Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Darbe günlükleri

Nokta dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen “darbe günlükleri”yle ilgili davada beraat etti.

Bakırköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nden çıkan kararın medya ve siyaset açısından iki sonucu oldu.

Basın özgürlüğü açısından sevindirici yönü, bir meslektaşımızın Türkiye’yi sarsan yayın nedeniyle beraat etmiş olmasıdır. Nokta dergisi, 29 Mart 2007 tarihli sayısında kod adı “Sarıkız” ve “Ayışığı” olan gizli hazırlığın “kanıtı” sayılabilecek belgeleri; 2003 ve 2004’te kuvvet komutanları düzeyinde yapılan darbe tartışmalarıyla ilgili günlükleri yayımlamıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün “ikna edilemediği” toplantıların eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’in bilgisayarında kayıtlı olduğu öne sürülüyordu.

Nokta dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş hakkında Özden’e “iftira ve hakaret”ten dava açıldı.

Savcının mütalaası, gazetecilik açısından “darbe girişimi”yle ilgili yayını doğrular nitelikteydi:

“Suça konu yazının görünür gerçeğe uygun olduğu, eylemin Anayasa’nın düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü düzenleyen maddeleri ve Basın Kanunu’nun basın özgürlüğünü düzenleyen maddeleri ile aynı kanunun haber kaynağını açıklamamayı düzenleyen maddesi kapsamında değerlendirilerek sanık hakkında beraat kararı verilmesi talep olunur.”

Darbeyle ilgili yayının savcı tarafından “görünür gerçeğe uygun” bulunması bugünkü ortamda hayli cesur bir tutum oluşturuyor. Yargıcın kararı ise topu taca atar nitelikte:

“Benim beraat gerekçem, savcının mütalaasında belirttiği ‘görünür gerçeğe uygunluk’ gerekçesinden farklı. Biz burada günlüklerin doğru olup olmadığını yargılamıyoruz. Biz, yayımlanan yazıda hakaret unsuru olup olmadığını araştırıyoruz.”

O arada, “darbe günlükleri”ne ilişkin bilgisayar disketleri (CD’ler) üzerinden yapılan tartışma da mahkemenin kararıyla yeni bir boyut kazanıyor.

Alper Görmüş ve avukatları, “Ergenekon” soruşturması bağlamında CD’leri önce Savcı Zekeriya Öz’e, ardından da Bakırköy 2. Asliye Mahkemesi’ne iletmişlerdi. Yargıç kararında, “Ben davada geçen CD’yi içindekiler el yazması yazılar zannettiğim için istetmiştim. Öyle olmadığını bilsem istetmezdim” diyor.

El yazısıyla bilgisayar günlüğü nasıl tutulur?! Görmüş’ün avukatları şimdi “gerekçeyi temyiz”e hazırlanıyorlar.

Eğer darbe yayını “görünür gerçeğe uygunsa” emekli generalleri de yargılamak gerekmez mi? Türkiye bu hesaplaşmayı, Yunanistan’da, Şili’de, Arjantin’deki gibi 1980 sonrası 12 Eylülcülerle yapabilseydi bugün hâlâ darbelerden söz ediyor olmazdık.

Milliyet, 15.4.2008

Derya Sazak

16.04.2008


 

301’de asker ve emniyet vurgusu

Bu satırların yazarı bir hukukçu değil.Bu nedenden de peşinen, teknik bir hata yapabilme payımı saklı tutuyorum.

Ancak, dört kısa paragraflık bir maddenin tuhaf bir yazılış biçimi olduğunu söyleyebilmek için de kanımca hukukçu olmaya gerek yok.

Söz konusu yazım biçimi de aslında 301 hakkında bugüne dek pek söylenmemiş bazı konuların işareti.

TCK 301’in ifade özgürlüğü konusunda ciddi bir sıkıntı yarattığı biliniyor.

İnternet ortamından bugüne dek bu madde nedeniyle hakkında soruşturma açılan, mahkum olan kişilerin isimlerini görmek bile maddenin anlamsızlığını ortaya koyuyor.

Maddeyi nasıl formüle ederseniz edin, yargıçlarımızın hukuka bakış açıları değişmedikce 301 nedeniyle yargılamaların süreceği de kesin.

Maddeyi tümüyle kaldırsanız dahi sistem kendini o kadar iyi koruma altına almış ki, yürürlükte olan ve aynı işlevi görmeye aday başka bir madde bulmak işten bile değil.

Maddenin ilk paragrafındaki ‘Türklüğe hakaret’ ibaresinin hukuk dışı bir ibare olduğunu görmek için de hukukçu olmaya gerek yok.

Ama, maddenin yazılış biçiminde ifade özgürlüğünü de, ‘türklük’ gibi hukuk dışı kavramların kullanımını da aşan bazı sakıncalar mevcut.

Aşağıda gördüğümü düşündüğüm garabeti sizlerle paylaşacağım; söz konusu garabet belirli bir devlet anlayışının madde yazımlarına yansıması ve bu anlayış aşılmadan, demokratikleşmeden, hukuk devleti ile uyumlaştırılmadan parti kapatma davalarından ifade özgürlüğü meselelerine dek sorunlarımızı aşmamız pek mümkün görünmüyor.

* * *

Bir ülkenin ceza kanununun o ülkenin devlet kurumlarını aşağılama amaçlı ifadelere karşı koruma altına alma istemesini normal karşılayabiliriz.

Ama bu koruma işlevi yerine getirilirken evrensel hukuk devleti kavramından ve bu doğrultudaki ifadelerden sapmamak şart.

Devlet dediğimiz kavram yasama, yargı ve yürütmeden oluşur.

Ve, devleti koruma refleksli bir madde yazacaksak, yasama, yargı ve yürütmeyi aşağılama söz ve fiillerine karşı korumaya almaya çalışırsınız ve bu amaçla ‘yasama, yargı ve yürütme’ ibarelerini kullanmanız yeter zira bu üç erk devletin tüm birimlerini şemsiyesi altına alır.

Oysa, bizdeki TCK 301’in yazılış biçimine baktığınızda ilginç bir yapı görüyorsunuz.

Birinci paragraf TBMM ibaresiyle yasamayı koruma altına almıştır.

İkinci paragrafta ise Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, yargı organları, askeri ya da emniyet teşkilatı ibareleri bulunmakta ve bu kavramları koruma altına almaktadır.

Bendeniz de bu ikinci paragraftaki ifadeyi anlamakta zorlanmaktayım.

Hükümet sözcüğü yerine yürütme dense, yürütme erki altında faaliyet gösteren tüm devlet birimleri bu korumanın şemsiyesi altına girer ve böylece asker ile emniyet teşkilatına ayrı bir vurgu yapılması gereksiz olur.

Mevcut yazılış biçimi Hükümeti (Bakanlar Kurulu) ve silahlı bürokrasiyi koruma altına almaktadır ama sanki yürütme erki altında bulunan başka devlet birimleri koruma dışında kalmaktadır.

Örneğin, maliye teşkilatını ya da hariciyeyi bu yazım biçimi dışlar görünmektedir; TCK içinde başka maddelerin mevcudiyeti bilinmektedir ama yine de ortada tuhaf bir durum vardır.

Yok şayet mevcut yazım biçimi Hükümet ibaresi altında maliye ve hariciye teşkilatlarını da kapsıyorsa o zaman askeri ve emniyet teşkilatlarının ayrıca vurgulanmasına neden gerek görülmektedir?

* * *

Yanlış anlaşılmasın, bu yazıda getirmeye çalıştığım eleştiri, hukukçu olmayan birinin eleştirileridir ama itiraf edeyim görüştüğüm idare hukukçuları da beni çok aydınlatıcı cevaplar üretemediler.

Ancak, maddenin formülasyonunda benimsenmiş bu mükerrerlik ya da atlamalar kanımca sıradan bir yanlış değil, birilerinin devlet kavramına bakışını yansıtan özelliklerdir.

Bu devlet anlayışı değişmedikce de Türkiye’nin çağdaşlık mücadelesi kaybedilmeye mahkumdur.

En başta kapatma davasının bu meseleyi AKP’ye öğretmiş olduğunu zannediyordum ama galiba her düzeyde aynı anlayış devreye giriyor ve evrensel hukuk formülasyonları aksamaya başlıyor.

Devlet demenin yasama, yargı ve yürütme demek olduğu gerçeği acaba kimleri tedirgin ediyor, bunu da ben çok merak ediyorum.

Devlet demek asker ve emniyet teşkilatı ise, bu güvenlik devleti anlayışının da bizi bir yerlere taşıyamayacağı açıktır.

Star, 15.4.2008

Eser Karakaş

16.04.2008


 

Nasıl bir şey!

1. Hiçbir büyük medya grubuna ait olmayan Nokta dergisi, şimdi emekli olmuş Deniz Kuvvetleri Komutanı’na ait “günlükler” olduğunu belirterek içeriklerini yayınladı.

2. “Günlükler” basbayağı “askeri darbe tasavvurlarına aitti.

3. Polis dergiyi bastı, yani dergiyi matbaada basmak manasında değil de, bürosunu basmak, her şeye el koymak manasında.

4. Komutan önce günlükleri reddetti; sonra yargı yoluna başvurdu.

5. Askeri, siyasi, polisiye, yargısal, ulusal, kamusal, “bir kısım medya”sal kuşatma karşısında, derginin sahibi Nokta’yı kapattı.

6. Derginin yönetmeni Alper Görmüş hakkında dava açıldı.

7. Böyle böyle günler geçti.

8. “Günlükler” in sahte olmadığı belirlendi.

9. Görmüş “iftira ve neşren hakaret” davasından beraat etti.

10. Belgelerde adı geçen eski komutanlar bir şey demedi. Onlara da bir şey diyen yoktu zaten.

11. Öyle öyle günler yine geçecekti sanki.

*

Hiçbir siyasetçiye memleket “al evine götür, eşe dosta dağıt, parselle, el koy, istediğin gibi oy” diye teslim edilmediği gibi...

Hiçbir komutana da, silahlar, silahlı kuvvetler, rütbeler, üniformalar ile memleket, “sizindir, kimseye yar etmeyin, biraz ters geleni indirin, müdahale edin, darbe yapın” diye teslim edilmiyor.

Her ikisi de kamuya karşı sorumlu kamu görevleridir. Kamuya karşı kullanılmak üzere değildir.

Ne babadan oğla, kıza, geline, damada geçer; ne Anayasa’da belirtilmiş “zümre egemenliği, imtiyaz yasağı” gibi çok önemli “Cumhuriyetçi ilkeler”i çiğneme hakkı verir.

Bir daha söyleyeyim:

Birisi, ne Ankara’da cumhurbaşkanı, başbakan olduğu için, ne karada, havada, denizde, jandarmada komutan olduğu için “zümre egemenliği ve imtiyaz” oluşturamaz.

(Parasıyla, servetiyle, medyasıyla da oluşturamaz tabii!)

*

Ama yaşayan en önemli darbecisini, cumhurbaşkanı yaptığı yetmeyip bizzat halk oyu ile anayasal korumaya almış memleketin dengesi bozuktur zaten.

Ne eylülün, ne şubatın, ne nisanın hukuki hesabı sorulmuştur.

Bunu ne askeri yargı ne sivil yargı, ne bir gün “demokratik Türkiye Cumhuriyeti”nin kurmayları, ne de “Türkiye Büyük Millet Meclisi”ndeki millet temsilcileri sormuştur.

Burası, en büyük medyasının, güçlü darbecileri değil, korumasız, mütevazı ama gazetecilikte ısrarlı meslektaşlarını taşladığı demokrasi, hukuk ve gazetecilik kültürüne sahiptir.

Burada ya tezgah kurulur ya da gizli mutabakat vasıtasıyla gemi yüzdürülür.

Yiğitlikten, mertlikten bunca bahsedilen bu topraklarda, en resmisinden en hür teşebbüsüne, en devletlisinden en çetesine, sözde sivil toplum örgütlerine kadar, kalleşlik ile entrika hüküm sürer.

*

Mesele sadece “darbe niyetleri” değildir.

Hakiki bir Cumhuriyet ile hakikate düşkün bir demokrasi, öncelikle “zümre egemenliği ve imtiyaz” ın hukuki, siyasi, idari, ahlaki hesabını sorar.

Kamusal görevlerin, kamu kaynaklarıyla alınmış silahların, kamusal eğitimle edinilmiş diploma, unvan, rütbe ve makamların, kamusal seçimle gelinmiş mevkilerin, asker veya sivil şahıslar tarafından nasıl olup da “kendi malları, imtiyazları, egemenlik hakları” gibi tasavvur edilip kullanılmak istendiğinin hesabını sorar.

Ayırmaz...

Askere de sorar, sivile de sorar.

Türkiye’nin en büyük yalanı buradadır:

Kendine “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” derken, en büyük fırtına hep “laiklik” üstünde koparken...

“Cumhuriyet ve demokrasi”nin “zümre egemenliği ve imtiyaza karşı” sözü ve özü her gün, her an Ankara’dan başlanarak yurt sathında çiğnenir.

Sakat bir cumhuriyet ile yarım demokrasi, zaten sosyal devlet de olamaz, hukuk devleti de!

Altta kalanı asla koruyamaz!

Sabah, 15.4.2008

Umur Talu

16.04.2008


 

Demokratik direnç…

Ergenekon operasyonunun “siyasi iktidarın uydurması” olduğunu iddia edenler, siyasi ahlaktan ve demokratlıktan az biraz nasiplenmişlerse, önümüzdeki günlerde otoriter bir oyunun parçası olmanın vicdan azabını çekecekler..

Her geçen gün “Ergenekon”un “resmi, derin ve karanlık bir çeteleşme meselesi”nden ibaret olmadığı ortaya çıkıyor. Bu çetelerin “istenmeyen siyasi unsurları susturma ve yok etme işi”nin ötesine geçtikleri, “siyasi iktidarı devirmek ve sisteme topyekun hâkim olmak” gibi “kurucu” bir göreve soyundukları anlaşılıyor.

Ortada hedef, örgüt ve süreklilik var. Dünün darbe girişimleriyle yarın için planlanan darbe girişimleri aynı yapı, aynı isimler, aynı hedefler içinde böyle karşımıza çıkıyor.

Ergenekon meselesi darbeleri ve darbecileri kuşatmaktadır. Soruşturmanın ne kadar derine inebileceğini, hangi dehlizlere ulaşabileceğini bilmiyoruz. Ergenekon denilen yapının devlet içindeki unsurlarına siyasi, doğal, hukuki ve yargısal imkânlarla ulaşmak mümkün olacak mıdır? 2003 ve 2004 yılında Sarıkız ve Ayışığı adlı iki darbe girişiminin emekli olmuş üst düzey planlayıcıları ve onların muhtemelen hala görev başındaki olan “ortaklar”ı hakkında soruşturma yapılabilecek midir ya da bu durum ve kişiler sürdürülen soruşturmalara eklenebilecek midir?

Kolay değil…

Zira yargı ve Ergenekon tipi operasyonlar büyük bir iktidar kavgasının tam orta yerinde durmaktadır. Böyle durumlarda hukuki süreçlerin siyasi meydan savaşlarına yem olma, baltalanma, saptırılma, durulma, en azından sınırlı tutulma ihtimali yüksek olur. Kaldı ki mevcut kapatma davası, yargısal darbe hamlesiyle Türkiye’nin şu andaki siyasi dengeleri ters yüz olmuş durumda. Tersini umut ediyoruz ama, biliyoruz ki, bu hamlenin sonuç verme, otoriterleşme sürecinin derinleşmesi ihtimali var. Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerin Ergenekon soruşturmasını, Nokta davasını, Ayışığı, Sarıkız tartışmalarını görmezden gelmeleri, “tersten ifade edecek olursak otoriterleşme sürecinin toplumsal ve hukuki meşruiyet açısından önünü tıkayabilecek ortamının oluşmasına set çekmeleri” boşuna değil…

Evet, kolay değil…

Ama en azından biliyoruz…

Onlar da biliyor, biz de biliyoruz… Şu anda neler yaşanmakta olduğunu tüm Türkiye, “Genelkurmay Başkanı’nın deyişiyle BÇG evi gibi” izliyor, dünü ve bugünü keşfediyor.

Cumhuriyet mitinglerini kimin neden düzenlediğini, bununla ne amaçladığını artık daha net olarak biliyoruz…

Bu mitingleri düzenleyen isimlerden birisi olan Jandarma eski Genel komutanı Şener Eruygur’un karargâhından yayıldığı iddia edilen “2004 tarihli vatan hainleri listesi”nin “az akıllı bir görevlinin elinden çıkmış bir kaza” olmadığı da biliyoruz, artık. Çölaşan, Balbay gibilerin 2002 seçimleri sonrası, Org. Hilmi Özkök’ü hedef alan, orduyu müdahaleye davet eden yazılarının, “Genç Subaylar Rahatsız” manşetlerinin nasıl, nerden, hangi ilişkiler şebekesi içinden ürediği ortada bugün… 2003 ve 2004 darbelerinin iç yüzünü anlatan günlük ve andıçların sahte olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor. İsmet Berkan, iki darbeci kuvvet komutanın bu ortamda basın patronlarıyla görüştüğünü bile yazıyor…

301. madde etrafında yaşanan kutuplaşma, yaftalama, hain ilan etme faaliyetleri, bunların oluşturduğu zeminde işlenen ve sıradan ilan edilen cinayetler, siyasi iktidarı, demokrasiyi, toplumu hedef alan psikolojik harp faaliyetleri ve eylemler… Bir dönemin resmini çizebiliyoruz… Bildiklerimizin, öğrendiklerimizin yenilerini yaşamak istemiyorsak, yapmamız gereken “şey” bellidir: Demokratik direnç…

Yeni Şafak, 15.4.2008

Ali Bayramoğlu

16.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri