Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Son Medrese-i Yusufiye



Her seyahat bir merakla başlar.

Bir yerin, ya adı tahrik eder seyyahın merak hislerini, ya da coğrafî özellikleri, tabîi güzellikleri, tarihî zenginlikleri, kültür değerleri veya orada vuku bulan hadiseler.

Seyyah bu hususlar üzerinde gerekli araştırmaları, incelemeleri yaptıktan sonra gideceği yerin en merakaver tarafını tesbit eder, mevsim şartlarını hesaba katıp hazırlıklarını yapar, zamanı gelince de yola çıkar.

Başlangıçta gidilecek yerin uzaklığı, yakınlığı; yolculuk şartlarının zorluğu, kolaylığı teşvik edici veya şevk kırıcı olsa da, mahall-i maksuda varınca hepsi unutulur.

Hatta çoğu zaman seyahatin müşevvik unsuru olan merak hissi bile ikinci plânda kalır. Çünkü seyahat ihtimalinin doğduğu andan itibaren, gayri ihtiyarî hareketlenen hasseler, oraya varınca âdeta haz alma yarışına girerler.

Seyahatin seyrini de o hasselerin tatmin seviyesi tayin eder.

***

Seyahate çıkmadan önce biz de tek tek geçtik o merhalelerden.

Nereye gideceğimize karar vermek için haritayı önümüze açtığımızda, sıcakların aniden bastırmasının da tesiriyle ilk dikkatimizi çeken yerler deniz kenarları oldu.

Kıyılarındaki yerleşim merkezlerinde pek Nur Menzili olmadığından nazarlarımız yavaş yavaş iç bölgelere doğru kaysa da zihnimiz ‘deniz’ tabirinde takılıp kalmış olmalı ki bu sefer de gayri ihtiyarî şehirlerin isimlerinde o mânâyı arama temayülü içine girdik.

Memleketin üç tarafının denizlerle çevrili olması hasebiyle telâffuzu denizi, kıyıyı tedaî ettiren yer çoktu ama adında ‘deniz’ kelimesi geçen bir tek şehir vardı. Denizli...

Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ve esatir-i evvelîn kavimlerinin Leadicela, Lazkiye adını verdikleri; Selçukluların, Osmanlıların Ladik, Donguzluk dedikleri şehrin bu adının nereden geldiğini ve denizle nasıl bir bağının olduğunu bilmiyorduk.

Aslında işin o tarafını pek de merak etmedik. Denizlerden biri ile iç içe olduğu veya kendine has bir iç denizi bulunduğu için o adın verilmiş olabileceğini düşünerek geçtik.

Deniz denen mavi cazibeye hissimizi kaptırmıştık bir kere. Yol boyu, konuştuğumuzda deniz mevzulu sohbetler ettik, sustuğumuz zaman da mavinin, yeşilin ve beyazın tonlarıyla renklenen hayaller kurduk.

Herkesin oraya varınca ilk yapmak istediği hareket, kendini mavi ummana bırakmak ve gökyüzü ile denizin kesişme hattında ufka doğru gönlünce kulaç atarak maviliklerle mezcolmaktı.

Onun için yolumuzun üzerinde Akhan, Çardakhan gibi ecdât yâdigârı eserler, Hierapolis harabeleri ve pek çok höyükler, ören yerleri olmasına rağmen biz bazılarını şöyle bir görüp geçtik. Lâkin Çökelez yamaçlarından Denizli’ye bakınca gözlerimize inanamadık. Çünkü etrafta hayalini kurduğumuz gibi ufku sonsuza açılan veya kendi içinde dalgalanan bir deniz yoktu.

Gerçi Denizli’nin, denizi olmasa da Pamukkale, Karahayıt, Yenice, Ortakçı, Karcı, Evkara gibi değme denizlere değişilmeyecek nice şifalı kaplıcaları, serin mesire yerleri vardı ama bizim deniz hayallerimiz suya düşmüştü bir kere.

Bunun üzerine Nur menzillerine yaptığımız seyahatlerde sadece hevesimizi teskin veya merakımızı tatmin etmek maksadıyla hareket etmememiz gerektiğini anladık ve ham hayalleri bırakarak Denizli’yi Nur Menzili hâline getiren hadiselerin içine daldık.

O zaman, 20 Eylül 1943 tarihinde Kastamonu’da başlayıp Çankırı’yı, Ankara’yı Isparta’yı da içine alarak otuz beş gün kadar devam ederek Denizli’de biten dalgalı bir hadiseler seylinin içinde bulduk kendimizi.

Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri takriben 25 Ekim 1943 tarihinde Isparta’dan yük vagonlarına doldurularak getirilip etraflarına bakmalarına bile fırsat verilmeden Denizli zindanlarına hapsedildikleri için biz de gezmeye oradan başlamak istedik.

Bu maksatla hapishâneye geldiğimizde önce soğuk namlular ve sivri süngüler kesti yolumuzu. İzin almak için resmî makamlara müracaat ettiğimizde de hapishâne duvarlarından daha katı tavırlarla karşılaştık.

Eğer o resmî tavırları aşıp keskin engelleri geçebilseydik, ilk olarak Üstad Hazretlerinin, kışın dondurucu soğuklarında ve yazın bunaltıcı sıcaklarında tek başına kaldığı basık tavanlı küçük koğuşa gidecektik.

Oraya girdiğimizde fiilen duymasak bile hissedeceğimiz ilk sesin, derinden gelen zikir fısıltılarına karışan iniltiler olacağından emindik. Çünkü orada kaldığı dokuz aylık zaman içinde beş sefer zehirlenen Bediüzzaman şiddetli acılar içinde kıvranmasına rağmen zikrini, virdini bir an bile bırakmamıştı.

Ortada görevlileri tahrik edecek hiçbir şey olmadığı hâlde, günlerce orada aç, susuz bırakılmış, müthiş zehirler verilirken bir parça ilâç verilmemişti. Ama o ekmekten, sudan, ilâçtan ziyade kalem kâğıt verilmemesine üzülmüştü.

Birkaç küçük kâğıt parçası bulduğu zaman bazı imanî bahisleri onlara yazıp kibrit kutularına koymuş ve gardiyanların görünmediği zamanlarda meydana atarak talebelerine ulaştırmaya çalışmıştı.

İki Cuma gününün semeresi olan ve Risâle-i Nur’un bir nev’î hülâsası sayılan Meyve Risâlesi orada o zor şartlarda yazıldığı için biraz dikkatlice baksak, kireç badanalı duvarlarda, sert uçlu sabit kaleminin silik izlerini bulacağımızı hissediyorduk.

Oradan ayrılmakta zorluk çeksek de ziyaret zamanımız sınırlı olacağından hemen çıkıp Nur Talebelerinin kaldığı koğuşlara gider, onların yaşadıkları ibretli hadiseleri tahattur ederdik.

Çünkü hepsi çok çeşitli yerlerden gelmelerine, değişik mizaçlar içinde bulunmalarına, farklı kültür seviyelerine ve medenî hâllere sahip olmalarına rağmen birbirleri ile bir vücudun azaları kadar insicam içinde hareket etmişlerdi.

Birbirleri ile aralarında böylesine samimî, sadık ve sarsılmaz bağlar olduğu için zehirlenme hadiselerinden birinde Üstadının hayatının tehlikede olduğunu gören Hafız Ali, Allah’a yalvararak canını ona feda etmiş ve ‘Nurun şehid kahramanı’ unvanını kazanmıştı.

İlk zamanlar kalabalık koğuşlarda her türlü kötülüğü yapabilecek tıynette mahkûmlarla bir arada, yaşamak zorunda bırakıldıklarından değil ibadet etmek, insanlığın icaplarını bile yerine getirmekte zorlanmışlardı.

Buna rağmen ne onlara uymuşlar, ne de karşı koymuşlardı. Bir yandan sabır ve sebat içinde ibadetlerini yapıp hizmetlerine devam ederken diğer yandan mahkûmlara müsamaha ile muamele edip gönüllerini kazanmışlardı.

Bu örnek hareketlere mahkûmlar da ayniyle mukabele edip onlar gibi Risâle okumak, Kur’ân öğrenmek, İbadet etmek istemeleri üzerine koğuşlar birer Kur’ân kursu hâline gelmişti.

Zamanla onlara katılan hapishane dayıları, meydan ağaları, koğuş kâhyalarının hazırladıkları imkânlar sayesinde Risâleler daha rahat telif edilip çoğaltılmış, dışarıdaki Nur talebelerine mektuplar yazılmış, mahkeme müdafaaları hazırlanmıştı.

Bediüzzaman ve Nur Talebeleri, ilk beraat kararlarını orada hazırladıkları müdafaalar sayesinde almışlar, garazkâr bilirkişi raporları orada yapılan itirazlarla çürütülmüş ve hiçbir suç unsuru bulunamayan Risâle-i Nurlar iade edilmişti.

Daha önce hapishânenin çok sıkı korunan koğuşlarında sık sık kavgalar çıkıp cinayetler işlenirken, Risâle-i Nur dersleri sayesinde azılı katiller, gangsterler sivrisineği bile öldüremeyecek hâle gelmişlerdi.

Böylece Bediüzzaman’ın, “Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki ‘Terbiye için on beş sene hapse atılmaktansa on beş hafta Risâle-i Nur dersini alsalar daha ziyade onları ıslâh eder” diyerek de ifade ettiği gibi hapishâne tam bir Medrese-i Yusufiye hususiyeti kazanmıştı.

Aradan geçen zaman içinde hapishanenin herhangi bir tadilâta uğrayıp uğramadığını, tadil edildi ise koğuşların aslî şekillerinin ne kadar korunduğunu bilmiyorduk ama oraya girebilseydik, her hâl ü kârda Bediüzzaman’ın ve talebelerinin bir zamanlar oralarda kaldıklarını hissedeceğimizden emindik.

Çünkü onlar, 15 Haziran 1944 tarihinde mahkemenin verdiği beraat kararının ardından tahliye edildiklerinde Denizli Hapishânesini, medrese-i Yusufiye sıfatlı bir Nur Menzili olarak bırakmışlardı.

Aslında biz de Zübeyir Gündüzalp gibi yapıp orada başkalarına zarar vermeyecek bir suç işlemek suretiyle hapishaneye atılarak maksadımıza ulaşabilirdik ama ona da cesaret edemedik.

Bu ihtimal hariç her yolu deneyip içeriye giremeyeceğimizi anladıktan sonra esef ederek oradan ayrıldık ve tam bir Nur menzili sayılmasa da Üstadı hatırlatıp Nuru tedaî ettiren yerlere gittik.

İlk uğradığımız yer, Bediüzzaman’ın tahliye edildikten sonra, hükümetin hakkında vereceği kararı beklerken 47 gün kadar kaldığı Şehir Oteli oldu. Bina otel vasfının ve asıl şeklinin yanı sıra, sararan yaprakları canlı birer tefekkür malzemesi olan kavak ağaçlarını da kaybettiğinden orada meşgul olacak bir vesile bulamadık.

Hasan Feyzi Efendinin, Bediüzzaman Denizli’den ayrılırken, Hafız Ali gibi canını onun uğrunda feda etme dileğini, müstecap bir duâ hâlinde terennüm ettiği ‘Dahi nezrim bu ki, bu can sana kurban olacak’ mısraının da içinde bulunduğu manzumeyi verdiğini tahmin ettiğimiz yerde onu, diğer şiirlerinden mısralar okuyarak yadettik.

Bediüzzaman’ın, hapishanede kaldığı yıllarda Cuma namazlarında görüldüğü rivayet edilen bazı camileri gezip mezarlığa geldiğimizde; Hafız Ali, Hasan Feyzi, Hasna Hanım gibi Üstadın senasına mazhar olmuş mesrur insanların medfun olması hasebiyle oranın da bir Nur Menzili olduğunu müşahede ettik.

Lâkin Denizli’ye kadar gidip de o beldenin yegâne Nur Menzili olan hapishaneyi gezememek içimizde bir ukte olarak kaldı.

Çünkü orası, son Medrese-i Yusufiye idi.

***

Medrese-i Yusufiye...

Hazret-i Yusuf Aleyhisselâmın; haksızlık, zulüm ve iftiralara maruz bırakılarak Mısır zindanlarına atılmasını telmihen, Bediüzzaman Said Nursî de kaldığı hapishânelere bu sıfatı vermişti.

Mısır zindanları çoktan yok olup gitmişti. Bediüzzaman’ın o sıfatı verdiği Eskişehir ve Afyon hapishâneleri de yıllar önce yıkılıp yerlerine başka binalar yapıldığından geriye bir tek Denizli Hapishânesi kalmıştı.

Şimdi orası da artık gün sayıyor. Hapishâne başka bir yere taşındığı zaman arsası muhtemelen birileri tarafından alınacak, tarihî hapishâne binası yıkılıp yerine büyük apartmanlar dikilecek.

Böylece son Medrese-i Yusufiye de tarihe karışacak.

Ama eğer Denizlili Nur Talebeleri daha önce davranıp orayı satın alır, Üstadın ve talebelerinin kaldığı koğuşları müze hâline getirir, sair yerleri de tam teşekküllü bir hizmet merkezi şeklinde tanzim ederlerse, bu sayede son Medrese-i Yusufiye de kurtulmuş olur.

Şahıslar gibi şahs-ı mânevî hüviyeti kazanmış cemaatler, cemiyetler ve teşekküller de geçmişi geleceğe bağlayacak hatıra değeri taşıyan eserlere ve yerlere muhtaç olduğundan orası alınıp Nur Hareketinin içtimaî hatıra albümüne armağan edilebilir.

Denizlililerin hâlâ böyle bir imar, inşa ve ihya hamlesini başlatıp içinde Nur Hareketi tarihinin mühim bazı hadiselerinin vuku bulduğu bu yeri yaşatarak şehirlerinin Nur Menzili sıfatını tecil etme şansları var.

Lâkin fazla zamanları yok.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Karagöz perdesi’nden alınacak ibret!



Osmanlı toplumuna “toplumsal kimlik” noktasından baktığımızda, en ufak ayrıntıların bile düşünüldüğünü ve hiçbir işlemin sebepsiz gerçekleştirilmediğini görüyoruz.

Bizlerin sadece Ramazan ayına hapsettiği “Karagöz”ün Osmanlı’nın son günlerine kadar her yaş grubuna hitap eder tarzda oynatıldığını söyleyeyim önce…

Sonra da eski ustalar arasında yaygın olan, Karagöz’ün pîri kabul edilen Şeyh Küşterî hakkındaki bir rivâyeti, Hayalî Küçük Ali’nin ağzından Enver Behnan Şapolyo’nun aktarımıyla dinleyelim: “Şeyh Küşterî, Horasan illerinden Bursa’ya gelen mutasavvıf, âlim bir şeyh idi. Kendisi Ahmet Yesevî tarikatinden idi. Bursa’ya gelerek, Karaşeyh mahallesine yerleşerek burada bir zaviye açmıştır. Pek az zamanda kendisine yüzlerce mürit bularak, bunlara ders vererek irşada başlamıştır.

Bir gün dersini bitirdikten sonra müritlerinden birisi kendisine şu suali sormuştur:

‘- Üstat, bize irşatlarınızla hak yolunu anlattınız… Biz bunlarla uhrevî âlemi anladık. Fakat bu dünyevî âlem ve hayat nedir?’, deyince, hemen Şeyh Küşterî başından sarığını çözerek, odanın bir köşesine derhal bir perde kurdu. Müritlerine dönerek;

‘- Bu perdenin dört köşesi şunlardır: Şeriat, tarikat, hakikat, marifet köşeleridir.’ dedikten sonra dört kenarlı olarak perdenin her dıl’ını üçe bölerek oniki bölüm yaptıktan sonra;

‘- Bu bölümler de oniki imamdır!’ dedikten sonra bu perdenin arkasında bir meş’ale yaktı. Sonra sağ elini meş’ale ile perde arasına tutarak bir gölge yaptı. Sonra müritlerine;

‘- İşte mollalar!... Şu gördüğünüz perde dünyadır. Arkasında yanan meş’ale ise ruhtur. Şu elimin gölgesi de cisimdir.’ dedikten sonra, meş’aleyi ‘püf’ diyerek söndürdü. Sonra;

‘- Şu yanan meş’aleye (püf) denince sönüyor. Bu bir ruhtur. Meş’ale sönünce derhal cisim kayboluyor. İşte hayat budur. Ruh sönerse, cisim de kaybolur. Yalnız bâki kalan perdedir. Perde dünyadır. İşte insanlar bu perdede oynayan birer hayallerdir.”

İsterseniz bu güzel yorumu, eski hayal ustalarının, Hacivat’a okuttukları bir perde gazeliyle tamamlayalım: “Evvelâ resmeylemiş resmeyleyen resmi zılâl / Perde kurdum, şem’a yaktım, gösterem zıllü hayal / Fâni dünya kesretine aldanıp etme cidal / Kâinatın sırrını bilsin deyü ebvabı hal / Pîrimiz Şeyh Küşterî talim etmiş perdede / Ehli hal olanlar anlar, gayrıya bilmek muhal”

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hukuk ve namaz



Aktulga ailesinin açtığı tazminat dâvâsında gelinen son noktayla ilgili olarak 8 Haziran’da çıkan “Hukukun tükenişi” başlıklı yazımız için bize ulaşan destek mesajlarından biri:

Bilâl Tunç: İzmir Vilâyet Konağının yanında Adliye Sarayı vardı. Binânın alnında uzaktan okunabilir irilikte, Kur’ân hattı ile, adâlet timsâli Hz. Ömer’in târihe altın harflerle kaydedilen “El-Adlü esâsü’l-mülk,” ya’ni “Adalet mülkün temelidir” sözü bulunuyordu. Sonra bu iki binâ da bir yangında kül oldu. Yazınızı okuyunca aklıma geldi nedense. Yazdıklarınıza noktası virgülü ile aynen katılıyorum. Elinize, dilinize, yüreğinize sağlık. Duâlarımız sizinle. Âdil-i Mutlak yâr ve yardımcınız olsun.

***

Söz konusu yazının iktibasen yayınlandığı Haber 7 sitesinde de şöyle bir yorum yapıldı:

aalbayrak: Gazetenizi ve sizleri tanımak için çeşitli çalışmalar yaptım. Gördüm ki, sizin camianız inanılmaz dâvâlarla uğraştırılmış...

Darbe zamanları dik durmuş...

28 Şubat’ta bile korkmadan programlar, toplantılar yapmış...

Yanılmıyorsam dünyanın en çok kapanan gazetesi Yeni Asya...

1980 darbesinde neler çekmişsiniz...

Ve 1982 anayasasına destek vermemişsiniz ki, zaten destek verenleri şimdi kendileri vuruyor... ve bizi de...

Son bir not: Türkiye’nin önünde çok kötü tuzaklar var, dikkat edin...

Hayırlısı...

***

9 Haziran’da çıkan “Okulda namaz” yazımız için Sağlık-İş’in tekrar seçilen Başkanı Mustafa Başoğlu’nun gönderdiği mesajdan:

Yazınızda bazı köşe yazarlarından alıntılar yaptığınız ve bu alıntılarda yazarların, namazın İslâm dini açısından önemini ve inceliğini ne yazık ki kavrayamadıkları görülmektedir.

Siz de biliyorsunuz, ülkemizde İslâm dinine karşı sinsi bir mücadele yürütülmektedir. Kimi zaman bu başörtüsü yasağında, kimi zaman çocukların Kur’ân öğrenmesinin engellenmesinde, kimi zaman imam hatip liselerinin ve bu liselerden mezun olanların itibarsız duruma düşürülmesinde, kimi zaman dinî vecibelerini yerine getiren kamu görevlilerinin irticacı suçlamasıyla takip edilmelerinde, kimi zaman Kur’ân-ı Kerimin okutulmasına ve dağıtılmasına tepki biçiminde kendisini göstermektedir.

Lise seviyesine gelmiş çocukların namaz kılmasını yadırgamak İslâmı içine sindiremeyenlerin işidir. Ama insanların dine ihtiyacı vardır.

İsteyen istediği kadar İslâma karşı olsun, bilmek gerekir ki, İslâmın tebliğcisi ve insanlığa gönderilen son ışık Hz. Muhammed (a.s.m.) dini tebliğ ederken ona en çok karşı çıkan, Ebu Cehil idi. Ebu Cehil çoktan unutuldu, ama Peygamberimiz bugün dünyada en az bir buçuk milyar insan tarafından anılmakta, ona saygı duyulmakta ve salâvat getirilmektedir.

Sonuç olarak şunu ifade etmek isterim:

En üstün güç Allah’ın gücüdür. Allah’ın gücüyle hiç kimse bugüne kadar başa çıkamadı, bundan sonra da çıkamaz. Doğru olanın İslâmla barışık olmak ve huzur içinde yaşamak olduğunu belirtiyor, hayırlı hizmetlerinizde başarılarınızın devamını Yüce Allah’tan diliyorum.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaz ağır gelir mi?



“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Fakat bu, Allah’tan korkanlardan başkasına pek ağır gelir.”

Bakara Sûresinin 45. âyetinde böyle buyuruyor Rabbimiz.

İnsanın yaratılış vazifesi ibadet, yani kulluk. Kendisini yoktan var eden, en güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatan Rabbine şükür olarak kullukta bulunur insan. Önce Yaratıcısının varlık ve birliğine inanır, sonra da emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak olan ibadet eder.

Bu insanlığının gereğidir. Meselenin bilincinde olan insan değil usanç duymak, tembellik göstermek, ,zevk ve şevkle koşar kulluğa.

Öyle ya, ellerimiz, ayaklarımız olmasa da birisi bize el ayak verse değil bir saat, on saat hizmet ederiz ona. Sadece el ayak, göz kulak değil, sayısız organ ve duyguları, hepsinden önemlisi insaniyeti, aklı, fikri bahşeden Rabbimize nasıl kullukta bulunmaz, zevkle şevkle koşmayız?

Bir iş yerinde cüz’î bir ücretle çalışan işçi işverene saygıda kusur etmez. Etse işten atılır.

Biz de onca nimetleri bahşeden Rabbimize karşı saygısızlık edemeyiz. Allah’tan korkma demek, Ona saygıda bulunma demektir. Saygımızı da emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak gösteririz.

Rabbimiz sabırla, namazla Kendisinden yardım dilememizi emrediyorsa—ki başka türlü nasıl yardım dileyebiliriz?—Özellikle namazın en önemli bir yönü duâ değil midir? Ekmeksiz, havasız, susuz yaşayamayız. Organ, duygu ve yeteneksiz edemeyiz. Hepsi de Onun bağışı değil midir? Ekmek de, su da, hava da, herşey Onun. O halde Ona her an muhtacız. Ondan yardım dilemek, Ona olan saygımızı ibadetle, özellikle sabır ve namazla göstermek zorundayız.

Bu bize aslâ ağır gelmez. İştiyakla koşarız namaza.

Namaza kim koşmaz? Namazı bilmeyen.

İnançsız insan namazın ne anlama geldiğini bilmez. İçten inanmadığı halde dıştan inanmış gözüken münafık da bilmez. İnandığı halde namaza koşamayan tembel Müslüman da bilmiyor demektir. O da koşmaz.

Sabah namazı vakti camiye gelenlere bin YTL verilecek dense camiler dolup taşar. Peki, ya Allah Resûlü (asm) sabah namazının sadece sünnetinin dünya ve dünya içindeki her şeyden hayırlı olduğunu bildirirken bin YTL’ye tatlı uykusunu bölüp koşan bir insan dünya ve dünya içindeki her şeyden hayırlı olan namaza nasıl koşmaz?

Demek namazsız mü’min cehaleti sebebiyle bilmiyor namazın değerini. İnançsız insanla, inanmadığı halde inanmış gibi gözüken insan nerden bilsin? Onun için böyle inanmış gözüken kimseler için Allah Resûlü (asm) buyururlar ki, “Onlar sabah ve yatsı namazının ne demek olduğunu bir bilselerdi namaza emekleyerek gelirlerdi.”

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Hem dindar, hem siyasetçi olmak



Kahir ekseriyeti dindar veya dine taraftar olan insanımız, siyasî tercihini de o yönde yapıyor. Yani oyunu kullanırken dindar veya en azından dine ve dindarlara taraftar olan siyasîleri tercih ediyor. Hatta kendilerinden oy istemeye gelen siyasîlerde aradıkları ilk ve öncelikli özellik, dindar olup olmadıkları, namaz kılıp-kılmadıkları hususu oluyor. Siyasîlerde öncelikli olarak aradıkları bu özellikler varsa, mesele tamam demektir. Yani artık siyasîler, seçmenlerinin beğenisini ve desteğini almış sayılırlar.

Bunun tersi bir durumda, yani milletten destek talebinde bulunan siyasî kadrolar, eğer dine ve dindarlara mesafeli bir hâl ve tavır içinde iseler, çoğunlukla bu gibi siyasîlerin, seçmenin desteğini alabilmeleri kolay olmuyor.

Çok genel ve mutlak bir ölçü olmasa da, bu ülkede yaşayan insanların büyük çoğunluğunun siyasî tercihi böyledir. Tabiî çok az bir kesim de olsa, siyasî tercihini yaparken dinî değerleri kaale almayan insanlar da yok değil. Hatta dinî değerlere mesafeli duran siyasîleri tercih eden insanlar da var.

Evet, bu suallere birlikte cevap bulmaya çalışalım şimdi. Oyumuzu kullanırken, siyasî tercihimizi yaparken, dindarlığı ölçü almak her zaman doğru ve isabetli bir yol olabilir mi? Namazlı-niyazlı, manevî yönü ağır basan siyasîleri tercih etmek her hâlükârda doğru bir tercih şekli olabilir mi? Dindar ve hatta müttakî olmaktan öteye başka bir özelliği, başka bir kabiliyeti olmayan siyasî kadrolara reylerimizle destek olmak ülkemiz açısından faydalı olabilir mi? Ülke idaresinde herhangi bir tecrübesi, hüneri veya bilgi birikimi olmayan, fakat oldukça da dindar olan siyasîleri tercih etmenin doğruluk derecesi nedir? Siyasî makam ve mevkilerde başarılı olmakta sırf dindar olmak yeterli mi?

Evet, bu ve benzeri suallere doğru cevapları verdikten sonra, mevzu vuzuha kavuşmuş olur, biz de isabetli bir şekilde siyasî tercihimizi yapmakta şüphe ve tereddütlerden kurtulmuş oluruz.

Ülke idaresinin başlı başına bir san'at olduğunu; bu san'atın da lâyıkıyla icrası için kabiliyetin ve liyâkatın gerekli olduğunu bilmekte fayda var. Diğer bir ifadeyle, bir nev'î ülke idaresi sayılan siyasî mevkilere talip olanlarda, bazı hüner, beceri ve tecrübelerin bulunması gerekir. Tıpkı bir saat tamircisinde, bir beyaz eşya tamircisinde bulunması şart olan bilgi, beceri ve maharet gibi siyaset yoluyla ülkeye hizmete talip olan insanlarda da bu iş ile alâkalı hüner ve maharetlerin olması gerekir.

“Maharet ayrı, salâhat ayrı” kaidesi mucibince maharetin gerekli olduğu işlerde “salâhati”, yani dindarlığı öne çıkarıp, işe talip olursanız, bu işten başarı beklemeniz yersiz olur.

Daha müşahhas, daha belirgin bir ifade ile, bir din adamına valilik makamını, bir müftüye bir hasta ameliyatını, bir televizyon tamircisine bir saat tamirciliğini, bir askere ülke idaresini verirseniz, sonucun ne olacağını tahmin etmeye gerek var mı?

Peki bir de şu suallerin cevaplarını bulmaya çalışalım: Öyle çok dindar olmayan, fakat mesleğinin ehli olan bir terziye elbise diktirmenin herhangi bir sakıncası olur mu? Manevî yönü zayıf, fakat aldatmayan, dürüst bir marketten alış-veriş yapmanın zararı olur mu? Muhafazakârlık ve manevî yönü zayıf, fakat bilgi ve birikimi, kariyeri ve tecrübesi bulunan bir insanın, belediye başkanı veya vali olarak atanmasında bir eksiklik, bir yanlışlık söz konusu olur mu? Son bir soru: İdarecilik kabiliyeti olan, siyaset ilmini ve san'atını iyi bilen, demokrat, maharetli, usta, fakat dinî yaşantısında bazı eksikleri ve kusurları bulunan bir siyasî kadroya destek verip, onları ülke idaresinin başına getirmenin bir mahzuru, bir sakıncası var mı?

Elbette arzulanan, matlup olan, bizi idare edecek olanların, hem dindar, hem manevî değerlerimize yabancı olmayan; hem de işinin ehli, maharetli, tecrübeli insanlar olmasıdır. Bu özelliklere sahip olan idareciler, çok eski devirlerde belki vardı. Dört halife, Ömer ibn-i Abdülaziz, Mehdi-yi Abbasî gibi hem dinine bağlı, hem de idarecilik yapmaya lâyık, ehil idareciler vardı.

Ama bu zamanda hem işinin ehli olacak, hem de inançlarından taviz vermeyecek, dinin emirlerini bihakkın yerine getirecek idareciliğe talip siyasî liderler neredeyse yok gibi. Bu durumu iyi gören Bediüzzaman, “Siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar “ tesbitinde bulunmuş.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Hanım sultanların iktidar savaşları…



Ülkemde siyaset arenasında yer alan kadınları gözlemliyorum uzun uzun… Medyada yer aldığı ölçüde onların düşüncelerini, amaçlarını, hayallerini anlamaya çalışıyorum. Hele son yıllarda başı örtülü olanların da (Merve Kavakçı hariç…) eşlerinden dolayı bu arenada yerlerini alması ortamı daha da bir hareketlendirdi (!)… Başörtüsü üzerinde yapılan siyasî tartışmaların giderek düşen seviyesini hayret ve ibretle seyrediyorum… Er meydanı olması gereken siyasette, rakibinin hanımının örtüsüne “el atan” bir anlayış için ne söylenebilir ki?

***

Bununla birlikte bana asıl ilginç gelen hemcinslerimin tavır ve davranışları.

Hürriyet Başyazarı Ertuğrul Özkök’ün, 15. 7. 2007 tarihli yazısını okurken yazıyı yazan ve yazdıran olayın altındaki zihniyet içimi burkuyor…

***

28 Şubat öncesi bir TV kanalında katıldığım kadın hakları konulu bir sohbeti hatırlıyorum…

Sohbet arkadaşlarımdan biri, zamanında üye olduğu partinin kadın kolları başkanlığını da yapmış olan başı örtülü bir asenaydı… (Asena: Dişi kurt)

Malûmunuz kadın hakları konusunda yapılan her çalışmanın konusu döner dolaşır, başörtüsü yasağına mutlaka gelir. O gün de öyle oldu. Yasağın inanç özgürlüğü çerçevesinde ele alınıp eğitim özgürlüğünü engellememesi gerektiği, bunun büyük bir haksızlık ve ayıp olduğunu dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Mutabık olduğumuz o kadar çok birliktelik vardı ki… Aynı topraklarda yaşıyorduk, kadındık, örtülüydük, anneydik, ortak ilgi alanlarımız mevcuttu.

Gel gelelim bir konuyu aşamadık…

“Devlet istiyorsa, hiç düşünmem başımı açarım, açtım! Bu bir vatanseverliktir, milliyetimin gereğidir…” diyordu, güvenlik konusu ve kanunları öne sürerek…

Anlatmaya çalışıyordum… Kadının örtüsü devletin yasalarını nasıl tehdit edebilirdi ki? Üstelik böyle bir durumun söz konusu olduğu durumlar olsa bile devletin güvenlik teşkilâtı ne güne duruyordu? Her başı örtülüye “muhtemel teröristtir” muâmelesi yapmak, yüz kızartıcı bir ayıp değil miydi? Onlar bu vatan için şehit olanların torunları, anneleri, kardeşleri değil miydi? Bu hakları nasıl engellenirdi? Kanunlar halkın huzur ve mutluluğu içindi, vatandaşının en temel haklarını elinden almak için değil, gerekirse mecliste değişebilirdi… Kaldı ki, yasak sadece bir yönetmeliğe dayanıyordu, kanuna değil…

Asena da, tarihten örnekler veriyordu. Banular (Kadın sultanlar…) her zaman Hakan’ın yardımcısı ve destekçisiydiler. Devleti idare ediyorlardı. Saltanat ellerindeydi, güçlüydüler… Devletin geleceğini Hakan'la birlikte tasarlıyorlardı. Böyle kutsal bir iktidar vazifesi için inanç ve özgürlükler de dâhil olmak üzere her şeyden vazgeçilebilirdi…

O güne kadar “Amentü” değerlerine devleti de ekleyecek derecede güç ve iktidara bağımlı bir kadınla hiç karşılaşmamıştım. Şimdi düşünüyorum da, Topkapı Sarayında Harem Dairesi duvarlarının dili olsa da konuşsa…

Hanım Sultanların iktidar mücadelelerine dair bize neler anlatırlardı acaba?

***

Netice-i kelâm: Türlü sıkıntılar çekseler de imandan gelen bir cesaretle “Ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz asla!” düsturunu baş tâcı yapan hanımlara ne mutlu! Dünyada da ahirette de asıl sultan onlar olsa gerek değil mi?

Nurdan’ın beş hali…

Gençlerle birlikte olmak tıpkı aşı gibi bir etkiye sahip: Gençlik aşısı…

Geçenlerde bir mezuniyet kutlamasındaydık, arkadaşlarımla birlikte. Açmaya yüz tutan gül goncalarını sevgiyle seyreden bir bahçıvan gibi miydi duygularımız? Slâyt gösterisiyle hayatlarından kesitler hazırlamışlar gençler.. Kimi zaman tebessümle, kimi zaman düşünceli, ama sevinçle takip ettik hazırladıkları programları. Karadenizli arkadaşların horon ziyafeti de hoştu… Hediyelerini takdim ettik, içimizden geçirdiğimiz duâlarla birlikte.

“Nurdan’ın beş hali” de tebessümle izlediğimiz slâytlardan birinin başlığı idi.

Gençler, hayatın bin bir türlü hali var! Her hal ve olayda Rabbimizi unutmamaya hep birlikte dikkat edelim oldu mu?

Örnek bir baba ve kızı

Hz. Fatma’nın (ra) hayatını okuyorum. Peygamber Efendimizin (asm) kızıyla iletişimi muhteşem! Karşılıklı muhabbet ve hürmetle çerçevelenmiş bir hayat… Hz. Fatma babasına hem davranış, hem de sima olarak o kadar benziyor ki, Sahabeler arasındaki lakaplarından bir tanesi “Bint-i Ebiha” yani babasının kızı…

Kız çocukların doğumunun utançtan yüzlerin renkten renge girerek söylendiği bir zamanda, Peygamberimiz (asm), onun doğum haberini “O benim koklayacağım bir çiçektir” sözleriyle büyük bir sevinçle karşılamış. Kız babası olmayı iftihar vesilesi saymış…

Hz. Fatma’nın hayatını okumak büyük bir keyif! Hayat hikâyesinde alınacak öyle ibretli dersler var ki…

Zaman zaman paylaşma ümidiyle…

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yoktan yaratılış ve sebepler



Şanlıurfa’dan Elif Tekil:

*“En’am Sûresi 101. âyetinde kâinatın yoktan var edildiğini yazıyor. ‘O yeri ve göğü yoktan var etti’ buyruluyor. Kâinat bir sebeple mi, yoksa yoktan mı var edildi? Her şeyin bir sebebi mi var, yoksa yoktan mı var ediliyor? Her şeyin sudan yaratıldığına tamam diyelim peki her şeyin yaratılmasına sebep olan su kendisi yaratılmamış mı?”

Önce sebep kavramını kavrayalım. Eşyayı bağlı olarak gördüğümüz sebepler, Allah’ın izzet ve azamet perdesinden başka bir şey değildirler. Eşyayı sebeplere takan bizzat Cenâb-ı Allah’tır. Allah’ın izzet ve azameti böyle istiyor.1 Yoksa sebepler Cenâb-ı Allah’ın hâşâ işini kolaylaştıran unsurlar değildirler, yardımcıları değildirler, yaratılış için olmazsa olmaz şeyler değildirler. Cenâb-ı Allah elbette dilediği anda sebepsiz de yaratır.

Dolayısıyla bahsettiğiniz “Bediu’s-semâvâti ve’l-ard” [O, göklerin ve yerin eşsiz (örneksiz, yok iken modelsiz ve ilk olarak) yaratıcısıdır.]2 âyetiyle, “Her canlıyı sudan yarattık”3 âyeti arasında hiçbir çelişki bulunmamaktadır. Hiç şüphesiz su da yaratılmıştır. Ardından sudan, sayısız canlı da yaratılmıştır. Sebepleri yaratan da, sebeplerin sebep olduğu varlıkları yaratan da hiç şüphesiz Cenâb-ı Allah’tır. Burada sebeplerin, (meselâ suyun) yaratılmış olmaktan başka hiçbir makamı mevkii yoktur.

Bir de meseleye mülk ve melekût açısından bakalım: Kur’ân’a göre Mâlikü’l-Mülk4 olan Cenâb-ı Hak hem mülk sahibidir5, hem de her şeyin melekûtu, yani iç yüzü kendi elindedir.6

“Mülk” ve “melekût” tabirlerini tefsir eden Bedîüzzaman Hazretleri, eşyanın dış yüzünü “mülk”, iç yüzünü ise “melekût”7 olarak tanımlar. Saîd Nursî Hazretleri, eşyanın iki yüzünü aynanın iki yüzüne benzetir. Aynanın bir renkli, bir de şeffaf yüzü vardır. Aynanın renkli yüzü muhtelif renklerle karışık ve mattır. Fakat diğer yüzü, şeffaftır, parlaktır, güzeldir, berraktır, nettir.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre, her şeyin “mülk” ciheti, aynanın renkli ve mat yüzüne benzemektedir. Bizim ünsiyet ettiğimiz, alışa geldiğimiz, ülfet kazandığımız, dostluk kurduğumuz, içli dışlı olduğumuz varlıkların “dış yüzü” bu yüzdür. Bu yüz, binlerce renkler, haller ve tavırlar içindedir. Allah’ın kudretine birer perde hükmünde vaz’ edilen sebepler bu yüzdedir. Aslında her şey doğrudan Allah’ın kudretine bağlı iken araya sebeplerin konulması, Allah’ın izzet ve azametini insanların zahir nazarlarından korumak içindir. Böylece insanoğlu hikmetini bilmediği bir takım olaylar ve tavırlar karşısında direkt sebepleri sorumlu tutacak, ilk plânda Allah’ın kudretini sorgulamayacaklar. Bu, Allah’ın izzet ve azametine karşı daha saygın bir tutumdur. Fakat burada azamî dikkat etmeli; hakkı ve yetkisi olmadığı halde sebeplere çok fazla pay vererek, sebeplere olayların birinci derecede etkeni veya–hâşâ—yaratıcısı mânâsı yüklenmemelidir! Zira Allah’ın tevhîd ve celâli bu yanılgıyı asla kabul etmemektedir. Çünkü bu yaklaşım Allah’ın birliği esasına zıttır! Binaenaleyh, sebeplere sadece bir “perde” nazarıyla bakmalı; sebepler perdesi arkasında doğrudan Allah’ın kudreti görülmelidir.

Üstad Saîd Nursî Hazretleri burada Hazret-i Azrail’in (as) bir kıssasını naklederek meseleye açıklık kazandırır: Kendisine ruhları kabz etmek vazifesi verilen Azrail Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakk’a demiştir ki: “Bu vazifeyi yürütürken Senin kulların bana küsecekler!”

Cenâb-ı Hak “hikmet” lisanıyla ona demiştir ki: “Seninle kullarımın ortasına musibetler ve hastalıklar perdesini bırakacağım! Kullarımın şikâyeti onlara gidecek; sana küsmeyecekler!”

Bedîüzzaman Hazretleri’ne göre, nasıl ki hastalıklar ve musibetler birer perdedirler; ölümün mes’ûliyetini üstlenmektedirler. Ruhların kabz edilmesinde Azrail Aleyhisselâmın vazifesinde ise hakikî güzellik söz konusudur. Öyle de, Hazret-i Azrail (as) dahi bir perdedir; ruhların kabzında zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen hallere mercîdir. Azrail Aleyhisselâm, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyeye bir perdeden ibarettir. Çünkü ölümü yaratan, bizzat Cenâb-ı Hak’tır.8

Varlıkların diğer yüzü ise “melekût” ve “hakikat” tarafıdır; bu yüz aynanın şeffaf ve parlak yüzü gibidir. Burada her şey şeffaftır, parlaktır, aydınlıktır, güzeldir. Bu yüzde her şey doğrudan, aracısız ve sebepsiz Allah’ın kudretine bağlıdır.

Netice itibariyle; Cenâb-ı Hak hem mülk dediğimiz “dış-görünen” âleme; hem de melekût dediğimiz “iç-görünmeyen-emirler” âlemine muhtelif isimleriyle aynı anda, zamansız hükmetmektedir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nuriye, s. 13. 2- En’âm Sûresi: 101. 3- Enbiya Sûresi: 30. 4- Âl-i İmrân Sûresi, 3/26. 5- En’am Sûresi, 6/73. 6- Mü’minûn Sûresi, 23/88; Yâsîn Sûresi, 36/83. 7- Sözler, s. 264; Mesnevî-i Nûriye, 91. 8- Sözler, s. 265.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Genç Sivillerden ÖSS soruları



Genç Siviller ÖSS sorularının bir kısmını ele geçirdi. Biz de “genç sivillerin” sorularını ele geçirdik. İşte sınava girecekler için tüyo...

SOZEL BOLUM

SORU 1. Türkiye’nin en büyük barajı aşağıdakilerden hangisidir?

a) Atatürk Barajı

b) Keban Barajı

c) Çubuk Barajı

d) Çankaya Barajı

e) %10 Seçim Barajı

SORU 2. Ülke yönetimine el koyan ve siyaseti askıya alan darbecilere hayranlık duyma, kendisini onların yanında huzurlu ve güvende hissetme duygusu Ankara Sendromu olarak lite-ratüre girmiştir. Ankara Sendromu aşağıdakilerden hangisiyle büyük ben-zerlik taşır?

a) Panik atak

b) Manik depresif

c) Stockholm Sendromu

d) Agorafobia

e) Anarkofobia

SORU 3. “Türkiye’de hayat normalleşmeye, ekonomi iyiye gitmeye başladığında sağda solda bombalar patlar” önermesi, doğruluk bakımından aşağıdaki hangi önermeyle benzerlik göstermektedir.

a) Güneş doğudan doğar ve batıdan batar.

b) Çimen yeşildir.

c) Deniz suyu tuzludur.

d) Gök mavidir

e) Hepsi

SORU 4. YÖK’ün denklik yönetmeliğine göre aşağıdaki hangi üniversitelerden mezun bir öğrenci YÖK’ten denklik alamayabilir?

-Harvard Universitesi

-Oxford Universitesi

-Stanford Universitesi

-Sorborne Universitesi

-Hepsi

SORU 5. Şu cümledeki boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

“Ben de bir oy kullanıyorum, dağdaki çoban da ...... cahil halkın oylarına bırakılamayacak kadar değerlidir.”

a) Koyun

b) Değnek

c) Koltuk

d) Saltanat

e) Demokrasi

SORU 5. Aşağıdakilerden hangisi, bir dil olmayıp Türkçenin dağ Türkleri tarafından konuşulan bir lehçesidir?

a) Malayca

b) Fince

c) Kürtçe

d) Sanskritce

e) Hiçbiri

SORU 6. Aşağıdakilerden hangisi, demokrasiye aykırıdır?

a) Cumhurbaşkanı, Başbakan ve meclis başkanının üçünün birden eşlerinin başının kapalı olması

b) Cumhurbaşkanın emekli asker, başbakan ve meclis baskanının CHP’li olması

c) Cumhurbaşkanını halkın seçmesi

d) CHP’li cumhurbaşkanının görev süresi bittikten sonra koltuğundan kalkmaması

e) Hepsi

SORU 7. Aşağıdakilerden hangisi, cumhuriyeti yaşatacak olan kişilere örnektir?

a) Boğaziçi Üniversitesinde peruğu ile okuyan ve iki dil bilen genç kız.

b) Zeki Trikonun 2007 yaz kreasyonu olan kırmzı-beyaz bikinisiyle görüntü veren genç kız

c) Iğdır’da davar güden çoban

d) 15 ülkeye ihracat yapan, kısa boylu, göbekli, kıllı iş adamı

e) Hepsi

SORU 8. Aşağıdakilerden hangisi, bizi muasır medeniyet seviyesine çıkarır?

a) Klasik müzik dinlemek

b) Cumhuriyet mitinglerinde bayrak sallamak

c) Bale yapmak

d) Darbe ve muhtıralara karşı çıkmak

e) Türkiye laiktir laik kalacak sloganı atmak...

BABALAR GÜNÜ

Bu gün Babalar Günü.

Peki hangi “Baba”nın?

-İskele babası?

-Mafya babası?

-Devlet babası?

Yoksa bildiğimiz;

-Ebeveyn baba mı?

İskele babası ise; ondan hayır yok.

Mafya babası ise; onu kutlayacak olan zaten “belli zümre.”

Ya devlet baba? İşte orada durun...

Devlet “baba”dır. Ama yamandır. Şefkatini göstermez. Sevdiğini belli etmez. Siz uyurken, gece gelip öpmez.

Hastane kapısında süründürür, devlet dairesinde “bu gün git, yarın gel” der. Bir yanda eğitim seferberliği başlatır, öte yanda ÖSS imtihanlarında sınav maratonundan geçirir... YÖK gibi bir organı vardır ki, düşman başına: Öğretim görevlilerin tek işi safari yapmak... Yani “başörtüsü” avına çıkmak...

Devlet babayı temsil eden bir şahıs var ki, cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören anayasa paketini referanduma götürme kararı alırken, öte yandan Anayasa Mahkemesi’ne başvurur!

Peki “devlet baba” bunu neden yapar?

Çünkü sizi sınar... Bakalım “devleti”ni ne kadar seviyorsun diye.

Sahi, devleti ne kadar seviyorsunuz?

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Filistin: Üç devlet



HAMAS Başbakanı (Filistin) Haniye ve Siyasî Büro Şefi Halit Meşal, Gazze’de bir devlet kurma gibi bir niyetlerinin ve teşebbüslerinin olmadığını ve bunun varsayım ve yakıştırmadan ibaret olduğunu ileri sürdü. Gerçekten de özelde HAMAS ve genelde Filistin düşmanları son durumla ilgili alayvari ifadeler kullanıyorlar.

Bu bağlamda Martin Indyk ‘Hamasistan ve Fetihistan’ başlıklı bir makale kalame almıştır. Haniye Gazze’nin sadece HAMAS’ın değil aynı zamanda bütün Filistinlilere ait olduğunu ifade etmiştir. Bunlar hepsi özünde doğru ve güzel dilekler ama vakıayı değiştirmiyor. Fiili bir durum Gazze’nin artık bir HAMAS bölgesi olduğunu ortaya koyuyor. HAMAS Gazze’yi Fetihlilerden temizledi ve arındırdı. Buna mukabil, Batı Şeria’da da Fetih, HAMAS’a yönelik aynı şeyleri yapıyor. Taraflar İsrail’e karşı gösteremedikleri güç gösterisini veya dik duruşu birbirlerine karşı gösteriyorlar. Elbetteki demokrasinin boğulmasından ve olan bitenden Halit Meşal’in dediği gibi bölgeyi tecrit eden İsrail ve ABD ve bazı Batılı ülkeler sorumlu.

Gazze ‘HAMASLAND olmayacak’ sözleri ne derece tek yanlı ise bu suçlama da o derece tek yanlıdır. Burada yerel tarafların da azımsanamayacak suçları ve kabahatleri vardır. HAMAS’ın suçladığı gibi Fetih yolsuzluklara batmış ve siyasî bir kadavra olmuştur. Buna mukabil, HAMAS da, stratejik öngörüsüzlüğüyle adeta tuzağın ve kuşatmanın içine koşmuştur. Ve bu kuşatmayı da dış yardımla aşabileceğini ve yarabileceğini ummuştur. Bu da bir basiretsizliğin ötesinde yönetme kabiliyetlerinin sorgulanmasını gerektiren bir durumdur. HAMAS İkinci İntifada’dan beri yanlış yönetilmektedir. Filistin meselesi Filistinlilerin üstesinden gelebileceği bir mesele değildir. Dolayısıyla mevzi hesaplar veya hesaplamalar mutlaka uluslararası yapıyı dikkate almalıdır. Aksi takdirde, sonuç hüsrandır.

***

Fiilî durum yani uzlet ve tecrit Filistin’i üçe böldü. Bir tarafta 1948 toprakları üzerinde ve 1967’de işgal ettiği bölgede İsrail, diğer tarafta da İsrail’in kısmen çekildiği bölgelerde Fetih ve HAMAS egemenliği var bugün. Bu HAMAS’ın iddia ettiği gibi bir tesadüf değil bilinçli olmasa bile yanlış hesaplamaların tabiî bir sonucudur. Gazze’de bugün fiilî olarak HAMAS egemenliği var. Batı Şeria’da da Fetih’in. Bu durum bize Osmanlı beylik dönemlerini veya Endülüs’teki Tevaif-i Mülük dönemini hatırlatıyor. Kısa bir zamanda Lübnan’ın da bu hale gelmesi kuvvetle muhtemel. Esasen HAMAS, İsrail için en menfur bir örgüt olsa da, Gazze’yi ele geçirmesi işini kolaşlaştıran bir durumdur. İç savaş ve Fetih ile HAMAS’ın ayrışması tam da İsrail’in arzulayıp da yapamadığı bir gelişmeydi. Bunun sonucu İsrail’in uluslararası meşrûiyeti veya işgalin haklılığı (!) artmış ve pekişmiştir. İsrail’in pozisyonunu pekiştirmiştir.

Aslında HAMAS ve Fetih çatışması İsrail’in tezini ispat etmiştir. İsrail, barış için karşısında ciddî bir muhatap olmadığını savunuyordu. Şimdi muhataplar çatallaşmış durumda. Daha doğrusu HAMAS, İsrail’i tanımadığı için muhatap değildir. Fetih de, Gazze’yi kaybettiği için muhatap olmaktan çıkmıştır. Gazze’ye hakim olmadan İsrail’den nasıl toprak isteyecektir. Dolayısıyla Filistin’deki beylik dönemi İsrail’i rahatlatmıştır. İsrail duruma nezaret etmek için İşçi Partisi Başkanlığına seçilen Ehud Olmert’i derhal savunma bakanlığına atamıştır.

***

İsrail’in bundan sonraki izleyeceği politika ne olacaktır? Tabiî ki, tavşana kaç, tazıya tut politikasıdır. Gazze’ye yönelik ablukanın ağırlaştırılmasıyla birlikte İsrail, Filistinlilerin bu şekilde dağınık kalmasından memnun kalacaktır. Bunun ötesinde şimdiden insanî bir felâkete yol açma pahasına Gazze’nin elektrik ve suyunu kesebileceğini ilân etti. Araplar ise şaşkın: Bir taraftan olmayacak duâya amin der gibi eski statüye geri dönülmesini istiyorlar, diğer taraftan da Abbas’ın meşrûiyetini savunuyorlar. Bu durumda Haniye hükümetini muhatap kabul etmeyeceklerinin sinyalini veriyorlar. HAMAS ise Araplardan taraf tutmamalarını istiyor. Abbas olağanüstü bir hükümet atamaktan söz ederken, HAMAS olağanüstü dönemi mevcut hükümetle geçirmek gerektiğini savunuyor. İsrail, Suriye-Lübnan sınırına olduğu gibi Gazze-Mısır sınırına da uluslararası güç mevzilendirilmesini talep ediyor.

Velhasıl bölge ile birlikte Filistin’de kriz giderek derinleşiyor. Durum iyice karıştı.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yasaklasak da mı saklasak?



Bir buçuk milyonu aşkın lise mezunu genç, üniversite eğitimine devam edebilmek için bugün ter dökecek. “Başları açık olmayan veya kılık kıyafetleri yürürlükteki mevzuata uygun bulunmayan” adayların alınmayacağı “yasaklı” ÖSS “81 il ve bazı ilçe merkezleri ile KKTC’de” bugün yapılacak. Bugünkü imtihanın iki özelliği var: Biri, pek çok gencin üniversiteyi kazanma imkân ve ihtimali olmaması. Çünkü üniversitelerin kontenjanı sınırlı. İkincisi de, hemen her yıl ‘son olsun’ diye temenni ettiğimiz “başörtüsü yasağı”nın hâlâ uygulanacak olması...

Tabiî ki, üniversitelerdeki başörtüsü yasağı sona ermeden sadece ‘imtihan’larda başörtüsü yasağının kalkması bir anlam ifade etmez. Ancak, imtihana giren öğrencilere ‘başörtüsü yasağı’ uygulamak, üniversite öğrencileri için uygulanan başörtüsü yasağından bin kat daha gariptir.

Neticeyi değiştirip değiştirmeyeceği çok önemli değil. Biz doğruları tekrar hatırlatalım: Hali hazırda uygulanan başörtüsü yasağı, yürürlükteki kanunlara aykırıdır. Çünkü TBMM’nin kabul ettiği ve kız öğrencilerin başörtüleriyle üniversitelerde okumasını engelleyen bir kanun yok. Her daim değişmesi gerektiğini ifade ettiğimiz “12 Eylül ihtilâl anayasası”nda da böyle bir madde yok. Ne var peki? Yönetmelikler, yorumlar ve ‘fiilî durum’ var. Yönetmelik, yorum ve ‘fiilî durum’un kanunlar ve Anayasa’dan daha üstün olduğu her halde iddia edilemez. Yasağı savunanlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de ‘yasaktan yana’ tavır aldığını ileri sürüyorlar ki, bu iddia da doğru değildir.

Bir nokta daha var: Yürürlükteki kanunlara göre başörtüsü yasağı olmuş olsaydı, o da yanlış olurdu. Çünkü; hür, demokrat ve ‘muasır medeniyet seviyesi’ne ulaşan hiçbir ülkede böyle ‘anlamlı’ bir yasak yoktur. Dolayısı ile böyle bir yasağın Türkiye’de olması kökten yanlıştır.

Üniversite eğitimindeki tek problem, elbette başörtüsü yasağı değildir. Ama bu yasak, üniversitelerdeki huzursuzluğun en önemli sebeplerinden biridir. Bugünkü ‘yasaklı ÖSS’nin son yasaklı sınav olmasını arzu ediyoruz. Nihayetinde bu yasak sonsuza kadar devam etmeyeceğine göre, yasağın devam ettiği yıllarda okuma isteyen başörtülülere haksızlık yapılmış oluyor.

Üniversitelerin ‘hal ve gidiş’inden sorumlu olan YÖK’ün, başka bütün işlerini bir yana bırakıp sadece başörtüsü yasağıyla ilgilenmesi, sürekli bu yasağı kuvvetlendirmek için yeni ‘yorum’lar yapması doğru mudur? Dünyadaki ‘ilk 500 başarılı üniversite’ arasında bir adet üniversitemiz olmaması YÖK için hata ve eksiklik olarak yetmez mi? Niçin bu listeye girmek için gayret göstermek yerine, başörtüsü yasağını sürdürmek için çareler aranıyor?

Yanlışın ve haksızlığın uzun süre sürdürülmesi mümkün değildir. Ayrıca, yasaklı yıllarda sebep olunan mağduriyetler de tazmin edilmelidir. Ancak o zaman hak yerini bulmuş olur...

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Girişimci olmak



Hafta sonu, iki günlük YENİSİAD programındayız. Ankara Kızılcahamam’da Yeni Sanayici ve İş Adamları Derneği’nin “Bahar Dönemi İstişare Toplantısına” katıldık. Bu satırları okuduğunuzda çalışmalar devam ediyordu.

Genel Başkan Ömer Şevket Sipahi, modern dünyanın ortak aklıyla ekonomik ve sosyal meseleleri sivil yapılar bünyesinde çözmeye çalıştıklarını belirtti. Açış konuşmasında, YENİSİAD’ın taşıdığı farklı özellikleriyle mensuplarına maddi ve manevi katkılarının yanı sıra esas yüce davasına hizmet etmeyi hedeflediklerini belirtti.

Maddi organizasyonların mana yüklü olmasına atıfla, hak dostunun sözlerini aktardı: “Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan” gerçeğini hatırlatmaktan da geri durmadı.

Katılımın geniş tabanlı ve farklı illerden olduğu programda, çeşitli sektörlerde üyelerin kişi ve kurum tanıtımları kısaca yapıldı. Katılımcılar birbirlerini kabiliyet ve başarılarıyla da tanımanın fırsatını buldular.

YENİSİAD, emekleme döneminin ardından kurumsal bir kimliğe bürünme aşamasında. Kalkınmanın ekonomik gücünü temsil etmeye çalışıyor. Bunu da başkanın ifadesiyle “mümtaz kuruluş” olma gayretiyle açıklıyor.

Cuma’dan başlayıp Pazar günü biten (15-17 Haziran) program, belli aralıklarla farklı konu ve konuklarla konuşmacılardan seminerler alıyor. Bu meyanda müzakere için yeterlice zaman bırakılmış.

Sosyal aktiviteler, üyelerin mensubiyet pekişmesi ve beraberce hizmet alanlarına göre oluşabilecek ticari işbirliklerinin de zemini oluşturuluyor.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “teavün ve teşrik-i mesai” bağlamında yardımlaşmayı ve birlikte yeni müşterek girişim alanlarına yönelmenin, ya da bunun fikrini imal etmenin hoş ve sıcak iklimini yaşıyorlar.

İlk seminer “Ekonomik Açıdan Girişimcilik” konusundaydı. Uluslararası pazarlama alanında öğretim üyesi Prof. Dr. Eyüp Sabri Erdil hocamız konuşmacıydı. Teşebbüs hakkının, müteşebbis olma ruhunun, kabiliyetlerini geliştirip, cesaret ve risk alma kültürü ile beraber çalışma yoğunluğunun gerekliliğine değindi.

Girişimci olmanın bir kültür meselesi olduğunu, girişimci ile kültür ilişkisini kurarak izah etti. Bu anlamda tevekkülün tembellikten ayırt edilerek, çalışmayı esas alan ve emek yoğunluklu gayretin bir parçası olması gerektiğine işaret etti.

Resmi “öğreti”lerin ve eğitim sisteminin de girişim ruhuna müsaade edecek bir yapı taşımadığını belirtti.

Demokrasi kültürünün ilk yılları olan 1950-60 yıllardan itibaren hür teşebbüsün ve ticaretin cesaretlendirildiğini ve teşvik gördüğünü ifade ederken, bugünkü köklü ticari ve sanayi kuruşlarının o dönemde tohumlarının atıldığına dikkat çekti.

Dinlediklerimizden, 24 Ocak kararlarıyla birlikte serbest piyasa ekonomisinin yeni girişimci ihtiyacını ortaya çıkardığını da görüyoruz. Nitekim, ikinci kuşak sanayici ve işadamlarının 1980 sonrası ve 90’lı yılların Gümrük Birliği ile uluslararası piyasaya açılma dönemine geçildiğini fark ediyoruz.

Esnaf/zenaatkâr, fırsatçı, dinamik ve takipçi olmak üzere dört tip girişimci tahlilinin yapıldığı müzakereli seminerde, öğrendiklerinden herkes hoşnuttu.

Hakan Yalman’ın feyizli semineri ve kapanış değerlendirmesi yapacak olan iş adamı Mücahit Yıldız’ın açılımlarıyla programlar sonlanacak.

Sivil toplum kuruluşlarının kendi mesleki alanlarında bu tür etkinliklerinin hem ihtisaslaşma, hem de bireyin taleplerini karşılama ve demokratik kültürün oturmasına ciddi katkı yapacağını düşünüyorum. Başarılarının devamını diliyorum.

Organizasyonu kutluyorum.

17.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Pompalama tutar mı?



Seçimlere 35 gün kaldı, ama Türkiye henüz seçim havasında değil. Buna rağmen siyasette ilginç gelişmeler de oluyor. Adaylar artık seçim bölgelerinde kendilerini ve partilerini anlatmaya başladılar. Liderlerin mitinglere başlaması ile meydanlar ısınmaya başlıyor. Ancak yaşanan terör olayları sebebiyle meydanlarda istenilen havanın yakalanması zor görünüyor.

Her seçim öncesinde olduğu gibi, yine gelenek bozulmadı, toplumsal mühendislik projeleri ortalıklarda dolaşmaya başladı. Kulislere değişik senaryolar yazılarak pompalanıyor.

Malûm medya-ve buna katılan bir takım iktidara yakın gazeteler-yine iki partili bir Meclis, ya da MHP’nin koalisyon ortağı olacağı bir senaryoyu yazmaya başladılar.

Bir taraftan iki partili bir Meclis’in Türkiye’ye ne kadar “büyük hizmetler” getirdiğini söylüyorlar. Diğer yandan, bu olmazsa ikinci bir alternatif MHP’yi de işin içine katıyorlar.

Gerekçeleri de şu oluyor. Amerika’daki sistem gibi olsun. Orada, demokratlarla, cumhuriyetçiler var. Bizde de-Türkiye’ye uyarlanmış versiyonu-bir yanda devletçi laik kesim, diğer yanda muhafazakâr demokrat(!) bir kesim olsun.

Bunu güçlendirecek yönlendirme anketler başladı bile. Anketlerin hiçbiri birbirini tutmuyor. Bir bakıyorsunuz, iki parti barajı geçmiş, diğerinde üç, bir diğerinde dört… Hatta bazı gazetelerde öyle ilginç anketler yayınlanıyor ki, akla ziyan… Gazete, kendisine yakın partiyi birinci parti gösteriyor, diğerleri de onu takip ediyor. Parti genel merkezinde anket yapılsa bu kadar oy alması mümkün olmaz diye düşünüyorsunuz.

Hatta devletin haber ajansı AA bile “seçim provası” yapıyor. Gerçi ajans bu haberi “prova değil, test yaptık” dese bile, bu ankete göre de “yönlendirme” konusu gündeme geliyor.

Bu anketlerin ortak bir yönü, başta bahsettiğimiz gibi, üç partili bir Meclis’e kamuoyunu alıştırmak. Yazar Erdal Şafak da buna dikkat çekiyor. “12 Eylül askerî yönetiminin Türkiye’ye getirmeye, hatta dayatmaya çalıştığı iki partiye dayalı demokrasi modelinin bugün de ciddî bir taraftar kitlesi var.” (12.6.2007, Sabah)

* * *

Bunun yanında, AKP birinci parti olsa da, hükümeti CHP ile MHP’nin kuracağını söyleyen “mühendisler” de az değil. AKP’nin muhalif milletvekillerinden önümüzdeki seçimde aday olmayan Turhan Çömez de bunu söyleyenlerden... Çömez, seçimlerden sonra, sandıktan AKP’nin birinci çıkacağını, hükümeti ise CHP ve MHP’nin kuracağını iddia ediyor.

Bundan cesaret alan MHP, işi daha ileriye götürüyor. Bahçeli’nin cumhurbaşkanı olacağını bile söylüyor. Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Şandır, “Devletin başına Devlet gelecek” derken, “Yeni cumhurbaşkanımız hayırlı olsun” demeyi de ihmal etmiyor.

Diğer yandan, soldan transfer ettiği adaylarla “merkez” olduğunu ileri süren AKP’nin bu ispatı millet nezdinde değil de, öncelikle ABD’de yapmaları düşündürücü. AKP’li milletvekilleri Egemen Bağış, Reha Denemeç ve Mevlüt Çavuşoğlu, seçim ortamında seçim bölgelerinde olmaları beklenirken, ABD’ye gidip “düşünce kuruluşları”na “AKP’nin Türk siyasetinde merkezi temsil ettiğini” anlatmaya çalışması enteresan değil mi?

Bizim burada söyleyeceğimiz şudur: “Türkiye, gazete manşetleri, etkili çevreler, anketler ve internet üzerinden yönetiliyor” havasından kurtulmadıkça, demokrasimiz “yarım demokrasi” olmaktan kurtulamayacaktır. Dışarıdaki imajımız da düzgün olmayacaktır. Büyük ülke olmanın yolu ise, demokrasiyi güçlendirmekten geçer…

Bu senaryoların örneklerini geçmişte çok gördük. Bölücü başını paketleyerek Türkiye’ye getirtip, “Öcalan’ı asacağız” dedirtilerek MHP ve DSP iktidar yapılmadı mı? Peki ne oldu? Öcalan’ı asamadılar ve yüzde 1’lere düştüler. AKP iktidarı 28 Şubat’tan sonra yazılan senaryoya göre bu kadar oy almadı mı? Bu tarihte, bildirilerle yıpratılan hükümet yıkılıp, değişik formüllerle hükümetler kurduruldu, öyle bir hava oluşturuldu ki, Refahyol’u oluşturan partiler ve Meclis’teki diğer partiler baraj altına itildi. Ve bundan kârlı çıkan AKP ve CHP olmadı mı?

Yani, senaryo bir yere kadar etkili oluyor, ondan sonrası da son yıllardaki karışıklıklar gibi oluyor. Bundan da demokrasi zarar görüyor.

Seçim sürecine girilmesinde yaşanan karmaşıklıklar aynen devam ederken, bir de bu dizayncılar işin içine girdiler.

Ancak asıl senaryoyu millet yazacak. Ondan sonra da herkese buna saygı göstermek kalacak…

17.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004