumhuriyetten tam üç buçuk yıl önce toplanmıştı.

Biz dün, ‘teknik’ açıdan, ‘monarşiden vazgeçmemizi’ kutladık. Devlet başkanlığı artık babadan oğula, daha doğrusu hanedanın yaşça en büyük üyesine geçmeyecek, devlet başkanını meclis seçecekti.

Peki, saltanat kaldırılmasaydı, bugün tahtta, İkinci Orhan’ın ölümünden sonra Birinci Ertuğrul otursaydı, ülkemiz de Büyük Britanya benzeri bir ‘meşrutiyet’ yönetimi altında bulunsaydı, kusursuz bir demokrasi ve insan hakları ortamı içinde gene şapka giyseydik ama kişi başına yirmi bin dolar milli gelirle Avrupa Birliği üyesi de olsaydık ne olacaktı?

Hiiiç, dün herhangi bir güneşli pazar geçecekti ve köşe yazarları da aşk yazacaklardı.

Akşam, 30.10.2006

Engin ARDIÇ

31.10.2006


 

‘Çocuksu’ kutlamalar

Okul müdürünün gücü alışılmışın dışında yükseltilmiş ses sisteminden yükselen “RAHATT!... HAZIROLLL!” komutunu duyunca tamam dedik, hemen bitişiğimizde bulunan lisede Cumhuriyet Bayramı kutlama töreni başlıyordu... Bir “hazırol-rahat” ancak bu kadar ciddi çe-kilebilirdi.... Sonra hepimizin tanıdığı “müsamere” başladı. Çocukları bu derece “acıklı-dokunaklı” konuşturmanın “bayram”la ilişkisini de kuramadık doğrusu. Kutlama için mi bir araya gelinmişti, yoksa “toplu bir arınma” töreni mi söz konusuydu, karar vermek zordu bayağı.

Hatırlamaya çalıştım da, işin özüne ilişkin olarak hiçbir şey değişmemiş... 40 yıl öncesinin “kutlamalar”ıyla bugünkülerin arasında fark yok değil; ama bu farkın tamamı ses teknolojisinin zaman içinde geçirdiği evrimden kaynaklanıyor. Tören alanını göremediğim için tam anlayamadım. Ama bana öyle geliyor ki, gelişen teknoloji sayesinde artık okullara filan dağıtımı yapılan bir takım “paket kutlama programları” da mevcut herhalde. Öyle olmalı, çünkü bayram dolayısıyla “ekolu” bir mikrofondan etrafa yayılan şiiri (yine çok dokunaklı) seslendiren kişi “Devlet Tiyatrosu” formasyonu almış bir seslendirmeciyi çok hatırlatıyordu.

Törene “çocuksu” bir havanın hâkim olduğu muhakkaktı. “Çocuksu” demem yanlış anlaşılmasın; neş’eyi, kahkahayı, saflığı barındıran hakiki çocuksuluktan söz etmiyorum. Törene hâkim “çocuksu” hava başka bir şey; soğuk, asık suratlı, samimiyetsiz bir şey...

Çok iddialı konuşmayayım ama bana göre, sırf “kutlamaları”ndan kalkarak bir hüküm verilecek olursa, cumhuriyetimizin iyi durumda olduğunu ileri sürebilmek imkansız görünüyor. Kutlamaların konusu başka bir şey gibi sanki...

Bir kere unutmamak gerekir ki cumhuriyet -“çocuk sevgisi” malumsa da- “çocuksu havayı” değil yetişkinliği sever ve ister. “Akıl”a bayılır, içi boş, gereksiz dokunaklı sözleri sevmez, “klişesiz” yapamasa da sadece bununla idare edemeyeceğini iyi bilir...

Hemen her yıl olduğu gibi bu bayram gününde de ilk işlerimden birisi gazetelerde yer alan reklamlara sokulan kutlama mesajlarına göz atmak oldu. Bu çerçevede yıllar önce SARAR adlı giyim firmasının gazetelerde bir tam sayfa yer alan “1923 ruhu yeniden moda olsa...” şeklindeki reklamı –bana göre- bu işin en iyi ürünüydü. Bu yıl da fena sayılmazdı. Mesela şunlar: “Sesimizi yer, gök, su dinlesin! TELSİM” / “Övünüyoruz, Çalışıyoruz, Güveniyoruz... Anadolu Sigorta” / “Cumhuriyetimizin her köşesine enerji götürdüğümüz için mutluyuz, gururluyuz. Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun. Petrol Ofisi” Ama ben bu yıl en çok şu cumhuriyet reklamını tuttum: “TÜRKÜM DOĞRUYUM ÇALIŞKANIM / Migros”

“Cumhuriyet yetişkinliği sever” derken aklımda biraz da bu reklamlar vardı. Şu hale bakın: Doğrudan yurttaşlık ve yurttaşlarla ilgili bir mesele (yani “cumhuriyet”) bu ülkede sıkı bir dönüşüm geçirmiş ve petrol şirketleri ya da alışveriş merkezleriyle arkadaşlık-yoldaşlık peydah etmiş...

“Reklamlar”dan sonra belki ağır kaçacak ama şu hususu da kısaca hatırlatmak isterim: Bu yılın hemen bütün resmi kutlama mesajlarında da karşımıza çıktığı gibi, Atatürk’ten sürekli “Ulu Önder” diye söz etmekten hiç değilse cumhuriyet bayramlarında vazgeçilmesi gerekir. Bu sıfat cumhuriyetçilerin kabul edebileceği bir sıfat değildir. Cumhuriyetçiler birbirlerine eşitlik ve yoldaşlık bağıyla bağlıdırlar. Kutlanan cumhuriyet “monarşik cumhuriyet” (ya da daha kötüsü “mutlakiyetçi cumhuriyet”) değilse, totaliter sistemlerin icadı olan ve demokratik bir cumhuriyete hiç yakışmayan bu sıfatı resmi dilimizden bir an önce çıkarmamız gerekir.

Yeni Şafak, 30.10.2006

Kürşat BUMİN

31.10.2006


 

Ya PKK siyasallaşırsa!

Kürt sorununda yeni bir evreye girdiğimiz ortada. Önümüzde bir fırsat duruyor. Şiddet kendini tüketti. Ne kadar süreceği belli olmayan bir zaman aralığında ya kendini yeniden üretecek ya da siyaset tarafından söndürülecek. Bu yüzden basmakalıp retoriklerin ve siyaset korkusunun arkasında duran gerçek endişeleri fark etmeliyiz. Aslında Türkiye sadece Kürt sorununu çözmek için bir fırsat yakalamadı. Akılcı bir devlet cihazına sahip olmak, hatta millî birlik ve bütünlüğünü sağlam bir şekilde tesis etmek, demokrasisini ve hukukunu devlete hakim kılmak için de önümüzde bir imkân duruyor.

Bu fırsatı değerlendirmek, bu imkânı kullanmak için basmakalıp retoriklerin sığ dünyasını aşmamız gerekiyor. Baykal’ın baştan aşağı demagoji kokan sözleri gibi. Baykal, bizi korkutmaya çalışırken kendini ele veriyor. Ağar’ın sözleri terör yapanı haklı çıkartır ve arkasından “iki milletli anayasa talebi gelir”, “af talebi gelir”, diyor. Dikkat edelim “iki milletli anayasa gelir” demiyor, “af gelir” demiyor; “talebi gelir” diyor. Demagojiyi teşhir etmek için bir bilgi vermemiz, bir de soru sormamız lâzım. “İki milletli anayasa talebi” zaten var. Bu talep siyaset yapanlarca zaten dile getiriliyor ve cezaî takibata konu bile edilmiyor; af talebi de öyle. Hatta siyasî otonomi, coğrafî otonomi talep edenler, bu talebe karşı çıkan Orhan Doğan gibi Kürt siyasetçileri de var. Kültürel otonomiyi formüle eden Muammer Değer var. Dahası, bağımsızlık talep eden marjinal bir grup bile var. Demek ki “talep” etmenin “dağdan inmek”le ilgisi yok. Tersine şiddet, zaten mevcut olan bu taleplerin bazılarına destek sağlamak için var. Baykal’ın mantığının tersine şiddet yerini bütünüyle siyasete terk ederse, bazı talepler silahlı desteğini kaybetmiş olacak. Zira bu talepler, dağdakiler ovaya indiği zaman gündemimize girecek konular değil ki? Üstelik Baykal diyor ki: “Siyaset yap demek, terörün gerekçelerini kabul etmektir.” Bu hüküm Baykal’ın üstüne çöreklendiği sol siyasetin talihsizliği hakkında da fikir veriyor. “Terörü bırak siyaset yap”, dediğiniz zaman terörün gerekçelerini nasıl kabul etmiş olursunuz? Adı üzerinde siyaset yapıyorsunuz, yani tartışıyorsunuz, üstelik özgürce tartışıyorsunuz. Böyle bir mantığın siyasetçi tarafından kullanılması siyasetin toptan reddedilmesi değil mi? O zaman bir şeyi savunmak yerine bir şeyin üstü örtülüyor. Çünkü biz, demokratik hakkımızı kullanarak bu mantıksızlığa şu soru ile karşılık veriyoruz: Şiddetin durmasından neden korkuyorsunuz? Bir devlet nasıl olur da, kendisine karşı silahlı kalkışmaya girişenlerin silah bırakmasından, dağdan inmesinden ve siyaset yapmasından endişe eder? Bir siyasetçi neden “şiddet yerine siyaset” seçeneğine, üstelik kendisini de işe yaramaz hale getirecek bir şekilde karşı çıkar. Hatta daha ileri gider ve şu soruyu sorarız: Bu PKK’lılar aptal mı? Neden bugüne kadar siyaset yerine şiddet yöntemlerini kullandılar?

(...)

Dün 83. yaşını idrak eden Cumhuriyet’imiz için hâlâ bölünme-parçalanma korkusu yaşıyorsak, daha fazla korkmak yerine nerede hata yaptığımızı tekrar tekrar düşünmek zorundayız. Nerede yanlış yaptık? Geçmişten ders çıkartıp, çözümü nerede aramalıyız?

PKK terörü doğal olarak askerî çözümü ön plana çıkardı. Terör iflasını ilan ederken askerî çözümde ısrar etmek, Türkiye’yi çözümsüzlüğe mahkûm etmek demektir. Şiddet, ağır baskısını toplum üzerinden kaldırınca, çözümler kendiliğinden ortaya çıkar. Türkiye’nin inkâr edilemeyecek bir etnik sorunu var. Bu sorun yıllar boyu baskı ile, yok sayılarak nihayetinde şiddet yöntemleri ile yüzünü gösterdiği zaman askerî tedbirlerle çözülmeye çalışıldı. Bu çözümlerin ürettiği kurumlaşmalar, alışkanlıklar var. Türkiye’nin 72 milyonu kardeşçe bir arada yaşatacak dinamiklerinin hayat bulabilmesi, toplumu yeniden ortak paydalar etrafında buluşturabilmesi için bu alışkanlıkların hemen terk edilmesi gerekir.

Kürtlerin yarısı Ankara’nın batısında yaşıyor. İstanbul ve İstanbul’un temsil ettiği imparatorluk kültürü, etnik sorun yaşayan diğer ülkelerden farklı fırsatlar sunuyor. Bu toplum, altı asır farklı dinleri, ırkları, dilleri, kültürleri bir arada yaşatmayı başarmış bir imparatorluğun aslî unsuru olarak çok özel yeteneklere sahip. Bu yetenek, farklı olanı bir arada yaşatma yeteneğidir. Dökülen onca kana rağmen Türkiye’de bir etnik çatışmanın, Kürt-Türk düşmanlığının ortaya çıkmaması, bu özel yeteneğin eseridir.

Şiddetin ortadan kalkması ile siyasî çözümlerin ortalığı kaplaması farklılıkları yaşatacak çoğulculuğu da mümkün kılacaktır. PKK terörü ile Türk Devleti arasında sıkışan Güneydoğu halkının da özgür bir ortama ve farklı siyasî çözümleri tartışmaya ihtiyacı var. Türkiye’nin bütünleştirici dinamikleri ve gelenekleri, ayrıştıran ve bölen etkenlerinden daha fazla. Yeter ki bu dinamiklerin hayat bulmasına imkân tanınsın.

Askerî çözüm tek, ama siyasî çözümler aklınız ve sağduyunuz kadar çok. Sorunu PKK sorunu olarak görmek, dünyaya miyop gözlüklerle bakmaktır. Sorunu PKK sorununa indirgeyenler, farkında olmadan PKK’ya geniş bir meşruiyet alanı açıyorlar. PKK koordinatörlüğü diye bir unvan tesis etmenin, her konuda PKK’dan dem vurmanın başka anlamı var mı?

PKK’nın siyasallaşmasından korkmak niye? Bırakalım siyasallaşsın. Kanunlarımız ortada; suç işleyenler hukuk devletini tanımış olacaklar. Türkiye böylelikle şiddet çılgınlığını geride bırakacak. Silahın değil sağduyunun egemen olduğu şartlarda bizim de, Kürtlerin de söyleyeceği çok söz var. Bu sözlerin hiçbiri yaralayıcı olmayacaktır.

Bütünüyle Kürt sorununun siyasallaşmasından endişe edenlerin, elinde silah bulunduranlar olması ve Baykal gibi demagoglardan ibaret kalması doğal. Bu durum bile tek başına Türkiye’yi halkı merkeze alan sivil siyasetçilerin yönetmesi gereğine haklı bir gerekçe oluşturuyor.

Zaman, 30.10.2006

Mümtaz’er TÜRKÖNE

31.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004