Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Derin kökler



Eğer televizyon izlerken 5 dakikanız varsa, izlememeniz işten bile değil.

“Derin Kökler” günde 5 dakika vakti olanlar için izlenebilir nitelikte bir yapım. Orijinal bir program... (TRT-2)

Sazı, sözü, mahallî oyunları ve zengin gelenekleri ekrana taşıyor.

Yok olmaya başlamış, sınırlı kalmış bölgesel geleneklerin hatırlanması, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması için Anadolu’yu adım adım geziyor...

Bir gün Kırıkkale halayının son temsilcileriyle, bir gün Konya’da semazenlerle, başka bir gün ise Adana’da bir düğün evinde buluyorsunuz kendinizi. Kotaranların ellerine sağlık.

TOPLUMSAL YANGIN

RTÜK, Televizyon Yayıncıları Derneğinin işbirliğiyle “Orman Yangınlarının İzlerini Silelim” kampanyası başlatmış.

Malûm, orman yangınlarında kül olan orman arazilerini yeniden ağaçlandırmak amacıyla bu kampanyaya “start” verilmiş.

Peki, “RTÜK’le orman arazisini ağaçlandırmanın ne alâkası var?” diye soranlara Üst Kurul Başkanı Zahid Akman, böyle bir kampanya ile “ilişkilendirmenin” başta zor olabileceğini, çünkü RTÜK’ün televizyon ve radyo yayıncılığını denetlemek ve düzenlemek gibi bir görevi olduğunu belirtiyor. Daha da önemli bir sorumluluk ise, radyo ve televizyonların her türlü toplumsal olaya karşı duyarlı olmaya katkı sağlayacak hale getirilmeleri olduğu...

Ben asıl “toplumsal yangın”a gelmek istiyorum. Son günlerde artan uygunsuz haber başlıklarına..

Tecavüz, gasp ve iğrenç porno haberleri televizyon ekranlarında her akşam evlerimizde.

Küçük oğlum aynen şunları söyledi:

“Baba, okulda duydum, arkadaşlarım hep tecavüzden bahsediyor, nedir bu? Televizyonda mı gösteriliyormuş?”

Düşünebiliyor musunuz, daha ilköğretim çağındaki çocuklar, okulda önceki akşam izledikleri haberleri “analiz” etmeye çalışıyor. Bir yangının kıvılcımları okula sıçrıyor.

Haberlere biraz daha özen gösterilse iyi olmaz mı? RTÜK haberlerle ilgili tedbir alsa da , yangın büyümese.

GÖRGÜSÜZLÜK

Dil Bilimcisi Hüseyin Movit ekranda... “Dil Bilincini Nasıl Kazandırmalı” başlığı altında değerli bilgilerini paylaşıyor ekranda..

Nerede?

“Haber 7”de... Hülya Yürekli’nin programında (Gündem Dışı)...

Sohbetin tam ortasında cep telefonu çalıyor.

“Pardon” veya “özür dilerim” diyerek telefonu kapatmak yerine ne yapıyor biliyor musunuz? Telefonu açıyor... Yanlış okumadınız. Canlı yayını kesiyor, muhatabıyla cep telefonunda konuşuyor.

Yürekli şaşkınlığını gizleyemiyor, gülüyor. “Canlı yayın kazası. Şimdi bizi eleştirecekler” diyor. Ama hayır, Movit bunu duymuyor bile... Muhatabına Kanal 7’nin bir programında olduğunu, ama Şoray Uzun’un programında olmadığını anlatmaya çalışıyor. Programcının bile ismini telâffuz edemiyor...

Hüseyin Movit bildiğim kadarıyla 1990’da iki arkadaşıyla birlikte Türkçe Gönüllüleri, Dil İzleme Grubu adında bir gönüllü grup kurucusu... Medyadaki Türkçe yanlışlarını mercek altına alıyor... Gözcü gazetesinde “İğneli Fıçı” adı altında her gün yazı yazıyor.

“Dil”e verdiği özeni biraz da canlı yayında “görgü kuralları” noktasında verse fena olmayacaktı.

Cep telefonları canlı yayında kapatılır.

Hadi açık bıraktın. Bari kapat... Hadi kapatamadın bari konuşma... Hadi konuştun, bari hangi programda olduğunu bil!

Dil önemli... Ama görgü? O da dil kadar önemli...

YABAN TV

Bir beyaz eşya satan mağazanın önünden geçerken vitrinde gördüm.

Kocaman kulaklı bir köpek görüntüsü ve üstünde Yaban TV logosu...

Aklıma gelen ilk isim “Ufuk Güldemir” oldu.

Hani, Kuzey Kutbu’nda avlanırken, rahatsızlanan ve bir tedavi sonucu “kanser” olduğunu öğrenen HaberTürk’ün sahibi.

Tedavi sonrası, Türkiye’ye dönerek, kendisi hakkında yazı yazanları “dövmek”le tehdit eden patron.

Merak ediyorum Güldemir bu kanalı kurarken, “Hayvan Hakları Savunucuları” nerede?

Sokak köpekleri için yırtınan “kokona”lar bir hayvanın nasıl avlandığını izlerken acaba ne hissedecek? Tepkisini nasıl gösterecek?

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Şuunât-ı İlâhiye



Şe’n küçük işler anlamına gelir. Allah’ın cüz’iyâtı ve en küçük teferruâtı dahi yaratması, varlıkların fiillerini, san'at inceliklerini bizzat yapmasına şuunât denilir. Yüce Allah’ın Zât-ı İlâhîsi, zatından ayrı olmayan Esma-i İlâhiyesi vardır. Esma-i İlâhiye’nin de Sıfat haline gelmiş olan Sıfat-ı İlâhiyesi vardır. Sıfatlar ve sıfatlardan çıkan san'atlar ve ustalık isteyen ince işler de Şuunât-ı İlâhiye’ye delâlet ederler.

Böylece Şuunât, Sıfat, Esma hepsi Zât-ı İlâhiyeye delâlet ederler. Ancak şuunât, esma ve sıfat Zât-ı İlâhîden ne ayrıdır ne de gayrıdır. Hepsi Zât-ı İlâhiyeye delâlet ederler. Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, Yüce Allah “Külle yevmin Hüve fî Şe’n”1dir. Yani “Her an, her zaman ve her gün bir iştedir.” “Fa’âlün Limâ Yürîd”2dir. Yani “Dilediği gibi devamlı fa’âldir.” Devamlı faaliyet halindedir. Allah’ın yarattığı varlıklara, kâinata bakan her insan bunu görür, aklı ve kalbi olan anlar ve kabul eder.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Allah’ın şuunâtını şöyle izah eder:

“Nasıl mükemmel, muntazam, san’atlı, saray gibi bir eser, bilbedahe muntazam bir fiile delâlet eder. Yani bir bina, bir dülgerliğe delâlet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delâlet eder. Ve mükemmel usta ve dülger unvanları, bilbedahe mükemmel bir sıfata, yani san'at melekesine delâlet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at, bilbedahe mükemmel bir istidadın vücuduna delâlet eder. Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delâlet eder.

“Öyle de: Zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedahe gayet derece-i kemalde bulunan ef’âli gösteriyor. Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef’âl, bilbedahe unvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünkü muntazam, hakîmane fiiller, fâilsiz olmadığı kat’iyyen malûm. Ve son derece mükemmel unvanlar, o fâilin son derece kemaldeki sıfatlarına delâlet eder. Çünki fenn-i Sarfça nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşe’leri, sıfatlardır. Ve son derece-i kemalde sıfatlar, şüphesiz son derece mükemmel olan şuunat-ı zâtiyeye delâlet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye, tabir edemediğimiz o mükemmel şuûn-u zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemalde olan bir zâta delâlet eder.

“İşte bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şahadet ettikleri için; masnuât adedince bir tek Sâni’-i Zülcelâl’in vücub-u vücuduna şahadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuâsı ile silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattir.”3

Kâinatta, dünyada ve insanda yapılan bütün işler, tasarruflar, değişimler ve dönüşümler hepsi Allah’ın halk ve icadı ile tedbir ve tasarrufu iledir.4 Hiçbir mahlûkun icat ve yaratmada müdahalesi söz konusu değildir. Ancak insan gibi şuurlu, akıllı ve irade sahibi ise o zaman iradesi ile tercih hakkına sahiptir. İş yapan kudret-i İlâhiyedir. Bunun için yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şeyin vekili, görüp gözeteni de O’dur. Her şeyin hazinesi ve anahtarları O’nun elindedir. Göklerin ve yerin ve içindeki her şeyin tedbir ve tasarrufu O’na âittir”5 buyurur.

İnsan, Cenâb-ı Hakkın Rububiyetine ait şuûnâtına ve ahvâline şâhittir. Cenâb-ı Hakk'ın kâinattaki tasarrufu ve şuûnâtından anlaşılıyor ki arz meydanında yapılan her iş, O’nun ilmi, iradesi ve kudretiyle yapılmaktadır. İnsan ise onun şâhidi ve dellâlıdır. Mevcudatta görünen intizam-ı hikmet, tezyîn-i inâyet, tevzîn-i adalet, Sani-i Hakîm’in şuûnâtına âyinelerdir.

“Zirâ, eserin kemâli bilmüşâhede fiilin kemâline, fiilin kemâli bilbedahe ismin kemâline, ismin kemâli bizzarure sıfatın kemâline, sıfatın kemâli hads-i yakîn ile şuûnâtın kemâline delâlet eder. Şe’nin kemâli ise, hakka’l-yakîn bir sûrette Zâtın kemâlini gösterir.”6

Peygamberimizin (asm) Berat Gecesinde secdeye kapanarak Allah’a yaptığı ve Vitir namazlarında okuduğu tesbih ve ta’zim duâsı yüce Allah’ın Zât, Sıfat, Esma ve Şuunâtının tamamını kapsamaktadır. Tesbih budur: “Allahümme innî eûzü bi-rızâke min sahatike, ve bi-muâfâtike min ukûbetik. Ve bike minke. Lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik.”7 (Allahım! Öfkenden rızana, azabından affına, Senden yine Sana sığınırım. Biz Seni nasıl övebiliriz ki, Sen kendini senâ ettiğin gibisin. Biz ancak buna inanırız.” Bu Hadis-i Şerif ve Tesbih-i Nebevî’de birinci cümle Sıfata, ikincisi Esmâya, üçüncüsü Zata, dördüncüsü ise Şuunât-ı İlâhiyeye işaret etmektedir.

Şuûnât-ı İlâhiye, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin keşfettiği, ilâhiyata ait çok önemli bir husustur. Bediüzzaman’dan önce, ne mezhep imamları ve ne de İlm-i Kelâm uleması bu konuda serd-i kelâm etmişlerdir. Bu konu Ehadiyet ve Vahdâniyet-i İlâhiyenin ispatı bâbında çok önemli bir açılımdır.

Dipnotlar:

1- Rahman, 55:29

2- Bürûc, 85:16

3- Sözler, (33. Söz, 33 Pencere, 18. Pencere) s. 609–610

4- Zümer, 39:62; Saffât, 37:96

5- Zümer, 39:62–63

6- Mesnevî-i Nuriye, 14. Lem’a, s. 20

7- Nevevî, Kitabu’l-Ezkâr, (1991-Beyrut) s.81

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygamber sevgisi



Bir hadis-i şerifte, “Hiçbir kul, ben kendisine anasından, babasından, çoluğundan çocuğundan, malından mülkünden ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça tam iman etmiş olamaz”1 buyurulur.

Hz. Ömer’e birgün Allah Resûlü (asm), “Beni ne kadar seviyorsun?” diye sormuş, o da, “Canım hariç sizi herşeyden çok seviyorum ya Resûlallah” dediğinde, “Olmadı ya Ömer, beni canından da çok sevmedikçe tam iman etmiş olamazsın” diye karşılık vermişti Allah Resûlü (asm). Hz. Ömer de, “Öyleyse ya Resûlallah, sizi canımdan da çok seviyorum” demişti.

Hz. Ömer de, diğer Sahabîler de gerçekten bunu fiilleriyle ispat etmiş, bu uğurda göz kırpmadan mallarını, canlarını feda etmişlerdi.

İmanın tadına ermenin yolu da burdan geçmekteydi. Kâinatın Efendisi (asm), Allah ve Resûlünü (asm) herşeyden çok seven insanın imanın tadına ereceğini2 bildirmiyor mu?

Hz. Talha işte imanın tadına ermiş böyle Peygamber aşıklarından biriydi. Uhud’da Resûlullaha kol kanat germiş, onu koruyabilmek için elinden gelen her şeyi yapmış, etrafı kuşatıldığında dört bir yandan gelen darbelere göğüs germişti. O kahraman bir an için olsun Resûlullahın (asm) yanından ayrılmadı. Elini ve göğsünü ona siper etti. Bir ara Resûlullaha (asm) gelen bir oka elini tutmuş, şehadet parmağı dışında diğer parmakları parçalanmış, çolak kalmıştı.

Çok güzel ok atan Hz. Talha’nın o gün tam üç yayı kırılmıştı. Bir ara elinde ok torbasıyla birinin geçtiğini gören Allah Resûlü (asm), ok torbasını ona bıraktırmış, o da attıkça atmıştı. Resûlullahın harbin seyrini öğrenmek için yerinden ayrıldığını görünce, “Anam babam sana fedâ olsun ya Resûlallah! Yerinizde durun. Düşman oklarından biri isabet edebilir. Arkamda durun ki göğsüm size siper olsun” demişti.

Üç defa da kılıncı elinden düşen Hz. Talha, farkında olmadan başından bir darbe yemiş, baş ve gövde damarlarından biri kesilmiş, baygın olarak yere uzanmıştı. Resûlullah (asm), Hz. Ebû Bekir’e onunla ilgilenmesini emretti. Hz. Ebû Bekir yanına varıp yüzüne su serpti. Ayıldı. İlk sözü, “Resûlullah ne yapıyor?” oldu. “İyidir, beni sana o gönderdi” cevabını alınca da, “Allah’a şükürler olsun”, demişti. “O hayatta olduktan sonra bütün musibetler bana vız gelir.”

Resûlullah da yanına gelmiş, vücudunu sıvamış ve Allah’tan onun için şifa ve kuvvet dilemişti. Duâdan sonra Hz. Talha tekrar savaşa girmiş, kahramanca savaşmıştı. O gün tam yetmiş beş yerinden yara almıştı.

Onun bu cesaret ve kahramanlıklarından dolayı Allah Resûlü (asm) ona “Hayırlı Talha” lakabını vermiş, Cennetle müjdelemiş, “Yeryüzünde gezen Cennetlik birini görmek isteyen Talha bin Ubeydullah’a baksın” buyurmuş, fedakârlığını da şöyle dile getirmişti: “Uhud günü, yeryüzünde sağımda Cebrail’den, solumda da Hz. Talha’dan daha yakın birini görmedim.”

Dün olduğu gibi bugün de ona olan sevginin Sünnet-i Seniyyesini baştâcı etmekten geçtiğini biliyoruz.

Dipnotlar:

1- Müslim, iman: 69; Buharî, iman: 14.

2- Buharî, İman: 16; Müslim, İman: 68; Neseî, İman: 2.

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

24 kara nokta



Geçtiğimiz günlerde CNN Türk’te bir bakan ve bir milletvekilinin trafik kazasında aynı günde vefat etmeleri masaya yatırılırken, 24 kara nokta gündeme geldi. Bu 24 kara noktayı ifade eden de, şimdiki Karayolları Genel Müdürü. Bazı işlerin ve bazı siyasî beyanların ne kadar şov, yani göstermelik ve aldatmaca olduğu her cihetle görülmektedir. Çok kazalar oluyor, bana mısın diyen yok. Fakat bir bakan veya bir milletvekili trafik kazasında hayatını kaybedince bunlar gündeme geliyor.

Bundan birkaç yıl önce Almanya’ya davetli idim. O yıl Kurban Bayramında resmî tatil 9 güne isabet etmişti. O bayram tatilinde 200 ölü 800 yaralı ortaya çıkmıştı. Bana orada sordular: “Türkiye’de savaş mı var?” “Hayır, savaş yok, bizim karayolları var. Otobanın dışında bariyer varsa da yok derecede, bariyer dışındaki millî emlaka ait yerlerde de tel örgüsü yok. Tablo normal” dedim.

Şimdi AB’nin fikir bazındayız. Ya karayolları bazına girersek, durum nasıl olacak ve ne kadar sürecek? Çünkü Avrupa’nın bir ucundan bir ucuna dev otobanlar var. Her tarafları bariyer ile kaplı. Bariyerlerin dışında milli emlak diye tarif ettiğimiz yerler, yani bariyerlere 30 metre uzaklıkta baklavalı tel örgü ile kaplı, bir tek hayvan giremez. Köpekten öküze kadar. Avrupa TV’lerinden de görülebilir. Ayrıca şehirler arası çok yerlerde gidiş üç şerit, geliş üç şerit veya dört şeritli. Her yerin kendine mahsus hız kapasitesi vardır. Herkes ona uymak mecburiyetindedir. Çok yollarda gece gündüz çalışan kameralar vardır. Ânında ceza işleme konulur, yani kazaya kurban gitmek riski çok az.

Şimdi kısa misalden Türkiye’mize geçelim. Cuma günü CNN Türk’te dile getirilen 24 kara noktaya bakalım. Eski bakan Sn. M. Taşar, Afyon’daki kara nokta virajından aşağıya uçuyor. Bu kara noktalarda Avrupa standartında tedbir yok. Gece ışık yanmaz, sisli ve yağışlı havalarda kazalar kaçınılmaz. Çünkü keskin viraj. Halbuki bu keskin virajlar düzlenebilir. Bazıları hatır virajı. Yine fevkalâde bariyer yok ve etrafında tel örgü yok. Yani bir hayvan ânında vasıtanın önüne çıkabilir. Bu virajlardaki hız, levhada azami 50 km yazıyor, halbuki bu yerlere 30 km hızla ancak dönülür. Keskin, kaygan viraj... Soruyorum, bu 24 kara virajlarda yılda kaç kişi ölüyor veya kaza oluyor?

Türkiye’mizin karayollarında 12 milyon taşıt hareket halinde. Bunun altı milyonu taksi. 700 bini kamyon ve 170 bini otobüs. Şimdi gelin çıkın işin içinden. Türkiye’de şimdiki iktidar “Duble yol” projesini Türkiye’de başlattı. Fakat istenilen randıman alınmadı, kısa dönemde de alınamaz. Şahsen ayda takriben 5-6 bin km karayollarında hareket eden bir kişiyim, gördüğüm “Duble yol”larda bariyer ve tel örgü tedbiri hiç yok, hele geceleri önüne çıkacak bir varlığa süratle vurursun. Şu anda bu yollarda savaş eder gibi trafik terörü devam etmektedir ve hem de yetkililerin gözleri önünde. Tek kelime ile vahşet ve dehşet..

Sürat kontrolü, kaçak işler, ehliyetsiz sürücü, tali yollar, ruhsatsız arabalar, ton standardını aşan yükler... onlar ayrı birer makale. Yanlız bir tanesini misâl olarak vereceğim. Bu misâli “Bir değer olarak hoşgörü ve eğitim” konferanslarımda da dile getirdim ve getiriyorum. Teknoloji bir değer, fakat bu değer işlenirse değer olduğu ortaya çıkmaktadır. Yoksa bakın manzaraya: Geçtiğimiz ay, karayollarında korkunç bir gelişme oldu. 2 kişi, 3 günde 7 kişiyi öldürdüler. Radar tespit ediyor ve 50 polis noktasından geçtiği halde yakalanamıyor. Daha sonra Ankara’da başka bir şekilde yakalandılar.

7 milyarlık dünya ailesinde, yılda 56 milyon kişi ölüyor. Acaba kaçı trafik teröründen ve biz kaçıncı sıradayız? Yetkililer açıklasın bakalım. Manzara korkunç. Artık her seyahate çıkan kişi, ailesiyle ve dostlarıyla helâlleşerek çıkıyor. 2007 penceresi bunu mu göstermeliydi?

NOT: Mütevaziliğiyle gönlümde yıllardır yer yapan, büyük insan, faziletli şahsiyet Hakkı Yavuztürk Ağabeyimiz Hakk’a yürüdü. Başta Yavuztürk ve Güleçyüz aileleri olmak üzere bütün ihvâna taziyetlerimi sunuyorum. Ruhu şâd olsun.

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Tarihçe-i Hayat ve palabıyıklı resim



Dün başladığımız Hakkı Yavuztürk Ağabey ile ilgili hatıra notlarına devam ediyoruz.

Kendisinden bizzat dinlediğim Nur Külliyatından Tarihçe–i Hayat isimli eserin ilk baskısıyla ilgili önemli bir hatırayı sizlere nakletmek istiyorum.

Bu hatıranın mahiyeti, kendi lisanından özet olarak şöyledir:

"Risâle–i Nur Külliyatının yeni hurufla (Latince) da basılıp neşredilmesine karar verilmişti. Bu karar gereği, Külliyatın ilk bazı nüshaları 1957'de Ankara'da basılmaya başlandı. Baskısı yapılan eserlerin kâğıt masrafını, merhum Başbakan Adnan Menderes bizzat kendi kesesinden karşılamıştı.

"Ankara'daki matbaalarda basılan risâlelerin ciltleme işi ise, yine İstanbul'da yapılıyordu. Acizane, biz de bu hizmetlerle alâkadar oluyorduk.

"Hiç unutmam, bir defasında baskı ve ciltleme işi tamamlanan risâleleri alıp Üstad Hazretlerinin yanına götürdüm. Risâleleri o vaziyette görünce, nihayet derece sevindi, hatta sevincinden ağlamaya başladı. O halde iken, elini kitapların üzerine koyarak şunları söyledi: 'İşte kardeşim, ben bunu bekliyordum. Bunları gördüm, artık gidebilirim. Bu eserlerin herbiri bin Said hükmündedir.'

"Bir müddet sonra Tarihçe–i Hayat isimli eserin de baskısı yapılmış, sıra ciltleme işine gelmişti. Kapağında Üstad Bediüzzaman'ın bir fotoğrafının da bulunduğu örnek bir nüshayı alarak Hz. Üstad'a gittim. Güzelce sarıp paketlemiş olduğum kitabı çıkarıp Üstad'ın önüne koydum. Hz. Üstad kitaba şöyle bir baktı ve duyduğu rahatsızlığı iyice belli ederek, kapaktaki kendi resmini gösterdi. Dedi: 'Ne yapıyor bu keçeliler? Risâle–i Nur yerine beni nazara veriyorlar. Söyle onlara, bu böyle olmaz.'

Hz. Üstad, hemen o anda hiç hoşnut olmadığı bu meseleye müdahale etti. Beş parmağını iyice açarak, elini kapaktaki fotoğrafın üzerine koydu. Fotoğrafı yerinden söktü, avucunun içinde buruşturup çöpe attı.

"Ardından, konuşmaya devam etti: 'Bu eser, benden ziyade Risâle–i Nur'u nazara vermeli. Bu sebeple, resmin kapaktan verilmesi münasip değil. Resimler içerde olabilir. Kitabın iç kısmında Eski Said'in eski resimlerinden koyup neşretsinler.'

"Daha sonra, bu Tarihçe–i Hayat isimli eseri eline aldı ve sayfaları çevirmeye başladı. Sayfaları çevirirken, bir yerde kendisine benzeyen siyah sarıklı, palabıyıklı bir adamın resmini gördü. Orada durdu ve şunu söyledi: 'Kardeşim, bu Said değildir. Bu adam ben değilim. Bunu derhal çıkartsınlar, yerine Eski Said'in bir resmini koysunlar, öyle neşretsinler.'

"Bütün bunları dinledikten sonra, gelip ağabeylere durumu anlattım. Onlar da aynen öyle yaptılar. Hatta, aceleyle dağıtılmış olan bir kısım kitapları da toplattırıp resimlerini yeniden tanzim ettiler."

GÜNÜN TARİHİ 12 Ocak 1452

Latin serpuşu yerine Osmanlı sarığı

Bizans İmparatoru Konstantin Draganez, muhtemel Osmanlı saldırısına karşı bir tedbir olarak, Ayasofya’da Patrik ve Papalık taraftarlarını bir araya getirerek ortak âyin yapılmasını istedi.

Ancak, ne yaptıysa da bu gayesinde muvaffak olamadı. Gerek halktan ve gerekse kendi ülkesinin ruhbanlarından tepki aldı. Hatta, açıktan açığa “İstanbul’da Kardinal (Lâtin) serpuşunu görmektense Osmanlı sarığını görmeyi tercih" edenlerin olduğunu gördü.

Bu durum karşısında hayal kırıklığı yaşayan İmparator, işine yarayacak hiçbir netice alamadan geri adım atmak mecburiyetinde kaldı.

Bizans halkının ve hatta din adamlarının Latinlere karşı duyduğu bu şiddetli alerjinin iki önemli sebebi vardı: Birincisi, dinî ve mezhebî ayrılık; ikincisi ise, daha evvel Bizans'ın merkezinde yaşanan çok kanlı ve büyük talanlı "Latin işgali."

Avrupa'daki Katolikler, Selçuklu'ya karşı Bizans'ı korumak için gelmişlerdi. Ancak, İstanbul'un güzellik ve debdebesi karşısında meftun olup, Müslümanlarla savaşmak yerine burayı işgal etmeyi tercih ettiler.

İstanbul'daki Latin işgali, 1200'lü yılların hemen başlarında yaşandı. Bizans'ın orta yerinde bir Latin Krallığı kuruldu. İstanbul'un bütün güzelliklerini yakıp yıkan, önemli bir kısmını da yağma eden bu işgal dönemi, 1260’lara kadar devam etti.

Bizans hanedanı ise, bu zaman zarfında, Gürcü yakınlarından yardım alarak Trabzon'a gittiler ve orada Pontus Rum Krallığını kurdular.

Rumlara ait bu her iki devlet de, sonunda Sultan II. Mehmed (Fatih) tarafından fethedildi.

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Varlıkların Allah’ın varlığını bildirmeleri



Niğde’den okuyucumuz: “Mesnevî-i Nûriye’nin 54. sayfasında yer alan, ‘Ve kezâ kevn-ü vücudda, imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcib, vâhid, faal bir Hâlık’ı iktiza ve istilzam eder’ cümlesini izah eder misiniz?”

Mesnevî-i Nuriye, Tevhid hakikatlerini damla damla katreleştiren ve zihnimize yeni ufuklar açan bir nûr deryasıdır. Her bir cümlesi, her bir satırı, her bir paragrafı, her bir bölümü birer tefekkür hazinesidir. Cümleler arasına girdikçe aklımız huzur bulur, okudukça kalbimiz beslenir, doyar, imanımız inkişaf eder.

Bedîüzzaman Hazretleri burada, iki temel cephe ele almıştır:

1- İmkân, kesret ve infial cephesi. Bu cephe yaratılmışların cephesidir. Burada her bir varlık, varlıkla yokluk ihtimallerini birlikte taşır. Burada her bir varlık, çokluklar arasında kendisine biçilmiş bir yerdedir. Burada her bir varlık, tasarruf edilmeye, yönlendirilmeye ve şekil verilmeye hazır bulunmaktadır. Bu cephe, içinde yaşadığımız ve meyvesi bulunduğumuz kâinattır.

2- Vücub, vahdet ve fâiliyet cephesi. Bu cephe ise, Yaratıcının cephesidir. Eğer yaratılmışlardan söz ediyorsak, Yaratıcının varlığı vaciptir, yani zorunludur. Varlıkla yokluk arasında bocalayan varlıkları “var kılan” kudret, emir ve irâde; elbette öncelikle ve zorunlu gereklilik derecesinde vardır. Eğer bir çokluktan söz ediyorsak, bir birlik söz konusudur. Eğer bir yapılma işinden, düzenlenmekten ve yönlendirilmekten söz ediyorsak, bir yapan, bir düzenleyen ve bir yönlendiren yine zorunlu olarak var olmalıdır ve vardır.

İşte bu mertebeler arasındaki zorunlu bağ, zorunlu olarak var olan, bir olan, iş ve eylem sahibi olan Hâlık Teâlâ’yı bildirir, kör olmayana gösterir.1

Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinatta bütün işleri ve fiilleri yapan, bütün oluşumları yaratandır. Cenâb-ı Hak; hayatı vermekten ölümü takdir etmeye, hastalıktan şifaya, rızıklandırmaktan güzellikleri tanzim etmeye, bitkilerin büyümesinden ve çoğalmasından hayvanların yaratılışına, yağmurun gönderilmesinden pınarlarda suyun kaynamasına, toprağın sükûnetinden yer kabuğunun zelzelesine, dünyanın dönmesinden güneşin ışık ve ısı vermesine, güneş sisteminin hareketlerinden galaksilerin ve yıldızların seyirlerine kadar kâinatta ne kadar fiil ve eylem varsa, ne kadar faaliyet ve iş varsa, ne kadar hareket ve bereket varsa, ne kadar “yapma işi ve fiili” varsa hepsinin, yani tekvinî fiillerin tamamının yapıcısı, yaratıcısı ve failidir.

Cenâb-ı Hak dilediği gibi faaliyet yapar, faaliyetleriyle her şeyi kuşatır, hiçbir şey Kendisini hiçbir faaliyetten alıkoyamaz. Cenâb-ı Hak irade ettiği her şeyi bir emirle anında yapar, bütün oluşumlar ve varlıklar âlemi Allah’ın faaliyetlerinin şahididirler. Kâinatta gördüğümüz baş döndürücü faaliyetler, Cenâb-ı Faal-i Hakim’in sonsuz tasarruflarının her an dilediği gibi devam ettiğini göstermektedirler.

Bu mevcudatta işleyen fiillerin hadsiz intizam ve hikmet dillerinin Cenâb-ı Hakkın varlığına ve birliğine hadsiz şahitler olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, kâinattaki bütün varlıkların, hadsiz intizam dilleriyle ve hikmet parmaklarıyla gösterdikleri Allah’ı bilmemenin veya inkâr etmenin çok büyük bir cehalet ve tarif edilmez bir divanelik olduğunu, hatta dünyada en ziyade hayret edilecek bir şey varsa onun da bu inkâr olduğunu; hatta kâinatın vücudunu inkâr eden Sofestâîlerin bu noktada akla daha çok yaklaştıklarını, çünkü kâinatı ve kendini inkâr etmenin, Allah’ı inkâr etmekten daha akıllı bir iş olduğunu kaydeder.2 Saîd Nursî Hazretlerine göre, mevcudattaki her bir icat fiili, bütün fiillerin kendi Failinin fiilleri olduğunu ispat eder. Çünkü her bir eser, bilhassa hayat sahipleri, kâinatın küçük bir misalini, âlemin bir çekirdeğini ve dünyanın bir meyvesini teşkil ederler. O küçük misali, o çekirdeği ve o meyveyi îcad eden, bütün kâinatı îcad edenden başkası değildir. Çünkü meyvenin mucidi, ağacın mucidinden başkası olamaz. Bu durumda her bir eser, bütün eserleri kendi Müessirine verdiği gibi; her bir fiil de bütün fiilleri kendi Failine vermektedir. Çünkü her oluşum ve yaratılış fiili, tüm varlıkları kuşatacak derecede geniş ve zerreden yıldızlara kadar uzun bir Yaratıcılık kânununun ucu olarak görünmektedir. Demek o küçük fiilin sahibi kim ise, zerrelerden yıldızlara kadar bütün âlemdeki fiillerin tamamının Faili de O’dur.3

Bedîüzzaman Hazretlerine göre âlemde sonsuz derecede cereyan eden ve yalnız Allah’a ait olan oluşum fiillerini sınırlayan, yine yalnız Allah’ın hikmet ve iradesi ve varlıkların kabiliyetleridir.4

Her an varlıkla yokluk ihtimali içinde olan tüm varlıkların var olmalarının vücub hakikatini, yani Allah’ın zorunlu olarak var olması hakikatini gösterdiğini; infialin, yani “yapılmaya maruz kalma” işinin bir fiili gösterdiğini; yaratılmışlığın, bir Hâlık’ı bildirdiğini; çokluk ve bir araya getirme işinin de bir ve tek olan Allah’ı gösterdiğini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu vücub, fiil, hâlıkiyet ve vahdet hakîkatlerinin gâyet açıklıkla, netlikle ve zarûretle sonradan olan varlıklara benzemeyen, yapılmış olmayı kabul etmeyen, çok olmayan ve yaratılmış olmayan Allah’a işaret ettiğini kaydeder.5

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 54. 2- Lem’alar, s. 309. 3- Mektûbât, s. 320. 4- Şuâlar, s. 142. 5- Sözler, s. 619.

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Nasıl yardım edebilirsin!”



Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT)’in 80. kuruluş yıldönümü nsebebiyle Müsteşar Emre Taner’in açıklamaları geçtiğimiz haftanın en önemli tartışma konularından birisi oldu. Bu “sürpriz” açıklamanın muhtevası kadar, müsteşarın açıklama yapması da tartışıldı, tartışılıyor. Çünkü MİT’in geleneğinde böyle “yazılı açıklama yapma” geleneği pek yok.

Peki ne demişti Taner…

“Dünyada birçok devlet egemenliğini kaybedecek, savunmada kalamayız…”

“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasî ister ahlâkî-dinî olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız…”,

“Önümüzdeki dönemde de uluslar arası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır…”,

“Bulunduğumuz dönem, gelecekte birçok ulus devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır. Bu devletler sadece gelişmemekle ve dünya yönetiminde söz sahibi olanlar arasına dahil olmamakla kalmayacak, aynı zamanda birçoğu günümüz teknolojik devriminin ve küresel ekonominin rekabetine dayanamayıp ulusal egemenliklerini de büyük ölçüde yitireceklerdir…”

Taner’in bu açıklaması başta “ulus-devlet” tartışmasını gündeme getirdi. Kimileri bu kavramı, kimileri açıklamanın başka boyutunu ele alarak anladığını, “asıl anlatılmak istenileni” yazdı.

Tabiî konu MİT olunca, cümlelerde hatta kelimelerde “gizli kodlar”ı araştırmak bir ihtiyaç oluyor! Adeta bu “kodları” çözme yarışına girişildi. Bu açıklamayı Başbakana bağlı başka bir bürokrat yapsa bu kadar “tesirli” olmazdı belki.

Burada açıklamanın kodlarını çözmeye çalışmayacağım. Ancak sistemin statükocu kanadını eleştiren açıklamanın alelacele kaleme alınmadığı, üzerinde çalışıldığı ve bağlı olduğu kurumun bilgisi dahilinde yapıldığını söylemek güç değil.

Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu açıklamayı değerlendirirken, “Kargaların bile güldüğü bir irtica olayını ortaya atmaya devam ederseniz, asıl tehdidi göremezsiniz. Devletin içinde bir kararsızlık olabilir. Konuyu kamuoyunda tartıştırmaya yönelik bir çıkış bence. Bu konularda devletin içinde konsensüs sağlansaydı böyle bir açıklama yapılmazdı diye düşünüyorum“ tesbitinde bulunuyor.

Taner’in açıklamalarına siyasetçiler ise farklı yaklaşıyorlar. Muhalefet partileri, açıklamanın kapsamı itibariyle doğru olduğunu, bu kaygıları giderme konusunda görevin hükümete düştüğünü belirtirken, iktidar partisi milletvekilleri bu konuların MGK’da tartışılması gerektiğini düşünüyorlar.

TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı (AKP) Mehmet Dülger’in, “Bu konuların basın yoluyla konuşulması doğru değil. Benzer açıklamaları daha önce Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer ve Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt da yaptı. Şimdi MİT Müsteşarı yapıyor. Bu konuda bir bilgi ve belge edinmişse MGK’ya sunar. Bu konular orada konuşulur, tartışılır ve gerekli önlemler alınır” değerlendirmesi de iktidara mensup bir milletvekilinin olaya bakışını yansıtıyor.

Diğer yandan Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Taner’in buna benzer açıklamaları toplantılarda yaptığını, bu görüşlerin sürpriz olmadığını söylemesi iktidar cenahında bu konuda da bir kafa karışıklığı olduğunu gösteriyor.

Taner’in açıklamaları önümüzdeki günlerde de tartışılacak. Ancak Taner’le birlikte MİT’in yeni bir döneme girdiği anlaşılıyor. Yıllardır yapılmayan “yazılı açıklamalar”a bundan sonra alışacağız gibi görünüyor.

* * *

Bu arada dikkati çekmek istediğim başka konu da yazarımız Serdar Murat’ın da dün yazdığı gibi MİT’in internet sitesinde yer alan ve herkesi “ajan” olmaya dâvet eden mesajı… “Nasıl yardım edebilirsin” başlığı ile verilen yazıda, “Ülke bütünlüğü, ayrıca halkımızın güvenliği adına yoğun çaba sarf eden MİT için hayalî olmayan, husumet içermeyen gerçek bulgulara-delillere dayanan her bilgi önem arz etmekte ve kıymetlendirmeye alınıyor” diyor.

“Bu bir ihbar hattı değildir” denilse de, “Eğer ulusal güvenliğimize zarar verebilecek, tehdit oluşturabilecek herhangi bir bilgiye sahipseniz bunu bizimle paylaşmanızı isteriz. Ülke güvenliği bağlamında MİT Kanununda yer alan görevlerimiz kapsamında herhangi bir çaba sarf etmeksizin gördüğünüz, duyduğunuz, bildiğiniz hususları iletmeniz, görevlerimize katkı sağlayacaktır” sözlerine yer veriliyor. Bu cümleleri okuduktan sonra “ihbar hattı” olmadığını söylemek mümkün mü?

Tabiî bütün bunları okuyunca 28 Şubat döneminde yaşanan ispiyonculuk müessesesi aklımıza geldi…

Sizin olsa gelmez mi?

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Bir” yerine “iki” kim istemez?



Hükümetin en iddialı olduğu konuların başında ekonomi gelmektedir. Geçmiş yıllardaki yüksek enflasyondan bunalan Türkiye son yıllarda ‘ne olursa olsun enflasyon düşsün’ noktasına geldi. Neticede enflasyon nisbetleri düşürüldü...

Ancak bu konudaki ‘iyileşme’ hâlâ halka yansımış değil. Geride bıraktığımız yıl ‘iyi’ kabul edilse bile, 2007’nin ciddî riskler taşıdığı uzmanlarca ifade ediliyor.

2006 için ortaya konulan “yüzde 5 enflasyon” hedefi tutturulamadı. 2006 yılı enflasyonu yüzde 9.5 olarak gerçekleşti. Tabiî ilan edilen enflasyon hedefinin tutmaması ilk defa karşılaştığımız bir durum değildir. Bunu da Türkiye şartlarında ‘normal’ kabul etmek lâzım.

İlân edilen ve gerçekleşen enflasyon rakamları bize bir ‘fıkra’yı hatırlattı. Fıkraya göre, Manş tüneli için uluslar arası ihale açılmış. İhaleye dünyanın en iddialı firmaları teklif vermiş. Tünelin yapımına talip olan firmalar, görüşme esnasında projelerini anlatıp kendi farklarını anlatıyormuş. Japon katılımcı, “Ben iki yönden tüneli delmeye başlarım. 15 cm sapma ile tüneli orta yerde buluştururum” demiş. İngiliz, Rus, İtalyan ve Amerika gibi diğer katılımcılar da benzer şekilde projelerini anlatmışlar.

Fıkra bu ya, ihaleye katılan Karadenizli bir hemşehrimiz de varmış. O da projesini nasıl yapacağını anlatırken şöyle demiş: “Ben tüneli iki yakadan kazmaya başlarım. Ortada buluştuk buluştuk, buluşamazsak iki ayrı tüneliniz olur!”

Karadenizli hemşehrimizin bu teklifle ihaleyi alıp almadığı bilinmiyor, ama enflasyon hedefinin yüzde 5 olarak açıklanıp; yüzde 10’a yakın gerçekleşmesi biraz da bu fıkraya benziyor. Yüzde yüzlük bir bir sapma, ‘fıkra’ları hatırlattı...

*

‘VİP avcı’lar istemiyoruz

Kıyaslaması da belki ‘hata’dır, ama keyif için ‘avlananlar’ı hoş görüp; inancı gereği kurban kesenleri kınayanları görmek insanı şaşırtıyor.

Türkiye Atıcılık ve Avcılık Federasyonu yetkilileri, ülkemize “VİP avcılar” geldiğini belirtip desteklenmesi yönünde görüş beyan etmişler. (Sabah, 5 Ocak 2006)

VİP avcı demek, ‘çok önemli kişi’leri ifade ediyor. Haberlere bakılırsa listede petro-dolar milyarderleri yanında, Avrupa’nın meşhur zenginleri de bulunuyormuş. Ancak kamuoyunun tepkisinden çekindikleri için isimleri açıklanmıyormuş...

Keyif için avcılık yapılması da, bu yolla döviz kazanılması da Türkiye’ye gerçek anlamda bir fayda vermez. Bu yolla kazanılan para, sigara ve alkollü içkilerden kazanıldığı düşünülen paraya benzer. Hatırlamak lâzım; düne kadar ‘tekel’ yoluyla içki ve sigara satarak para kazandığını düşünen devlet, sebep olduğu hastalıklar sebebiyle kazandığının belki de on katını ‘tedavi gideri’ olarak harcıyordu.

Avcılıktan gelecek parayı istemiyoruz. “VİP avcı”lar da uzak dursun. ‘Çevreciler’ nerdesiniz, nerdeyiz?

*

Sigara içene tedâvi yok

“Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez” prensibi Avrupa’da da yaygınlaşmak üzere. Daha önce ünlü kalp uzmanı Dr. Mehmet Öz’ün dile getirdiği bir gerçeği başka uzman doktorlar da seslendirmeye başladı. Bilhassa kalp uzmanı doktorlar, “Sigara içenleri tedavi etmeyelim” şeklinde görüş beyan ediyorlar.

Bazı uzmanların ileri sürdükleri bu görüş şimdilik tartışılsa da önümüzdeki yıllarda daha geniş kabul göreceği söylenebilir.

İnsanlık, ‘deneme-yanılma yolu’yla da olsa ‘doğru’ları görecek inşallah.

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB ve Irak



Başbakan, ilk kez bayramda söylediği ve ardından başka açıklamalarında da tekrarladığı bir beyanında, “Şu anda Irak, AB sürecine göre Türkiye’nin çok daha öncelikli bir sorunu haline geldi” dedi.

Saddam’ın idamı sonrasında Irak’ın daha da derinleşen bir kaosa sürükleneceği öngörüsüne ilâveten, PKK sorununda hiçbir mesafe alınamaması ve Kerkük’ün âkıbeti için yapılacak referandumun önümüzdeki sonbaharda gerçekleşecek olması gibi hususlar dikkate alındığında, Irak’ın bu yıl Türkiye’yi çok daha fazla meşgul edeceği anlaşılıyor.

Nitekim Başbakan o sözü söyledikten sonraki günlerde evvelâ bir süre önce ABD ile oluşturulan “PKK ile mücadele koordinatörlüğü”nün bir sonuç vermediğini ifade etti, ardından Irak’ta ve özellikle de Kerkük’te bir oldu-bittiye izin vermeyeceklerini vurguladı.

Bu beyanların, yıl içinde doğrudan askerî inisiyatif kullanmak dahil, farklı aktivitelerin habercisi olup olmadıkları zaman içinde görülecek.

Eğer bu çeşit planlar varsa, en başta Amerika’nın bunlara nasıl bir reaksiyon göstereceği de...

Aslına bakılırsa, Türkiye’nin PKK’yı yok etme veya Türkmenleri koruyup Kerkük’e sahip çıkma gerekçeleriyle Kuzey Irak’a askerî operasyon düzenlemesinin olumlu karşılanacağını pek sanmıyoruz.

Buna karşılık, PKK’nın da, Kerkük’ün de, Türkmen meselesinin de, Türkiye için sonrasında içinden çıkamayacağı yeni maceralar olarak kullanılmak istendiğinden kaygılıyız.

Onun için, hükümetin hele seçim yılında bu netameli konularda son derece sağduyulu, temkinli ve dikkatli hareket etmesi gerekiyor.

Gelelim AB meselesine.

Israrla ifade edegeldiğimiz gibi, 17 Aralık 2004’ten bu yana hükümetin AB sürecinde kayda değer yeni bir adım atmadığı hepimizin mâlûmu.

Gerçi bu yöndeki eleştiriler Erdoğan başta olmak üzere hükümetin ilgili bakanlarını çok sinirlendiriyor ve yeri geldikçe “Reformlar aynı hızla devam edecek, müzakereleri kararlılıkla sürdüreceğiz” açıklamaları yapılıyor, ancak fiilî durum da herkesin gözü önünde.

Eleştirilere verilen cevaplar ve yapılan açıklamalar, AB sürecinde yaşanan duraklama ve rehavet vâkıasını ortadan kaldırmıyor

İki seneyi aşkın süredir dişe dokunur bir demokratikleşme reformu gerçekleştirilmiş değil. Daha önce yapılanların uygulamaya yansıtılması konusunda da ciddî eksikler ve aksamalar var. 301'deki sorunu bunlardan sadece biri.

Hal böyle iken, Türkiye bir de PKK ya da Kerkük bahanesiyle Irak batağına bulaştırılırsa, AB süreci tamamen rafa kalkacağı gibi, böyle bir maceraya atılmak bizi AB’nin ötesinde hemen her alanda altından kalkamayacağımız ağır sonuçlarla karşı karşıya getirebilir.

Otuz üç yıl önce Kıbrıs’ta yaptığımızı bugün Irak’ta tekrarlamaya kalkıştığımız takdirde, Kıbrıs sorununa bağlı olarak o günden beri yaşamaya devam ettiğimiz zorluk ve sıkıntıların daha katmerlisine katlanmak zorunda kalmamız kaçınılmaz.

Umarız, Kıbrıs düğümünü çözmek için bunca çaba sarf eden hükümet, benzer bir düğümü Irak’ta atma gibi bir hataya düşmez.

Ve AB sürecindeki gevşekliğini de bırakıp bir an önce harekete geçer.

***

Tazminatta ‘yasal faiz’ vurgunu

Aktulga ailesinin açtığı dâvâda mahkemenin toplam 10.500 YTL tazminata hükmettiğini biliyorsunuz. Ancak geldiğimiz noktada bu rakam iki buçuk katına ulaşmış durumda. Sebebi, “yasal faiz.”

22.2.2005 tarihli karar çıktıktan sonra dâvâcı tarafın talebiyle ilk ödemeyi, 2.6.2005 günü, teminat olarak Ankara 7. İcra Müdürlüğüne yatırdığımızda rakam 16.915 YTL’yi bulmuştu. Tashih-i karar başvurumuzun işleme konulduğunu öğrendiğimiz gün, dâvâcı taraf “yasal faiz ve mahkeme masrafları” adı altında 7 bin YTL daha istedi ve bunu da vermek zorunda kaldık.

Yıllık enflasyonun tek haneli rakamlara indiği bir ortamda bu ne biçim bir “yasal faiz”dir ki, rakamı iki senede iki buçuk kat arttırıyor?

Bu artışın yargı sürecindeki uzama ile bağlantısı ise, adalete duyulması gereken, ama haksız kararla zedelenen güveni iyice sarsıyor.

Bakalım, tashih-i karar sürecinden çıkacak sonuç bu güveni tamir ve yeniden inşa edebilecek mi?

12.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Aleviliğin üç boyutu



Aleviliğin üç farklı boyutu var. Bunlardan birisi, Ehl-i Beyt muhabbetidir ki genel olarak bu hususta İslâm fırkaları arasında genel bir mutabakat ve beraberlik vardır. İkinci boyut, fıkhî boyuttur ki bu özel bir alana tekabül eder. Zeydilik ve Caferilik fıkhı gibi. Üçüncüsü de, siyasî tarafgirliğin doktrin halini almış Şii veya teşeyyü boyutudur. Hakikat kişilerin hatta meşrep ve mezheplerin üzerindedir. Hakikat, kişiler zeminine veya düzlemine indirgendiğinde taassup ve tarafgirlik mânâsı kazanır. Bu durumda aynen Ahmed Bin Hanbel gibi söylemeliyiz: “Arifi’l hakka tarif ricalehu: Arifi’rricale bilhakkı ta tarifi’l hakka bir ricali’ yani hakikatı kişilerle değil kişileri hakikatle tanı. Bazen en sevdiğimiz kişiler dahi hakikatın uzağına düşebilirler. Bu durumda sevgi veya nefret değil muhakeme devreye girecektir. Müslümanlar düştükleri bitmez tükenmez ihtilaflar gayyasından ancak böyle korunabilir ve kurtulabilirler.

İran Aleviliği Lübnan ulemasının da etkisiyle teşeyyü etmiş ve başkalaşmıştır. Ehl-i Beyt muhabbetinin ötesinde teşeyyü ile fırka ve taifiyye manası kazanmıştır. Bu etkinin dışında kalan Türkiye Aleviliği ise Ehl-i Beyt muhabbeti ve bir de yer yer tasavvufun batini boyutu üzerine şekillenmiş ve bu terkibe bir de üzerlerinde yapılan Safevi-Osmanlı mücadelesinin tarihi tortusu eklenmiştir. Üzerlerindeki bu mücadelenin menfi etkilerinden dolayı Osmanlıya küsmüş ve yabancılaşmışlardır. Bununla birlikte, Anadolu Aleviliği büyük çapta ilk halini ve orjinalitesini korumuştur. İran’daki hem mezhep, hem de devlet olarak yapısal hale gelmiş ve kurumsallaşmıştır. Hareket veya akım olmaktan çıkmış ve devlet haline gelmiştir. Aslında bununla gerçek özüne de yabancılaşmıştır.

İran Aleviliği zamanla Lübnan tesiriyle Şii boyutuna geçmiş ve sosyolojik yapı olarak da evrilmiş ve köklerine yabancılaşmıştır. Başlangıçta, İran Aleviliği de Anadolu Aleviliğinin bir devamı olarak Türkmen unsuruna dayanmıştır. Süreç içinde yollar ayrılmıştır. Anadoludakilerin anlayışı aynı zamanda halk Aleviliğidir. Mektep veya medrese Aleviliği (Şiilik) değildir. Meşrep veya tekke Aleviliğidir. İran Aleviliği, sosyolojik evrim geçirmesi neticesinde kurumsallaşarak Fars etkisi altına girmiştir. Böylelikle hem dinî, hem de sosyolojik zemini ve kalıpları değişmiştir. Dolayısıyla İran Aleviliği zamanla makas değiştirmiş ve bugünkü halini almıştır.

***

Meşrep Aleviliğine aynı zamanda velayet Aleviliği de diyoruz. Sünniler ve tasavvuf erbabı bu boyutu temsil ederler. Türkiye’deki Alevilerin durumu da esasen siyasî teşeyyü aşamasına gelmemiş işraki boyutta kalmış bir Alevilik anlayıştır. Her halükârda mezhep Aleviliği değil meşrep Aleviliğidir. Bu anlamda Türkiye Aleviliği bir mezhep değil ve bir mezhebin parçası da değildir. Bundan dolayı zaman zaman tanımında sıkıntılar çekilmekte veya çekişmeler yaşanmaktadır. Nasibi ve Haricilerin hilafına Sünnilere göre de Hazreti Ali Şah-ı velayettir. Lihikmetin Cenabı Hak, Ehl-i Beyti siyaset aleminde değil de diyanet aleminde parlatmıştır. Diyanet âleminde Cafer-i Sadık ve Musa Kazım gibi fıkıh imamlarının yanında Ehl-i Beyt’in asıl parladığı alan manevi alan ve tasavvufî alandır. Bu yönleriyle Sünniler arasında parlamışlardır dersek fazla da hakikatın uzağına düşmüş olmayız. Bunu kimi Şii yazarların yanında Ebu’l Hasan en Nedevi Suretani Mütezaddani kitabında ve Bediüzzaman çeşitli eserlerinde ortaya koyar. Geylani gibi Sünni tasavvuf kutupları Ehl-i Beyt mensuplarıdır.

Kimi Şiiler kendi tarikleriyle gelmeyen hadisi kabul etmedikleri gibi kendi meşrep veya mezhepleri dışından gelen Ehl-i Beyt mensuplarının nesebini de reddetmişlerdir. Bu anlamda “Sümmehtedeytü” kitabının yazarı misal verilebilir. Ama Sünnilerde de meşrep rekabetinden dolayı Ebu’l Hüda es Sayyadi Şahı Geylani’nin Alevi nesebini reddetmiştir. Ama onun hayatını yazanlar ise asıl intihal şahsiyetin kendisi olduğunu ortaya koymuşlardır. Neyse.

Ehl-i Beyt’in futuhatı manevî dairede ve alanda olmuştur. İşte bu meselenin zorlanması ve kurcalanması yüzyılların kavgasını beraberinde getirmiştir. En son Safeviler bu anlamdaki teşeyyüü iktidarlarına siyasî dayanak ve meşruiyet aracı yapmışlardır. Musa Kâzım ve Cafer-i Sadık’ın da gördükleri ve öngördükleri gibi siyaset dairesi Ehl-i Beyt için kapalıdır. Onlar namına siyaset dairesini zorlamak felaketlere yol açmaktadır ve eşyanın tabiatına aykırıdır.

***

Mehdi meselesi ayrı mütalaa edilmeli ve o mesele de müteşabihattandır. Allahu a’lem...

12.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004