Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Bir “saptama” ve dört hata



Yer: Adana/Seyhan...

Prof. İlber Ortaylı Nobel ödüllü Orhan Pamuk için ilginç bir “saptama”da bulunuyor.

Ortaylı, bir dinleyicinin Pamuk'la ilgili sorusu üzerine şunları söylüyor:

“Kaleme aldığı bir eserde şöyle bir ifade geçiyor: ‘İmam ikindi namazı saatinde caminin balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.’ Bu toplumun gerçeklerini, inançlarını bilen her insan bilir ki, bir kere namazın saati olmaz, vakti olur. Saat ayrı, vakit ayrı bir kavramdır. Camilerde balkon yoktur, minarenin şerefesi vardır. Ezanı da imam okumaz müezzin okur, o da şerefeye çıkmaz içeriden okur. Bu örnekle de sabittir ki kişiler kendi içinden çıktıkları toplumu bilmeden bir şeyler yapmaya çalıştıklarında doğru şeyler yapmazlar, yapamazlar.”

Ayasofya ve Sultanahmet

Vatikan kaynakları, 16. Benediktus'un, Türkiye programında değişiklik yaptığını bildirdi.

Değişiklikte;

Sultanahmet Camii'ni ziyaret de eklenmiş.

Ayasofya acaba bu planın neresinde?

Ortasında mı, yoksa kıyısında mı?

GARAN-TÖR

İşadamı Ali Koç kükremiş:

"AB'nin geleceğini garanti altında görmüyorum."

Ya Türkiye'nin geleceği?

YÖK'e baktığımda garanti altında görmüyorum.

301'e bakınca garanti altında görmüyorum.

İnsan hak ve hürriyetleri noktasında, özellikle başörtüsü konusunda baktığımda garanti altında görmüyorum.

Önce kendimize bakalım!

DÜNYA'LIK..

Papa'ya "kral" koruma sağlanacakmış.

Bir de Papa için, dünyalık bir şey istemiyor deniyor.

Baksana:

Adam "krallar" gibi karşılanıyor.

...noktalama...

İsrail polisi 14 kişiye tecavüz eden sapığı elinden kaçırmış.

Sakın bunlar, sapık için Lübnan'ı bombalamasın!

Gündem: Papa… Ama bizim medya işin Papa/razzi'sinde.

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Manevî deprem kapımızda!



Okullarımızda ilköğretimi bile saran bir şiddetin yayıldığını görüyoruz. Bu olumsuz ve üzücü gelişmenin bir anda olmadığı gerçeğini bilerek tedavi sürecinin de düşünülmesi lâzım… Hem de bir an önce…

Ammmaa…

Tedaviden önce teşhisin doğru yapılması gerek!

Yoksa -ülkemizin geleceği açısından, hepimizin geleceği açısından ve evlâtlarımız açısından- yanlış teşhisin sonrasını düşünmek bile istemiyorum.

Teşhisin doğru olabilmesi için öncelikle ehil insanlara kulak vermek gerektiği de ortada…

Eğitim gibi bir alanda yaşadığımız sıkıntıları doğru teşhisin yolu, eğitime ömürlerini vermiş, kendilerini gençliğe eğitim yolunda vakfetmiş insanlarımızın tecrübelerine kulak vermekten geçiyor.

İşte böylesi eğitimcilerimizden biri olan eğitimci-yazar Ayla Ağabegüm, okullarda yaşanan şiddet olaylarının artışını “ruh eğitimi” olmayışına bağlıyor ve “Bütün okullarımızda san’at eğitiminin yani şiirin müziğin, resmin ve güzel san’atların birinci plana alınmadığı bir öğretim sistemi var. Resmin, müziğin ve şiirin, hikâye okumanın, hikâye yazmanın olmadığı bir yerde çocuğun ruhu nerden gıda alacak?” sorusunu soruyor.

Çözüm Ekstra dergisine verdiği röportajda eğitim sistemimizde en büyük eksiğin “san’at” eğitimini dikkate almamak olduğunun altını çizen Ağabegüm, “Bir güzel san’atlar lisesinde çok fazla olay olmaz. Niçin? Çünkü güzel sanatlar ruhunuzu güzelleştirir.” şeklinde konuşuyor. “Türkiye ne zaman güzel san’atlara gereken önemi verirse o zaman eğitim başarıya ulaşacaktır” diyen Ağabegüm, manevi bir depremin kapımızda olduğuna şu sözleriyle işaret ediyor: “Biz 7.9 şiddetindeki maddî depremi niye bekliyoruz ki? Bir manevî deprem var ondan daha beteri. Öbüründe hiç olmasa ölüyorsun kurtuluyorsun. Bunda öyle değil ki. Yaşıyorsun ve yaşadığın şey yüzünden gençlerin ve çocukların ıztırabını görüyorsun. İşte bu deprem kapımızda!” diyen Ayla Ağabegüm, manevî depremin yalnız şiddetle sınırlı olmadığına da dikkat çekiyor.

Yılların eğitimcisi Ağabegüm’e göre ahlâkî değerlerin yok olması da yaşanan şiddetin başka bir boyutu. Okullarda yaşanan şiddet olaylarının tek sorumlusunun televizyon dizilerinde var olan şiddet sahneleri olmadığını kaydeden tecrübeli eğitimci Ağabegüm,

“Çocuğun hiçbir iyi değerle büyüyememesi de bir parçası bu şiddetin. Yapılan anketlerde şöyle bir sonuç çıkıyor; bütün bu şiddet olayları ekonomik bakımdan çok kötü durumdaki bazı bölgelerde yaşanan hayatın yansıması. Böyle olduğuna göre zaten bu filmlerin o şiddet bölümünü çıkartsanız da bir şey değişmez. Onlarda manevî yapılanmayı yükseltmedikçe şiddet devam edecektir.” diye konuşuyor.

Umarız ki Ayla Ağabegüm gibi bir uzmanın, ehil bir ismin uyarılarına kulak verecek yetkililerimiz vardır… Kulak verirler ve gereğini de yaparlar en kısa zamanda…

“Bu kadarı da fazla!” ama...

Bir ülkede tek başına hükümet düşürmeye yetecek olaylardan birkaç tanesini bir haftada yaşıyoruz da en ufak bir oynama olmuyor ya…

Bundan mıdır nedir; yaşadığımız kimi olayları da yorumlarken, sıkıştığımız anda; “bunların hepsi komplo kardeşim!” dediniz mi de mesele aydınlanıveriyor (!) sanki…

Onun içindir ki; olayın durumuna göre “suçlu” ülkeler buluyoruz hemen!

Meselâ… Katledilen önemli bir insan eğer “ Solcu/Kemalist/ Laik vb.” çizgiden bir isimse, kesinlikle “İran’ın işi” oluyor… Yok; “sağcı/ Milliyetçi/dinî eğilimleri ön plânda v.b.” çizgiden bir isimse katledilen, o zaman “ABD/ İsrail/ Batı” oluveriyor…

İşte bu düşüncelerin uzantısıyla olacak, Denizli’den fakülte arkadaşım Yılmaz, bu konuda bazı hatırlatmalarda bulunan bir derlemeyi internetten benimle de paylaştı… Asıl dikkat etmemiz gereken nokta; hiçbir varsayım için bir çırpıda, “sallamışlar” deyip çıkamayışımız… Hatta olayları hatırlayıp birazcık birbirine bağlamaya çalışınca üzüntüyle de olsa fark edi-yoruz ki akla ters gelmiyor hiçbir olay!

Neyse… Biraz fazla paranoyakça görünüyor olsa da komplo teorilerinin gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini bir kere daha düşünmemize yardımcı olmak için hatırlayalım bazı olayları:

Yorumsuz olarak…

Adnan Kahveci / Eski Maliye Bakanı…

Dedi ki; “Bizim bağımsız olmamız için Amerika ve IMF’den kurtulmamız lâzım.”

2 gün sonra trafik kazasında öldü.

Bedri İnce Tahtacı / Saadet Partisi Gaziantep milletvekili.

Dedi ki; “Amerika en büyük engeldir bu ülkeye; istediğini başbakan yapar, istediğini cumhurbaşkanı yapar”

5 gün sonra Gaziantep’e giderken trafik kazasında öldü..!

Turgut Özal / Cumhurbaşkanı.

Dedi ki; “Musul ve Kerkük bizimdir alacağız”

10 gün sonra öldü..!

Eşref Bitlis- Jandarma Komutanı.

Dedi ki; “Amerika’nın İncirlik’ten kalkan uçakları PKK’ya yardım atıyor”

4 gün sonra-eksi 60 dereceye kadar dayanıklı olan helikopter ile Siirt’e giderken helikopteri düştü ve öldü..! Kaza sebebi olarak helikopter motorlarının buzlanması gösterildi! Oysa o esnada hava soğukluğu -11 idi…

Recep Yazıcıoğlu / Denizli Valisi.

Denizli’de uygulama kararı aldı; “Artık bundan sonra cafe ve benzeri yerler İngilizce isim kullanmayacak, yani ‘cafe’ değil ‘kahve’ yazılacak” dedi vee...

1 hafta sonra Ankara’ya giderken trafik kazasında öldü..!

TBMM 1 Mart tezkeresine red oyu verdi. 3 gün sonra İstanbul’un göbeğinde bombalar patladı. Onlarca kişi öldü...

Yüreğim daraldı!

Siz ne dersiniz? Bunca olay tesadüf mü? Yoksa komplo mu?

Tesadüf ise, fazla değil mi bunca tesadüf? Komplo ise de bir ülke üzerinde bu kadar komplo fazla değil mi? Yapanlar açısından da muhatap olarak bizim açımızdan da?

Benim kafam durdu…

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Ağaçlar meyveleriyle bilinir



Anne babaların çocuk psikolojisi üzerindeki köklü tesirleri üzerindeki araştırmalar, bugün bile tüm hızıyla devam etmekte. Gün geçmiyor ki, yeni bir etki tespit edilmesin.

Ebeveynimiz, iç dünyamızın derinliklerine kök salmış etkileri ve duruşlarıyla köklerimiz, hayat pusulamız adeta. Annelerimizin şefkat kanatları çok geniş. Babalarımızda himaye edicilik, akıl, sağduyu, mantık ön planda. İstisnaları olsa da, yani anneniz ne kadar asabî mizaçlı, babanız ne denli şefkatli olsa da bu kural değişmiyor nedense… Asabî de olsa derinden derine köklü bir şefkat dersi alıyorsunuz annenizden. Babanız ne kadar şefkatli olsa da derinden derine akıl ve mantık, himaye duyguları daha bir yoğun hissediliyor üzerinizde. Yaratıcımız celâlî tecellilerinin içinde cemâl akislerini, cemâlinin içinde celâlinin yansımalarını dengelemiş adeta anne ve babalarımızın fıtratında.

Anne baba olunduğunda, bu hisler çok daha derinden hissediliyor şüphesiz.

Babacığım, şu aralar sağlığıyla ilgili zorlu bir imtihanda. Kendisi bu imtihanın güçlüğünü, “Ruhum bedenimi taşıyamıyor artık kızım. Gavs-ı Azam’ın ‘ruhu cesedine hakim olan kullarından eyle!’ sözünü şimdi daha farklı anlıyorum” sözleriyle ifade ediyor. “Şikâyet mahiyetinde değil, sadece halimi tarif etmek için bunları söylüyorum” diye de ekliyor.

Sağlıklı günlerinde Risâle-i Nur’dan derslerle saatler süren o doyumsuz sohbetlerinde sevdiği için sık sık tekrarladığı dizelerin mânâsını, şimdi sabır ve şükürle taçlandırdığı hal lisanıyla yaşamakta...

“Lütf u kahrı şey-i vahid

Bilmeyen çekti azap

Ol azaptan kurtulup

Sultan olan anlar bizi”

“Lütuf ve kahrın aynı anlama geldiğini bilmeyen azap çekti. O azaptan kurtulup, yani lütuf ve kahır tecellîlerinin hikmet sırlarını bilip sultan olan bizi anlar.”

Evet, imanın altı esasını tevhid, haşir, nübüvvet, kader, melekler ve semavî kitapların varlığını ve gerekliliğini tüm yönleriyle ispatlayan Nur Risaleleri gönüllere derinlemesine kök salan nuranî bir ağaç gibi adeta… Ağaçlar meyveleriyle tanınır. Kur’ân-ı Kerim’in asrımız anlayışına uygun yorumları olan Risâle-i Nur ağacının meyveleri ortada. Bu eserleri hayat modeli olarak alan insanların kulluk bilinci muazzam…

Sabır kahramanı Hz. Eyüp’ü (a.s.) andırırcasına yaşadığı bu zorlu imtihan sürecini, “Allah’ın ne güzel kulları var” dedirtecek bir dirayetle yaşayan babacığıma ve şifa bekleyen tüm hastalara duâ isteme niyetiyle yazılan bu satırlarla sizi müteessir etmediğimi umarım.

Felâketlerin perde arkası

“Çok felâketler vardır ki, perde arkasında nice

güzellikler saklar. “

(Bediüzzaman Said Nursi, 18. Söz.)

Geçtiğimiz hafta farklı yerlerde okuduğum iki haber yukarıdaki düsturu hatırlattı…

Olaylardan biri, dünyaca ünlü bir fırın markasının da öyküsü aynı zamanda…

İsveçli Fizik Profesörü Gustaf Dalen, deniz fenerleri ikaz lambası ve can yeleği buluşlarıyla tanınan Nobel fizik ödüllü bir bilim adamı. Laboratuvarda asetilenle (yanıcı ve boğucu bir madde) yaptığı bir deney sırasında gerçekleşen patlama nedeniyle görme yeteneğini kaybediyor. Profesör evdeki iyileşme süresince, eşinin fırında yemek yaparken ne kadar zorlandığına tanık oluyor. Yemek pişirmek sürekli dikkat istiyor, fırın çok yakıt tüketiyor ve üstelik hiç de estetik görünmüyor. Tüm bunları bilimsel kimliğiyle değerlendiren Dalen, yeni bir pişirme ünitesinin ilk adımlarını atıyor. Dalen, tasarladığı projesini 1929 yılında tamamlıyor ve tüm dünyada bu gün bile binlerce insanın kullandığı dökme demirden yapılmış fırın doğuyor…

Diğer olaysa, yanık ve kırışıklıklara karşı kullanılan bir kremin öyküsü…

Fizikçi Dr. Max Huber, bir deney sırasında yaşadığı büyük patlama sonrası, vücudunda oluşan yanıklar için etkili bir tıbbî bir yardım alamıyor. Okaliptüs, kalsiyum ve deniz yosunu karışımları üzerinde 12 yıl boyunca yaptığı deneyler neticesinde yaralarını ve kırışıklıklarını tedâvi eden, kendisinin “mucize” olarak tanımladığı kremi keşfediyor. Krem tıp ve kozmetik dünyasında yeni bir çığır açıyor…

Evet, felâketler perdesi altında nice güzellikler saklı.

Mahiyet itibarıyla her şey ilimle alakâdar olduğundan, eşyanın sırlarına duyarlı ilim adamları felâketlerin siyah perdesi altındaki güzellikleri yakalama noktasında çok başarılılar değil mi?

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Öğretmenler Günü komedisi



Bu hafta Öğretmenler Haftası.

Ama bir günde, yani 24 Kasım’da başlayıp biten bir hafta.

12 Eylül ihtilâlinden sonra ihtilâlciler ihdas etmişti bu komik günü. Öğretmenlik mesleğini yüceltmekten ziyade öğretmenleri, ihtilâlle ikame etmeye çalıştıkları resmî görüşün hamallığına teşne etmek istedikleri için de mânâsız mevzuât yığınından başka bir netice vermemişti.

Onun için yıllarca, her sene 24 Kasım’da bakanlar mikrofonların başına geçip kameraların karşısına kurulur ve gerine gerine bol bol ‘cak, cek’li konuşmalar yaparlardı.

Onlarla aynı vakitlerde Millî Eğitim müdürleri ellerinde çelenkler, yanlarında talebelerle meydanlara koşarlar, heykellerin, büstlerin karşısında boyun bükerek saygı duruşuna geçerler, çelenkler koyup bağlılık antları içerlerdi.

Oralarda bunlar olurken, okullarda talebeler bahçelere çıkarılır, öğretmenler tarafından bağıra çağıra sıraya dizilir, iliklere işleyen soğuğa aldırmadan uzun konuşmalar yapılır, talebelere şiirler okutulur ve öğretmenlerin kendilerine tahsis edilen günlerini kutlama ve kutlatma komedileri böylece bir kere daha sahnelenmiş olurdu.

Son yıllarda bu monoton komediye komik bir unsur daha eklendi ve öğretmenler günü, her sene bakanlıktan aynısı gönderilen genelgelere, yönergelere uygun olarak ‘Öğretmenler Haftası’ adı altında kutlanmaya başladı.

Bu sene de kutlama tantanası pek değişmedi. 24 Kasım sabahı, Bakan da, Millî Eğitim müdürleri de yanlarına alabildikleri talebelerle bulundukları mahallin meydanındaki heykelin önünde saygı duruşunda bulunup çelenk koyarken öğretmenler, talebeleri okulların bahçelerinde sıraya dizdiler.

İstiklâl Marşını ve saygı duruşunu müteakip müdürler, öğretmenler, her sene olduğu gibi, yine bol başöğretmenli konuşmalar yaptılar, talebeler sık sık ‘öğretmenim’ vurgulu şiirler okudular.

Ardından talebeler bahçede serbest bırakılırken öğretmenler, şereflerine verilen ve genellikle okul kantininden temin edilen kuru pasta ve meyve suyundan müteşekkil kokteyllerde yiyip içtiler.

Bu arada bazı talebeler sınıfça veya kendi adlarına aldıkları kitap, gömlek, kravat, cüzdan, parfüm, kolonya gibi hediyeleri veya okulların çevrelerinde açılan geçici tezgâhlardan aldıkları solgun çiçekleri kendilerine yakın buldukları öğretmenlere takdim etme yarışına giriştiler.

Hepsinin hediyeleri az çok farklıydı, ama hâlleri, tavırları aynıydı. Öğretmenler Haftası komedisinin bu yılki sahnelenişini de başladıktan birkaç saat sonra aynı hitaplarla tamamladılar:

“Öğretmenler Gününüz kutlu olsun hocam.”

***

Öğretmen, hoca ve muallim.

Eğitim sistemindeki eğitici unsuru tarif etmek için kullanılır bu kelimeler. İçinde en eskisi, mânidârı ve muteberi muallimdi. ‘Talim eden, öğreten, bilgi veren, yetiştiren, eğiten’ mânâsına gelen bu kelime asırlarca milletçe ve devletçe sevilerek kullanılmıştı.

Öyle ki, aynı zamanda muallimlik de yapan bazı şairler, yazarlar, san’atkârlar onu sıfat olarak taşımaktan haz duymuşlar, âlimler bazı kudsî mânâları onunla anlatmayı tercih etmişlerdi.

Meselâ zamanın meşhur şairlerinden biri olan Naci, muallim sıfatını alarak Muallim Naci diye anılmayı tercih etmiş ve adı edebiyat tarihine o sıfatla birlikte geçmişti.

Bediüzzaman Said Nursî de “İnsanın en birinci üstâdı ve tesirli muallimi onun vâlidesidir” diyerek annelik vasfını muallimlik sıfatı ile birlikte kullanarak mesleğin ehemmiyetine dikkat çekmişti.

Bunu yaparken “Ben şefkat dersimi annemden, nizam ve intizam dersimi babamdan aldım” diyerek ebeveynlerinin kendisi üzerinde tecellî eden muallimlik vasfının tezahürlerini de nazara vermişti.

Fakat hayat mektebinin en tesirli muallimi olan annelerin kendilerine has usûllerle çocuklarına verdikleri hayat derslerinin; ders alınan diğer eğitim unsurlarından çok daha müessir olduğunu, onların ancak annelerden alınacak dersler nisbetinde netice vereceğini ifade etmek için de validesinden aldığı dersleri örnek göstermişti.

“Ben seksen sene ömrümde, seksen bin zâtlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda âdetâ maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen gördüm.”

Gerçekten de kendisini hayatın her hâlinden ders almaya hazır hisseden bir insan, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi ‘seksen bin zatlardan’ ders alma imkânına sahip olabilirdi.

Paragrafta, çokluk ifadesi olarak kullanılan bu tâbir bir mübalâğa değil hakikatti. Çünkü insan, tanıdıklarının yanı sıra tanımadığı hâlde gördüğü, bazı hareketlerine şahit olduğu, eserlerini okuduğu insanların hayatlarından da ibretli dersler alabilirdi.

Aslında ders almak sadece insanların hayatlarına münhasır bir hâl değildi. Baharda bir çiçeğin açmasından yaprağın yeşermesine, yazın ağacın meyve vermesine, hazanda yaprakların sararıp dökülmesinden kışın dalların kurumasına varıncaya kadar tabiatta vuku bulan her hadiseden farklı dersler almak mümkündü.

İnsanların bazı meziyetlerini ifade ederken lâle, gül, bülbül, aslan, kaplan gibi tabiatın güzel ve güçlü unsurlarını kullanmaları; hatta bazılarının onları isim olarak almaları, onlarda fiilen tecellî eden muallimlik vasfının tezahürü sayılabilirdi.

Lâkin bu derslerin insan ruhunda makes bulup hayatta güzel neticeler vermesi için, bilhassa çocukluk yıllarında annelerden alınan derslerin üzerine bina edilmesi gerekirdi.

Bu hayat gerçeğine dikkat çeken Said Nursî, annelerin evlâtlarını büyütürken bir muallim kadar hassas ve itinalı hareket etmeleri, muallimlerin de talebelerini yetiştirirken bir anne kadar müşfik olmaları gerektiğine de işaret etmişti.

***

Geçen asrın başlarına kadar hayatın işleyişi böyleydi.

Gerçekten de o zamanlar anneler muallimlik vasfı taşırken muallimler anne şefkati ve hassasiyeti ile teçhiz edilmişti. Onların yetiştirdiği nesiller de dinde, insanlıkta, asalette, adalette, askeriyede, ekonomide, siyasette, sanatta, edebiyatta, hasılı ferdî ve içtimaî hayatın her safhasında insanlığa örnek olacak hasletler yaşamışlardı.

Fakat hislerin, heveslerin Batıya meyletmesinden sonra zihinlerde şekillenip meydanlarda çarpışmaya başlayan farklı zihniyetler, hakimiyet mücadelelerini lisân sahasına da taşıyarak bazı kelimeleri kendilerine göre değiştirmeye kalkınca millet mabeyninde ‘Babil Kulesi kargaşası’ çıkmıştı.

O yıllarda herkes tarafından kullanılan muallim kelimesi de canlı bir varlığa benzetildiği için ‘Yaşayan Türkçe’ tabir edilen günlük konuşma dilinin, kasten öldürülen binlerce kelimesinden biriydi.

Millet tarafından asırlarca telâffuz edildikten sonra ancak olgunlaştırılan bu mânâlı, âhenkli ve asil kelimenin yerine, alel acele uydurulan öğretmen kelimesi ikame edilmeye çalışılmıştı.

Halbuki Nihat Sami Banarlı’nın “Hocalık mesleğine derin saygı duyan atalarımız bu mesleğe isim seçerken daha Türklüğün kuruluşundan beri onu yalnız mânâ bakımından değil, ses bakımından da ifade edebilecek heybetli kelimeler seçmişlerdi” şeklinde de ifade ettiği gibi eskiden, mânevî ciheti de olan mesleklere isim olarak verilen kelimelerin o mesleği her yönden ifade etmesine dikkat edilirdi.

Türklerin, bu maksatla kullandıkları ‘ata, koca, hoca’ kelimeleri gibi muallim tabiri de itina ile seçilen isimlerden biriydi. O tabir, insanlar tarafından diğer isimlerinden daha çok benimsendiği için zamanla onları da ifade edecek şekilde umumîleşmişti.

Lâkin onun yerine uydurulan isim, edebiyat tarihçisi ve Türk Dili mütehassısı Banarlı’nın, “Öğretmen kelimesi, hocalığı küçük düşüren yıkıcı bir icat olmuştu” şeklinde dile getirdiği gibi muallimlik mesleğinin ağırlığını kaldıracak bir kelime değildi.

Meselenin mütehassısı insanlar tarafından buna benzer pek çok ikaz yapıldığı halde her meselede olduğu gibi lisan hususunda da anûdâne hareket eden zihniyetler, bütün gayretlerine rağmen kelimeyi günlük konuşma diline yerleştiremediler.

Gerçi öğretmen kelimesini ilk okul talebeleri çocuksu bir safiyetle, resmî ağızlar, emir telkiniyle, aydın geçinen çevreler de kast-ı mahsusla kullanmaya devam ettiler ama lise talebelerine bile kabul ettiremediler.

Bu millî mukavemet muallim kelimesini diriltmeye yetmeyince onun yerini hoca kelimesi aldı. İnsanlar öğretmen yerine ‘Muallim, efendi, muteber ve büyük zat’ mânâlarına gelen bu kelimeyi kullanmayı tercih ettiler.

Bunun üzerine harekete geçen malûm çevreler, halk arasında camide görevli imama ve müezzine de hoca denmesinden istifade ederek ‘hoca’ tabirini camiye hapsetmeye çalıştılarsa da başarılı olamadılar.

Neticede, devlet eliyle ve medya marifetiyle yapılan onca tahşidata rağmen öğretmen kelimesi sadece ‘Öğretmenler Günü, Öğretmen Evi’ gibi bir iki tabirde makul gibi görünen telâffuz zemini bulabildi.

O da ancak senenin bir gününde; okul, öğretmen evi, resmî daire gibi mahdut yerlerde ve talebelerin, öğretmenlerin, resmî erkânın ve askerî zevatın ve bazı velilerin dilinde.

Çünkü “Bu cılız sesli, ters mânâlı kelime, o ulu mesleğe ad olacak ulviyette değildi.”

***

“Türkiye’de hocalık mesleği, adı öğretmen kaldıkça kolay yükseltilemez. Bu mesleğe, onun mânâsına uygun yüce bir ad bulunmalıdır.”

Kendisi de bir dil ve edebiyat hocası olduğu için meseleyi ciddiyetle takip eden Nihat Sami Banarlı, öğretmen kelimesi ilk ortaya atıldığı zaman yapmıştı bu teklifi.

Teklifin üzerinden çeyrek asırdan fazla zaman geçti.

Bu zaman içinde memlekette üç-beş cumhurbaşkanı eskidi, onlarca hükümet kurulup yıkıldı, bir o kadar bakan gelip geçti, nice kanunlar çıktı, yönetmelikler değişti.

Onlar da yetmedi, muhtıralar verildi, ihtilâller yapıldı, eski anayasalar kaldırılıp yeni anayasalar hazırlandı, pek çok bakan kendince iddialı icraatlara başladı, bitirmeden ayrıldı.

Hepsi günlük hayatta kendisini yetiştiren öğretmeniyle karşılaştığı veya saygı duyduğu bir insanla muhatap olduğu zaman gayri ihtiyari ‘hocam’ dedi ama resmî konuşmalarında ve yazışmalarında hep öğretmen demeyi tercih etti.

Onlar öyle hareket ettikçe öğretmen kelimesi öylece kaldı, ama hocalık mesleği, ‘onun mânâsına uygun yüce bir ad’ bulunamadığı için hızla irtifa kaybetti.

Hâlâ ediyor. Bu gidişle öğretmenler, muallimlik vasfı taşıyarak bu gidişi durduracak dirayetli ve liyâkatli talebeler yetiştirene kadar da daha edeceğe benziyor.

Ama bu abesle iştigal ilâ-nihaye devam etmeyecek. Bir gün mutlaka hocalık mesleğine mânâsına münasip, ulvî bir ad bulunacak, hocalarla birlikte memleket de irtifa kaydedecek.

O zaman sadece yılda bir gün değil, her gün onların günü olacak.

Ve bir hafta değil, ömür boyu sevgiyle hatırlanıp duâlarla anılacaklar.

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Anlam kazanan kâinat



Selimiye’yi, Süleymaniye’yi Mimar Sinan’sız izah etmek mümkün olmadığı gibi çiçekten, kelebekten çınarlara, fillere, atomdan galaksilere varıncaya kadar canlı-cansız sayısız varlığı da yaratıcısız, sanatkârsız düşünmek imkânsızdır. Aslına bakılırsa her şey yaratıcısını, san'atkârını, yani Allah’ı anlatır. Her şeyde Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıftlarına nice deliller, şahitler vardır.

İşte bu bakış açısıdır ki insana hem tefekkür, hem marifet, hem ibadet sevabı kazandırır. Mesnevî-i Nuriye’de yer alan “Maddiyâta esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa marifet-i İlâhiyedir”1 hükmü bu gerçeğe dikkat çeker. Yine aynı yerde, “Her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar. Diğer ciheti de halka bakar” denilir ve eşyaya nasıl bakılması gerektiği şöyle özetlenir: “Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakka bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binâenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbâba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”2

Demek her şey bir tül perde veya şeffaf bir cam gibi Allah’ı; isim, sıfat ve fiilleriyle birlikte göstermelidir. Nimet ve rızıklarla dolu bir sofra bize hemen nimet ve rızıkları ihsan eden Allah’ı; Onun Mün’im ve Rezzak isimlerini, ikram ikram eden Mükrim’i, ihsan ihsan eden Muhsin’i, san'at eşsiz san'atkârı, Sanii hatıra getirmelidir. Bu bakışa Allah namına, Allah tarafından, mânâ-yı harfiyle bakmak denir. Nasıl harfin tek başına bir anlamı yok ise, yazanı hatıra getiriyorsa, neye bakılırsa bakılsın yaratıcı ve sanatkârı olan Allah’ı hatırlatır.

Varlıkların kendi kendine olduklarını söylemek, şuursuz tabiata ve sebeplere vermek ise sanatkârlarını hatıra getirmeden mânâ-yi ismiyle bakmak, yani kendi başlarına anlamları olduğunu düşünmektir ki bütün bütün yanlıştır, dalâlettir. Oysa bir iğne ustasız, bir san'at eseri sanatkârsız olmaz. Nasıl olur da zerreden kürelere kadar herbiri taklidi imkânsız, eşsiz bir sanat eseri olan varlıklar kendi kendilerine, yaratıcısız, san'atkârsız ve sahipsiz olabilirler?

Bu bakış açısı ancak Allah’ın varlığını kabul ve Onun sonsuz ilim, irade, kudret gibi sıfatlarına imanla elde edilebilir. Onun içindir ki kâinata iman ile bakan, her tarafı nurlu ve aydınlık görür, aksi halde her şey karanlıklara gömülü kalır.

Kısaca eser san'atkârıyla anlam ve değer kazanır.

Dipnotlar: 1. Mesnevî-i Nûriye, s. 46. 2. A.g.e.

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cecilia: Nurlar'da, psikolojik hastalıklarımıza ilâçlar bulabiliriz



Risâle-i Nur; psikoloji tekniği hakkında detaylı bilgiler sunan; müstakil bir psikoloji, pedagoji veya sâir ilim dallarından herhangi birisine tahsis edilmiş eser değil. Diğer ilim dallarında olduğu gibi psikolojinin de bütün verilerini kullanır. İnsana öyle bir bakış açısı verir ki; insan psikolojinin esaslarını kavrar. Brezilyalı rûh hekimi Cecilia Marton Moreria, “Risâle-i Nur’la ruhî hastalıklarımızı iyileştirebiliriz. Psikolojik ihtiyaçlarımıza, şüphelerimize onda cevaplar bulabiliriz”1 tesbitinde bulunur. Bediüzzaman Said Nursî, Batı kültürünün ürünü psikolojisinden çok daha kapsamlı, derin yaklaşımlar sergiler. Çünkü, “Batı medeniyetinin hedefi, nefsî arzuları kolaylaştırıp tatmin etmek” olduğundan psikoloji kültüründe, “nefs” kavramına rastlanmaz. Bedenden ayrı bir rûh kavramı, ölümden sonra rûhun yaşayıp yaşamadığı gibi mevzular da psikolojinin ilgi alanının dışına itilmiş. Ki, insanın psikolojisini etkileyen asıl unsur bunlar.

Batı kültürünün psikolojisi, nefsi değil; psiko-fizyolojik tepkileri inceler. Dolayısıyla parapsikoloji, her ne kadar insanın metafizik boyutunu ele alıyorsa da; tam olarak rûhu incelemiyor. Durugörü, telepati, telekinezi gibi disiplinler psikolojik değil, psişik; yâni, psiko-fizyolojiktir. Dolayısıyla Batı kültürünün ürünü psikolojide rûh, mânâ, duygu mekanizması nâmına ciddî veri yoktur. Bunun sebeplerinden birisi dinin; metafizik, mâneviyat alanında kabul edilmesiydi. Dünya çapında bir psikolog, pedagog terbiyegerde (eğitimci), rûhiyatçı (psikolog) ahlâkçı ve sosyal bilimci olan Bediüzzaman; rûh/duygu, zihin; ve Batının tanımadığı, görmezlikten geldiği “nefsi” bütün yönleriyle ele alır, tahlil eder. Müsbet duygularımız ve enerji boyutları nasıl yüceltilir, yükseltilir, yönlendirilir; menfîleri mecraına nasıl oturtulur? Duygu sapmalarının sebepleri nelerdir? Hangi inanç ve davranış biçimi, nasıl bir sonuç doğurur? Bu ve benzeri meseleleri analiz ederken sadece nazariyatta (teoride) bırakmaz; olumlu haslet ve olumsuz hisleri kanalize edip yer, zaman ve ölçüsünde kullanma san'atını da eğitim ve öğretiminin ana gayesi yaparak bizzat pratiğe dökme yollarını gösterir. Diğer bir ifadeyle; “ulvî-behimî, pozitif-negatif” gibi zıt duyguları dengelemenin yollarını gösterir. İmânın, olumlu düşünmenin, güzel görmenin insana bahşettiği güzellikleri; inançsızlığın, inkârın, olumsuz bakışın verdiği dehşetli üzüntü ve karamsarlığı aklı, kalbi, nefsi ikna ederek gözler önüne serer.2

Risâle-i Nur ve psikolojiyle ilgili özetle dikkate sunmak istediğimiz diğer bir husus şudur: Bütün müsbet/olumlu, menfî/negatif duygu, haslet ve davranışlarımızın psikolojik sebeplerini; sonuçlarını tahlil ederek gözümüzün önüne sererek yüce, ulvî pozitif duygularımızı nasıl geliştireceğimizi; olumsuzlarını nasıl kanalize edip törpüleyeceğimizi öğretir. Psikoloji henüz bitkileri incelemeye geçmedi! Bediüzzaman, bitkilerin, hattâ unsurların ve donuk/camid varlıkların psikolojilerini bile inceler; atom, hücre, bulut, yağmur, rüzgâr, eşcar (ağaç), toprak, tohum, su, güneş ve sâir unsurlar arasındaki dayanışma, alışveriş, yardımlaşma yönlerini gayet berrak bir üslupla ortaya koyar.

Risâle-i Nur; baştan aşağı rûh/duygu, zihin, zekâ, bireysel gelişim, yâni, psikoloji teknikleri öğretisidir. Hemen her paragrafına psiko-fizyo-sosyal bir sır, incelik, bir prensip serpiştirildiğini söylemek asla mübalâğa değil. Zîrâ, o, yalnız basit bir tahribâtı, küçük bir evi tâmir etmiyor. Bütün insanlığı ilgilendiren genel bir tahribâtı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kaleyi tâmir ediyor. Yalnız özel bir kalbi ve has bir vicdânı düzeltmeye çalışmıyor. Bin seneden beri biriktirilen bozucu felsefik akım ve cereyanlarla dehşetli yaralanan insanlığa ait genel bir kalbi ve düşünceleri tamir ediyor. Herkesin ve özellikle inançlı halk tabakasının dayanak noktası İslâmî esaslar, düşünceler, hüküm ve ibâdetlerin kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan genel vicdânın geniş yaralarını Kur’ân’ın mu’cizeleriyle ve îmânın ilâçlarıyla tedâvi etmeye çalışıyor.3

Dipnotlar: 1- Yeni Asya, 23 Mart 2000.; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 16-18.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 28.

26.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Anne-baba hakkı ödenmez



Kendi açısından haklı olduğunu iddia eden, babasıyla alâkasını kesen ve onunla kavgalı olan sözde kültürlü ve dindar görünen bir gencin bu problemini çözüp, babasıyla barıştırıp bir araya getirmek için aracı olmaya çalıştım.

Önce babayı dinledim, işte onun söyledikleri: “Dişimden tırnağımdan artırarak onu okuttum, iş sahibi ettim, evlendirdim, ev bark sahibi ettim. Şimdi aylar oldu yanıma dahi uğramıyor, halimi durumumu sormuyor. Hanımının bir dediğini iki etmiyor. Tahsil gördüğü için çok şey bildiğini zannediyor, ama bana göre hiç bir şey bilmiyor. Bana akıl danışmıyor, benim söylediklerimi hiç dinlemiyor... Eskiden biz annemize, babamıza böyle mi yapardık? Böyle evlât olmaz olsun... Tabiî kızdığımdan bunları söylüyorum... Yine de gelse halimi hatırımı sorsa belki barışırım...” Babanın söyledikleri özetle böyle.

Şimdi de babasını suçlu diye ilân eden gencin söylediklerine kulak verelim: “Sen bakma babamın söylediklerine. Onu ancak ben tanırım, o ağlayıp sızlamakla duygu sömürüsü yapıyor. Onunla ilgimi, alâkamı kestiğim doğrudur. Ömrüm boyunca da yanına gitmek istemiyorum. Asıl ben ona babalık yaptım. Ona yaptığım iyilikleri saymakla bitiremem. Yine de yaranamadım. Yaptıklarımı bir türlü görmek istemedi. Hep bana ve aileme haksızlıkta, hakarette bulundu. Yeter artık ondan çektiklerim...” Kısaca öfkeli gencimizin söyledikleri de böyle...

Tabiî ben kızgınlığından, öfkeli oluşundan söylediklerinin bir babaya karşı söylenmesinin doğru olmadığını, evlâdın her halükârda babaya itaat etmekle mükellef olduğunu, çocuğun babaya karşı bir hak dâvâ edemeyeceğini, baba ne kadar haksız da olsa evlâdın onu hiçbir şekilde kırmaya, rencide etmeye hakkının bulunmadığını, bunun tersi bir durumun büyük günah olduğunu söylemeye çalıştıysam da, o anda his ve öfkesine esir durumdaki gencimiz, söylediklerimi nazara alıp, sağlıklı ve doğru bir değerlendirme yapacak durumda değildi.

Aynı şekilde babaya da, hatalarıyla kusurlarıyla çocuklarımızı kabullenmemiz gerektiğini ve onlara şefkat ve merhametimizi esirgememizin doğru olmadığını, onlara karşı daha sevecen, daha hoşgörülü olmanın daha tesirli ve doğru bir yol olduğunu söylemeye çalıştım, ama öfkeli babayı maalesef ikna edip teskin edemedim.

Bir baba ile oğul arasındaki böyle bir sürtüşmenin, öyle sıradışı, sürpriz bir olay olmadığını biliyorum. Ve benzeri olayların bugün itibarıyla Türk aile yapısı için artık normal, sıradan problemler olduğunu üzülerek biliyoruz ve seyrediyoruz. Ailevî sürtüşmelerin yer yer şiddetli kavgalara dönüşerek devam ettiğini ve bu nevî geçimsizliklerin, dargınlıkların, kırgınlıkların ailelerin geleceği için hiç de hoş olmayan tehlikeli durumlara gebe olduğunu görüyoruz.

İnsanımız dünyayı ve dünyaya ait menfaatlerini ön plana alıp, uhrevî hayatı unutup, mânevî değerlerden uzaklaştıkça, ailelerde ve toplumda karşılıklı saygı, sevgi azalıyor, şefkat ve merhamet duygularının yerini “ben” merkezli bir takım katı, bencil ve acımasız duygular alıyor. Bunun bir sonucu olarak, bu acı tablonun faturası topluma çıkıyor. En ağır bedeli de, artık çocuk haline gelen bîçare, yaşlı anne ve babalar ödüyor.

Anne ve babanın meşrû isteklerine mutlak itaatla mükellef olan ve bu sorumluluğunu da hiçbir karşılık beklemeden yerine getirmek durumunda bulunan bir evlât, nasıl oluyor da “Ben babama babalık yaptım” diyebilme pervasızlığını veya mantıksızlığını gösterebiliyor? Böylesi serkeşliği, böylesi isyanı anlamak gerçekten zor.

Görebildiğim kadarıyla anne-baba hakkı ve hukuku konusunda gençlerimizin bir çoğu yeterli bilgiye sahip değil ki gerekli hassasiyeti ve duyarlılığı gösteremiyorlar. Veya “Nasıl olsa anne-baba, nasıl olsa bizi hoş görür, affeder, haklarını da helâl ederler” diyerek anneleri babaları kırmaktan, rencide etmekten çekinmiyorlar.

Doğrudur, ebeveyn evlâdından gördüğü bütün haksızlıklara ve hakaretlere rağmen şefkat ve merhametlerinin bir gereği olarak her halükârda evlâtlarını affeder, onları hoşgörür, haklarını da helâl ederler. Ama yüce Allah, onları affeder mi, orası bizce meçhul. Çünkü büyük günahlardan sayılan anne-babaya isyan etmeyi, onları ağlatmayı âdet haline getirenin akibetini Allah’tan başka kimse bilemez.

Cenâb-ı Hak gençlerimize hayırlı akıbetler nasip eylesin...

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Camilerimiz evlerimiz olmalı



KKTC’den okuyucumuz: “Camide dünya kelâmı konuşulur mu, konuşulmaz mı? Bu konuda hadis var mı?”

Camilerimiz, mabetlerimiz, mescitlerimiz ve ibadet yerlerimiz içimizi sonsuzluk diyarına özgü saadet ve heyecanla dolduran birer Allah evidirler. Gerçi bizim kalbimiz de Allah evidir; içinde Allah zikredilir, tefekkür edilir. Kalbimiz Allah’a dönüktür, Allah’ın nazarı her an kalbimizdedir. O halde biz boş konuşmaktan cami dışında da hayâ etmeliyiz. Camilerin toplumun ibadet hukuku cihetini düşündüğümüzde, oraya giren herkesin kulluk duygularına saygı duymalı ve başkalarını rahatsız etmeme nezaketini de gösterebilmeliyiz.

Camilerde lüzumsuz olmamak kaydıyla gerektiği zaman konuşulabilir. Toplum için ve Dîn için önemli görülen her mesele her yerde olduğu gibi, eğer lüzum hissedilmişse câmilerde de görüşülebilir. Ashab-ı Kiram (ra) döneminde devlet işlerinin, ordu ve savaş yönetiminin, fakir ve yoksullara yardım meselelerinin, zekâtın ihtiyaç sahiplerine dağıtımı ve Müslüman’ların sâir önemli işlerinin konuşulduğu, görüşüldüğü ve insanların problemlerine çözüm bulunduğu yerlerin başında câmiler gelirdi. Devlet başkanı halkına Camide hitap eder, halkının istek ve ihtiyaçlarını Camide dinlerdi. Halk günü Camide yapılırdı.

Fakat sonraları nüfusun artması, camilerin ve sair binaların çoğalması, güçler ayırımı prensibiyle binaların da belirli iş alanlarına tahsis edilmesi neticesini doğurdu ve camiler yalnız ibadet ihtiyacına tahsis edildi; sâir toplum işleri için örfen başka yerler seçildi.

Camilerde işin gereği olmak ve boş lâkırdı olmamak kaydıyla konuşulur; fakat boş lâkırdı yapılmaz, faydasız kelâm edilmez, ibadet edenleri rahatsız edecek ölçüde yüksek sesle konuşulmaz, kahkaha ile gülünmez.

Peygamber Efendimiz (asm) camilerimizi içinde ruhen huzur bulacağımız “evlerimiz” olarak algılamamızı tavsiye buyurur. Hakem bin Umeyr (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Dünyada misafir gibi olun. Camileri ev edinin. Kalplerinizi inceliğe ve yumuşaklığa alıştırın. Çokça tefekkür edin ve ağlayın. Nefsin kötü arzuları sizi ayrılığa düşürmesin. İçinde oturmayacağınız binalar yapıyorsunuz. Yiyemeyeceğiniz şeyler topluyorsunuz. Ulaşamayacağınız emeller besliyorsunuz.”1

Hz. Enes (ra) bildirir: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Camide boş lakırdı ile gülmek kabirde karanlığa sebeptir.”2

Peygamber Efendimiz (asm) gülmeyi de nezih ve edepli olanı ve kaba ve saygısız olanı şeklinde ikiye ayırır. Hasan-ı Basrî (ra) bildirmiştir: Allah Resûlü (asm) buyurdu ki: “İki çeşit gülme vardır: Bir gülme vardır ki, Allah onu sever. Bir gülme vardır ki, Allah ona gazap eder. Allah’ın razı olduğu gülme şudur: Kişi, görmeyi arzuladığı din kardeşiyle birden karşılaşır, sevinir, güler; gülüşünden sevgi akar. Allah’ın gazap ettiği gülme ise, kişi başkasını inciten, cefa veren, sıkıntı doğuran, kaba ve batıl bir sözü sırf gülmek ve güldürmek için ortaya atar; alaycı biçimde güler ve güldürür. Böyle alaycılar Cehennem uçurumundan yetmiş sene aşağı yuvarlanırlar.”3

Bu ölümsüz ve ezelî ölçüler cami içinde de, cami dışında da bizi bir mü’min olarak süsleyen, güzelleştiren, nezaket veren, saygınlık kazandıran ve Allah’ın râzı olduğu ölçülerdir. Hiç şüphesiz, halkın ibadet için yoğunlaştığı câmiler içinde daha öncelikli olarak yaşanması gerekir. Camilerde boş lâkırdı yapmamak mü’minin güzelliğindendir.

***

İsimsiz okuyucumuz: “Ben felsefe bataklığında bir çaresizim. Numaranızı, gazeteleri araştırırken buldum. Lütfen yardım edin. Çok hızlı bir fikir kargaşası yaşıyorum.”

Sevgili kardeşim, akıl her zaman doğruyu görmez ve göstermez. Maalesef akıl çoğu zaman mürşidimiz olmaktan ve bize yol göstermekten aciz kalıyor. Vahyin kurtarıcı irşadı ise, böyle zamanlarda tam anlaşılıyor; anlaşıldıkça ve teslimiyet gösterildikçe de, vahiy elimizden tutuyor.

Vahye, yani Kur’ân’a sorgusuz, sualsiz, tam teslim olmaktan başka hiçbir çaremiz olmadığını böyle aklî yoğunluk, buhran ve kilitlenme dönemlerinde daha iyi kavrarız. Çünkü dünyada şaşırmayan, yanlışa götürmeyen, düpedüz doğru olan ve düpedüz doğruluğa çağıran en büyük hakikat vahiydir, Kur’ân’dır.

Yaşadığınız fikir erozyonu sizin düşündüğünüzü, araştırdığınızı, hakikati bulma gayreti içine girdiğinizi ve her şeyi aklınızda bir senteze doğru götürme çabasında bulunduğunuzu gösterir. Hayra alâmettir. Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın asrımızdaki tercümanı olan Risâle-i Nur’u göz ardı etmezseniz—Allah’ın izniyle—bu erozyondan hayırla çıkmanız mümkün olur. Allah yardımcınız olsun.

Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 3/3056 2- Câmiü’s-Sağîr, 2/2555 3- Câmiü’s-Sağîr, 2/2556

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Perdeli duvardaki kapılar



“Herkesin kalbinde bir vaiz var” hadis-i şerifi kişiyi, doğru yola iletir. Yol alırken, iki tarafı duvar gibi perdelerden örülü bir koridordan geçiyoruz. Perdelerin üzerinde kapı gibi giriş yerleri var. İlâhî nehiy, yola devam edip kapılardan içeri girmememizi öğütlüyor.

Rehber şahsiyet Peygamberimiz (asm), yol göstericisi olduğu o yolu, sırat-ı müstakîm olarak tatbik etmiş. Bu aynı zamanda, Allah’ın bize açık tuttuğu ve amelimizi ona bina edeceğimiz yoldur. Yolun sağındaki ve solundaki perdeli duvarlar ise Allah’ın insanlara getirdiği sınırlardır.

Sınırda kalmak, haddi aşmamak ve haddinde kalıp yürümek bizi Cennet gibi bir menzile kadar götürür.

Yol boyunca ömür sermayemizi tüketiyoruz. Bize bahşedilen hayatın güzergâhında ilerliyoruz.

Perdelerden sağa ve sola açılan kapılardan girmememizi tavsiye ediyor Peygamber-i Zîşan (asm). Yani yolun sağına ve soluna dalmadan, esas yolumuzdan çıkmadan devam etmemiz için ikaz ediyor. Çünkü o kapılar, günah kapılarıdır. Yasaklanan bölgelerdir.

Günah kapılarının açık olması, irademiz tahakkuk etmedikçe ve nefsin hileleri ağır basıp bizi teslim almadıkça bize zarar vermez. Bu kapılar; teyakkuz halinde nefse itimat etmeden Allah’a sığınmamızı ve doğru yol olan İslâmiyet’le yolumuza devam edip imtihan sırrını kazanmamıza vesile olması cihetiyle hikmetlidir.

Tövbe kapısı her zaman açıktır. Buna göre, güneş battığı yerden doğmayana kadar afv ve safv ile dergâh-ı İlâhîye müracaat edip rahmet dilememize müsaade etmesi, lütfundandır.

Bize tayin edilmiş sahada hayatımızı idame etmek, hedefimize yürümek, menhiyattan uzak durmak ve beşerî aklımızın merakaver tuzağına düşüp günah kapılarına yönelmemek, kulluğumuzun nişanesini ve istikbaldeki beratımızın istihkakını nasip edecektir.

Haddinde ve akdinde istikamet duvarlarını zorlamadan ve perdeli arka ufunete meyletmeden hizmet etmenin hidayet tecellîsine mazhar olmak ve şükürle yoluna devam etmek, bir kul için en büyük muvaffakiyettir.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” âyet-i kerimesi de, yolumuzun tam ekseninde dosdoğru bir şekilde emre itaate sevk ediyor. Peygamberimizi (asm) ihtiyarlatan bu âyetin ağır yükünü anlayarak emanet-i kübraya muhatap olma şerefi veren dinin tebligatına uygun yaşamak, beşerî varlığımızı âlâ-yı iliyyîne çıkarır. Allah katında, en seciyeli, meziyetli ve kıymetli bir dereceye terfî ettirir. Tersi durum, esfel-i sâfilin çukurlarında en aşağı bir sefalete atar.

Yolcuyuz, hayat yolu önümüzde. Yol haritamız çizilmiş. Güzergâhımızın bütün tarifleri yapılmış. Varacağımız menzil de belli. Yaratılış sebebimiz ve sorumluluklarımız da belirlenmiş.

O halde, bize düşen nedir? Oyalanmak mı? Yolun dışına çıkıp kazaya sebebiyet vermek mi? Amacımız dışında ilerlemeyi durduracak ara yollara sapmak mı? Yoksa dümdüz yolda, düzenli bir şekilde yürümek mi?

Bu konuda tercih hakkı bize bırakılmış. Teklif sırrı, irademizle takdirin teşekkülüne sebebiyet veriyor. Fiilin yaratıcısı Allah, taleplerimizi, kudret eliyle cüz-i irademiz vasıtasıyla gerçekleştiriyor.

Böylesi bir serbestliğin mesuliyeti ve iradenin kullanılma şekli bir hesap gününü zarurî kılmaktadır. Bundan kaçış yok. Yolun sonunda, maratonumuzun bütün safhaları ile yüzleşeceğiz. Maksada uygunluğun testi için kaydedilmiş her an, görüntülenecektir. Önümüze konulacaktır.

O hesap gününde, geriye dönüşün olmadığı ve eseflenmenin kâr etmediği bir noktada olacağız. “Keşke toprak olsaydık” nedameti bile kâr etmeyecektir. Bu yolda, salih amel dışında sırat köprüsünü geçmemizi sağlayacak başka bir pasaport yok.

Öyleyse doğru yürümek, istenen şeritte kalmak ve sahil-i selâmete çıkmak bizim en önemli vazifemiz. Ne mutlu bu yolculuğu Peygamber (asm) vuslatı için kullananlara.

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

İç muhasebe günü: 24 Kasım



Geçtiğimiz cuma günü bir Öğretmenler Gününü daha geride bıraktık. Acısıyla tatlısıyla geçirilmiş koca bir yıl daha geride kaldı öğretmenler için. Her zamanki gibi, belki öğretmen için biraz buruk; ama hep ümitli konuşmalarla hatırlandı öğretmenlik. Belki de Ceyhun Atıf Kansu’nun dizelerinden çıkan, “Beni bilse bilse çiçekler bilir dostlarım / Niçin yaşadığımı onlara söyledim / Çiçeklerde açar benim gizli arzularım” türünden duygular vardı tüm öğretmenlerin iç âleminde. O hâlde kim bu çiçekler? Renkleri, kokuları, endamları nice şu aralar? Toplumun demet demet çiçekleri, öğretmen denen meçhul kahramanın döktüğü göz nuruna cevap olarak ne veriyorlar? İşte sorgulanması gereken, daha doğrusu toplum olarak hepimizin sorgulaması gereken nokta burasıdır?

Evet, ben 24 Kasım’ı sadece öğretmenler için değil; toplumun tüm kesimi için bir hesaplaşma günü olarak görüyorum. Herkesin evvelâ kendini sorguya çekmesi, bir iç hesaplaşmaya girişmesi olarak algılıyorum. Yani bir bakıma eğitim, irfan, ilim ve bilgi gibi çağın gereklerinin odak noktasında bulunan öğretmenle ilgili algılamalarımızın ne olduğunu tam olarak ortaya koymamız ve ona göre belli iyileştirmelerde bulunmamız gerektiğini söylüyorum.

Bir öğretmen belki geçim sıkıntısına katlanır, etrafının, çevresinin kendisine eskisi kadar değer vermemesine o kadar önem vermeyebilir; ama üstüne titrediği, incinmesini dahi istemediği, devamlı başarılı olup önce kendisine sonra çevresi ve dolayısıyla vatana faydalı birey olarak yetişmesini istediği öğrencisinden saygı görmedi mi, ahlâkî zâfiyetleri karşısında perişan bir vaziyete düştü mü, işte buna dayanamaz. Daha birkaç ay evvel internet ortamında ve ekranlarda dolaşan görüntülerin, öğretmenlerin ne denli zor bir durumla karşı karşıya olduklarını gözler önüne sermektedir. Bir öğrencinin, öğretmeninin kolundan tutup da masasına geçmeye çalışması, öğretmenini olur olmaz ahlâk dışı hareketlerle çileden çıkarması türünden davranışlarda bulunması, bu 24 Kasım ve haftasında üstünde durulması gereken konulardan birisidir? “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” (Hz. Ali) türünden sözleri ihtiva eden bir medeniyetin evlâtlarının, tek gayesi öğretmek olan öğretmene böylesi bir tutumda neden bulunduğunu irdelemek, toplum olarak sorumluluklarımız arasındadır.

Kutsal mı? Önemli mi?

Son günlerde belli belirsiz bazı yerlerde, “Öğretmenlik kutsal değil, önemlidir. Çünkü kutsal olan bir şey tartışılmaz; inanırsın, olur biter” gibisinden tartışmalara şahit olduğumdan buna değinmemin gerekliliğine inanıyorum.

Aslında bu iddiayla ilk karşılaştığımda, “Hey Allah’ım, bir ilim ve irfan mesleği olan öğretmenliğin kutsallığı ne zamandan beri önemliliğe indirgendi?” diyesim geldi. Üstelik kutsallığın tartışılmazlığı gibi bir düşüncenin yanlışlığı da apaçık ortadayken… Hayır efendim, asıl kutsal olan tartışılmalıdır ve kutsal olduğu sürece, bence her tartışma o kutsalı yüceltecektir. En basitinden bizim kutsallarımızdan olan Kur’ân-ı Kerim, muarızları tartışmaya davet etmiyor mu? Delilleriyle birlikte, mahiyetinin aksini ispat etmeye dâvet etmiyor mu? İspat edemedikleri takdirde, onları doğru yola dâvet etmiyor mu? Bu bağlamda öğretmenlik de kutsaldır. Ve kutsallığını koruduğu müddetçe, ki koruyacaktır, elbette her tartışma kendisinin yüceliğinden hiçbir şey eksiltmeyecektir.

Sanırım öğretmen ve öğretmenlik deyince, Sokrat’ın, “Dünyada her şeye kıymet biçilebilir. Ama öğretmenin eserine kıymet biçilemez” diye ifade ettiği düşüncesi söylediklerimizi, paylaştıklarımızı özetler niteliktedir.

Tüm öğretmenlerin Öğretmenler Gününü tebrik ederim…

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Küresel nur sohbeti



İç gündemin yine iç karartıcı irtica ve laiklik tartışmalarıyla, cemaatlere yönelik suçlama ve karalama kampanyalarıyla bulandırılmak istendiği bir ortamda, hafta başında, küresel çapta bütün hızıyla devam eden nuranî fütuhatın yeni bir tezahürüne şahit olmanın mutluluk ve ferahlığını yaşadık.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfının 19-20 Kasım günlerinde tertiplediği “Risale-i Nur’a göre kötülük kavramı ve haşir akidesi” konulu toplantıya dünyanın çeşitli ülkelerinden katılan akademisyenler, toplantı bitiminde düzenlenen yemekte, nur hizmetine gönül vermiş geniş bir davetli topluluğuyla buluştular.

ABD’den, İngiltere’den, Hollanda’dan, Filipinler’den, Libya’dan, İran’dan, Kanada’dan.. gelen ilim ve fikir adamları, teker teker kürsüye çıkarak yaptıkları selâmlama konuşmalarında önemli ve ilginç mesajlar verdiler.

Zaman yazarı Kerim Balcı’nın tercümesiyle dinleyicilere aktarılan bu mesajlarda en çok dikkat çeken noktalardan biri, Said Nursî’nin eserlerinde ortaya koyduğu fikirlerin, gerek Müslümanlar, gerek Hıristiyanlar, gerekse Musevîler için buluşma zemini olduğu idi.

İranlı akademisyen bu noktaya “Şiî-Sünnî” boyutuyla dikkat çekerken, Amerika’dan ve Avrupa’dan gelen Hıristiyan katılımcılar hadiseyi üç semavî dinin mensupları bağlamında ele alan değerlendirmeler yaptılar.

Bunlar önemli tesbitler, ama çok söylendikleri için bizim açımızdan artık orijinal bir tarafları kalmamış olabilir. Ne var ki, İslâm dünyasının da, bütün insanlığın da bu mesajlardan haberdar olması için alınması gereken daha çok mesafe olduğu da bir vâkıa.

Yapılan kısa konuşmalarda, bunların dışında son derece farklı ve özgün anekdotlar da vardı.

Ve bunların en dikkat çekici olanlarından biri, Risale-i Nur’un manevî yara ve hastalıkları tedavi edici özelliğinin hem Libyalı uzman, hem de Amerika’da görev yapan Alman profesör tarafından ayrı ayrı vurgulanmış olmasıydı.

Bir başka konuşmacı, “bir Hıristiyan olarak” Risale-i Nur’dan aldığı “Allah’ı tanıma ve Ona kulluk dersi”nin altını önemle çizerken, bir diğeri yine “Hıristiyan kimliğiyle,” barış ve huzura yönelik hizmetleri için Nur talebelerine özel teşekkürlerini dile getirdi.

Porto Ricolu bir profesör Said Nursî’de en çok dikkatini çeken özelliğin, onun din ve özgürlükler için verdiği kararlı mücadele ve çektiği çile olduğunu ifade ederek, Hıristiyan azizi St. Paul’ün hayatıyla paralellikler kurdu.

Bir Amerikalı profesörün, Sözler’den, kedilerin “Yâ Rahîm, yâ Rahîm” zikrinin anlatıldığı bahsi okuyarak yaptığı nükteli ve düşündürücü yorumlarla, toplantının kapanış duasını yine Cevşen’den okuyan Vatikan temsilcisi Maroviç’in heyecanlı konuşması da, toplantıya damgasını vuran unutulmaz enstantanelerdendi.

Keza bir başka Hıristiyan Amerikalının, sözü Irak tezkeresinin reddi bahsine getirerek teşekkürlerini bildirmesinin aldığı alkışlar da.

Sonuç: Küresel boyutlar kazanan nur sohbetlerinin küçük bir nümunesi olarak gerçekleşen toplantı, hoş izler bırakarak kapandı.

Vesile olanlara ve emeği geçenlere tebrikler ve teşekkürler....

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Şûrâlar...



28 Şubat’tan yedi yıl sonra yapılabilen 17. Millî Eğitim Şûrâsı ile ilgili tartışmalar hâlâ devam ederken, YÖK’ün “vurdumduymazlığı” da sürüyor. Türkiye, Şûrâ’nın yanında TBMM Plân Bütçe komisyonunda başkanı olduğu kurumun bütçesi görüşülürken, Meclis’e dahi gelmeyen bir YÖK Başkanı ile karşı karşıya.

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, Şûrâ kararlarına uymayacağını açıkladı. Yani, 800 kişiyle -içlerinde iki YÖK üyesinin bulunduğu-Millî Eğitim Şûrâsı toplansa da, kararlar alınsa da “biz bunu takmıyoruz” diyerek rest çekebiliyor.

Meclis Plan Bütçe Komisyonu’nda 2007 yılı bütçe müzakereleri çerçevesinde YÖK, 68 üniversite ile bağlı kurumların bütçelerinin ele alındığı sırada, Komisyon Başkanı Sait Açba, YÖK Başkanı’nın yaklaşık 3 yıldır komisyonu “kaale almadığı”nı söyledi. Teziç Meclis’e başvekilini göndermişti, o da konuşturulmadı. Teziç bu durum için “mazeret” belirtme gereği dahi duymadı…

YÖK Başkanının Şûrâ’ya niye katılmadığı konusundaki açıklaması üzerinde yorum yapılması ve düşünülmesi gereken nitelikte: “Bu toplantıya katılmamamızın nedeni çok açık. Elimize gelen belgeler, dokümanlar incelendiğinde, bu toplantının amacının ne olduğu ortaya çıkmıştır. Bu amaç, meslek liseleri katsayısı, dolayısıyla asıl önemlisi, imam hatip liselerine üniversiteye doğrudan geçiş yolunu açmaktır. Bir amaca hizmet ederken, o aracın içinde bulunmayı doğru bulmadık…”

Teziç neye ortak olmak istememişti acaba? Meslek liselerine 1999 yılından beri uygulanan katsayı adaletsizliğine… Bu nasıl bir anlayıştır, anlamak mümkün değil. Sanki imam hatipler bu ülkenin okulları, oralarda okuyanlar da bu ülkenin çocukları değil.

Artık bu kararlar tavsiye kararı olarak tozlu raflarda kalmamalı, ortaya çıkan görüşler dikkate alınıp yürürlüğe konulmalı…

Hükümet son bir yılında YÖK’le ilgili kalıcı bir çözüm bulmazsa, bu tartışmalar artarak, hatta sertleşerek devam edecektir.

***

Çokça tartışılan, tartışılırken amacından saptırılan Millî Eğitim Şûrâsı’ndan sonra 30 Ekim Perşembe günü başka bir şûrâ daha toplanacak.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında toplanacak olan şûrâ, Yüksek Askerî Şûrâsı… Orgeneral Yaşar Büyükanıt Genelkurmay Başkanı olarak ilk kez Şûrâ’ya katılacak.

YAŞ öncesi bazı fırtınalar koparılmak isteniyor. Yeni Genelkurmay Başkanı’nın göreve geldiği günden bu yana sergilediği görüş ve duruşu göz önüne alınarak şimdiden Şûrâ’da olacaklar yazılıyor. Tabiî burada niyetler başka… Niyet okuyucular, burada da karşımıza çıkıyor. Haberler âdeta yönlendirme niteliği taşıyor.

Habere göre, Yüksek Askerî Şûrâ’da, ordudaki “kökten dinci hareketler” ile “çetecilik” gibi suçlara karıştıkları belirtilen askerlerle ilgili “ayrıntılı dosyaların” gündeme geleceği iddia edildi…” Sanki, bugüne kadarki şûrâlarda ayrıntılı dosyalar gündeme getirilmiyormuş gibi… Habere bir de şu “iddia” eklenmiş, bu yıl TSK’dan ihraç edilecek olan askerî personel sayısı da yüksek olacak…

Peki yılda iki kez toplanan YAŞ’ın görevleri neler diye baktığımızda, “Askerî stratejik konsepti belirlemek, gerekirse revize etmek, TSK’nın hedefleri ve ana programı üzerine görüşleri ifade etmek, TSK’yla ilgili yasa, tüzük ve yönetmelikleri değerlendirmek ve görüş bildirmek, kurmay kadrosu ve savunma bakanlarına TSK’yla ilgili konularda görüşlerinin alınmasına zemin oluşturmak ve diğer kanunlarla verilen görevler yapmak” olarak görünüyor. Demek ki, “ayrıntılı dosyaları incelemek” diğer görevlere giriyor…

Yürürlükteki Anayasaya göre, YAŞ kararlarının denetime açılması mümkün değil. Ordudan “disiplinsizlik” sebebiyle atılan subay ve astsubaylar da haklarını mahkemelerde arayamıyor. Yani bu kararlara karşı yargı yolu da kapalı…

Hükümet, bu kararlara yargı yolunu açacak çalışma dahi yapmıyor. Sadece Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, YAŞ’lardaki ihraçlara, “mahkeme kararı” bulunmadığı için şerh koyuyorlardı. Şerhe rağmen kararlar “çoğunlukla” alındığı için uygulanıyor… Bu yıl da böyle yaparlar mı bilemeyiz, ama millet artık bu durumun düzeltilmesini bekliyor.

28 Şubat süreciyle başlayan ve günümüze kadar devam eden süreçte birçok subay ve astsubay mağdur edildi. Bu antidemokratik süreçten bu yana binin üzerinde insan Silâhlı Kuvvetlerden uzaklaştırıldı. Ordudan atılan bu insanlar, her fırsatta daha çok mağdur edilmeye çalışıldı. Peki bu insanların “disiplinsizlikleri” eşlerinin başlarının örtülü olması mı, namaz kılmaları mı? Yoksa içki içmemeleri mi? Bu sorulara yıllardır cevap verilmiyor.

Artık millet, yıllardır binlerce kişiyi mağdur eden bu durumun düzeltilmesini ve YAŞ kararlarına yargı yolunun açılmasını bekliyor. İlgililere duyurulur…

26.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Osmanlı’nın son sefirleri



‘Osmanlı’nın son sefirleri’ adıyla bir kitap yazılsa, eminim çok yararlı olmasından maada, çok da ses getirir. Buradan yola çıkarak, Osmanlı’nın yıkılış ve çözülüş vetiresini ve sürecini de çok iyi tahlil edebiliriz. Çok iyi bir ayna tutar. Saadet Partisinin bugün düzenlediği ‘Papa’ya hayır’ mitinginden evvel TV 5’te Ekrem Kızıltaş’ın Ortak Zemin programına konuk olduk. Bendenizin haricinde Ahmet Kavas Bey ile Parti yöneticilerinden Ömer Vehbi Hatiboğlu da vardı. Ahmet Kavas, Osmanlı arşivlerinden temin ettiği bir belge takdim etti. Belge sabık Paris sefirlerinden birisinin İstanbul’a gönderdiği bir rapordan ibaretti.

1896 ile 1908 yılları arasında Paris’te görev yapan Salih Münir Paşa, Asitâne olarak da anılan İstanbul’a gönderdiği bir raporunda Avrupalıların yaklaşımlarını özetlemektedir. Bu özet günümüze de bir cihetle ayna tutar: “Her ne kadar bizim kanunlarımızın yeterli ve mükemmel değilse de ve idarî hata ve eksiklerimiz de sözkonusu idiyse de; bunun ötesinde, asıl mesele başkadır. Biz kanunlarımızı mükemmel hale getirsek ve bunları kusurlarından arındırsak ve bunları mükemmelen uygulasak da durum değişmeyecektir. Biz üzerimizdeki ağırlıkları atsak ve mücerret Müslüman olarak kalsak dahi, onları memnun ve hoşnut etmemiz kabil ve mümkün değildir...” Mezkur büyükelçi cumhuriyet yıllarında (1930-1940 arası) vefat eder. Keşke arşivlerden bu tür belgeler çıkarılsa da yayınlansa. Geçmişe ve geleceğe; bütün süreçlere ışık tutsa. Bu bir kez daha şunu gösteriyor: Biz hem teoride, hem uygulamada, kanunî düzenlemelerde ve bunların uygulanmasında iyileştirmeler yapmakla mükellefiz. Bu bizim görevlerimiz arasındadır. Kendimiz ve halkımız için. Bununla birlikte, bunları başkalarının gözüne girmek için yaparsak hem başkalarının gözüne giremeyeceğiz, hem de başarılı olamayacağız. Zira bu taktirde işlerimiz ve eylemlerimiz kompleksten kurtulamayacağı gibi, inanmadığımız bir işi de yapmakla karşı karşıya kalacağız. Bu taktirde, başarısızlık da kaçınılmazdır. Paris sefir-i kebirinin yazdıklarından bugünkü süreçte de alınacak çok ders var. Mahut Paris Sefirinin belgesi adeta ‘Len terda anke’l Yahudu ve’n nasara’ âyeti celilesinin sosyolojik bir tefsiri ve günümüze izdüşümüdür. Osmanlı sefirleri kabirlerinden ışık tutmaya devam ediyorlar. Ya da tarih.

***

Ahmet Kavas Beyle görüştükten sonra Keşmir’li bir misafir heyeti ağırladık. 15 yıl kadar önce görüştüğümüz Abdurreşid Turabi de heyette idi. Görür görmez beni tanıdı. Diğer misafir de Ubeydurrahman idi. İkisi de eski dost ve yaran. Hasret giderdik. Onlar bize deprem sonrası Keşmir’i anlattılar. Türk halkına olan minnet ve şükran duygularını ifade ettiler. Tarihte Osmanlı’nın ve Türklerin İslâm ümmetine önderlik ettiğini ve bu temsiliyet makamının halen boş olduğunu ve yine bu boşluğun Türkler tarafından doldurulmasını umut ettiklerini ve beklediklerini söylediler. Münib Engin Noyan ve Ekrem Kızıltaş’ın programlarının sonu da bu temennîlerle bitmişti. Demek ki organize olamamak gibi problemlerimiz çerçevesinde, kurumsal olarak ve kurumlar arasında bir temsiliyet meselemiz var ve behemehal bunu aşmalıyız. En acil mesele budur. Zaten İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu da İslâm dünyasının en acil ve akut ve müzmin probleminin temsiliyet meselesi olduğuna parmak basmıştı.

***

Abdurreşid Turabi ile birlikte IHH’dan Hüseyin Oruç Bey de gazetemizi ziyaret eden ekiptendi. Ahmet Kavas’dan sonra ondan da bir başka Osmanlı sefir hikâyesini dinledik. Türkçe’ye bazı çalışmaları çevrilen Cemaat-ı İslâmî’nin ileri gelenlerinden ve Hürşid Ahmet’ten sonra uluslararası arenada tanınan üçüncü ismi diyebileceğimiz Enis Ahmet’in de Türk kökenli olduğunu öğrendik. Onun dedesi de Osmanlı’nın son Hind Sefiri imiş. Hindistan’ın son Osmanlısı. İşte Osmanlı’nın bakiyyesi olarak Enis Ahmed’in dedesi o topraklarda kalmış ve ayrılmadan sonra da Pakistan yakasına düşmüş. Kimbilir dedesinin ne hatıraları vardır? Köklerimizi gerçekten de bilmiyoruz. Papalık Hıristiyanlararası Birlik Kurulu Başkanı Kardinal Walter Kasper ziyaret öncesi, “Papa, Türkiye’nin Hıristiyan kökenleri olduğunu da izah etmeli, hatırlatmalı” demiş. Herkesin herkese kökenini hatırlattığı şu günlerde, keşke biz de kökenlerimizi hatırlayabilsek.

26.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004