Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Cevat ÇAKIR

Bir milyon ağaç



Acarİstanbul’da bir milyon ağaç kesildiğinin iddia edilmesi ile ilgili heberler bana yaşadığm bir olayı hatırlattı. İstanbul Üniversitesi ile Çekül Vakfı’nın, İstanbul Mimarlar Odası salonunda düzenlemiş olduğu 5 günlük bir çevre semineri sonucunda, 28 Mart 1998 Cumartesi günü seminere katılanlarla birlikte Rumeli Feneri ve Demirciköy’e bir gezi düzenlenmişti. Beraberimizde bize seminer veren araştırma görevlileri de vardı.

Yolumuzun üzerinde Rumeli Köyündeki Koç Üniversitesi insaatı yeni başlamıştı. Biz heyet olarak oradaki ağaçlara ve yeni yeni başlayan yapılara bakarken, baktık ki devriye gezen jandarmalar bizi uyardı. Biraz sonra da karakoldan bir ekip gelerek bize oradan uzaklaşmamızı söylediler. Bakmak da yasak! Oysa beraberimizdeki araştırma görevlisi o bölgedeki ağaçların yapısıyla ilgili bilgi veriyordu.

Bu tarihten bir yıl sonra 28 Aralık’ta TBMM’de bir yasa çıkarılarak Bakanlar Kurulunca belirlenen bedel karşılığında vakıf üniversitelerine arazi tahsisine izin verildi. Bu kanun çıktıktan sonra çevreci kuruluşlardan ve ormancılardan çok ciddi bir tepki geldi. Tüm Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. M. Tahir Hatipoğlu, “Bu ülkede çam dalı kestiği için hapiste sürünen binlerce insan varken vakıf sahiplerine dağlar verilecek. Devletin kamu üniversiteleri çölde kurulurken, özel üniversiteleri ormanda kurmak isteyişini anlamakta güçlük çekiyoruz” demişti.1

O günkü TMMOB Orman Mühendisleri Odası Marmara Şube Başkanı Prof. Dr. Kadir Erdin ise, Koç Üniversitesi’nin açılış ve yasanın kabul tarihlerini düşerek, her yıl “Orman Katliamı Günü”nü dile getireceklerini kaydetmişti.2 İstanbul’da orman deyince Prof. Dr. Ertuğrul Acun’un yazdığı “Ormanın Kara Kitabı” adlı eseri de unutmamak gerekir. Bu kitabın 144. sayfasına göre bu üniversite için 70.000 ağaç kesilmiştir.

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’nin, “Orman Bölge Müdürü İle muhafaza memurlarının silahlı adamları yüzünden korkudan giremediğini” söylediği Beykoz’daki Acarİstanbul, 2 bin 900 dönümlük arazi üzerine kurulacak site için yaklaşık 1 milyon adet ağaç kesildiği tahmin ediliyormuş. Çevre Bakanı, “Acarİstanbul bir cinayettir” demiş (gazeteler, 7 Aralık 2006) 1991’de 2 milyon 68 bin metrekarelik ormanlık saha 670 yataklı golf kulübü yapılması amacıyla 49 yıllığına Kemeryapı Turizm A.Ş’ye kiralanmış, ama ormanda normal betonevler yapılmış. (Milliyet, 7 Aralık 2006) Böylesine kalabalık bir şehirde nefes almanın zorlandığı bir mekânda ormanların böylesine tahribininin yolunu açmak kabul edilemez. İlk yanlışlık, ormanların bir kısmını orman alanları dışına çıkarmakla başlamıştır. Bu uygulamaya da zamanında çevreciler ve ormancılar çok ciddi tepki vermişti. Hatta bir toplantıda İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi eski Dekanı Melih Boydak, “Bu günkü makinelerle çok kısa bir zamanda ormanın ağaçlarını keserek orman vasfının değiştirilebileceğini” söylemişti.

Ağaçlara bu kadar baskı uygulanmasının temel sebebi insanların diğergam olmamaları, herkesin kendi menfaatini düşünür olmasıdır. Adeta ‘benden sonra tufan’ düşüncesinin yaygınlaşmasıdır. “Ben görmesem bir daha yeryüzüne su yağmasın” mantığının toplumda yaygınlaşmış olduğunun bir göstergesidir bugünkü yaşadıklarımız.

Ahlâkî erezyon her sahada bizi menfi bir şekilde etkilemektedir. Pazarda, sokata, ormanda, bağda, bahçede, her yerde. Ecdadımız evinin projesini bahçedeki ağaca göre ayarlarken, bize ne oldu da tersini yapmaktayız? Bu durum ciddi olarak sorgulanmalı, yorsa uydu fotoğraları çekmekle veyahut da helikopterlerle havada tur atmakla olmaz.

Dipnotlar: 1-Akit, 30/12/1999, s.12, 2-a.g.g

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

AB treni ilerliyor



AB treni, kaza yapmadan, vitesi küçülttü, bazı vagonları bir süreliğine seferden men etti. Bildik tabirle askıya aldı. Sekiz vagon şimdilik “askı”da. Lokomotif çalışıyor. Yollar açık. Diğer vagonlarda işlem problemi yok.

Trenin yavaşlamasında; yolcular, yolculayan ve karşılayacak taraf kendince kurallarını belirlemeye çalışıyor ve sürtüşmelerden arınamıyorlar. Kolay değil. AB tarafları, bin yıllık çatışmaların birikimlerini ve değişkenliklerini minimize edip, uzlaşmaya çalışıyorlar.

Medeniyet, din, kültür ve önyargı farklılığı, beraberinde ciddi bir iletişim ve diyalog zorluğunu getiriyor. Üstelik siyasi yaklaşımlarda ortaya çıkan zıtlaşmalar ve Kıbrıs gibi çözülemeyen meseleler de eklenince, çok boyutlu karmaşık süreç ortaya çıkıyor.

Türkiye’nin AB süreci, diğer aday ülkelerle kıyaslanamayacak farklılıklar, gariplikler ve kendine özgü tuhaflıklar yaşamaktadır. En basitinden Kıbrıs meselesinde problemin parçası olan Rumlar, karar verici konumda ve masanın öbür ucunda belirleyici rolünde.

Rumlar böylesi bir kozu sonuna kadar işliyor. Yeni yetme bir AB üyesi olmasına rağmen, Yunanistan’la birlikte Türkiye karşıtları için bulunmaz bir muhalif figür olarak kullanılıyor.

Türkiye ise, Ankara Antlaşmasına uymamakta direniyor. Ek protokol için, AB’nin de taahhüdüne bağlı kalmasını istiyor. Herkes biliyor ki, adaylığa giden yolda elbette karşılıklı uyum şart. Ancak siyasetin esen rüzgârı, seçimler arifesinde, hükümetin ulusalcılık damarını kabarttı.

Başbakan, limanlar meselesinde son altı ayda üslup açısından dozajı kaçırdı. Avrupa ile duygu bağını ve diplomasinin yumuşak sonuç alma maharetini bir kenara bıraktı. Restleşti. Fazlaca ulusalcı cepheye kaydı. Avrupa’yı okumada ve ince mesajlarına duyarlı davranıp, trenin hız kaybına fırsat vermemekte gafil yakalandı…

Karar sonrası daha yumuşak bir üsluba büründü, ancak işten geçtikten sonra. Yani beklenen hız kaybından sonra.

Limanların açılması ve kısmî mütekabiliyetle karşılıklı çözüm üretme sürecine girdiğini tahmin ettiğimiz Kıbrıs meselesi, Rumların bu etaptaki kozlarının etkili olmasının yanı sıra, Kuzey Kıbrıs’ta izolasyonları kaldırma kararının teyidini ve önümüzdeki aylarda bunun masadaki gündemler listesinde kalmasını sağlamakla, ileri hamlede Türkiye’ye şans veriyor.

Birinci etapta, Rumların AB’de karar verici taraf olarak elde ettiği sonuç, beraberinde uzlaşmaz tutumunun da limitini dolduruyor. Diğer ülkeler nezdinde bu psikolojisini ila nihaye devam ettirebileceği kanaatinde değilim.

Sekiz başlığın askıya alınması ile birlikte, yeni dönem yaklaşım ve karşılıklı müzakere disiplinine riayet süreci hızlanmıştır. Taraflar birbirinden vazgeçmemiş, ancak birbirinin onaylanmayacak yönlerini karşılıklı ifade etmekten de çekinmemişlerdir.

Buna göre;

1- Diyalog, müzakere veya gelişme süreci, karşılıklı uzlaşmaya dayalı esnek ve kabul edilebilir ortak menfaatleri zorunlu kılmaktadır. Müzakere, illa dediğimizin olması veya aksi durum her şeyde teslim olmamız anlamına gelmiyor. Birbirini anlama ve ortak süreçlere dahil etme niyet ve kararlılığıdır.

2- Türkiye demokratik açılımlarını kesintiye uğratmadan evin içini düzenlemeye devam edecektir. Bunu, insanımızın temel ihtiyacı olarak görmelidir.

3- Mesafeli sabır içinde toplumların birbirlerini kavraması ve uyum noktalarını iyi belirlemeleri süreci ile karşı karşıyayız. Olgunluk içinde haklarımızı savunurken, eksiklerimizi de gözden geçirip bunu ifade etme noktasındayız.

4- Avrupa’daki muhalif dalga, dışlayıcı tavrıyla Türkiye’ye ilgi duyacak ve destekleyecek tarafların oluşmasına da bu vesileyle katkı sağlamış oluyor. Yani, Türkiye konusunda bölünen bir Avrupa var. Lehimize olan sesler zamanla daha da yükselecektir.

5- Bizdeki AB muhaliflerinin peşin hükümlü görüşleri bilindiğine göre, bizi AB’ye istemeyen sadece Avrupalılar değil. Bizde de statüko işbaşında.

6- Karşılıklı temkinli mesajlar ve birbirini anlama saygısı artmaya başladı. Yeni dönem başkanı Almanya’nın dışişleri bakanının, yeni müzakere başlıklarının devamını ve Kıbrıs’ın direk ticaret yapmasını sağlayacaklarını söylemesi bile önemli bir adım.

Velhasıl, sonuç daha iyi başlangıçların habercisi. Sıkışmamız, sorumluluklarımızı hatırlattığı için direncimizi ve Avrupa karşısında birliğe üye olurken bile sebat ve metanetimizi temin edecektir.

AB treni hız kesse de ilerliyor.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Müslüman Sol tutar mı?



Dine saygılı olduğunu öteden beri bildiğimiz CHP eski genel sekreteri, sol kökenli Ertuğrul Günay ile Millî Görüş çizgisinden gelen Mehmet Bekâroğlu’nun yeni bir siyasal yaklaşımın öncülüğüne soyunmaları ve adı dindar solculuk diye nitelenebilecek bir oluşumun çekirdekçiğini oluşturmaları ilk elde kulağa hoş geliyor, ama başarılı olacağa pek benzemiyor.

Türkiye’nin siyasal ve ideolojik süreci, başka ülkelerdeki süreçten çıkış noktaları, gerekçeleri ve yapılanması açısından farklı ve nevi şahsına münhasır bir çizgi oluşturduğundan dolayı, böyle bir girişimi benzer olaylarla ve hareketlerle kıyaslayarak başarılı bulmak fazla iyimserlik, hatta hayalperestlik olur diye düşünüyoruz.

Bir kere Türkiye coğrafyasında adını sol ve sosyal demokrat diye belirleyenlerin sol ve solun türevleri alanında hiçbir yazılı kültürü ve bilgi birikimi yoktur. Daha basit ve kısa söyleyecek olursak bizim solcularımız hiçbir zaman için Marks, Lenin, Mao öğretilerini okuyarak solcu olmamışlardır. Bir düşünce analizi ve sentezi sonunda solculuğu seçmiş değillerdir. Tamamen taklit ve sloganik bir atmosfer içinde solculuğa talip olmuşlardır. Sloganlarla düşünce ve fikir sistemlerinin dejenere olduğunu herkes bilir. Sol bu anlamda daha doğarken dejenerasyona uğramış ve benzerine başka yerde rastlanmayan bir din karşıtlığı, inanç düşmanlığı ile özdeşleşmiştir. Bir Menemen psikozu bile epey ipuçları verir bizdeki solun yapısallığı hakkında.

En büyük hatayı da İslâm dinini Batı’daki Hıristiyanlık, ruhbanlık ve kilise hakimiyetine karşı verilen mücadelede, hiçbir tahlil ve ayrıştırma yapmadan aynı yaklaşımı Hıristiyanlıktan tamamen farklı olan İslâma karşı uygulamaları yani muhalefetleri olmuştur. Sözgelimi, nihilist filozof Neitzche’nin aslından tamamen uzaklaşmış ve krallarla papazların sömürü aracı olarak kullandıkları ve rasyonaliteye pek uymayan üçlü tanrı inancına reddiye babında “Ve Tanrı öldü” deyişini olayın künhüne vakıf olmadan bizim solcularımız “Allah öldü” şeklinde algılayarak tarihî yanılgıya düşmüştür.

İslâmcı sol ya da bizdeki adıyla siyasal İslâmcılara gelince, onlar zaten İslâmın kendi iç dinamiklerine dayanarak sosyal ve siyasal hadiselere çözüm getirmek yerine, solculuğun ve solun değerler felsefesini esas kabul ederek İslâmı bu elbiseye göre kesilen ve yontulan bir beden gibi uygulamaya çalışarak daha başlangıçta yanlışlar zincirini başlatmışlardır. İslâmı solculuğa adapte etme şeklinde ifade edilebilecek bir strateji hatası yaparak dâvâyı doğarken boğmuşlardır. 70’li yıllarda İslâmcı gençliğin, Mao’cu ve Leninci gençler gibi askerî parkalı, botlu kıyafetlerle gezmeleri, ellerinde-bellerinde silâh ve sopayla İslâma hizmete yeltenmeleri, devrimci marşların notalarıyla aynı sesi veren yani bestesi aynı, güftesi başka güdük bir taklitçilikle siyaset arenasında boy göstermeleri henüz hatıralardan silinmedi. Arap sosyalizminin bir nevi Türkiye’ye uyarlanmış, Filistin menşeli sunumuyla Türkiye’de dine ve dindara da hayli sıkıntılı yıllar yaşatan bu anlayış, sonunda miadı dolmuş âlet gibi bir süre kullanıldıktan sonra mazinin tozlu raflarındaki yerini almıştır.

Bu yeni oluşum ne kadar iyi niyetli olursa olsun, hitap ettiği seçmenlerin içinde bulunduğu kavram kargaşası, destek beklenen kitlenin potansiyeli, siyasal konjonktür ve tarihî gelişim trendi açısından geç kalmış bir hareket olduğu kadar, siyasal beklentiler açısından bir boşluğu dolduracak, yeni bir rüzgâr estirecek vizyon ve misyonda sayılmayacağından, geleceği açısından iyimser olmak çok güç gibi.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Kar’a...



Bu kış yağmadın, iyisin değil mi?

Biliyorsun, aramızdaki yolculuk tek taraflı: Sen gelmiyorsun, bari biz sana gidelim diyemiyoruz. Kara yolculuğunu da hava yolculuğunu da başardık, ama “kar”a yolculuk henüz iç dünyamızda bile yok.

Telefonlarımız her işe yarıyor, ama bir tek seni arayamıyoruz. Belki bilsek numaranı, “Şu an ulaşılamıyor” diyen o sesi bile duymayacağız. Belki biiip sesi bile çalmadan açacaksın. Ama “Bilinmeyen numaralar” servisinin, “Akla bile gelmeyen numaralar” departmanında beyaz üstüne beyaz harflerle yazılı senin numaran.

Ben senin cahil olmadığını biliyorum. Okumayı sevdiğini varsayıyorum. İnternete girmesen de, kendi usulünce yazdıklarımı okuyorsun diye umuyorum. Nasıl yaparsın, ne tür bir yol takip edersin bilmiyorum, ama iyi olduğunu bir şekilde bildirir misin? O lapa lapa tanelerinden en azından bir “lapa” yollar mısın pencereme? Üstündeki geometrik şekilde, “Çok şükür iyiyim, bir şikâyetim yok. En kısa zamanda yağacağım” yazarsa, çok mutlu olacağım.

İyi olmadığın ihtimalini ise, düşünmek bile istemiyorum. Karlar hasta olur mu, hiç bilmiyorum. Hiçbir masalda, hasta karlara dair bir şey okumadım. Hiçbir filmde öksüren, burnu akan, ıhlamur kaynatıp içen kar tanelerini izlemedim. Hiçbir psikoloji kitabında, morali bozuk karların tedavisiyle ilgili bir şey yazmıyordu.

Zannımca hasta da değilsin, ama biraz kırgınsın. Hep şikâyet ettik senden. Kâbus dedik, bembeyaz olmana rağmen “kara” leke sürdük sana ve sen küstün. “Yağmayacağım işte” dedin.

Hem bizim pek çok davranışımızı tasvip etmiyorsun, biliyorum. “Ben görevimi yapıyorum, ama şu üstüne yağdığım insanlara bak” diyorsun. Buna rağmen, görevini yapmanın bilinciyle yağmaya devam ettin. Ta ki bu sene kadar.

Belki canına tak etti, belki bizi denemeye niyet ettin, belki canın biraz sıkkın sadece, geçince yine yağmaya devam edeceksin.

Aslında biliyor musun, biliyorum. Sen sadece sana verilen emirleri yerine getiriyorsun. Bu sene “yağ” emri gelmedi, yağmıyorsun. “Yağ” dense, seve seve ve lapa lapa yağacaksın…

Ve ben işte bunu seviyorum.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçim sistemi



Erdoğan dört yıl önce 3 Kasım gecesi partisinin seçim zaferi belli olduğunda basına seçim sistemi ve partiler kanunuyla ilgili olarak, “Önümüzdeki yerel seçimlere kadar bunları değiştireceğiz” mesajı vermişti.

Yerel seçimler 2004 Mart’ında yapıldı. Ama ne öncesinde, ne sonrasında Başbakanın söz verdiği değişiklikler gündeme geldi...

Erken seçim tartışmalarını her defasında giderek artan bir tehevvürle reddeden Erdoğan ve kurmayları, seçimin normal zamanında yapılacağı tarihe bir yıldan az bir süre kala konuyu tamamen unutmuş görünüyorlar.

Sadece Arınç’ın bu hususta zaman zaman “Yapılmalı, edilmeli” şeklinde çıkışları oldu.

Ve Meclis Başkanının son olarak birkaç ay önce yine konuyu gündeme getirdiğini hatırlıyoruz. Ancak yine sonuç çıkmadı. Ve Arınç neticede “Artık bu saatten sonra olmaz” diyerek, “ısrarlı” takibine son noktayı koydu.

İktidar partisinde ve hükümette onun dışında konuyu gündeme getiren başka bir isim de olmadı.

Aynı durum, anamuhalefet için de geçerli. CHP’nin de seçim sistemini ve partiler kanununu düzeltme gibi bir derdi ve tasası yok.

Oysa bu mesele, demokrasinin sağlıklı bir işleyişe kavuşturulması için çok önemli. Hiçbir şey olmasa, “Partiler evvelâ kendi içlerinde demokrasiyi tesis ederek lider sultasını bertaraf etmeli ki, asker-sivil ilişkilerinin demokratik kriterlere uydurulmasını talep edebilsinler” argümanını geçersiz kılmak için şart.

Gerçek şu ki, parti içi demokrasinin düzgün işlemeyişi, tabandan yukarıya giden kanalların tıkalı olması, seçimlerden de sağlıklı sonuçlar çıkmasına ciddî şekilde engel oluyor.

Aday listelerine girip Meclise seçilebilenler bunu liderin ve ekibinin tercihine borçlu oldukları için, davranışları da ona göre oluyor.

Bu da demokrasimizi zaafa uğratıyor.

Onun için, tabanın tercihlerini etkin ve belirleyici kılacak sistem değişikliklerinin bir an önce gerçekleştirilmesi hayatî öneme sahip.

Meclise ilk girdiğinde Ankara siyasetinin gereklerine uyum sağlamakta sıkıntı çeken ve bocalayan, ama taban siyasetinde, yani seçmenine hizmette başarılı bir isim olan 19. dönem İzmir Milletvekili Mehmet Özkan’ın bu noktada hayli dikkate değer önerileri var.

Özkan milletvekillerinin lider tercihiyle, holding, TV kanalı ve gazete patronu, üniversite sahibi, zengin vakıf, sendika ağası veya başkaca nüfuz sahiplerinin referansıyla değil, doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlamada tercih sisteminin önemini vurguluyor.

Halkın, seçeceği vekilini tanıyabilmesi için, büyükşehirlerde dar bölge sisteminin getirilmesi; partilere mükerrer kayıtları önlemek için il ve ilçe seçim kurullarına bilgisayar ağı kurulması; partilerden ayrılanları, ölenleri ve yeni kayıtları içeren üye kayıt defterlerinin seçim kurulunca denetlenmesi; kayıtların her yıl güncellenmesi; adayların gerçek kayıtlı üyelerle hakim denetiminde önseçimle belirlenmesi gibi tekliflerde de bulunuyor Özkan.

Sanıyoruz, bunlar hizmete endeksli taban siyaseti yapan herkesin paylaşacağı teklifler.

Bakalım, uygulandıklarını görecek miyiz?

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

İşkencenin çeşidi



Bu günlerde çok sık konuşuluyor. Sağır Oda dizisinde (Kanal D) bir işkence sahnesinde Ukraynalı kadın ajana, Ajdar dinletiliyor.

Meslektaşımız, Yeni Şafak gazetesi yazarı Bekir Hazar ise, dizinin yapımcısıyla görüşmüş...

Cüneyt Özdemir bu ilginç işkence yöntemini cevaplandırırken, senaryo gereği de olsa bunun bir hayal mahsulü olmadığını söylemiş.

Çünkü:

12 Eylül döneminde mahkumlara yapılan işkence yöntemlerinden bir tanesi de sonuna kadar açılan arabesk müziği imiş. Yani “arabesk”i dinleterek, mahkumları çıldırtıyorlarmış.

Rastlantıya bakın.

Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erdal Işık, “arabesk”in sara hastalarını uyardığını, hatta hastalığı tetiklediğini söylüyor.

Düşünebiliyor musunuz İbrahim Tatlıses’in bazı türküleri sara nöbetini tetikliyor. Bunun sebebini henüz bulamamışlar. Ancak, beynin işlevini konu alan bazı çalışmalar da, müziğin duygularla ilişkili bir ilim dalı olduğunu gösteriyor.

Yani, Hicaz makamı alçak gönüllülük.. Rast makamı, neşe ve huzur.. Uşşak makamı gülme duygusu.. Acemaşiran makamı ise gevşeme hissi veriyor.

ERTUĞRUL’DAN SONRA DÜNDAR FACİASI

Uğur Dündar da “tesettür faciası” başlığıyla ilgili bu konuyu gündemine taşıdı. (Arena, Kanal D)

Rezil oldu.

Kırk yıllık gazetecilik karizması bir anda çizildi.

Ekranda muhatap olduğu kişiler çatır çatır cevap verirken, Dündar’ın yüz şekli ilk kez böylesine değişiyordu. Kıpkırmızıydı.

Yeni Şafak gazetesi bu olayı sütunlarına taşırken, aynı zamanda muhataplarla söyleşi yapmış.

Bir kere habere konu edilen doktorların “erkeklere testis ultrasonu çekmekten kaçındığı” haberlerinin yalan olduğunu söyledi. Hastane kayıtlarına göre, sadece Kasım ayı içinde toplam 192 hastaya tıp dilindeki adı “tüm abdomen us” olan, 24 hastaya da “suprapubik pelvik us” denilen testis tetkiki yapılmış. Dahası, 2 hastaya da “skrotal us” denilen testis tetkiki yapılmış ve ultrasonları çekilmiş.

Uzatmayalım, hasta A.F.G olayı şöyle anlatmış:

“O gün (13.11.2006) hastanede ultrason odasına girdiğimde personel tarafından elimdeki kâğıda baktılar ve acil olmadığı için ultrasonumu hemen çekemeyeceklerini söylediler. Başı açık kumral bir kadın doktor vardı. Başörtülü bir doktor görmedim. Ben Uğur Dündar’ın ekibinden kişilere de aynı şeyleri söyledim. Bu başörtüsü nereden çıktı, anlamadım. Oradaki kadın bana yetkisinin olmadığını söyledi. Ayrıca kendisinin doktor mu, yoksa hemşire mi olduğu konusunda net bir bilgim yok.”

“En çok üzüldüğüm konu başörtüsünün bu meseleye dahil edilmesidir. Uğur Dündar’ın adamları hepimizle konuştular ve bize hiç bir şekilde ‘başörtülü doktorun filmi çekmek istemediği’ gibi bir şeyden söz etmedi...’” diyor. (Yeni Şafak)

Baba Osman G., gelininin, küçük oğlu A.F.G’nin sevgilisi olarak lanse edildiğini hatırlatıyor bir de...

Diyor ki: “Burası 50 hanelik bir orman köyü. Şimdi biz kime ne anlatalım, ne söyleyelim. Bunu Sayın Uğur Dündar’ın bana açıklaması gerekmiyor mu? Bu yapılan hangi onura, ahlâka sığar, bu nasıl bir gazeteciliktir?” (a.g.g.)

Yani:

Tüm bu açıklamalar, hastanın “tesettüre irtibatlı olarak” röntgeninin çekilmemesinin doğru olmadığını gösteriyor.

Hastanın ultrasonun çekilmesinde ihmal olduğu belli, ama Dündar’ın haberi bunu “tesettürlü kadın doktorun erkek hastanın testisini çekmek istememesine” bağlıyordu. Bu açı yalanlanınca Uğur Dündar’ın haberi de temelden çürük çıktı.

Dememiz o ki:

Medyanın “başörtülü” haberleri geri tepti.

Sadece Dündar değil, onun şahsında “derin güç odakları”nın da karizmaları yerle bir oldu.

Acaba diyorum:

Usta gazeteci Dündar vitrinini süsleyen 33’üncü Altın Kelebek TV Yıldızları Yarışması’nda “En iyi haber programı” ödülüne bakarken şimdi ne düşünüyor?

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İlhan Abi çaptan düştü



Recep Peker, “ayak takımı” diyecek kadar halka tepeden bakan, daha bakanken, başbakanı izletecek kadar sertlik yanlısı ve muhalefete iki de bir İstiklâl Mahkemelerini hatırlatacak kadar da demokrat(!) bir başbakandı.

1947 bütçesi görüşülürken Demokrat Parti grubu adına Adnan Menderes’in yönelttiği eleştirileri, “Kötümser, psikopat, mariz bir ruhun ifadesi” olarak nitelendirince Mecliste kıyamet kopmuştu.

Açık oy, gizli tasnif yöntemine rağmen 1946 seçimlerinde Meclise 66 milletvekili sokan Demokrat Parti grubu bu söz üzerine Meclisi terk etti.

İşte sine-i millet sözü siyasî literatürümüze o zaman girdi.

Demokrat Parti milletvekilleri bir süre Meclisteki oturumlara katılmadılar, siyasî ortam iyice gerildi.

Cumhurbaşkanı İsmet İnönü bunun üzerine DP Genel Başkanı Celal Bayar ve Fuat Köprülü ile CHP yöneticilerini alarak bir toplantı yaptı.

Tarihe 12 Temmuz beyannamesi olarak geçen ve “tek partili millî şef dönemi”nden çıkan Türkiye’nin kendini çok partili sisteme hazırlamasında önemli bir kilometre taşı olan dönem başladı.

İnönü, cumhurbaşkanı olarak tarafsız kalacağı güvencesini verirken, iktidar ile muhalefet arasında hakemlik yapacağını belirtiyordu. Buna karşılık muhalefet partisi de yasal sınırlar içinde kalmaya özen gösterecekti.

57 yıl sonra 12 Temmuz Beyannamesinin şartlarını hatırlatmamızı gerektiren olay, elbette ki son günlerde yeniden patlak veren sine-i millet tartışması.

İnönü’nün tarihî kişiliğine rağmen, Recep Peker 12 Temmuz Beyannamesinden memnun kalmamıştı. Aslında Recep Peker bir muhalif partinin varlığından dolayı memnun değildi.

Milletine, “ayak takımı” diyecek kadar jakoben bir kafa yapısının, iktidar-muhalefet ilişkileri, çok partili demokrasi, diyalog ve uzlaşma gibi çağdaş değerleri benimsemesi, bunlardan hoşlanması beklenebilir mi?

Türkiye’deki Çankaya sancısının temelinde de bu yatıyor aslında. Oraya, Ahmetlerin, Mehmetlerin temsilcisini lâyık görmeme olayı.

Olayı Recep Tayyip Erdoğan olarak düşünmemek gerek. Erdoğan’ı aradan çekip aldığımızda ‘Milletin temsilcileri Çankaya’da olur mu olmaz mı?’ mücadelesi bu.

Bu yüzden ne Celal Bayar’ı, ne Turgut Özal’ı içlerine sindirebildiler. Demirel, SHP’nin de desteği ile seçildiği için çok fazla itirazları olmamıştı.

Celal Bayar, Çankaya’ya çıktığında arkasında yüzde 50’den fazla halk desteği vardı.

Özal tek başına iktidarın temsilcisi, Demirel ise SHP’nin de desteğiyle yüzde 50’ye yakın bir oy oranı ile çıkmıştı. Peki sorarım size Cemal Gürsel’in, Cevdet Sunay’ın, Fahri Korutürk’ün arkasında yüzde kaç oy vardı? Milletin anasının ak sütü gibi helâl oylarla sandıktan çıkarak mı cumhurbaşkanı oldular? Onları Çankaya’ya sandık mı taşıdı, namlu mu?

AB’ye tam üyelik tarihi alan Türkiye, artık ikide bir Çankaya sancısı yaşamamak için cumhurbaşkanlığı seçimini de AB’ye uyumlu hale getirmeli.

Bu konuda 9. Cumhurbaşkanı Demirel’in tespiti çok yerinde. Demirel, cumhurbaşkanı seçiminin halka yaptırılmadığı sürece bu sancının bitmeyeceğine işaret ediyor. Ve AB ülkelerinde devlet başkanlarının seçimle geldiğini hatırlatıyor.

Önümüzdeki seçimden sonra ilk gündem maddelerinden biri bu olmalı. Muhtarını, ihtiyar heyetini, azasını seçme yetkisi olan millete artık cumhurbaşkanını da seçebilme hakkı tanınmalı.

Bu konuda gerekirse referanduma gidilebilir. Her 7 yılda bir Çankaya sancısı ile kıvranmaktan kurtulmayı gündemimize almamız gerekiyor.

Bu konunun tepki çekeceğini de sanmıyorum.

Bir dönemler cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmek isteyen güçler, asker-sivil-medya ortak cuntalar oluşturur, ülkeye olmadık gerilimler yaşatırdı.

Ülkemiz artık bir seviyeye geldi.

1965’ten sonra cumhurbaşkanını ve AP iktidarını devirmek için Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Uğur Mumcu, Cemal Madanoğlu ve Celil Gürkan ile birlikte cuntalar kuran İlhan Selçuk bile umudunu erken seçime bağlamış görünüyor.

Ya İlhan Abi çaptan düştü, eskisi gibi cuntacılık işlerini gözü yemiyor ya da, İlhan Selçuk da bu işin çıkmaz sokak olduğunu anladı, çareyi demokrasi içinde arıyor.

Demokrasi adına en azından “elde var bir” demeli...

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Vay sansürcüler vay!



“Sansür”, dün olduğu gibi, bugün de belli ölçülerde medyanın gündemindedir. Ancak bazıları ‘sansür’ denince; ‘yakın tarih’imizde yaşananları değil de, özellikle Sultan Abdülhamid dönemini hatırlar ve hatırlatır. Yapılan propagandalar sebebiyle de, maalesef, ‘sansür’ ile ‘Sultan Abdülhamid’ bir arada anılır duruma gelmiştir.

Sansür; ‘belirli bir düşünce veya sanat eserini, ilgili kurumların kendilerince gerekçelerle, kontrol altında tutması veya sınırlandırması’ olarak tarif ediliyor. Elbette Sultan Abdülhamid döneminde de ‘sansür’ uygulanmıştır, ama daha sonraki dönemlerde (Tek parti dönemi) Sultan Abdülhamid devrini aratacak öyle sansürler uygulanmıştır ki, şaşmamak mümkün değildir. Tabiî şaşabilmek için; uygulanan ‘sansür’lerin bilinmesi lâzım.

Gazeteciler Cemiyeti’nin “60. Yıl Projesi” olarak hayata geçirmek istediği “Medya Gözlem Merkezi” konusunda Aktüel’in (sayı: 2006-51, 14-20 Aralık 2006) sorularını cevaplandıran Hıfzı Topuz, sansür uygulamalarından da bahsetmiş. Topuz’un verdiği örnekleri, Sultan Abdülhamid dönemine ait olsa da, derginin derlediği “Tek parti devri sansürleri” daha ilgi çekici. İsterseniz, tek parti devri sansürlerinden örneklere bakalım:

*Karabekir’e sansür: Kâzım Karabekir’in beyanları nazarı itibare alınmayacaktır. Ve bunlardan bahsedilmeyecektir. Ankara muhabirlerine Halk Partisi’nden söylenmiştir.

*Şikâyet kılıklı neşriyat: Ekmekten, odundan ve kömürden, etten şikâyet kılıklı neşriyat yapılmayacaktır. 10 Ocak 1942

*Sadece geldi gitti: Türkiye’ye gelmiş olan İngiliz askeri heyetiyle mülakat yapılmaması, tafsilatlı yazı yazılmaması Dahiliye Vekaletinden bildirilmiştir. Sadece geldi, gitti yazılabilir. 14 Mayıs 1939

*Tefrikayı kesin: Yeni Sabah Gazetesi Müdürlüğüne, Sami Karayel’in Yüzleri başlıklı tefrikasını kesmenizi rica ederim. Verilen talimatı istismar yollu neşriyatta bulunmanız doğru değildir. 24 Mayıs 1942, Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper.

*Üç sütun başlık: Tasvir-i Efkar Gazetesi Müdürlüğüne, Gazetenizin 19 Ağustos 1941 tarihli birinci sahifesinde Alman Rus Harbi serlevhasında bir haberi büyük başlıklarla üç sütun üzerine plase ettiğiniz görülmüştür. Bu hareketinizin talimata aykırı olduğunu saygılarımla bildiririm. Matbuat Umum Müdürü Vekili İzzettin Nişbay.

*Yabancı radyo haberleri: Türkiye’den bahseden radyo haberlerinin Matbuat Umum Müdürlüğü’nden izin alınmadıkça neşri yasaktır. 19 Eylül 1939.

*Rusya yazılmayacak: Rusya kelimesi yalnız başına kullanılmayacak. Sovyet Rusya diye yazılacaktır. 23 Aralık 1939.

*Oniki Adalar hakkında: Son zamanlarda gazetelerimizde Oniki Ada hakkında taleplerimiz olduğu izlenimini verecek neşriyat yapıldığı görülmektedir. Bundan böyle bu hususta katiyen yazı yazılmamasının, Türkçe siyasî gazetelerin mesul şahıslarına ehemmiyetle tebliğini rica ederim. 6 Ocak 1941.

*Bakanların gezileri: İcra Vekilleri Heyeti azalarının (Bakanlar Kurulu üyeleri, bakanlar) yurt içindeki seyahatleri hakkında Anadolu Ajansı tarafından verilecek haberlerden başka neşriyat yapılmamasını rica ederim. Matbuat Umum Müdürü Selim Sarper, 24 Mayıs 1942,

Bu örneklerden sonra, Sultan Abdülhamid’i suçlayanların biraz düşünmesi gerekmez mi?

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ayakkabı mı, kadın reklamı mı?



Ne gariptir bu insanlar, lastik reklamı yapar, çıplak kadını reklam aracı olarak kullanır. Ayakkabı reklamı yapar, defilesinde çıplak kadınları teşhir eder.

Kadın hakları savunucuları kadının reklam aracı olarak kullanılmasına, çıkarlara âlet edilmesine, aşağılanmasına niçin göz yumarlar şaşarım. Oysa zaman zaman Batıda kadınların bu tür faaliyetlere isyan ettiklerini biliyoruz.

Peki, ya İTÜ’de sunulan ayakkabı defilesinde çıplak kadınların kullanılmasına ne demeli? İlim-irfan yuvasında gençlerin iştahlarını kabartmanın, meraklarını tahrik etmenin ilimle, irfanla ne ilgisi var?

Başörtüsü avcılığı yapan üniversitelerimiz bakın görün ki, bilmem neyin tanıtımı adına kadının resmen reklam aracı olarak kullanılmasına göz yumuyor.

Siz bu ülkenin insanları değil misiniz? Bu ülkenin inanç, örf ve âdetlerinden haberiniz yok mu?

Gençleri eğitime, öğretime, başarıya sevk ve teşvik etmenin yolu nefsânî arzularını tahrik etmekten mi geçiyor?

Tahrik olan bir gencin gözü okumakta mı, yoksa dışarılarda mı olur?

Gözü dışarlarda olan öğrencinin derslerine çalışması, başarılı olması ne derece mümkündür?

Dışarda gözü olanın sadece kadın-kız merakları olmaz. İçki, kumar, v.s. de o yolun vazgeçilmez parçasıdır. Böyle olunca bir öğrenciye ne babasının gönderdiği harçlık yeter, ne de aldığı burslar.

Parası yetmeyen gençleri hırsızlık, v.s. gibi kötü alışkanlıklardan neyle sakındıracaksınız?

Bunlar önemli değil bazı kimseler için. “Vur patlasın, çal oynasın; ye, iç, eğlen” anlayışı hâkim onlarda. Başörtüsü tehlike onlar için, ama reklamlarda çıplak kadının kullanılması ilme teşvik eder!

Oysa hayatın hiç göz yumulamayacak gerçekleri var. Güneşe karşı göz yumularak “Ortalık gece” demekle insan kendini nereye kadar avutabilir?

Elbette gençlerin ölçülü, dengeli ve meşrû tarzda eğlenmeye hakları var. Okumaya, öğrenmeye bunlar çeşnilik katar. Ancak kantarın topuzu bir tarafa kaydırıldığında denge yitirilir, eğitim ve öğretimle istenen hedefe de ulaşılamaz.

Ülkenin geleceği emanet edilecek gençlere yön ve istikamet, çalışma şevki ve başarıya ulaşma gayreti verilecekken onların yeteneklerini dumura uğratacak yönlendirmeler sadece onlar açısından değil, aileleri, toplum ve ülke açısından da bir kayıptır.

Akıldan çok hissiyâtla hareket eden gençlerin akılları yerine hislerini, hem de zararlı yönlere kamçılamak iyilik ve hizmet değildir. Onları dengesi bozuk bir terazi gibi ortada bırakmak bu ülkeyi sevmek de değildir.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İmanın tedâvi gücü



Araştırmalar, inancın, moral gücünün, güçlü imanın maddî nastalıklarımızı dahi tedavi ettiğini göstermiştir. Amerika’nın Pensilvanya eyaletinde yapılan bir araştırmada, kalp hastalıkları ve iyileşme süreçleri incelendi. Geisinger Tıp Merkezi ve Bucknell Üniversitesi uzmanları, araştırmada daha önce kalp krizi veya kalp ameliyatı geçiren yaklaşık 100 kalp hastası seçmişlerdi. Bu hastalardan dinî inançları kuvvetli olan ve olmayanları iki gruba ayırarak on iki haftalık bir tedavi sürecinden geçirdiler. Tedâvi sürecinde iki gruba da aynı ilâçlar verildi ve aynı testler uygulandı. Sonuçta dinî inançları güçlü olan grubun daha çabuk iyileşme temayülleri gösterdiği saptandı.

Bucknell Üniversitesi Psikoloji profesörü Ghris Boyatzis de, “Daha inançlı olan hastalarda gözle görülür bir iyileşme kaydedildiğini” belirtti. Geisinger Tıp Merkezi Kalp Hastalıkları Tedavi Bölümü yöneticisi Timothy McConell ise, hedeflerinin çalışmayı daha da genişleterek insan sağlığında dinî inancın önemli bir yere sahip olduğunu ispatlamak olduğunu söyledi.1

Diğer taraftan kalp damar hastalıklarına yakalananların ekserisinin aceleci, sabırsız, telaşlı, saldırgan, hırslı, rekabetçi, iddiacı, kafasının dikine giden kişilik özellikleri taşıyanlar oldukları tespit edilmiştir.2 Manevî bir hastalık olan stres, yani, üzüntü, endişe, sıkıntı, korku ve olumsuz düşünceler midemizde ülser ve gastrit gibi maddî yaralar açtıkları gibi neşe, sevinç, mutluluk, duâ gibi güzel hakikatler de maddî yaraları ortadan kaldırırlar. Kalp için de aynı şeyler geçerlidir. Ölüm, hastalık, iflas, iş bulamama korkuları ile kaygılara karşı kadere iman, yani, tevekkül ve öldükten sonra dirilişe iman, kalbe maddî-manevî şifa olmaz mı? İşte iman, tevekkülü, tevekkül teslimi, teslim sükûneti, huzuru, dengeli olmayı gerektirir. Lüzumsuz merak ve zaaf göstermek hastalığı arttırırken, iman gücü maddî hastalıkları bile iyileştirir. Şöyle ki:

Maddî hastalık altında, merak ile mânevî bir hastalık kalbe verilir; maddî hastalık ona dayanır, devam eder. Hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceği düşünülüp merak kaldırılırsa, hastalığın kökü kesilir. Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider.3 Değişik ilaçlar aldıkları halde, “Bu beni iyi eder niyetiyle”, pek çok hastanın sağlığına kavuştuğu da tıbbî bir tespittir. ABD’de yapılan bir araştırmada; üniversite öğrencileri iki gruba ayrılıyor. Birisine uyarıcı denilerek bir sakinleştirici ilaç, diğerine ise sakinleştirici denilerek bir uyarıcı ilaç veriliyor. Yapılan anket sonunda, uyarıcı alanlar gevşemiş; diğer grup ise tam tersi yönde etkilenmişti. Üstelik bunlar gerçek kimyevî ilaçlardı.4

Niyet, ağlamanın, gözyaşlarının mahiyetini bile değiştirir! Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Dr. W. Frey’in, Ağlamak, Gözyaşlarının Sırrı isimli kitabında, soğan soyarken oluşan gözyaşı ile duygusal gözyaşlarının protein yapılarının farklı olduğunu tespit ettiğini naklediyor.5

Bu örnekler, Allah için, mukaddes değerler için ağlamayla, dünya, nefis ve madde için ağlamanın sırrını ortaya koyuyor. Bediüzzaman’ın, “Niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir”6 sözü, bu hakikati ifade eder. Teslimiyet, rıza, olumlu, iyi niyet imanın tezahürüdür. Bunlar ne kadar güçlü ise, hastalıklar da o nisbette kısa zamanda ortadan kalkabilir. Maddî hastalıkları bile iman gücüyle tedavi edebiliriz. Eğer inancımızı, imanımızı güçlendirirsek, yani, ona manevî gıda verirsek, kalbimizin maddî yaralarını da iyileştirebiliriz.

Dipnotlar: 1- Sabah, 26 Kasım 2002.; 2- Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 32.; 3- Lem’alar, s. 211.; 4- Muhammed Bozdağ, Ruhsal Zeka, s. 57.; 5- Stresi Mutluluğa Dönüştürmek, s. 165.; 6- Mesnevî-i Nuriye, s. 169.

21.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Vicdan rahatlığı(!)



Dünkü gazetelerde, İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile onun en yakın rakibi CHP'li Sefa Sirmen'in su barajları ile ilgili açıklamaları yer aldı.

Mâlum, İzmit'te çekilen susuzluk sebebiyle, suyu dibe vuran 4.5 milyar dolar maliyetli Yuvacık Barajı meselesi, yeniden gündemin ön sıralarına geçti.

Bu meselenin, can alıcı iki noktası var.

Birincisi: Yüz binlerce insanın ev ve işyerlerinde su sıkıntısı çekmesi. Bu sıkıntı, büyük çapta sağlık, sosyal ve ekonomik riskleri de beraberinde getiriyor.

İkincisi: Nasıl olur da, bir İngiliz şirketine parası hâlâ ödemeye devam edilen bir barajın maliyeti bu derece yüksek olabiliyor? Bu husus da, akıllara durgunluk verecek kadar büyük önem taşıyor.

* * *

Seçim döneminde, Yuvacık Barajı önünde resim çektirerek propaganda afişleri bastıran Sirmen, yaptığı son açıklamada da "vicdanen çok rahat" olduğunu ve "projesiyle iftihar ettiğini" söylüyor. Yaşanan fiyaskoya rağmen, bu nasıl bir rahatlık ve nasıl iftihar türüyse artık...

Bu arada, Başkan Topbaş da konuyla ilgili konuştu ve özetle şunları söyledi: "Yuvacık Barajı 4.5 milyar dolara mal edilmiş. Bu ne iştir, ne anlayıştır? İSKİ'nin İstanbul'da yaptığı 7 barajın bugünkü maliyet toplamı 190 milyon dolar. (Yani 1 milyar dolar bile değil.) Üstelik, bu barajların 3 tanesi Yuvacık'tan daha büyük."

Evet, rakamlar arasındaki uçurumlar kadar farkı anlamak, cidden mümkün görünmüyor.

* * *

Bu arada, ortada görünen dehşet manzarası ise, kısa maddeler halinde şöyle olsa gerektir:

Bir: 700 bin nüfuslu Koceli, susuzluğun pençesinde kıvranıyor.

İki: Devlet, şu an tek kuruş geliri olmayan Yuvacık Barajı için, bir yabancı şirkete milyarlarca dolarlık borç taksidini ödemeye devam ediyor.

Üç: Sefa Bey, Meclis'te üstelik "vicdan rahatlığı" içinde sefa sürmeye devam ediyor.

Dört: Başka şehirlerde ikamet etmekte olan pekçok vatandaş, Kurban Bayramının arifesinde olduğumuz şu günlerde, gidip Kocaeli'nde oturan yakınlarını, akrabalarını ziyaret etmekten, onların yanında birkaç gün geçirmekten cidden çekiniyor.

GÜNÜN TARİHİ 21 Aralık 1918

Adana Cephesi ve Kilikya Komutanlığı

Tarih 21 Aralık 1918'i gösterdiğinde, Türkiye'de olağanüstü gelişmelerin yaşandığını görmekteyiz.

Aynı gün içinde birbirinden önemli şu üç büyük hadise yaşandı:

Birincisi: Akdeniz'den karaya asker çıkaran Fransızlar, Adana şehrini çevresiyle birlikte fiilen işgale başladı.

İkincisi: Padişah Sultan Vahdeddin, III. dönem parlamentoyu (Meclis–i Mebusanı) feshetti. Haliyle Meclis dağıldı.

Üçüncüsü: Adana, Maraş, Antep, Tarsus ve çevresi, yani işgal edilen ve Kilikya diye isimlendirilen bölgenin asıl sahibi olan vatanperver kimseler, hukuklarını müdafaa için İstanbul'da Kilikyalılar Cemiyetini kurdular.

İşgal hareketleri: Anadolu'nun dört bir yanındaki işgal hareketleri, Mondros Antlaşmasının (30 Ekim 1918) aleyhimizdeki maddelerine dayanılarak başlatıldı.

İzmir, Çanakkale, İstanbul ve Kars'ta olduğu gibi, Urfa ve Adana çevresinde de çetin kuşatma ve işgal manevraları sürüp gidiyordu.

Bu dehşet verici saldırılar karşısında, İstanbul'daki hükümetin suskun, hatta teslimiyetçi bir sessizlik içinde bulunmasına mukabil, esarete boyun eğmeyen Müslüman halkımız, şanlı bir direniş harekâtını başlattı.

İşte, bu şanlı direnişlerden biri de, Adana ve çevresinde, yani Kilikya bölgesinde cereyan ediyordu.

Özetle: Fransız kuvvetleri 11 Aralık 1918'de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol’u işgal etti. 17 Aralık 1918’de Mersin ve Antep, 19 Aralık’ta Tarsus işgale uğradı. 21 Aralık 1918’e kadar ise, Adana ve Osmaniye sancakları işgal edildi.

Fransız albay Romien, 9 Ocak 1919’da Genel Vali sıfatıyla Adana Hükümet Konağına yerleşti. Ona verilen resmî mühürde ise “Ermenistan İdarî Servisi” diye yazıyordu.

Bu da gösteriyor ki, Fransızlar Ermenilerle birlikte hareket ediyor ve bu bölgeyi onlarla paylaşmaya çalışıyordu.

Bütün bu gelişmelerin ardından, 22 Şubat 1919’da Maraş, 8 Mart 1919’da Kozan ve 24 Mart 1919’da da (İngilizler tarafından) Urfa işgal edildi.

Şanlı direniş: Müslüman Anadolu halkı, peşpeşe yaşanan bu işgallere elbette ki seyirci kalamazdı, kalmadı da.

İstanbul merkezli Kilikyalılar Cemiyeti ile müşterek bir mücadele hakerâtını başlatan Adana ve çevresindeki millî kuvvetler (Adana Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti), şehir merkezinden köylere ve hatta kırlık alanlara varıncaya kadar, hemen her yerde işgalcilerle amansız bir mücadelenin içine girdi.

Millî kuvvetler, yeterli silâh desteğine sahip olmamasına rağmen, ümitsizliğe düşmeyerek, canla başla mücadele etti.

19 Aralık 1918’de Dörtyol civarındaki Karakese köyünde Fransız kuvvetlerine karşı silâhlı çatışmaya giren köylü milisler, düşmanı geri püskürtmeyi başardı.

Bu arada, Fransız işgali de Adana cephesinde, kuzeye doğru genişleme istidadı gösteriyordu: İşgal hareketi, Pozantı, Ceyhan, Kozan, Osmaniye bölgelerini de içerisine almıştı. İşgali tâkiben, Fransız tarafından, kendilerine boyun eğmeyen mahallî ve mülkî idare âmirleri de görevden alınmış, yerlerine ise Fransız ve Ermeni idareciler atanmıştı.

1919 sonlarında Adana Cephesi Kuvâ–yı Milliye Komutanlığına atanan binbaşı Kemal Bey, Fransızlara karşı yapılan mücadeleyi şiddetlendirdi. Bu esnada, Pozantı’daki bir Fransız taburu 28 Mayıs 1920’de esir edildi. Ayrıca, Fransız komutan Menile’nin de Toroslarda esir alınması, Fransızları şaşkına çevirdi.

Bu gelişmeler üzerine, Fransızlar 20 günlük ateşkes antlaşması istediler. 28 Mayıs 1920’de bu antlaşma imzalandı.

Antlaşma süresinin bitiminde ise, Adana’nın çeşitli noktalarında kanlı çatışmalar yaşandı. Fransız idaresi, 4 Temmuz 1920’de şehirde sıkıyönetim ilân etti.

Nihaî zafer: Millî Kuvvetlerin olağanüstü derecedeki gayreti, kesintisiz devam ediyordu. Bu esnada, bölgede kurulması kararlaştırılan Kilikya Kuvây-ı Milliye Komutanlığının emrinde mücadele etmek üzere, binlerce asker kaydolundu. Komutanlığa topçu binbaşı Kemal Bey, yardımcılığına ise piyade yüzbaşı Osman Bey atandı.

Kemal Beye “Kozanoğlu Doğan Bey”, Osman Beye de “Aydınoğlu Tufan Bey” diye takma isimler verilerek, bu mücadelenin kritik süreci boyunca asıl isimleri gizli tutulmaya çalışıldı.

Neticede kesin bir zafer kazanıldı ve Ermenilerle birlikte işgal kuvvetleri de Kilikya bölgesini terk ederek ayrıldı.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Piyango



O her zaman çekiliş yapar. Ama yılbaşında başka bir çekiliş yapar. İkramiyesi hayli büyüktür. Adı ‘millî’dir.

Böyle bir şeyin “millî” olması, herhalde bize has bir özelliktir.

“Ya çıkarsa!”

Çıkmayacağı çok büyük bir ihmal olduğu halde, böyle bir illete müptelâ olanlara hayret etmemek elde değil.

Hem, farzedelim kazandınız, ne olacak? Sizce helâl mi?

Hayır. Dince haramdır.

Böylesine Müslüman bir ülkede, böyle bir kumarın oynatılması doğrusu insanı oldukça düşündürüyor.

Bu sosyolojik bir olaydır.

Cebinde ekmek parası bulunmayanların, gözünü kırpmadan parasını bu piyangoya yatırması, psikologların yorumlaması gereken bir durumdur.

Halbuki iman ve İslâmiyet gibi, yüzde doksan dokuz bir kazanca ömrünü harcamak ne kadar güzel bir davranıştır. Abaca, ekser insanlara ne olmuş ki bu hakkı görmüyorlar?

Devlete ne olmuş ki, kumarı “millî” bir görev kabul etmiş?

Buna kim cevap verecek?

“Millî eğitim”

“Millî takım”

“Millî mesele”

“Millî oyuncu”

“Millî, millî...”

Daha ne kadar var bilemiyorum ama şu “millî piyango” sözü gerçekten çok ilginç bir isim.

Sadece “piyango” derseniz anlarım. Ama bunu “millî” bir mesele haline getirmek de nedir?

Vay benim ülkem! Ümidini bir hayal uğruna harcayan benim ülkemin insanları...

Bunlar çıkar yol değildir.

Bu piyangoyu iştahlandıran, sayısal lotoya insanları müptelâ eden hastalık, iman zaafiyetinin acı bir uzantısıdır.

Yazık, hem de çok yazık.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Peygamber Efendimiz (asm) adına kurban kesmek



Aydın/Nazilli’den ve Manisa/Turgutlu’dan arayan okuyucularımız: “Bazı kimseler aralarından ve halktan para toplayıp Peygamber Efendimiz (asm) adına kurban kesiyoruz diyorlar. Vermediğinde gönül koyuyorlar. Bu nedir? Dinde böyle bir uygulama var mıdır?”

Kurbanın sevabı hayatta olmayanlara bağışlanabileceği gibi, hayatta olmayanlar için müstakil kurban da kesilebilir. Ölmüş olan birisi için, eğer vasiyeti yoksa vacip olarak değil, nafile olarak kurban kesip sevabı bağışlanır. Kesilen kurbanın eti ümmetten kurban kesmeyenlere dağıtılabilir, sevabı ümmetten kurban kesemeyenlere bağışlanabilir. Nitekim Resûlullah Efendimiz (asm) kurban olarak bir koçu keserken, “Bismillahi vallahu ekber. Bu koç benim ve ümmetimden kurban kesemeyenler içindir” buyurdu.1

Sevabı doğrudan Peygamber Efendimiz’e (asm) bağışlanmak üzere de kurban kesilebilir. Nitekim Hazret-i Ali’nin (ra) her kurban bayramında biri Resûlullah (asm) için, diğeri de kendisi için olmak üzere iki koç kurban ettiği bildiriliyor.2 Fakat Abdullah bin Mübarek’in de ifade ettiği gibi, “ölen bir kimse için kurban kesen birisi bunun etinden yemez; kurbanın tamamını tasadduk olarak dağıtır.” Çünkü bu kurban adak kurbanı hükmündedir. Adak kurbanının etinden ise kesen yemez.

Diğer yandan, “Muhammed (asm) ümmeti” olarak bizim, eksiğimizle, kusurumuzla yaptığımız her ibadetin sevabının bir katının zaten Peygamber Efendimize (asm) gittiği malûmumuzdur. Çünkü bize doğru dîni, doğru İslâmiyet’i, Kur’ân’ı ve Allah’ın rızâsına giden sırat-ı müstakîm’i getiren ve gösteren Resûl-i Ekrem’dir (asm). Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “sebep olan yapan gibidir.” Ölçüsüyle bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli kendi mizan kefesine konulan, bütün ümmetinin bütün zamanlardaki salâvatı manevî kemâlâtını yükselten ve Allah’ın muhabbetinin sonsuz feyzine sonsuz zamanlarda mazhar olan Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a3 bağışlamak üzere kesilen kurbanda zorlama, icbar, reklâm ve gösteriş olmamalı ve bu davranış ihlâs sırrını zedeleyecek ölçüde abartılmamalıdır. Unutulmamalı ve emin olmalıdır ki, sünnet üzere kesilen her kurbanın sevabında zaten Peygamber Efendimiz (asm) hissedardır.

Ne var ki, bir kurban bölünmez. Bir kurbanı bir kişi keser. Bir kurbanda birden fazla ortak olmaz. Birden fazla kişi bir araya gelip tek bir kurban kesemez. Birden fazla gönüllü bir araya gelip Peygamber Efendimiz (asm) için adak olarak kurban kesmek isterlerse, her biri bir kurban hakkı için ortak olmalıdır. Yani her biri tam bir kurban kesmeli ve tasadduk etmelidir. Eğer ortak olarak kesmek istiyorlarsa, yedi kişiye kadar bir danada ya da devede ortak olmaları mümkündür. Çünkü bir dana yedi ortağı kabul eder, fakat bir koyun yedi ortağı kabul etmez. Bir koyunu bir kişi keser. Bundan dolayı birden fazla kişi kurbanda ortaklık yapmak istiyorlarsa, yedi kişiye kadar bir danada ya da devede ortaklık yapabilirler.

Bununla beraber; tek başına kurban kesmeye gücü yetmeyen birisi, kurban parasının bir miktarını temin etse, kalan kısmı için Müslümanların yardımına başvursa, Müslümanlar da birer ikişer milyon sadaka vererek ona yardımcı olsa, böylece bu kişi kurban parasını tamamlasa şüphesiz kurban kesebilir. Kestiği bu kurbanı Peygamber Efendimiz’e (asm) bağışlayabilir. Bu durumda adak olarak kestiği için etinden yemez ve fakir fukaraya, ya da öğrencilere dağıtır. Bu mümkündür.

Fakat bunun için Müslümanları taciz etmek, Müslümanları sadaka vermeye mecbur kılmak, vermediğinde gönül koymak, Müslümanların Peygamber sevgisini kendi arzusu çerçevesinde zorla yönlendirmeye çalışmak Müslüman’ın nezaketine ve ibadet nezahetine uygun düşmez.

Esas olan Allah rızası için kurban kesmektir. Allah rızası için yapılan kurban dâhil bütün ibadetlerden, “Allah rızasını” bize öğreten iki Cihan Güneşi Hazret-i Muhammed’in (asm) tümüyle hissedar olacağından emin olmamız yeterlidir.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Kurban, 19

2- Tirmizî, Kurban, 1528

3- Sözler, s. 531

21.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kaynaşma ve ayrışma çizgisi



Ali Şeriati’nin, Ali Şiası ve Safevi Şiası diye bir kavramı ve bir kitabı var. Elbette kitap devrimden önce yazılmıştı. Ali Şiası ona göre ideal bir Şia tiplemesinden ibarettir. Ama Safevi Şiası, nazarında dinde taassubu ve siyasette ise Makyavelizme dayalı bir anlayıştır. Siyasette Emevi anlayışıdır. Yani Şia adına siyasette Emevi anlayışını ve karakterini temsil etmektedir. Sadece asabiyesi Şiadır onun, anlayışı ve özü ise Emeviliktir. Çünkü dürüstlüğe dayanmaz. Ali Şeriati şayet bugün yaşasaydı ve devrim sürecini görseydi yaşanan tecrübeye ne isim verirdi? Hangi kategoriye sokardı, değerlendirmesi nasıl olurdu, tabii ki bilemiyoruz. Keşke bu imkânımız olsaydı. Gerçi en iyi takipçilerinden olan Abdulkerim Suruş’un başına gelenlerden nasıl bir çizgide olacağı az çok kestirilebilirse de muhtemelen önünde iki şık bulunacaktı. Ya realist olurdu ve yapılanları özümserdi ya da idealist çizgide kalır ve Nietzsche gibi içeriden bombardımana devam ederdi.

Ali Şiası ve Safevi Şiasını devrimden sonra yazsaydı eminim ki bugünkü çizgiden çok farklı olurdu. Bu anlamda onun çizgisini bazı farklarla birlikte Suruş’un temsil ettiğini söyleyebiliriz. Kitle ruhu ile aydın ruhu farklıdır. Aydın hakikatı, kitle ise sürüyü temsil eder. Bugünkü İran’ın Suriye ve İran politikalarına baktığımız zaman bunların ideal bir anlayışa istinat etmediği görülüyor. Mücadelenin özü ve hak ve batıl farkı şartlara bağlıdır. Sıfat veya şartlar değiştiğinde mücadelenin ekseni de değişir. Şartlar değişir de taraflar değişmezse o zaman sıfatları değişir. Pratizm profesyonelliği o da ideal askerin zamanla paralı asker olmasını doğurur. Bundan dolayı sürekli zemin etüdü ve kontrolü yapılmalıdır. Haklı bir dâvâ zamanla haksız hale gelebilir. Sürekli, kesintisiz mücadele insanı mücahid yapmaz bilakis paralı asker haline getirir. İnsanı idealizmden realizm noktasına taşır. Nitekim, Hazreti Ali’nin kahramanlarından Malik Eşter’in oğlu bilahare İbnizzübeyr ordusunun komutanlarından birisi haline gelmiştir. Sebep, çıkışlar ve huruçlar Hazreti Hüseyin’in yaptığı gibi sosyal bir adaletten ziyade iktidar hırsına dönüşmüş ve dailer Ehl-i beyt adını kullanarak kendi namlarına iktidar arayışına girmişlerdi. Ve bunlar güçlü rakip olarak gördükleri Malik Eşter’in oğlu gibi komutanlardan sakınıyorlar ve onları lâyık oldukları göreve getirmeyerek rakip cephenin kucağına itiyorlardı.

Bunun adı realpolitiktir. Dolayısıyla ortam ideal bir mücadeleyi kaldırmıyorsa yapılacak iş mücadelenin eksenini değiştirmek ve siyasî mücadelede tevakkuf etmektir. Mehdi iddiasıyla kıyam eden Nefsüzzekiyye gibiler bunu göremezken Caferi Sadık ve Musa Kâzım’ın yolu bu olmuştur. Onlar dünyevî saltanat yerine ilmî saltanatı ve şah-ı velayet olmayı yeğlemişlerdir.

***

Dolayısıyla şartları itibara almayan kesintisiz mücadele Emevi siyasetine inkılap eder ve kaimlerini yeyip bitirir. Emevilere karşı çıkanlar neticede süreç içinde her ne pahasına olursa olsun zafer kazanma adına kurallarını terk ettikleri için Emevilere dönüşmüş oluyorlar. Bu itibarla, Emevi çizgisi genel anlamda maslahatçı çizgidir. Adları, sanları veya şanları ne olursa olsun bu maslahatçı çizgiyi benimseyenler Emevidirler. Bugünkü Şiilikte temel iki ayrım var. Velayetçi (fakih) çizgi veya öteki ismiyle yayılmacı çizgi (meddü’ş şii). Bu anlayışın karşı kutbunda da milli doku ile bütünleşmiş olan milli şiilik anlayışı var. Bu çizgiyi merhum Lübnan Şii Yüksek Konseyi Başkanı Muhammed Mehdi Şemseddin temsil ediyordu. Bu çizgiyi liyakatla temsil edip etmediği tartışılabilir, ama çizginin doğrulu tartışılamaz. Velayetçi veya yayılmacı Şiilik milli yapıların çözülmesine ve Şii-Sünni ahenginin zorlanmasına yol açıyor. Şii dailiğini yeniden tetikliyor. Bu da partizanca duyguları yeniden uyandırıyor ve harekete geçiriyor.

Şii kitleler şimdi bu iki sarkacın arasında gidip geliyorlar. Irak’ta (Lübnan’da da) göründüğü gibi birinci sarkaç hem millî devletlerin bütünlüğü, hem de Şii-Sünni ahengini dolayısıyla ümmet kaynaşmasını parçalayıcı bir nitelik arz etmektedir. Bu itibarla, dünün Safeviliğinin yerini bugün “el meddü’ş şii” tabir edilen Şii yayılmacılığı almıştır. Bunun muharrik gücü de İran ve geliştirdiği velayeti fakih doktrinidir. Bu Farabi veya Eflatun’da görüldüğü gibi filozofların yönetimini de hatırlatmaktadır.

***

Bu Şii yayılmacılığının en temel nedeni Sünni dünyadaki mercii yani liderlik boşluğu olduğu gibi müşterek zeminde olması gereken ‘er-rıza min ali-i Muhammed veya se’rü Eh-i Beyt’tir.’ Ehl-i beyt bağlılığı ve kan dâvâsıdır. Halbuki kan dâvâsı İslâm dünyasını bu hale getirmiştir. Önce Hazreti Osman’ın kanlı gömleği, ardından da Hazreti Hüseyin’in hunharca şehadeti İslâm dünyasında tamiri güç fitne ve yaralar açmıştır. Artık bunların tarafı kalmamıştır. Tarihî anlamda zaman aşımına uğramıştır. Dolayısıyla bunların üzerinden siyaset yapmak istismardır. Aksi takdirde bilmeden ve istemeden, modern nasibiler ile Aleviler arasında hayali ve hayali olduğu kadar anlamsız bir savaşın tarafları haline geleceğiz.

Ehl-i beyt adına intikam duyguları mübtedi yeniçerinin durumuna benzer. Yeniçeri vaaza gitmiş ve ilk kez Hazreti İsa’nın Yahudilerce Roma idaresine gammazlandığını öğrenmiş. İlk gördüğü Yahudiye bunun hesabını sormak istemiş. Yahudi “Bana ilişme bu mesele yüzyıllarca önce oldu. Benimle bir alakası yok” dediyse de yeniçeriye dinletememiş. O dâvâsında ısrarlıymış: “Ben ilk kez duydum da!...”

Duymayanlar varsa duysunlar artık duysunlar: Bu meseleler artık tarihte yani geçmişte kaldı.

21.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004