/FONT>

E-Posta: mustafaozcan@yeniasya.com.tr




Mehmet KARA

Dikkat!



Öfke değil, sağduyu ile… İntikam duygusu ile değil, mantıkla… Menfî değil, müsbet hareketle… Telâşla ve acelecilikle değil, soğukkanlılıkla… Hırsla değil, akl-ı selimle…

Şırnak’ın Beşağaç köyünde 12 kişinin katledilmesinin acıları dinmeden, Şırnak’ta 13 askerin şehit edilmesi, milletimizin demokrasi için sandığa gideceği gün ise Hakkari’ Dağlıca’da 12 askerimizin şehit ve 8 askerimizin kayıp haberleri yüreklerimizi yakıyor, canımızı sıkıyor. Şehitlerimizin cenazelerinde yaşananlar, o askerlerin hikâyeleri bütün Türkiye’yi hüzne boğuyor. Ateş artık düştüğü yeri değil, bütün Türkiye’yi yakıyor. Bir aydır Türkiye’nin gündemi terör oldu. “Artık bu acılar son bulmalı” sesleri sokaklarda yankılanıyor.

Bu yüzden yazımıza, bugünlerde önemli gördüğüm “hareket tarzları”mızı belirterek başladım.

* * *

Bu acı veren olaylardan sonra yaşananlar karşısında artık dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Ankara sokaklarında önlerinde öğretmenleri ilkokul öğrencileri—bir partinin işaretini yaparak—terör örgütü aleyhine slogan atıyorlar. Kızılay’daki parklarda her bir saate bir gösteri düşüyor. Eline Türk bayrağını alan sokaklara çıkıyor. Arabalarındaki vatandaşlar kornalarına basıp destek veriyorlar.

Bu tepkiler elbette ki normal… 20 yaşında, hayatının baharındaki gençlerimiz şehit oluyor. Ancak bu tepkiler provoke edilmeye çok müsait olduğu için can sıkıcı olaylar da olabilir. Çünkü provokatörler böyle “sisli havalar”ı severler.

Kaldı ki, Ege Üniversitesi’nde, ellerinde Türk bayraklarıyla terörü kınama yürüyüşü yapan öğrencilerle, karşıt görüşlü öğrenciler arasında gerginlik yaşandı. Şükür ki, öğrenciler arasına giren polis olaylar büyümeden kavgayı önledi. Ankara’da Güvenpark’ta iki grup arasında yer ve slogan kavgası yaşandı. Bunun gibi olaylar her an yaşanabilir…

* * *

Salı günü TBMM’de partilerin grup toplantıları yapılır. Bu hafta Tayyip Erdoğan İngiltere’de olduğu için AKP grubu toplanmazken, DTP grubu da toplanmadı. MHP Grubunu takip ediyoruz. Genel Başkan Devlet Bahçeli, hükümeti sert bir dille tenkit ederken, dinleyicilerin gözlerine baktığınızda, “Haydi, hemen şimdi Kuzey Irak’a gidelim” dediklerini görebiliyorsunuz.

Bir taraftan itidal ve sağduyu ile hareket edilmesini isteyen Bahçeli’nin, diğer yanda sert bir üslupla “Şimdi bedel ödeme değil, bedel ödetme zamanıdır” sözünün hararetle alkışlanması MHP’nin ve tabanının nasıl bir halet-i ruhiyeye girdiğini gösteriyordu.

Aynı tarz üslup, ulusalcı kesim ve CHP’de de gözleniyor. Bu yüzden ‘aman dikkat’ diyoruz. Bu günlerde siyasetçilerimizin de, vatandaşlarımız da—birilerinin ekmeğine yağ sürmemek için—sağduyulu, itidalli, mantıklı, hareket etmesi gerekiyor. TBMM Başkanı Köksal Toptan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın bu yöndeki açıklamaları da dikkat çekici.

13 sivil toplum kuruluşunun yaptığı ortak açıklamada söyledikleri şu cümleler dikkate alınması gerekiyor: “Türkiye terörle mücadele edebilmek ve terörün üstesinden gelebilmek için artık dış politikasından ekonomisine komşularıyla ilişkilerinden iç siyasetine kadar her alanda yeni politikalar benimsemelidir. Terörizmin yok edilebilmesi için alınacak ekonomik ve sosyal tedbirlerin sivil toplum kuruluşlarının işbirliğiyle hayata geçirilmesinin büyük önem taşımaktadır...”

* * *

Bu arada son operasyonlarla ilgili sorular kafalar karıştırıyor. Birçok soru cevaplandırılmayı bekliyor. İstihbarat zaafiyeti mi yaşanıyor? Kaçırılan askerlerimiz sipere kadar girilip mi kaçırıldı? Dış güçlerin istihbarat destekleri mi var? Bunca bilgi kirliliği yaşanırken TSK neden sessiz? Bu bir taktik mi? Ve buna benzer onlarca soru…

Bu sorulara muhatap olanların bu soruların cevaplarını vermeleri bekleniyor.

* * *

Savaş tamtamları arasında Türk askerinin 40-50 km Irak sınırına girerek, terörist yuvalarını bombaladığı iddia ediliyor. Kapsamlı sınırötesi harekâtın da “askerî gerekçeler oluştuğu”nda yapılacağı yetkili ağızlardan ifade ediliyor.

İşte bu aşamada, tuzağa dikkat edilmeli, ABD, Irak yönetimi ve PKK’nın tahriklerine kapılıp, Türkiye bataklığa sürüklenmemeli.

Ne söylesek artık kâr etmiyor. Çünkü sözün bittiği noktadayız. Bir kere daha aman dikkat diyoruz…

Bu vesile ile şehadete eren bütün askerlerimize rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Mekânları cennet olsun…

26.10.2007

E-Posta: mkara@yeniasya.com.tr




Cevher İLHAN

Felâket



Sokakların tahriki, aslında bayat bir oyun. Bölücü terörü Türkiye’ye musallat eden hâricî mihrakların varmak istedikleri hedef. Bu açıdan, fevkalâde dikkatli olunması, oyuna gelinmemesi gerekiyor.

“Terörü protesto” perdesinde etnik tahrikle asimetrik bir fitne ve kargaşaya sebebiyet verdirecek, anarşi ve kaosa kapı açacak kavmiyetçilik kavgası, bütünüyle vatana ve millete serapa zarardır.

Burada Bediüzzaman’ın, “Ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş (kaynaşıp bütünleşmiş), ondan kabil-i tefrik (ayrılması mümkün) değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş” ikazının büyük anlamı vardır. (Mektûbat. 312)

Bu hususta,“Ey insanlar, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık” (Hucurât Sûresi, 13) âyetinin hükmü hâkim olmalı..

Bediüzaman’ın tefsiriyle, insanların tâife, tâife, millet, millet, kabîle kabîle yaratılması, birbirlerini tanımaları ve birbirlerindeki içtimâî hayata âit münâsebetleri bilmeleri, birbirlerine muâvenet etmeleri içindir. Yekdiğerine karşı inkâr ile yabânî bakmaları, husûmet ve adâvet etmeleri için değil.”

* * *

Doğrusu, iki dünya savaşıyla 72 milyon insanın katledilmesine, koskoca Avrupa kıtasının baştan sona darmadağın edilip yıkılıp yakılmasına sebebiyet

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
okurhatti@yeniasya.com.tr
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Kadın savaşları



Avrupa medyasının en çok ilgilendiği sahaların başında “emansipasyon” geliyor. Önceleri kadın hak ve hürriyetleri çerçevesinde başlayan mücadelenin belli bir noktada durmadığı bir vakıa. Kadının başta Avrupa olmak üzere dünyada zulümden kurtarılması adına yapılan çalışmalar, her yerde pozitif kadın ayrımcılığına gelip dayanınca, kadının erkeksiz yapamadığı hakikati de tekrar ortaya çıkmış oldu. Pozitif kadın ayrımcılığı onu eşinden, çocuklarından ve ailesinden ayırmakla, terazinin diğer kefesi iyice boşalmış ve dehşetli dengesizlikler ortaya çıkmıştı.

Kadını erkeksiz bırakmak insan fıtratına ve sosyal hayata bir müdahaleydi. Kadın hangi çerçevede ve hangi kurallara göre erkekle beraber olacaktı? Daha doğrusu semâvî dinlerin, gelenek ve umumî ahlâkın prensiplerine de savaş açan kadın hürriyetçileri, alternatif bir hayat sunamadılar. Kadını fıtratından soyutlamaya çalışırlarken, tarihin bütün negatiflerini kiliseye yüklemeyi de ihmal etmiyorlar. Günümüzün, yuvasından kopmuş, başıbozuk ve bedbaht kadınının halini dillendirenlere saldıran meşhur kadın dernekçileri, Alman geleneğinin kadını üç “K”ya mahkûm ettiğini söylüyorlar: Küche, Kinder, Kirche. Mutfak, Çocuk ve İnanç ekseninden şuurlu bir şekilde koparılan kadının nerelerde gezdiğini, nelerle meşgul olduğunu, mutlu olup olmadığını ve insanlığa nasıl hizmet ettiğini sorgulamaya kalkışanların, organize olmuş bir saldırganlığın hücumuna yakalandıklarını zaman zaman okuyoruz.

Vahşi tüketim toplumu idarecilerince insafsızca kullanılan kadına karşı kadın hürriyetçilerinin sessiz duruşu, toplumun onlara karşı beslediği şüpheyi artırırken, bilhassa feministlerin müstehcen kadın reklâmlarına verdiği aşırı destek, günümüz insanının; yalnızca menfaatini esas almış, vicdanı bozulmuş ve fıtrata başkaldırmış kıt’alar arası bir şebeke ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Ortaçağ köle tüccarlarından aşağı olmayan ruh halleriyle belli tüccarların kadına nereden baktıklarını tesbit etmek, günümüzde zor olmasa gerek. İslâmiyetin tarihî bir vakıa olarak kabullendiği ve zaman içinde kaldırılmasını teşvik ettiği ve nihayetinde kaldırdığı “cariyeliği” tenkit edenlerin, başta beyaz kadın ticareti olmak üzere dünya kadınları için hangi iğrenç tuzakları hazırladıklarını en iyi bilenlerin başında, “kadın hürriyetçileri ve feministler” gelse gerek.

Kaynağı resmî hükümetlerce bilinmeyen ve kontrol altında olmayan paralarla finanse edilen magazin, medya ve kadın organizasyonlarının yaptıkları ortada iken, hâlâ feminist, liberal ve emansipasyon taraftarı geçinenlerin “kadın hususunda” konuşabilmeleri, onların zillet ve cehaletimizden istifadelerinden başka ne olabilir ki…

“Kadını baştan çıkarma” diyebileceğimiz onu fıtratından koparma hareketinin, küresel sermaye ile globalleştiğini elbette biliyorsunuz. Dininden, geleneğinden, yuvasından ve çocuklarından koparılan kadın yalnızca Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Türkiye kadını değildir. Ahirzamandaki tahribatı vazife edinmiş bu hareketin dünyanın her yanındaki kadının fıtratını bozmaya ahdettiğini, onların çalışma alanlarını incelediğinizde anlıyorsunuz. Semâvî dinleri kamusal alanlarda tesirsiz hale getirmeye çalışan dinsiz ve sefih organizasyonların, para mukabili, her milletten çalışmaları için eleman bulabileceklerinden kimsenin şüphesi olamaz. Girebildikleri her ülkeyi sivil toplum örgütleri, rüşvetler ve komplekslerle kevgire çeviren ahlâk düşmanlarının icraatlarının çoğu gözlerimiz önünde cereyan ediyor. Rusya, Balkan, Ortaasya veya Uzakdoğu gibi coğrafyaları incelemeden önce Türkiye’mize göz atabilirsiniz. Resmî makamlarca varlığı bilinen yüzlerce kadın derneklerini incelediğinizde, çoğunun yerli kaynaklardan beslenmediğini göreceksiniz. Kısa zamanda Anadolu, Doğu ve Güneydoğu gibi iffet ve namus kelimelerinin daha yoğun mânâ yüklendikleri bölgelerimizde yüzlerce kadın dernekleri şubelerinin kimlerce organize edildiğini, paralarının nereden geldiğini, iffetlerinden şüphe duymadığımız hükümet üyeleri elbette bizden çok iyi biliyorlardır.

Halkın ahlâkî erozyondan feryad etmesi, bu hususta binlerce polisiye vak’â, mahkeme koridorlarına dökülen aile unsurları, Türk milletinin ailevî şerefi ve kadının istismarıyla halkta başlayan ekonomik çöküntüyü devlet yetkililerimizin dikkate almamaları halinde, zihinlere ister istemez başka istifhamlar hücum ediyor.

Kadın savaşlarının neticesinde kazanacak tarafın “fıtrat” olduğundan elbette şüphemiz yok. Fıtratı seslendiren ve yaşamak isteyenlere uygulanan istibdatlar, kadın savaşlarındaki zulümlere yol açıyor. İslâmiyetten önceki “vahşet ve cehalet” dönemini andıran bu modern kadın pazarlamacılarını durduracak hususun Allah’a ve ahirete iman olduğunu bilen fıtrat düşmanları, başta İslâmiyet olmak üzere rakip gördükleri semâvî dinlerin tesirini hem Avrupa’da ve hem de Asya’da bitirmeye çalışıyorlar.

Maalesef rüşvetlerle, korkularla veya hilelerle elde edilmiş muhafazakâr hükümetlerin bu kadın tüccarlarına, bu kadın hürriyeti istismarcılarına ve bu aile düşmanlarına bilerek ve bilmeyerek destek olduklarını gördükçe, küresel oyunun dehşeti bizi biraz daha tedirgin ediyor. Kadın savaşları kıt’aya, coğrafyaya, kültür, din ve geleneğe göre değişik şekil ve biçimler arz ediyor. Fakat kadın düşmanlarının hedefi değişmiyor: Kadın fıtratını bozmak… Kadını başıboş ve serseri bırakarak sosyal kaosu şiddetlendirmek… Türkiye ve Avrupa’daki tesettür karşıtlarını da bu kategoriye dahil edebiliriz. İlkokuldan itibâren dinî terbiyesini alacak, ahlâkî normları öğrenecek ve fıtrî vazifesini bilecek bir kız çocuğu onlar için potansiyel tehlike olmaz mı? Kadına hürriyet adına giydirmek istedikleri deli gömleğinin onu ne hallere düşürdüğünü sosyal araştırmacılara sormak gerekiyor. Bu hayvanî hürriyetin daha büyük bir esaret ve köleliğin başlangıcı olduğunu birçok masum ve bilgisiz yavrularımız elbette bilmiyorlar…

Anlatmaya devam edeceğiz…

26.10.2007

E-Posta: s.bulut@saidnursi.de




Mustafa ÖZCAN

‘Siyasî çözüm’



Son sıralarda yine kulaklarımıza ‘siyasî çözüm’ lâfları çalınmaya başlandı. Gerçekten de bu meselede siyasî bir çözüm ihtimali var mı? Siyasî çözüm taleplerinden önce onun zemini aranmalı. Siyasî bir zemin bulunup bulunmadığına bakılmalı. Siyasî çözüm tekliflerinde bulunanlara göre silâhlı mücadelenin panzehiri ve alternatifi siyasî çözümmüş. Halbuki siyasî çözüm onun hedefi ve nihaî aşamasıdır ‘Körün istediği bir göz Allah verdi çift göz’ misali bir durum.

‘Silâhlı mücadele’ bir yöntem, araç ise siyasî çözüm amacın ve hedefin ta kendisidir. Son merhaledir. Kürtçülük eksenli siyaseti ve böyle bir siyasî çözümü savunanlar aslında maksatları o olmasa bile şunu söylemiş oluyorlar: “Artık PKK silâhlı eylemlerle varabileceği son noktaya vardı, bundan ötesi pazarlık masasına oturmaktır. Örgüt siyasî mücadele evresine geçmelidir...” Bunu PKK’yı muhatap almadan Türkiye’ye söyleseler de sonuç aynı kapıya varır. Belki siyasî çözüm diyenlerin maksadı örgüt açısından ucu açık bir siyasî mücadeledir. Sonunda bağımsızlık olmayabilir. Ama meseleye PKK zaviyesinden baktığınızda siyasî çözüm hedefi pek büyük görünüyor ve Türkiye açısından da en alt seçeneği bile kabul edilemez gözükmektedir. Zaten PKK’nın silâhlı eylemcilikteki ısrarı bu yüzdendir.

Siyasî çözüm eninde sonunda mutlaka Türkiye’yi bölünmeye götürür. İdarî veya kültürel taleplerle siyasî talepleri zinhar birbirinden ayırmak gerekir. Siyasî taleplerde zaten zımnî istiklâliyet talebi vardır. İdarî ve kültürel olanlarda ise zımnî de olsa bölünme talebi yoktur. İkisi birbirinden farklıdır. PKK eksenli siyasî oluşumların seslendirdiği temelde iki talep vardır. Bunun temelinde de millet eksenli çözüm anlayışı vardır. Siyasî çözümün uzanacağı en son nokta budur. Zaten yabancı yorumcuların bir kısmı da bunu seslendirmektedir. PKK’nın siyasî eksenli taleplerinden birisi Kürt milletinin kurucu bir unsur olmasıdır. Bu Türkiye’nin ırk eksenli yeniden tanımlanması demektir. Belki bazı tarihî yanlışların yanlışla çözümlenmesi talebidir. Bu da eninde sonunda Türkiye’yi bölünmeye götürür. İkinci temel talep de, kurucu unsur tanımının getirdiği kendi kaderini tayin hakkıdır. Peşinden gelecek aşama odur. Bunların önünde de Abdullah Öcalan da dahil olmak üzere PKK unsurlarının affı yer almaktadır. Bu onlara bir nev’î meşrûiyet zırhı tanımaktır ve mücadelelerini onaylamaktır. Siyasî zemin bunu gerektirir. Bu çözüm mantığını kabul ettiğinizde arkası gelecektir. Bunun Türkiye’yi götüreceği sonuç bellidir. Türkiye’nin güneyinde bir Kuzey Irak modelinin ihdas edilmesidir.

***

Kesinlikle PKK’nın mücadelesi idarî veya kültürel eksenli bir mücadele değildir. Toprak kazanımı ve Türkiye’yi bölme mücadelesidir. Öcalan bunu reddetse bile taleplerinin doğrudan sonucu olmasa bile tabiî sonucu budur. Siyasî çözüm de bunun aracıdır. Iraklı Kürtleri bugüne taşıyan da benzeri bir mücadele tarzı olmuştur. Barzani ve Talabani grupları kesinlikle Irak’ın içinde kalmak eksenli olarak sözümona Iraklı tiranlarla veya zalimlerle mücadele etmediler. Ettilerse tiranlık devri sonrasında neden siyasî mücadelelerinden vazgeçmediler? Aksine süreci pekiştirdiler. Silâhlı güçlü masaya oturmanın götüreceği sonuç budur. En azından nazarî olarak böyledir. Öyleyse silâhlı güçlerle pazarlığa oturmak Türkiye için değil, ama onlar için çözümün anahtarıdır. Buna mukabil, silâhlı mücadeleyi silâhla enterne etmek tek başına çare ve çözüm olmasa bile çözümün bir parçası ve boyutudur. Siyasetin aracı olarak onların elinden silâhları müsadere etmek çözümün bir parçasıdır.

Buna paralel araçlardan birisi de diplomatik aracın iyi kullanılması ve halk diplomasisinin işletilmesidir. PKK ayrıca hedeflerine ulaşmak için ideolojileri de payanda olarak kullanmaktadır. Bu ideolojilerden birisi Marksist-Leninist ideoloji, diğeri de ırkçılıktır. İdeolojik olarak PKK pragmatiktir. Aynen güney Sudanlı ayrılıkçılar gibi veya geçmişte Talabani gibi. Solcu iken en hızlı Amerika yardakçısı olup çıkmıştır. Amaçları toprak kazanımıyla özledikleri ideolojik devleti kurmak değil, bilâkis ideoloji üzerinden toprak kazanımına ulaşmaktır. Burada ideoloji sadece bir araç ve binektir. Kesinlikle PKK bu hususta samimî değildir. Din, ayırlıkçılığa engel oluyor ve bütünleşmeye hizmet ediyor diye Mevlânâ’nın benzetmesiyle ‘humurun müntanfere’ gibidirler.

Bu itibarla, PKK ile ideolojik zeminde mücadelede alınması gereken tedbir ateşe benzinle gitmek değil suyla gitmektir. Panzehirini keşfetmektir, bu panzehir de PKK’nın kaçtığı şeydir. Yani birleştirici bir unsurudur. Bu hususta samimî olmak gerekir. Din kullanma amaçlı devreye sokulursa tedavi etmez tali yaralara yol açar. Burada İslâmiyet kullanılmak için değil faydalanmak için referans alınmalıdır. Bunun ötesinde siyasî değil, ama idarî düzenlemeler yapılabilir. Siyasî düzenlemeler ise onların nihaî emellerine hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Ve ayrıca ırkçı çözüm sanıldığı gibi Kürtler için de asla çözüm ve kurtuluş değil, belki daha büyük felâketlere kapı aralamaktır. Kürtlerin saadeti Türklerin yanıdır.

***

Türkiye ziyareti sırasında Beşşar Esad askerî çözüm yerine siyasî çözüme ağırlık verilmesi tavsiyesinde bulundu. Bizden söylemesi: Bu tavsiyelerini kendisine saklasın ve öncelikli olarak kimliksiz olan Kürt vatandaşlarına kimlik temin etsin. Onun ötesinde Ali Bayramoğlu da tek çözümün siyasî olduğunu ileri sürüyor. Aslında çözüm siyasî diyenler militarizmi taçlandırmış oluyorlar. PKK’nın varmak istediği de Türkiye ile pazarlık masasına oturabilmektir. PKK namına olmasa bile Esat ve Bayramoğlu dolaylı yoldan buna çağırmış oluyorlar. Siyasî çözüm isteyenler iki sorunun cevabını da vermeliler: Siyasî çözümün çerçevesi ve çıtası ne olacak? Muhatap kim?

26.10.2007

E-Posta: mustafaozcan@yeniasya.com.tr




Mehmet KARA

Dikkat!



Öfke değil, sağduyu ile… İntikam duygusu ile değil, mantıkla… Menfî değil, müsbet hareketle… Telâşla ve acelecilikle değil, soğukkanlılıkla… Hırsla değil, akl-ı selimle…

Şırnak’ın Beşağaç köyünde 12 kişinin katledilmesinin acıları dinmeden, Şırnak’ta 13 askerin şehit edilmesi, milletimizin demokrasi için sandığa gideceği gün ise Hakkari’ Dağlıca’da 12 askerimizin şehit ve 8 askerimizin kayıp haberleri yüreklerimizi yakıyor, canımızı sıkıyor. Şehitlerimizin cenazelerinde yaşananlar, o askerlerin hikâyeleri bütün Türkiye’yi hüzne boğuyor. Ateş artık düştüğü yeri değil, bütün Türkiye’yi yakıyor. Bir aydır Türkiye’nin gündemi terör oldu. “Artık bu acılar son bulmalı” sesleri sokaklarda yankılanıyor.

Bu yüzden yazımıza, bugünlerde önemli gördüğüm “hareket tarzları”mızı belirterek başladım.

* * *

Bu acı veren olaylardan sonra yaşananlar karşısında artık dikkatli olmamızı gerektiriyor.

Ankara sokaklarında önlerinde öğretmenleri ilkokul öğrencileri—bir partinin işaretini yaparak—terör örgütü aleyhine slogan atıyorlar. Kızılay’daki parklarda her bir saate bir gösteri düşüyor. Eline Türk bayrağını alan sokaklara çıkıyor. Arabalarındaki vatandaşlar kornalarına basıp destek veriyorlar.

Bu tepkiler elbette ki normal… 20 yaşında, hayatının baharındaki gençlerimiz şehit oluyor. Ancak bu tepkiler provoke edilmeye çok müsait olduğu için can sıkıcı olaylar da olabilir. Çünkü provokatörler böyle “sisli havalar”ı severler.

Kaldı ki, Ege Üniversitesi’nde, ellerinde Türk bayraklarıyla terörü kınama yürüyüşü yapan öğrencilerle, karşıt görüşlü öğrenciler arasında gerginlik yaşandı. Şükür ki, öğrenciler arasına giren polis olaylar büyümeden kavgayı önledi. Ankara’da Güvenpark’ta iki grup arasında yer ve slogan kavgası yaşandı. Bunun gibi olaylar her an yaşanabilir…

* * *

Salı günü TBMM’de partilerin grup toplantıları yapılır. Bu hafta Tayyip Erdoğan İngiltere’de olduğu için AKP grubu toplanmazken, DTP grubu da toplanmadı. MHP Grubunu takip ediyoruz. Genel Başkan Devlet Bahçeli, hükümeti sert bir dille tenkit ederken, dinleyicilerin gözlerine baktığınızda, “Haydi, hemen şimdi Kuzey Irak’a gidelim” dediklerini görebiliyorsunuz.

Bir taraftan itidal ve sağduyu ile hareket edilmesini isteyen Bahçeli’nin, diğer yanda sert bir üslupla “Şimdi bedel ödeme değil, bedel ödetme zamanıdır” sözünün hararetle alkışlanması MHP’nin ve tabanının nasıl bir halet-i ruhiyeye girdiğini gösteriyordu.

Aynı tarz üslup, ulusalcı kesim ve CHP’de de gözleniyor. Bu yüzden ‘aman dikkat’ diyoruz. Bu günlerde siyasetçilerimizin de, vatandaşlarımız da—birilerinin ekmeğine yağ sürmemek için—sağduyulu, itidalli, mantıklı, hareket etmesi gerekiyor. TBMM Başkanı Köksal Toptan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın bu yöndeki açıklamaları da dikkat çekici.

13 sivil toplum kuruluşunun yaptığı ortak açıklamada söyledikleri şu cümleler dikkate alınması gerekiyor: “Türkiye terörle mücadele edebilmek ve terörün üstesinden gelebilmek için artık dış politikasından ekonomisine komşularıyla ilişkilerinden iç siyasetine kadar her alanda yeni politikalar benimsemelidir. Terörizmin yok edilebilmesi için alınacak ekonomik ve sosyal tedbirlerin sivil toplum kuruluşlarının işbirliğiyle hayata geçirilmesinin büyük önem taşımaktadır...”

* * *

Bu arada son operasyonlarla ilgili sorular kafalar karıştırıyor. Birçok soru cevaplandırılmayı bekliyor. İstihbarat zaafiyeti mi yaşanıyor? Kaçırılan askerlerimiz sipere kadar girilip mi kaçırıldı? Dış güçlerin istihbarat destekleri mi var? Bunca bilgi kirliliği yaşanırken TSK neden sessiz? Bu bir taktik mi? Ve buna benzer onlarca soru…

Bu sorulara muhatap olanların bu soruların cevaplarını vermeleri bekleniyor.

* * *

Savaş tamtamları arasında Türk askerinin 40-50 km Irak sınırına girerek, terörist yuvalarını bombaladığı iddia ediliyor. Kapsamlı sınırötesi harekâtın da “askerî gerekçeler oluştuğu”nda yapılacağı yetkili ağızlardan ifade ediliyor.

İşte bu aşamada, tuzağa dikkat edilmeli, ABD, Irak yönetimi ve PKK’nın tahriklerine kapılıp, Türkiye bataklığa sürüklenmemeli.

Ne söylesek artık kâr etmiyor. Çünkü sözün bittiği noktadayız. Bir kere daha aman dikkat diyoruz…

Bu vesile ile şehadete eren bütün askerlerimize rahmet ve mağfiret, kederli ailelerine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.

Mekânları cennet olsun…

26.10.2007

E-Posta: mkara@yeniasya.com.tr




Cevher İLHAN

Felâket



Sokakların tahriki, aslında bayat bir oyun. Bölücü terörü Türkiye’ye musallat eden hâricî mihrakların varmak istedikleri hedef. Bu açıdan, fevkalâde dikkatli olunması, oyuna gelinmemesi gerekiyor.

“Terörü protesto” perdesinde etnik tahrikle asimetrik bir fitne ve kargaşaya sebebiyet verdirecek, anarşi ve kaosa kapı açacak kavmiyetçilik kavgası, bütünüyle vatana ve millete serapa zarardır.

Burada Bediüzzaman’ın, “Ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş (kaynaşıp bütünleşmiş), ondan kabil-i tefrik (ayrılması mümkün) değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş” ikazının büyük anlamı vardır. (Mektûbat. 312)

Bu hususta,“Ey insanlar, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık” (Hucurât Sûresi, 13) âyetinin hükmü hâkim olmalı..

Bediüzaman’ın tefsiriyle, insanların tâife, tâife, millet, millet, kabîle kabîle yaratılması, birbirlerini tanımaları ve birbirlerindeki içtimâî hayata âit münâsebetleri bilmeleri, birbirlerine muâvenet etmeleri içindir. Yekdiğerine karşı inkâr ile yabânî bakmaları, husûmet ve adâvet etmeleri için değil.”

* * *

Doğrusu, iki dünya savaşıyla 72 milyon insanın katledilmesine, koskoca Avrupa kıtasının baştan sona darmadağın edilip yıkılıp yakılmasına sebebiyet veren vahşet, tamamen Kur’ân’ı ve semâvî dinleri dinlemeyen materyalist zihniyetin cenderesindeki “İkinci Avrupa”nın “ırkçılık” icâdıyla oldu. Aynı felâket şimdi İslâm ülkelerine ihrâç edilmekte. Irak’tan sonra bu defa Türkiye’de aynı belâ denenmekte...

Açıkçası, dün İngilizlerin, hiçbir tarihî, kültürel ve coğrafî dengeyi gözetmeden, kasabaların ve köylerin ortasında cetvellerle çizip bölüp parçaladıkları Ortadoğu haritasındaki fitne ateşi, bu kez bu tür tahriklerle alevlendirilmekte. Küresel gücü kullanan Yahudi lobileri güdümündeki neoconların Irak’ı işgal edip bölgede çok yönlü tahrikinin maksadı bu. Gerçekten bu öyle bir felâkettir ki, sonunun nereye varacağı da belli değil...

Bir yandan etnik, diğer yandan mezhebî farklılıklar alabildiğine istimal edilmekte. Irak’ta, “Arap”-“Kürt”-“Türkmen” ayrışmasına ve topyekûn “Sünnî” ve “Şiî” çatışmasına; “Sünnî Araplar”, “Şiî Araplar”, “Sünnî Türkmenler” benzerî çapraz farklılık fitneleri körüklenmekte. Hatta Şiîler arasında “radikal” ve “ılımlı” kollar çatıştırılmakta.

Fitne daha baştan işgalcilerin hazırlattığı “Irak anayasası”na yerleştiriliyor. Milletvekillerini, seçim bölgelerinden halk tabîi olarak seçmedi; etnik ve mezhebî ayrılıklara göre belirlendi.

“Demokrasi ve özgürlükler” vaadiyle, “birbirine düşman” telâkkisi üzerine bina edilen yabancıların Irak’taki bu “yeniden yapılanma projesi”, Irak’ı kan çanağına çevirdi. Bu projeyle şimdi bütün İslâm coğrafyası kan gölü haline getirilmek isteniyor.

Bunlara ilâveten yine çoğu Yahudi sermayesi elindeki dünya devi medyanın mârifetiyle, İslâm dünyası, “ılımlı İslâm”, “Amerikan İslâmı” ve “light İslâm” türü saptırmalarla dejenere edilip evvela İslâmdan soğutuluyor. Ardından, dinden bîbehre nesiller avlanıp “etnisite” ve benzerî plânlarla provoke ediliyor.

Küresel sermayenin dayattığı “renkli devrimler” maşası Macar Yahudisi dünya tefecisi George Soros gibilerin “büyük Ortadoğu projesi” benzeri dünyevileştirme ve “esirleştirme” devrim projelerinin amacı da bu...

* * *

Bunun için, dili, kültürü, dini ve hatta mezhebi farklı kavimler kalkışmaya itiliyor. Projenin hedefi; dünyada birbiriyle kavgalı en az 500 ufak ve güçsüz devlet kurdurmak. Tıpkı geçen asrın başında, ecnebilerin İslâm dünyasını sömürge altına alarak bölüp bölüştükleri gibi...

Böylece, kuşatılan Müslüman milletlerin sahip oldukları yer altı ve yerüstü zenginlikleri, petrol rezervleri, enerji kaynakları ve hatları daha kolay kontrol altına alınacak. Müslüman ve mazlum milletler madden ve mânen sömürgeleştirilecek...

İşte bugün bu felâketin tuzağı kuruluyor. Ecnebilerin himâyesinde yayın yapan, inkârcı ve bölücü terör örgütü yayın organlarının, katlettikleri ve alıkoyduğu askerlerin, şehid cenâzelerini görüntülerini yayınlaması, hep Türkiye’yi bu dehşetli tuzağa çekmek için..

Karşılıklı kışkırtmayla mâsum insanları töhmet altında bıraktıran ve en son işgal altındaki Irak örneğinde olduğu gibi hiçbir hak ve hukuka sığmayan gaddarâne zulümlerin işlendiği ırkî ve mezhebî çatışmaya zemin hazırlamak için...

Hakîkaten “en ziyâde birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen” İslâm milletlerini, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek” öyle bir felâkettir ki, târif edilmez.” (a.g.e., 311)

Sokak tahriklerinin arka plânında bu felâket tuzağı yatıyor. Ve aklı başında herkesin buna dikkat etmesi gerekiyor...

26.10.2007

E-Posta: cevher@yeniasya.com.tr




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tahrikle itidal olur mu?



Uzunca bir aradan sonra yine toplu halde kaldırılmaya başlanan şehit cenazelerinde, acılı aileler başta olmak üzere büyük çoğunluğun sergilediği tavır, haklı bir infialin son derece asil ve vakur bir üslûpla ifadesi niteliğindeydi.

Ancak bu hüzünlü buluşmaları kendi emelleri için istismar çiğliğine tenezzül edenler yine oldu.

Bazı yerlerde cenazeye katılanların başlarına takılan “Atam, izindeyiz” yazılı şeritler, “M. Kemal’in askerleriyiz” ve “Her Türk asker doğar” sloganları, bir partinin simgesi olarak bilinen el işaretleri, bunun öne çıkan tipik örnekleriydi.

Kimi yerlerde hızını alamayan tepkicilerin, PKK ile arasına mesafe koymayı bir türlü başaramayan mâlûm partinin teşkilât binalarına saldırmaları ise, işi daha vahim boyutlara taşıyor.

Böylece, terörün en önemli amaçlarından biri olan “iç çatışma” fitnesine zemin hazırlanıyor.

Zaten böyle ortamlar, öteden beri karşılıklı olarak birbirini besleyecek tarzda tezgâhlanan danışıklı tahrik-galeyan kurgusu için biçilmiş kaftan. Nerede “tahrik çeteleri” iş başındaysa, tamamlayıcı unsur olarak “galeyan çeteleri” de sahnedeki yerlerini almakta hiç gecikmiyorlar.

Bu noktada, söz konusu eylemlerde özellikle öne çıkan MHP cenahının dikkatli olması şart.

Bahçeli’nin “Teşkilâtımıza itidal çağrısında bulunuyoruz. Tepkiler kışkırtmaya varmamalı. Provokasyonlara dikkat edilmeli” beyanları (M. Sarıkaya, Sabah, 24.10.07) bu bağlamda dikkat çekici.

Ülkü Ocakları Genel Başkanı Harun Öztürk’ün, “Bir çatışma ortamı çıkarsa devletimizin birlik ve beraberliğini düşünerek sokaklardan geri çekiliriz” (Zaman, 23.10.07) beyanı da, işin ciddiyetinin farkında olunduğuna işaret.

Ancak yine Bahçeli’nin, tepkilerin kontrol altına alınmasını sınırötesi operasyon başta olmak üzere kendi seslendirdikleri taleplerin hükümetçe yerine getirilmesi şartına bağlaması tuhaf.

Bir anlamda “Kandil Dağı vurulmaz, Barzani’nin haddi bildirilmez ve içerideki ‘ihanet odakları’ da Kandil’dekiler gibi halledilmezse tepkiler kontrolden çıkar” demeye mi çalışıyor MHP lideri? Eğer öyle ise bu provokatif söylemle hükümet ve daha ötesinde devlet, tehdit ve şantajla baskı altına alınmış olmuyor mu?

İçeride ve dışarıda iç içe geçmiş pek çok girift boyutu bulunan bir meselede, duygu istismarına dayanan bir provokasyon atmosferi oluşturup yalın kılıç cenk nâraları attıktan sonra itidal çağrısında bulunmanın bir anlamı kalıyor mu?

Aynı şekilde, “Çatışma ortamı doğarsa sokaklardan geri çekiliriz” sözünü yerine getirmek—Allah göstermesin—öyle bir ortam oluştuktan sonra, şimdi söylendiği kadar kolay olur mu?

Son gelişmeler ve milliyetçi-ülkücü kanadın verdiği tepkiler, bir yönüyle o cenahta eskiye kıyasla hissedilir bir “itidale yöneliş” sancısının yaşandığını gösterirken, diğer taraftan genlere işlemiş eski reflekslerden kurtulabilmenin pek de kolay olmadığını açıkça gözler önüne seriyor.

Oysa her ne kadar taraftarlarınca reddedilse de temelinde “ırkçı-Türkçü” damardan beslenen o refleksler, Bediüzzaman’ın tarihî tesbit ve ikazlarıyla hem Türkiye’yi bir çatışma ortamına sürükleme, hem de yüzde 70’i başka unsurlardan oluşan bir toplumda Türkleri hedef haline getirerek ezdirme tehlikesini beraberinde getiriyor.

26.10.2007

E-Posta: irtibat@yeniasya.com.tr




Faruk ÇAKIR

Teröre karşı kalıcı tedbir



Doğruları, 80 defa da olsa tekrarlamak durumundayız: Türkiye’nin en büyük dertlerinden biri olan terörün çaresi, reçetesi, kalıcı tedbiri; sadece ve sadece “İslâm kardeşliği”ndedir. Bu temin edilemediği sürece, hangi ‘tedbir’lere müracaat edilirse edilsin çare bulunmuş olmaz.

“Siz de başka bir şey bilmez misiniz? İkide bir ‘din, Kur’ân, İslâm kardeşliği’ deyip duruyorsunuz!” diyenler olabilir. Elbette başka şeyler de biliyoruz, ama ‘dert’lerimizin kalıcı çaresinin Kur’ân hakikatlerinde, İslâm’da ve ‘ittihad’da olduğunu hem biliyor, hem de görüyoruz.

Hadi geçmiş yıllara gitmeyelim. Anarşi ve terör konusunda son 25 yılda neler yapıldığına bakmak gerekmez mi? “Terörün kökünü kazıyacağız” diyerek uygulanmayan yol, metod, çare kaldı mı? Her yol denendi, ama görüldü ki kalıcı çareye ulaşmış değiliz.

Peki uygulanmayan yol, çare ve metod olarak “din kardeşliğini tesis”ten başka bir şey kaldı mı? O halde, yanlışta ısrarı bir yana bırakıp, kalıcı çare olan din kardeşliğine sarılalım.

Tabiî ki bu ‘tamam, sarılalım o zaman’ demekle olmaz. “Din kardeşliği”ni tesis için samimiyetle gayret göstermek lâzım. Türkiye’yi ‘idare edenler’ çarenin bu noktada olduğunu idrak etmeli ve yıllarca devam eden ‘sen-ben’ kavgasını bir yana bırakmalı.

Terörle mücadele edenlerin her fırsatta ifade ettikleri bir ‘tesbit’i var: Terörün kökünü kazımak için ‘destek’ verenler bertaraf edilmeli. Tesbit doğrudur, ancak bunun nasıl yapılacağına da karar vermek lâzım. İşte, “din kardeşliğini tesis etmek”, teröre verilen desteğin kökünü kurutur. Bu konuda atılacak samimî adımlar, mutlak sûrette tabanda yer bulur ve destek görür. Dolayısıyla da teröre verilen destek sona erer.

Bu çalışmalar belki uzun sürebilir, ama kalıcı tedbirin bu noktada olduğunu görmek lâzım. Bazıları da, “İslâm kardeşliği çare olsaydı, İslâm dünyası kan deryasına dönmezdi” diyerek itiraz edebilir. Maalesef, İslâm dünyası içeride ve dışarıda faaliyet gösteren ‘ifsat şebekeleri’nce rahat bırakılmıyor. Herkesin hatası kendine. Doğru İslâmı ve İslâmiyete lâyık doğruluğu hayatıyla ortaya koyanlar, ne törere ne de başka bir yanlışa destek olmaz, yardım etmez. Tarih buna şahittir.

Bu noktada, Kur’ân’ın asrımıza bakan yönünü tefsir eden Risâle-i Nur eserlerinin de kadrini, kıymetini idrak etmek lâzım. Risâle-i Nurlardan istifade edenler, anarşi ve teröre her zaman uzak durmuşlardır. Zaten “doğru İslâm ve İslâmiyete lâyık doğruluk” anlayışı, Risâle-i Nur’un ortaya koyduğu bir prensiptir.

“Türkiye’yi idare edenler”den ricamız, yanlış olduğu tecrübelerle ispatlanmış yolları tekrarlamak yerine, neredeyse bir asırdır denenmemiş olan yolu tercih etmeleridir. Hem günümüzde yaşananlar, hem de tarihî tecrübe bunu gösteriyor: Teröre karşı kalıcı çare, din kardeşliğini tesis edebilmekte. El birliği ile bunu sağlamaya çalışalım...

26.10.2007

E-Posta: cakir@yeniasya.com.tr




Şaban DÖĞEN

Bu azap niçin?



“İki adam belimi kırdı” der Hz. Ali. “Biri ibadete düşkün cahil. Diğeri de günahlara dalmakta tereddüt etmeyen âlim. Birincisi yarım yamalak ibadetiyle insanların durumunu değiştirirken, ikincisi günaha dalarak insanları saptırmaktadır.”1

İbretli değil mi? Cahil ne kadar ibadete düşkün olsa da bilmeyerek yaptığı için, şartlardan birini eksik bıraktığında hem ibadeti geçersiz olmakta, hem de onun ibadete düşkünlüğünü gören halk da ona özendikleri için yanlışa girmektedirler. Âlim de model kabul edildiği için, “Elbette bir bildiği vardır” diyen halk körü körüne onu taklit etmekte, günaha dalmakta, dolayısıyla hayatlarını mahvetmektedirler.

Demek cehalet de kötü, bilip de yapmamak da.

İslâm büyükleri ilim denilince ilmi amelle birlikte ele almış, “İlim ameli de içermektedir. Eğer amel edilmiyorsa o ilim ilim değil” demişlerdir. Tıpkı meyvesiz ağacın odun gibi değerlendirildiği gibi. İlim adamı yemekteki tuza benzetilmiş. “Tuz bozulursa her şeyin tadı tuzu kaçar” denilmiştir.

“Âlim, ilim ve amel Cennettedirler” buyuran Kâinatın Efendisi (asm), âlim bildikleriyle amel etmezse, ilim ve amelin Cennette, âlimin ise Cehennemde olacağına dikkat çekmişlerdir.2 Ve açıkça “Kötü âlimler Cehennemin köprüleridirler”3 buyurarak böyle âlimleri kınamaktadır. Demek onlar Cehenneme köprü olacak kadar dehşetli bir tablo sergilemektedirler.

Mi''rac Gecesi ateşten makaslarla dudakları doğranan bir kısım insanları gören Allah Resûlü (asm), “Bunlar kimdir ey Cebrail?” diye sorduğunda, “Bunlar yapmadıklarını insanlara söyleyen hatiplerdir” cevabını almıştı.4

Kıyamet Günü dışarı fırlamış barsakları etrafında merkebin, taşın etrafında döndüğü gibi dönen bir adamı gören Cehennemlikler, “Ey falan, bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip kötülükten sakındırmaz mıydın?” diye sorduklarında, “Doğru” der. “Ancak ben emrettiklerimi yapmaz, sakındırdıklarımdan da kaçınmazdım.”5

İnsanlara yol gösteren, ışık tutan âlimler eğer hakkı, hakikati, doğruyu göstermez, cüz’î çıkarlar uğruna insanları yanlışa yönlendirirlerse toplumun sapıtmasına sebep olurlar. Bu yanlışlar toplumu da helâke götürür. Halife Hz. Ömer’in en korktuğu şeylerden biri sözüyle âlim, yaşayışıyla münafık insanlardı. Peygamberimizin (asm) kendilerini böyle kimselerden sakındırdığını söyler.6 Resûl-i Ekrem (asm), “Ümmetim içinde mü’minden veya kâfirden korkmam. Çünkü mü’mini kötülük yapmaktan imanı sakındırır. Kâfir de inkârını ortaya kor ve kötülüğü belli olur. Ama sözüyle âlim münafık öyle değil. Ondan korkarım. Çünkü o, hoş gördüklerinizi söyler, fakat sevmediğiniz şeyleri yapar.”7

Evet, ilim sahibi olmak ne kadar önemliyse, riski de o ölçüde büyük.

Dipnotlar: 1- Hz. Peygamber ve İlim, s. 115. 2- Kenzü’l-Ummal, 4:28. 3- Keşfü’l-Hafa, 2:1743. 4- Irakî, İhya kenarı, 1:63. 5- Buharî, Fiten: 17; Müslim, Zühd: 51. 6- Mecmaü’z-Zevâid, 1:187. 7- Terğîb, Hadis no: 223.

26.10.2007

E-Posta: sdogen99@ttnet.net.tr




Süleyman KÖSMENE

Âmentü hakkında



Burdur’dan okuyucumuz:

*“Amentü duâsı Kur’ân-ı Kerim’de var mıdır? Bütün şartlarını açıklar mısınız?”

İmanın altı esasının ve şehâdet kelimesinin beyanını ihtivâ eden Âmentü cümlesi, hiç şüphesiz Kur’ân’dan ve hadislerden alınmıştır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey İman edenler! Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitâb’a inanmakta sebat gösterin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir dalâlete düşmüştür.”1

Bu âyette iman edilecek esaslardan beşini beyan eden Kur’ân-ı Kerim, kader konusuna da muhtelif âyetlerde önemle yer verir. Meselâ; “Âlemleri uyarmak üzere kuluna hakkı batıldan ayırt eden Furkan’ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı bulunmayan, her şeyi yaratıp bir ölçü ve kadere göre takdir eden Allah yüceler yücesidir”2 âyeti veya “Biz her şeyi bir kadere göre yarattık!”3 âyeti; ya da, “Hazînesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir kadere göre indiririz”4 âyeti bunlardan yalnızca bir kaçı.

Bu altı iman esasının topluca beyanını hadislerde de görmekteyiz. Ömer b. Hattâb’ın (ra) rivayet ettiği meşhur Cibril hadisinde, Hazret-i Cebrail’in (as), “İman nedir?” sorusuna cevap veren Allah Resûlü (asm); “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır” buyurmuştur.5

Âmentü, âlimlerin altı iman esasını bir araya getirerek formüle ettiği bir iman cümlesidir. Bu cümlenin sonunda zikredilen şehâdet kelimesi ise, İslâmın şartlarındandır. Şehadet kelimesi hakkında Resûl-i Kibriya Efendimiz’in (asm) bir müjdesini hatırlamamızda fayda var. Enes b. Malik’in (ra) rivayetiyle Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Hiç kimse yoktur ki, kalbinden tasdik ederek Allah’tan başka İlâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etsin de, Allah Teâlâ onu Cehennem ateşine haram kılmamış olsun!”6

İman mevzuunda bir müjdeli hadisi daha gönüllerimize misafir edelim: Yine Enes (ra) rivayet eder: Allah Resûlü (asm) şöyle buyurmuştur: “Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir arpa ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir buğday ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır! Lâ İlâhe İllallah deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca iman bulunan kimse Cehennem’den çıkacaktır!”7

Konuya dayalı bu gün son müjdeli hadisimizi de Ebû Saîd el-Hudrî (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Ehl-i Cennet Cennete, Ehl-i Cehennem de Cehenneme girdikten sonra, Cenâb-ı Allah: ‘Kimin kalbinde bir hardal tanesi ağırlığınca iman varsa Cehennemden çıkarınız!’ diye ferman buyurur. Bunun üzerine, bu gibiler simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılırlar, hayat nehri içine atılırlar. Orada, selde kalan yabanî reyhan tohumları gibi, sür’atle hayat bulurlar. Görmez misin, bunlar sapsarı salınarak ne güzel sürerler!”8

Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/136 2- Furkan Sûresi, 25/1,2 3- Kamer Sûresi, 54/49 4- Hicr Sûresi, 15/21 5- R. Sâlihîn, 60 6- Buhârî, 1/105 7- Buhârî, 1/41 8- Buhârî, 1/21

26.10.2007

E-Posta: fikihgunlugu@yeniasya.com.tr




M. Latif SALİHOĞLU

Seçme–seçilme saçmalığı



Tek partili TBMM, 26 Ekim 1933 tarihli oturumunda iki önemli karara imza attı.

Birinci karar: "Cumhuriyet'in 10. yıldönümü münasebetiyle, hükümetin hazırlamış olduğu 'Umumî Af Kànunu' aynen kabul edilmiştir."

İkinci karar: "Türk kadınlarına 'muhtarlık seçimleri'de seçme ve seçilme hakkı verilmiştir."

Bu iki kànun ile ilgili daha geniş bilgilere ulaşmak için bakınız: 27 Ekim 1933 tarihli TBMM Zabıt Ceridesi ile Hakimiyet–i Milliye Gazetesi.

Olan/olmayan haklar

Türkiye'de, kimi laikçi çevrelerin hemen her vesileyle göğsünü kabarta kabarta şunu söylediklerine şahit olmaktayız: "Türkiye, medenileşmede ve demokratikleşmede birçok Avrupa ülkelerinden bile daha ileridir. Meselâ Türkiye'de, 1933'te muhtarlık seçimleri, 5 Aralık 1934'te ise milletvekili seçme ve seçilme hakkı Türk kadınına sağlanmıştır. Oysa, bazı Avrupa ülkeleri, bu tarihten çok sonra aynı yöndeki adımı atmışlardır."

İlk bakışta, bu iddia güzel ve çok doğru gibi anlaşılıyor.

Oysa, buna asla ve kat'a kanmamak, inanmamak lâzım.

Meselâ, şu gerekçelerle:

1) O tarihte, Türkiye tek parti diktasıyla yönetiliyor ve ikinci bir partiye hayat hakkı tanınmıyordu. Halbuki, demokrasinin olmazsa olmaz şartlarının başında, çok partili sistem geliyor.

2) O dönemde, değil muhtarlıklara yahut belediye meclisine, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altına gelenler dahi, milletin hür iradesiyle seçilmiyordu. Hatta, "Seçim değil, tayin vardı" demek daha doğru olur. Zira, milletvekillerinin hemen tamamı, Ankara merkezinde resimlerine bakılarak yapılan "masa başı çalışmalar"la tesbit ediliyordu. Öyle ki, ölmüş bazı şahısların dahi milletvekili seçildiği vakidir.

3) Türkiye'de yaşanan kanlı darbeler açıkça gösteriyor ki, kadınlar gibi erkek seçmenler dahi her zaman için (hatta çoğu zaman) hür irade sahibi olamamışlardır.

4) Halen yaşanmakta olan birtakım uygulamalar yine açıkça gösteriyor ki, Türk kadını, giyim ve kuşamında hür ve serbest bir şekilde seçme ve seçilme hakkına sahip değildir. Hatta, bırakın seçme–seçilmeyi, TC uyruklu hanımlar, eğitim, okuma ve çalışma hürriyetine dahi hakkıyla sahip değildir.

İşte, bunlar gibi daha başka gerekçeler de bize gösteriyor ki, iddia edilen bizdeki "seçme–seçilme hakkı" çoğu yerde bir saçmadan öteye gitmemiş ve halen de gidemiyor.

Bu acı gerçeği görmeyen, yahut itiraz edenlere şunu sormak hakkımız: Türk kadınının okuma hakkı var mı?

Avrupa'da değil ama, Türkiye'de...

Bir de, "sözde değil, özde..."

Tarihî gerçek (yorumsuz)

Kâğıt üstünde ve merkezî otoritenin inisiyatifi altında kadınlar için uygulamaya sokulan "seçme–seçilme hakkı"nın Meclis'teki ilk tezahürü, 1935–1939 döneminde görülüyor.

M. Kemal'in isteği doğrultusunda, o dönemde mevcudu 395 olan Meclis'e 18 kadın vekil seçilmiş, yahut dâvet edilmiş.

Gariptir, sonraki dönemlerde ise, bu sayı hemen düşmüş ve yıllar yılı kadın vekil sayısı 10'un altında seyretmiştir.

Hem öyle ki, vekil sayısının 610'a kadar çıkartıldığı 1957 seçimlerinde dahi, bu sayı yükseltilmiş değil. Tâ ki, 12 Eylül sonrasındaki ilk seçimlere (1983) kadar. O zaman da toplam sayı 12'de kaldı.

Kadın vekil sayısının zirveye çıktığı dönem ise, 1999-2002 dönemidir. 550 üyelik bu Meclis'te 23 kadın vekil yer aldı.

Bir önceki dönemde yekûnu 24 olan kadın vekil sayısında, yapılan son genel seçimlerde (22 Temmuz 2007) geçmiş bütün dönemlerin rekoru kırıldı.

Yekûnu 50'yi bulan halihazırdaki kadın vekillerin 30'u AKP'li, 10'u CHP'li, 8'i DTP'li ve 2'si MHP'lidir.

Yalan ve gerçek

Türbanlı değil; yazmalı, yaşmaklı, eşarplı, başörtülü Türk kadınlarının bugün dahi ülkenin her yerinde hür ve serbest olduğunu kim iddia edebilir?

"Türban yasak; ama başörtüsü serbet, ona kimse birşey demiyor" sözü, şayet bir yalan ve aldatmadan ibaret değilse, resimdeki anneleri, ablaları gibi başını örten hemşirelerin, memurelerin veya kız öğrencilerin—iddianın ispatı için olsun—gösterilebilmesi gerekmez mi?

Şundan eminiz ki, dinî inancı gereği tesettüre riayet eden meselâ üniversiteli kızlarımızın mutlak ekseriyeti, tıpkı anneleri olan Anadolu kadını gibi başlarını örterek okumak isteyeceklerdir.

Böylelikle, bilhassa 82 Anayasası referandumundan hemen sonra başlayan ve 25 senedir dayanılmaz ıztıraplarla gündemi işgal eden "başörtüsü sorunu" da kendiliğinden halledilmiş olur.

Evet, bu bir gerçek; ama, ne yazık ki hâlâ "yalan"ın borusu ötüyor.

26.10.2007

E-Posta: latif@yeniasya.com.tr




Halil USLU

Bir müjde hadisi uğruna



Kâinatın Serveri, Sevgililer Sevgilisi, Peygamberimiz, Efendimiz (asm), İslâmın sınırlarının dar olduğu, etrafında çok az sahabenin bulunduğu ve inananlara zulümlerin yapıldığı bir zamanda, İstanbul’un fethinden bahseder ve umur-u gaybiye nevinden buyurur ki: “Kostantiniyye feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onu fetheden asker ne iyi asker.”1 Bu tebşir ve müjde sözleri, etrafındakileri heyecana getirir. ‘Olur mu, olmaz mı?’ tereddüdünde olunmaz, çünkü Hz. Peygamber (asm) söylüyor. O ne söylemişse mutlaka olmuş, olacaktır.

Hz. Peygamber (asm), Milâdî 632 senesinde dâr-ı bekâya irtihâl eder. Daha sonraki tarihlerde İslâmiyet yayılır, inkişâf eder, tarihe destanlar ve şeref levhaları yazılır. Yalnız bu hadis-i şerifteki müjdeye nâil olmak için, Bizans surlarına, başta Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî Hazretlerinin de içinde bulunduğu, bir çok seferler yapılmıştır. Medine nere, İstanbul nere? Binlerce kilometre, ayrıca iklim şartları, yol vasıtaları at ve deve, kızgın çöl ve susuzluk... Bir Müslüman bunu tahayyül etse çok dertlere devâdır ve hizmetlerede bir şifadır.

Hayatımda büyük yankılar yapan, ruhumdaki mânevî elektriğe ve hislerimdeki cevelanlığa örnek olacak ve çeşitli engellere meydan okuyacak, Hz. Eyyub el-Ensârî’nin (r.a.) İstanbul’un fethedilmesi için 80 yaşını aşmasına rağmen iki defa cihad seferine katılmasıdır. Birinci seferde Hicretin 43 veya 48. senesinde Süfyan bin Avf (ra) kumandasında ve ikinci harekâtta ise hicretin 49 veya 51. senelerinde yine Süfyan bin Avf (ra) kumandasında İstanbul surlarına, sırf bu hadis-i şerifin müjdesinin tecellîsine mazhar olmak için dayanması emsâlsiz bir durumdur... Bu aziz zât, muhasara anında rahatsızlanır, sekerata girer, son sözlerinden birisinde “Kardeşlerim, gittiğiniz en son noktanın dibine beni defnediniz” vasiyetinde bulunur ve ruhunu surların dibinde teslim eder, vasiyeti yerine getirilir. İşte bir hadis-i şerife mazhar olabilmek ve oradaki insanların kurtuluşu için, ölüme, yaşa ve zorluklara meydan okuyan zatlar...

Bu aziz zatın manevî makamı yetişilmeyecek derecede. Başta ve en mühimmi, Hz. Peygamber Efendimizin (asm) Medine’ye hicretlerindeki muhteşem ve manidar hadisedir. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz’i, bütün Medineliler kendi evlerinde misafir etmek için yarış ederken, Hz. Peygamber deveyi işaret eder: “Ona dokunmayınız, o memurdur, Allah tarafından me’mur olduğu yere gider. Durun bakalım nereye gidecek, artık onun yularını bırakınız”2 der ve neticesinde deve, İlâhî irade ile “Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî”nin (ra) evinin kapısının önüne çöker ve Peygamber Efendimiz (asm), kendilerinin ev ve odaları yapılasıya kadar, bu evin üst katında yedi ay kalır.

Ayrıca Peygamberimizin (asm), etrafında ve en yakınında başta Bedir Savaşı olmak üzere, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Feth-i Mekke, Huneyn, Tebuk vesâir gazalara iştirak etmiştir. Yine Mescid-i Nebevî’de Efendimizin (asm) vefatından sonra Hz. İmam-ı Ali’nin (ra) ricası üzerine imamlık yapmıştır. Bütün bunlara rağmen o aziz ve mübarek zat, yine yollarda. Ona dikkatle baktığımda müthiş bir gençlik ve muhteşem bir cihad aşkı görüyorum. Yani İslâmiyeti yaymanın zevk ve heyecanı bütün zerrâtında tap taze ve Fahr-i Kâinata (asm) olan iman ve bağlılığı en üst seviyededir. Bir mânâda Müslümanlara ve insanlık âlemine model şahsiyettir. Onun ömrüne baktım, tatil günü neden yok, titredim, ağladım, gözyaşı döktüm.

Çok kişiler, bu muhteşem sahabinin muazzam hizmetinin ve yaşantısının karşısında, ne kadar büyük olursa olsun gölgede kalmıştır ve kalacaktır. Üzüldüğüm ve kabul etmediğim bir husus şudur: Bir çok maddî ve mânevî sultanları o kadar anlatıyor ve alkışlıyoruz ki, adeta bu sahabiler gölgede kalmaktadır. Bu haller bir vartadır. Soruyorum; acaba “Halid bin Zeyd Ebû Eyyub el-Ensârî” için hangi gün ve haftalar tertipleniyor? Fatihalar ayrı bir vazife.

Peki ne oldu bu hadis-i şerifin tecellisi? Evet, Hz. Peygamber Efendimizin (asm) ebedî âleme teşriflerinden tam 821 yıl sonra 29 Mayıs 1453 sabahı çağ açıp çağ kapatan büyük hünkâr Muhammed Fatih Sultan ve askerleri tarafından Kostantiniyye, yani İstanbul feth edilmiştir. Peygamberimizin (asm) müjdesi böylelikle tahakkuk etmiştir. Öyle ise günümüze işaret eden diğer müjdeleri de âlem çarşısında tahakkuk edecektir, görüyoruz ve göreceğiz...

Bu mânâda bütün şehitlerimize Hz. Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyoruz.

Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 5: 262, 80, Hadis no: 7227 2- Ashab-ı Kiram Menâkıbı, Ramazanoğlu Mahmud Sami.

26.10.2007

E-Posta: haliluslu1951@mynet.com


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri