Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Güven duygusu

Modern toplumun içine düştüğü bunalımların sebeplerinden biri de insanların güven duygularının örselenmiş olmasıdır. Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki artık kimse kimseye güvenmiyor.

Oysa güven duygusu insan psikolojisi için vazgeçilmez unsurlardan biridir. İnsan güvenebileceği insana veya insanlara ihtiyaç duyar.

Bir yerde şöyle bir yazı okumuştum. “Dostunla bir gün düşman olacakmışsın gibi, düşmanınla da bir gün dost olacakmışsın gibi ol.” Bu söz her ne kadar itidali çağrıştırsa da insanlara güvenmemeyi de telkin ediyor.

Öyle ise modern toplumun insanı ne yapacak? İnsan özel hayatından tut da sosyal hayata kadar, küçüğünden büyüğüne güven duygusuna her yerde her zaman ihtiyaç duyar.

Kurumlarda da güven duygusu şarttır. Öğrenci öğretmenine, öğretmen öğrencisine güvenmek ister. Hasta doktoruna, kadın kocasına, kocası eşine güvenmek ister. Vatandaş idarecisine güvenmek ister.

Demek ki toplumda güven duygusu inşâ edilmelidir. Ve bu güven duygusu sarsılmamalıdır.

Güven ve iman aynı anlamlarda kullanılabilir. Güvenin temelinde inanma vardır. Herkese güvenen insana bizim toplumumuzda saf derler. Bir de çocuklardır herşeye güvenmeye ve inanmaya müsait olan. Yalanı düzenbazlığı hileyi çocukların hayatına sokan bizlerizdir. Çünkü çocuklar bütün bu çirkinlikleri büyüklerinden öğrenirler.

Dünyayı denîleştiren, insanların ta kendileridir. Ondan sonra da bağırmaya, ağlamaya başlarız, güvenecek inanacak kimse yok diye.

Artık yağmur da yağmıyor dünyayı arındırmak için. Göklerin de mi umudu bitti insanlıktan kimbilir.

Bir tövbeyle umutlarımıza tekrar sarılabiliriz.

Yüce Allah umudumuzu kaybetmemize müsaade etmese bile, bizden sadece Kendisine güvenmemizi istiyor. Yani Yüce Allah, bizi bizden iyi biliyor. Biliyor ki insanlar haindir, biliyor ki insanlar nankördür.

Peki bu güvenilmez dünyada kendi eliyle mahvettiği dünyada insanlar nasıl yaşayacak? Onun ilâcını da Allah bize sunuyor: Affedeceksin. Çocukları daha iyi yetiştireceksin. Okuyacaksın. Tövbe edeceksin.

Ağlamadan sürekli bir mutluluğun en azından bu dünya için mümkün olmadığını bileceksin. Ağladıkça büyüyecek, öğreneceksin. Ağladıkça olgunlaşacaksın.

Allah bizi affediyorsa herşeye rağmen, ihanetlerimize rağmen, biz de affedebilmeliyiz ki hayat yaşanılabilir olsun. Biraz huzur duyalım. Fakat yine ihanete uğrayabileceğimizi de unutmayalım. Hayat bu işte. Boşuna istemiyor yüce Allah tekrar tekrar affetmemizi: “...İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever.” (Maide Sûresi: 13)

“Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür” demişler. Öyleyse Allah’a dayanıp güveneceğiz.

Semra ULAŞ

05.01.2007


Gariplikler diyarı ve iki örnek

Türkiye gerçekten çok garip bir ülkedir. Bazı kanun ve kurallar sanki bazıları için hiç geçerli değildir. Onlar görevli de, görevsiz de olsalar istedikleri gibi davranmakta, tavır ve ifadelerinde herhangi bir endişe taşımamaktadırlar. Çünkü arkalarını “sağlam” yerlere dayamışlardır. Devleti koruma vazifesi tümüyle onların sırtındadır zira! Oysa belirli bir zümre, bazı uygulamalarında imtiyaz taşıyor, vatandaşlar arasında ayrımcılık yapmaya yetkili kılınıyorsa bunun tasvip edilmesi mümkün değildir. Çünkü kimse anayasa ve kanunların üzerinde olamaz. Bu haksızlık/adaletsizlikler genelde bilinse de bir zaman sonra toplumca kanıksanıp aksi düşünülemez hale gelir ki bunun en tipik örnekleri ülkemizde görülmektedir. Meselâ Türkiye’mizde “derin” odaklar ya da onların uzantıları en tabiî bir hakka veya sıradan bir prosedüre (perde arkasından ya da alenen) “kriterlerine uymadığında” müdahale etmeyi görev bildiklerinden hukuka sahip çıkmak bile bir suç gibi kabul edilmekte, hatta tartışılamamaktadır.

Bu hususta bizim de hatalarımız vardır elbet. Karşılaştığımız bir yanlış uygulamayı/haksızlığı düzeltemeyince kıyısından köşesinden onu esnetme yolunu seçeriz öncelikle. Yanlışın arkasındaki temel mantalite problemini göz ardı eder, sadece o an için kendi işimizi halletme telâşına düşeriz. Tepki göstermekte veya sivil toplum örgütlerinden istifade etmekte bile acizlik gösteririz çoğu zaman. Zaten, bazı durumlarda o münferit sorununuzu çözmekte de başarılı olamazsınız. Zira “derin” barikatlar pek sağlamdır, hak arama yolları da engellerle, korkularla doludur. Aslında bir hukuksuzluğun kimin tarafından yapıldığından ziyade, bu ve bunun gibi “devleti koruma” adına takınılan “resmî” tavırların zincirleme olarak ne gibi haksızlıklara yol açtığı, ne gibi zararlar doğurduğu nazara verilse ve sorun “her şeye rağmen” kökten halledilebilse ülkede büyük bir rahatlama meydana gelecektir. Böylece, bu vatana hizmet etmek/almak ya da fikir serdetmek isteyen bir kimse tereddüt göstermeyecek, belki de oluşacak gerçek demokrasi ve özgürlük ortamı, sorunlarımızı çözmeye büyük katkı sağlayacaktır. Zira, şimdiye kadar gittiğimiz bu klasikleşmiş “resmî” yolda iyi bir yerlere varamadığımız orta yerde gün gibi duruyor ve bu halimizi AB de sık sık gündeme getiriyor. Onun için, bir de, medenî “insanlığın gittiği” ana caddeyi denesek, her türlü hak ve hürriyetin azami olarak teminat altına alındığı bir sistem kursak, nasıl olur acaba, diyoruz. Bu yüzden “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sırrınca bu meseleye tahşidat yapma ihtiyacı duyuyoruz. Fazlaca teorik bu girişten sonra gelelim biraz da işin pratiğine…

Geçenlerde bir öğretim üyesi arkadaş anlatıyor. İyi bir akademisyen olan bir arkadaşı gûya dincilerin(!) bulunduğu söylenen bir başka üniversiteye haftada birkaç saat için ders vermeye gitmek istiyor. O sakıncalı(!) üniversite, hocanın kalitesi dolayısıyla derse gelmesini kabul ettikten sonra sıra geliyor görevli olduğu üniversiteden hocanın “Başka üniversitede ders vermek için” izin istemesine. Üniversitenin rektörü de normal olarak diğerleri gibi o hocaya da bir yazıyla ders izni veriyor. O da derse girmesine bir engel kalmadığını düşünürken, bir ay geçmeden aynı rektörlükten hocaya ikinci bir yazı geliyor. O yazıda önceki izin yazısının sehven yazıldığı(!), aslında o üniversiteye gitmesine rektörlükçe izin verilmediği belirtiliyor. Arkadaşımın arkadaşı olan söz konusu öğretim üyesi şaşırıp kalıyor ve biraz işi karıştırınca o izin iptalinin “derin bir görevli” tarafından yaptırıldığı anlaşılıyor. Arkadaşımın anlattığına göre şu anda her iki yazı da mağdur hocanın elinde mevcutmuş, ama ne çare ki açıklamak istemiyormuş haklı olarak. Ne de olsa burası Türkiye, başı her an belâya girebilir bu bilim adamının. Üstelik pek fazla dinî yönü de yokmuş bu idealist akademisyenin. Ama nasıl olmuşsa böyle bir gaflet ve cür’ette bulunmuş ve faydalı olmak için o “sakıncalı” üniversiteye derse gitmeye kalkışmış. İşte bu garip hadise ikinci elden geçenlerde ulaştı bana… Tabiî malum sebeplerle ispatı mümkün değil bu olup bitenlerin… Ben sadece duyduklarımı aktardım, siz ister inanın, isterseniz tıpkı (varsa) duyduklarınız diğer benzeri hadiselerde olduğu gibi gülüp geçin... Karar sizin…

Yine yıllar önce bir küçük ilimizin üniversitesinde açılan akademik kadroya müracaat etmiş bir abimiz vardı. Kendisi koskoca bir yayın dosyası ile başvurduğu üniversiteden aradan aylar geçtiği halde olumlu ya da olumsuz bir cevap dahi alamamıştı!.. (Halbuki başvuru dilekçesine cevap verilmesi hukukî bir zorunluluktur, ama kanunlar kimler için?) Kendisi o sıralarda kadrosuna başvurduğu üniversitenin rektörünü tanıyan bir profesörle hasbelkader tanışınca hemen yeni tanıştığı hocaya “Filancanın ataması niye yapılmıyor?” sorusunu bir telefonla rektör beye sormasını rica etmişti... Kadronun gerektirdiği ilândaki şartları fazlasıyla sağladığını söylemeyi de unutmamıştı tabiî ki aradaki profesöre… İyiliksever profesör, rektör arkadaşını arayıp durumu söyleyince, rektör, atanacak akademisyenin ismini sormuş ve hemen çok kısa olarak cevabını vermişti: “Onu atamam mümkün değil, sebebini sorma!”. O zaman ülkede olup bitenlere pek vakıf olmadığım için bana anlattığında çok yadırgamıştım abimizin başına gelen durumu…

İşte, YÖK zihniyeti adına verilen “derin desteklere” sadece iki örnek. Siz diğer alanlara bunu tatbik edebilirsiniz. Yukarıda yazdıklarımı çok soyut ve belgesiz bulabilirsiniz. Ben bildiğim kadarını, kimsenin başını belâya sokmadan aktarmakla yetiniyorum. Değerlendirme size ait…

Yorumsuz bir son söz ile yazımıza son verelim…

Çankaya’ya çıkmaya hazırlanan sayın Erdoğan, inşallah bu gibi ortalıkta pek tartışılmayan, fakat bizce çok önemli sorunları çözmeyi de göze alıyordur. Eğer devletin en tepesinde de başbakanlıktaki gibi “muktedir” olamayacaksa cumhurbaşkanlığı kendisi için boş bir tatminden ibaret kalacak, çıkacak gürültü de cabası olacaktır.

Geçmiş Kurban Bayramınızı tebrik eder, ülkemiz ve İslâm âlemi için hayırlara vesile olmasını niyaz ederim. H.G.

Hakan GÜRSOY

05.01.2007


İşimize geldiği taraftan...

“Ünlü bir sigara tiryakisi olan Reşat Nuri Güntekin’e doktor nasihat eder:

“-Azizim, bundan böyle sigara içmeyeceksiniz.

“-İyi ama doktor, sigara bana faydalı. İştahımı kesiyor.

“Doktor kararından dönmez ve izahâta başlar:

“-Sigara bir taraftan iyidir; bir taraftan fenâ…

“-Merak etme doktorcuğum. Ben sigarayı bir tarafından içiyorum.”

Yüzümüze tebessüm hatları çizen bu hâdise, düşündürmüyor da değil bizi. Hep aynı şeyleri yapıyoruz aslında. İştah kapamak bahâne, dudak yakmayan taraf şahâne misali. Hep bir taraftan yaşıyoruz bu hayatı tek yönlüymüşçesine. Tek yön bizmişiz gibi sanki. İşimize geldiği taraftan dem vuruyoruz hep. Sadece o tarafı itibara alıyoruz. Gözümüzün ucundaki ateş duman bile çıkartırken, işimize gelen tarafı en derinlere çekiyoruz ziyanlara inat. Çarelere uydurduğumuz kılıflar, kimsenin keşfedemediği icatlar oluveriyor ve bir de mucitlik yaftası yapıştırıyoruz mânâsız muzipliklerimize.

İşimize geldiği taraftan konuşuyoruz hep… Susmayı beceremiyoruz meselâ. İki kulak, tek ağza rağmen konuşmayı tercih ediyoruz daha çok. Dinlemek yabancılık çekiyor “ene” meclislerimizde. Ne dinlemeyi başarabiliyoruz konuştuğumuz kadar ne okumayı. Olan olması gereken olmayınca şu oluyor ki; okuyup okuyup okuyup konuşmaktansa, okuyup konuşuyor konuşuyor konuşuyoruz. Haliyle ne konuşandan ibret almak mümkün oluyor, ne susanı adam sanmak. Sanki dudak denilen mucizevî kapak ağzımıza değil de kulaklarımıza nakşedilmiş gibi, çene kapamak yerine kulak tıkıyoruz çoğu kez. En fazla işimize geldiği taraftan duyuyoruz ya da.

İşimize geldiği taraftan okuyoruz hep… Doğru bildiklerimiz doğrunun tartıldığı tek kantar oluveriyor. Ne şaşma payı hesaba katılıyor terazinin ne çekeri. Beş ayrı saçmalık okumak, yazık ki aynı hakîkati beş kere okumaktan daha cazip geliyor. Ve saadete medar olacak mânâda sabit kalmak yerine, keder olacak mânâsızlığa koşuyoruz. Ümitle koştuğumuz boşlukta ise en fazla kendimizle buluşuyor, heyecan umarken nihayetinde hüsranla çarpışıyoruz.

İşimize geldiği taraftan anlatıyoruz hep… An gelip sınırlar aşıldığında safsatalarımızı inletircesine dinlettirdiğimiz oluyor. Karşımızdaki saplantılarımızı tasdik ettiği vakit, mâkul ve meselenin ehli oluveriyor birden. Dinlemeyip dinlettirebildiğimizle karşılaşmak, bilmişliğimize en hoş raslantı. Ârif olup hikmeti elde edebilmek yerine, hâkim olup hükmedebilmek için çıldırıyoruz. Ne garip ki taallüme müstehak rahmet, tahakküme okunur oluyor anlamsızca.

İşimize geldiği taraftan dinliyoruz hep… Sadece dinler gibi gözüküyoruz kimi zaman, dinlenmişliğimiz hürmetine. Bir taraftan hak verip, bir taraftan “ama”lı cümleler kuruyoruz kâh yerli kâh yersiz. Derken yapmacık tonlara bulanıyor sûretimiz. Empati yapacağız derken, sempati pozları vermeye başlıyoruz. Ve meftûn olduğumuz kör benliğimiz, içtenliğimizi de silip süpürüyor.

İşimize geldiği taraftan anlıyoruz hep… Öylesine yanlış anlıyoruz ki ömre bedel cümleleri, kara mürekkepler bulaşırcasına cehûlümüze bir de, cehl-i mürekkebe düçâr oluyoruz!.. Ve “Bildiğim bir şey varsa, o da her şeyi bildiğimdir” dercesine, çok işi bitirmek arzusu her işi yitirmek âkıbetine dönüşüveriyor. Anladığımız mefhumların, bir kulağımızdan girip öbüründen çıkanların kaçta kaçı olduğunu bir bilsek, ne yapıp edip tıkardık herhalde öbürünü. Müstemî makamına bunca kayıtsızlığımız, pahalıdan öte servete mâl oluyor farkedilmeden. Haliyle ne birilerine söz geçirebiliyoruz, ne de bize geçiyor sözler. Ve yersiz soluk serzenişlerinde inat ettikçe, ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül yerine, film ve muammâlarla tezellüle gark oluyoruz.

Hâsılı çehremize işlenmiş bir çift göz dışa açıldığı halde, ne yaratıldığımız fıtrî seyre uyuyoruz, ne kendimizi görmek için aynaya ihtiyaç duyuyoruz.

Kısacası hayat denen bu güzîde ayrıcalığı;

Hep işimizi geldiği taraftan yaşıyoruz!..

“Bir kimseyi inada kapılmış, çekişmeci ve kendi görüşünü beğenmiş görürsen bil ki, onun ziyanı tamamdır.” (Hadîs-i Şerîf)

Yasin TOPAL

05.01.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004