Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

301’de son perde ve ilk demokratik hamle

Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesiyle ilişkin değişlik teklifi bugün TBMM Genel Kurulu’na iniyor.

Kritik bir an…

Zira her hangi bir maddeden, her hangi bir değişiklikten söz etmiyoruz…

TCK’nın 301. maddesi Türkiye’nin son 4-5 yılına damga vurmuş, değişim süreci etrafında yapılan tartışmaları, ülkedeki siyasi gelişme ve güç ilişkilerini kuşatmış bir madde…

Ülkenin onlarca aydını, gazetecisi, edebiyatçısı ve bilim adamının düşüncelerinden, ve eserlerinden ötürü “Türklüğe hakaret ettikleri” iddiasıyla, “Türk düşmanı oldukları yaftası”yla savcılar ya da hakimler önüne taşınmasına neden olmuştur…

Bu madde üzerinden kimi kanıtları türlü andıçlarla ortaya çıkan değişim ve siyaset karşıtı “psikolojik hareket kampanyalar”ı düzenlenmiştir.

Psikolojik harekatlarla değişim dilini savunanlar kişi ve kurum olarak “Türk düşmanı” ilan edilmiş, toplum nezdinde gözden düşürülmeye çalışılmış, dahası hedef haline getirilmiştir.

Bu harekatların parçası olan adı sivil toplum örgütü kimi avukat toplulukları tarafından, hedefe alınmış kişi ve meselelerle ilgili olarak yapılan sistematik suç duyurularının, yargının siyasallaşmasına, düşünce ve ifade özgürlüğünün gölgelenmesine, ülkenin kutuplaşmasına nasıl yol açtığı tüm çıplaklığıyla ortadadır.

Hrant Dink böyle hedef haline gelmiş ve böyle öldürülmüştür…

301. madde içeriği ve kullanım tarzıyla “otoriter ve tetikçi bir düzen”in ya da düzen arayışının simgesi haline gelmiştir.

Kanlıdır bu madde…

Akın Birdal’ın deyişle “sabıkalı”dır…

MHP’nin “Türklüğe hakaretin yolu açıldı” tarzı kampanyasını, CHP’nin bu kampanyaya ayak uydurma gayretlerini bir kalemde geçiniz…

Bugün bu maddeyi savunanlar aslında, bu maddenin yol açtığı uygulamaları, işaret ettiği düzeni savunanlardır…

Bugün bu maddeyi savunanlar aslında sadece düşünce dünyasını, özgür toplum anlayışını değil, darbe girişimleriyle siyasi alanı hedef alanları meşrulaştıranlardır.

Bu işin bir yanı Ergenekon’a diğer yanı 2000’li yılların andıç silsilesine uzanmaktadır…

Son sözü şimdiden söyleyelim: Bu madde hiç bir tartışmaya mahal bırakmadan kaldırılmadır.

Bu maddenin kaldırılmasının sadece özgürlük istikametinde fiili sonuçları olmayacaktır…

Aynı zamanda sembolik sonuçları olacaktır…

Bu sembolik sonuçların başında bir dönemi, bir anlayışı siyaseseten ve ahlaki olarak mahkum etmek gelir…

Bir öteki sembolik sonuç karanlık kalan, savcı ve yargıçları gerginliğe iten muğlak havanın ortadan kalkması, siyasi iradenin kendisini demokrasiden yana ağırlık koymasıdır…

Bir başkası Hrant Dink’e ödenecek borçtur…

Bir diğeri Türkiye’nin içinde bulunduğu “darbe süreci”nde siyasi iktidarın “demokratik seferberlik ve demokratik direnç hamlesi”nin 301’le başlatılmasının önemidir.

Ne var ki AK Parti’nin teklifi maddenin kaldırılması değil değiştirilmesini hedefliyor.

Değişiklik metinde yer alan, soruşturmaya cumhurbaşkanı tarafından izin verilmesi, ceza limitinin düşürülmesi, Türklüğe hakaret sözünün yumuşatılması bu maddenin uygulaması gibi unsurlar, şüphe yok ki, bu maddenin pasif hale geçmesine zemin hazırlayacaktır.

301’in siyasi kullanımının önü tıkanacaktır.

Ancak bu yeterli midir?

Bu tür değişiklikle yetinmek aslında 301 ruhunu bir tür benimsemek demektedir, bu yolda bir mesajı adliyeden topluma uzanan yelpazeye vermek demektir, cesaret yerine korku, ilke yerine oy kaygısı demektir.

Şunu unutmamak gerek AK Parti bir gün kapatılacaksa bile, hangi koşullarda kapatılacağı ülkenin yarınını belirleyecektir…

Umalım en azından bir grup AK Partili milletvekili bu durumun farkına varsın, 301’e yönelik iptal önergesi versin…

Bu bile anlamlı bir sembolik adım olacaktır…

İhtiyaç duyulan demokratik hamlenin başlatılması için belki de bir kıvılcım oluşturacaktır…

Yeni Şafak, 18 Nisan 2008

Ali Bayramoğlu

19.04.2008


 

301’ciler özgürlüğe de, demokrasiye de yakışmıyor!

Başbakan Erdoğan’la yakın çevresinde 301’le ilgili olarak şu sıralar hayal kırıklığı rüzgarı esiyormuş...

Deniyor ki:

Takdir edilmemekten kaynaklanan, aradıkları desteği göremeyen ve “Bir zamanlar kıyameti koparanlar şimdi neredeler?” şikayetinde düğümlenen bir durum söz konusu...

Olabilir.

Ama siz yılan hikayesi nedir herhalde bilirsiniz. Her hangi bir sonuca bağlanmaksızın yıllar boyu uzayıp giden mesele...

301 de aynen böyledir.

Tam bir yılan hikayesi!

Hem de nasıl.

Kabak tadı vermiştir.

Bezdirmiştir.

Ve 301’e ilişkin bir şeyler yazmak için bilgisayarın başına oturmak benim için uzunca zamandır işkenceden farksız hale gelmiştir.

Bugün de öyle.

İçimden gelmiyor 301 yazmak.

Hangi pencereden baksam, iç sıkıcı olumsuzlukları görüyorum çünkü.

Demokrasileri demokrasi yapan ifade özgürlüğüne bu ülkede ölümcül darbeler indirmiş olan 301’in hâlâ şöyle ya da böyle savunulması içime kasvet veriyor.

CHP savunuyor 301’i.

MHP savunuyor 301’i.

Ulusalcı-milliyetçi odakların zaten gözdesi 301...

AKP’nin de 301’cileri var elbette.

Hiçbiri dokunmak istemiyor 301’e.

Çünkü ‘milliyetçilik’lerine dokunuyor, 301’e dokunmak... Ya da “Türklüğe hakareti serbest bırakmak hiç olur mu?” diyen siyasal oportünizme boyun eğmek işlerine geliyor.

“Oy kaybederiz” kaygısını yaşıyorlar.

Bu yüzden ‘Türklük’ yerine ‘Türk milleti’ diyerek, ‘cumhuriyet’ yerine “Türkiye Cumhuriyeti“ diyerek, işin içinden çıkılacağını umuyorlar. Bu arada kovuşturmayı ‘Cumhurbaşkanı izni’ne bağlayarak, 301’in uygulanmasını zorlaştırdıkları kanısındalar.

Hiçbiri heyecan verici değil.

Kısacası:

301 can sıkıcı bir konu.

Hiç kuşkum yok, bu ülkenin demokrasi tarihine kara sayfalar olarak eklenecek 301 hikayesi...

Keşke toptan kaldırılsaydı.

“Ama sonra 305 var!” deniyor.

Bilemiyorum.

Eski Yargıtay Başkanı ve değerli hukukçu Dr. Sami Selçuk, AKP’nin TBMM’ye getirdiği ve Başbakan Erdoğan’ın olduğu gibi geçirilmesi için son talimatını verdiği 301 değişikliği konusunda şöyle diyor:

“Değişiklik bu durumuyla çok üzücü. Kaş yapayım derken göz çıkartacak kadar tehlikeli. Uygulamayı etkileyecek çok şey de getirmiyor.”

Bir işi zoraki, eski deyişle kerhen yapmak olmuyor. “Ben yaptım oldu!” zihniyetiyle çıkmazlar aşılamıyor.

Demokrasiye de yakışmıyor bu.

Biliyorum, sadece yasaları değiştirmekle demokrasi yolunda mesafe alınamadığını.

Bunca yılın deneyimi, yasalarla birlikte kafaların da değişmesi gerektiğine işaret ediyor.

Zihniyet değişmedikçe, istediğin kadar yasa değiştir yine olmuyor, biliyorum.

Ama her şeye rağmen yine de en iyisini yapmak için kavga vermekten başka çare yok deyip yazıyı noktalamak.

Milliyet, 18 Nisan 2008

Hasan Cemal

19.04.2008


 

“Devletin ortak aklı” ne zaman başına gelecek?

Alper Görmüş beraat kararından sonraki açıklamasında “buruk bir sevinç” yaşadığını söylüyor. Hepimiz için öyle oldu aslında. Alper’in hapis tehdidinden kurtulmasına sevindik ama mahkemenin davayı sadece basit bir hakaret davası olarak tutma gayreti de umutlarımızı bir kez daha kırdı. Ne umutları diyeceksiniz... Biliyorsunuz, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in günlüklerinde yer alan darbe planlarını yayınladığı için, Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş hakkında iftira ve hakaret iddiasıyla dava açılmıştı. Mahkeme beraat kararıyla Nokta’nın haberinin iftira ve hakaret taşımadığına karar veriyor.

Eğer mahkeme iftira yok diyorsa, yayınlanan günlüğün gerçek olduğunu da kabul etmiş olmaz mı?

Peki o zaman yargının derhal harekete geçmesi, darbe planları yapanlara gelin bakalım şöyle demesi gerekmez mi?

Ama demiyor işte...

Rejimin dibine dinamit koyma planları yaptıkları sabit olanlar elini kolunu sallaya salllaya geziyor; ama öte yandan yüksek mahkememiz hayali “rejimin altını oyma planları”nı ciddiye alıp dava konusu yapıyor. Diyeceksiniz ki, Türkiye’de darbe planlarını “hayata geçirenler” serbest dolaşıyor; serbest dolaşmak ne kelime, ülkenin bütün elitlerini doğum günü partisine toplayıp “Happy Birthday” şarkısı söyletiyor; teşebbüs halinde kalanlara bir şey yapılmamış, çok mu? Siz de haklısınız, ama insan yaşadığı ülkede hukuksuzluğun adet olmasını kanıksayamıyor bir türlü; her seferinde bir umut; acaba bu defa farklı olur mu, diye bekliyor. Aslında, bütün bu yaşadıklarımızın ortaya koyduğu gerçek şu ki, bu mesele hukukçuları aşan bir mesele...

Tek başlarına kahraman savcıların ya da yargıçların yapabileceği türden bir iş değil; çünkü karşıda direnen koskoca bir müesses nizam-kurulu düzen var. Zaten eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Kanadoğlu da “Ergenekon’un sonu da Şemdinli gibi olur” derken bu kurulu düzenin direncine güveniyor. Ayrıca bu mesele tek başına hükümetin de altından kalkabileceği bir mesele de değil.

Ak Parti’den, 80 yıldır kökleşmiş, gelenekselleşmiş ve işin kötüsü birçok yönüyle halkın ciddi bir kesimi tarafından desteklenen bir devlet yapısını tek başına ters yüz etmesini beklemek de haksızlık... Bu ancak büyük bir güçler koalisyonunun altından kalkabileceği ağırlıkta büyük bir proje... “Büyük güçler” dediğimizde, elbette en belirleyici olarak toplumsal muhalefeti kastediyoruz. Siyasi partileriyle, sivil toplum kuruluşları, basınıyla topyekun bir demokratik cepheyi kastediyoruz.

Ama bir de—toplumsal muhalefetin gücünden yakından etkilense de başka faktörlere de bağlı olan—devlet içindeki çeşitli güçler var. Galiba bizler bir süre daha; yaygın tabiriyle “devletin ortak aklının” devreye girmesini, “müessses nizam”ın sahipleri içinden güçlü bir grubun ortaya çıkıp “yeter artık bu kadar, bu gidişle son Türk devletini başkaları değil, siz yıkacaksınız” diye tavır koymasını bekleyeceğiz.

Ama eğer eski MİT Müsteşar yardımcısı Cevat Öneş haklıysa, bunun için fazla beklememize de gerek kalmayacak. Bakın Radikal’deki yazısında ne diyor Sayın Öneş: “ Darbe teşebbüslerinden Cumhuriyet tarihinin AB gibi en önemli medeniyet projesinin öldürülmesine; rahip Santoro’dan Hrant Dink’e, Malatya katliamına uzanan, aydınlarımızı tecrit etmek isteyen, provokasyonlar düzenleyebilen bir zihniyet yapısını, gerici/çıkarcı bir kirli dokuyu sorgulayıp mahkûm edebilmeliyiz, devlet olarak mahkûm edebilecek güçteyiz.(...)” (14 Nisan 2008) Umalım ki, Cevat Öneş haklı olsun...

Bugün, 18 Nisan 2008

Gülay Göktürk

19.04.2008


 

AKP Gençlik Kongresinde “10. Yıl Marşı”

Geçenlerde gerçekleşen AK Parti’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nin açılışında Başbakan’ın salona girişinde herkesin bir ağızdan onuncu yıl marşı okuduğu haberi düştü gazetelere. Bu bir dönüm noktası mı acaba? AK Parti halktan aldığı temsil yetkisini bir grup medya canavarına bırakarak kendisini dönüştürmeye mi karar verdi? Ulusalcı seçkinlerin halktan kopukluğunun en bilinen sembolik ritüeli olan bu marş neden AK Parti çevrelerinde de okunmaktadır? İçerdiği mesajlarla toplum mühendisliğinin en kaba ve üst perdesinden buyruklar içeren bu marşı AK Parti çevreleri hangi özelliği dolayısıyla hep bir ağızdan okumuş olabilirler? “Her yaştan gençler yaratma” operasyonuna onlar da mı dâhil oldular? Daha düne kadar 28 Şubatçı entrikacıların ortak dili değil miydi? Ulusalcı Kemalist tarikatının rolüne mi soyundular? Halkın onlara verdiği derin devlet dışında farklı bir merkez oluşturma yetkisinden vazgeçip hepimizi o eski merkeze mi götürmek istiyorlar acaba? Derin devletle uzlaşma adına halkın farkına varmadığı gizli bir operasyon mu yürütülmektedir? Yoksa AK Parti çevreleri de artık kendilerini devletçi seçkincilerle aynı safa mı yerleştirmek istemektedir?

AK Parti, kendisi ile ilgili açılan gayri meşru kapatma davasını doğru bir biçimde okumadığı sürece çok tuhaf tutum ve davranışlarda bulunacağının sinyallerini aslında baştan beri vermekteydi. Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra kendisine karşı yürütülen “artık o bir merkez partisidir” söylemine kapılıp “evet biz bir merkez partisiyiz” atmosferine girmeleri bahsedilen tehlikenin ilk sinyali idi ve AK Parti çevreleri bunu kendilerine yönelik bir iltifat olarak gördüler ne yazık ki. Oysa bu söylemin asıl amacı farklı bir biçimde kurulan merkezi boğmak ve onu yok hükmünde saymaktır.

Türkiye uzun bir zamandan beridir devletçi seçkinlerin merkezde olduğu bir yönetim sergilemektedir ve birçok olayın peş peşe gelişmesi halkın bu durumdan uzaklaşmasına ve daha çok kendisinin merkezde olduğu politik bir yapının egemen olmasına öncülük ettiğini görmekteyiz. Şimdi bu sürece en uygun davranış ve politikaları izleyen de AK Parti’dir. Ama AK Parti bu pozisyonundan vazgeçip kendisini merkeze doğru kaydırırsa memleket daha büyük bir faşist tehlike ile karşı karşıya gelecektir. Belki de AK Parti ile ilgili en ciddi tehlike sanılanın aksine merkeze doğru kayması ve ulusalcılarla aynı rol ve tutumlara sahip bir politika izlemesidir. Çünkü o zaman memleket tüm sistem dışı kalmışlar için bir cehenneme dönüşecektir.

Özellikle kapatma davasından sonra dile getirilen “uzlaşma, itidal ve geri adım”, çağrılarının asıl amacı da söz konusu var olan (suni) gerilimi düşürmeye yönelik değil aksine uzun bir zamandan beri ilk kez devlet oligarşisine karşı görece bir başarı elde etmiş olan halkı veya dezavantajlı bir statüye mahkûm edilmiş olan insanları “yumuşatma” ve “merkeze götürme” girişiminden başka bir niyet içermemektedir. Eğer bir uzlaşma olacaksa bunun halkın desteği ile inşa edilmiş olan ve geleneksel devletçi merkezden farklı bir merkeze göndermelerde bulunan bir taraf ile olması gerekmez mi?

Eğer AK Parti bu durumu doğru bir biçimde okuyamaz ve uzlaşma adına kongrelerinde Onuncu Yıl Marşı’nı/ritüelini ifa etmeye/okumaya başlarsa hiç kuşku duyulmasın ki halk devletçi-seçkinci zümrenin merkezinden farklı referanslara dayanan yeni bir merkezi kurmakta çok kararlıdır ve bunu kim inşa edeceğini gösterirse ona yönelecektir.

Türkiye, neredeyse tüm sosyolojik teorileri alt üst edecek ilginç bir iktidar biçimine sahip bir ülkedir. Gücü elinde bulunduranlar, halkı sadece yok saymak ve hukukunu çiğnemekle kalmıyorlar aynı zamanda bu durumdan şikâyetçi olmalarına da tahammül edemiyorlar. Onları asıl sinir eden şey, dışlanan ve hukuku çiğnenen kesimlerin nasıl olur da bu haksızlıklardan zevk almadıklarıdır. Kısaca bu güç, hem ezmek hem de bu ezilmişlikten “sözde” değil “özde” memnun olunmasını istemektedir. Ancak AB süreci, liberal düşüncenin güçlenmesi, ezilenlerin entelektüel birikimleri, dünya kamuoyu ve en önemlisi de “seçimler” bu düzene ciddi bir biçimde çomak soktu ve her şey alt üst oldu. Çünkü yakın tarihte yaşanan kimi tecrübeler, esasında bu gücün bir sevk ve idare işinden çok bir entrika sanatı olduğunu gösterdi;

28 Şubat, halk arasında çeşitli dinî kavram ve değerlerle tanımlanan ve asıl görevi ülkenin sınırlarını korumak olan askerî bürokrasinin aslında bazen bu tanımlama ve görevle bağdaşmayacak maceracı bir cuntanın eline geçebileceğini, 367 olayı, Anayasa Mahkemesi üyelerinin karar verirken genelde siyasi kaygıları daha çok önemsediklerini, Ergenekon, İttihat ve Terakki’den bu yana halkın olduğunu sandığımız egemenliğin aslında bir çetenin elinde olduğunu, AK Partiye açılan kapatma davası, darbe fikrinin hiç bitmeyen bir meşale olarak gönüllerde hep var olduğunu ve bunun için düşünülen yolların hukuk dâhil birçok alan üzerinden devam ettiğini, Danıştay Başsavcısı’nın kadınlar gününde yaptığı darbeye methiye nutku, ülkeye egemen olan yönetici ve seçkinci zümrenin ne kadar kindar olduğunu, insanların mağduriyetlerinin, hatta bir başbakanı ipte sallamanın bile bu kesimleri bir türlü rahatlatmadığını ve öldürmenin bu seçkinci zümre için antropolojik bir determinasyon olduğunu gösterdi. ÜAK bildirileri ile YouTube videoları, üniversitelerin öğretim işlevlerinden çok başka konulara (darbelere hazırlık yapma ve beyin yıkama operasyonlarına) kafa yordukları ve bunun için de ehil olmayan nice insanlara akademik unvanlar verdiklerini ve dogmatizme karşı olması gereken akademisyenlerin, farklı bir dogmatizmi sırf kendi âli menfaatleri için savunduklarını gösterdi. Yine 28 Şubat ve dahi kapatma davası, medyanın her zaman gizli bir ajandasının bulunduğunu ve bu ajandada da hep halk karşıtlığı üzerine oturtulan bir projenin var olduğunu gösterdi.

İşte tüm bunlar artık kimin kimle ve nasıl uzlaşması gerektiğini çok net bir biçimde ortaya koydu ve merkezin halkı kabul etmesi gerektiğini dayatmış oldu. Tabiî devletçi seçkinler haliyle bu varlığı benimsemeyeceklerdir ve uzlaşalım diyeceklerdir. Oysa istenilen bu değil aksine eski düzenin devamlılığıdır.

Aslında bu çağrıları yapanlar ile 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra ısrarla AK Parti’yi bir merkez partisi olarak gösterenlerin aynı çevreler olması da tesadüf değildir. Unutmamak gerekir ki AK Parti’nin bir merkez partisi olduğunu söyleyenler gerçekte böyle düşündükleri için değil öyle görmek istedikleri için bunu söylemişlerdi. Onu bir merkez partisi gibi gösterip eski düzenin devamını sağlamak isteyenler hep kendilerinin merkezde olduğu bir düzeni arzu edenlerdir.

Bu düşüncenin uzantısı kimi girişimlerin AK Parti çevrelerinde de varlığını hissettirmeye başladığı görülmektedir ne yazık ki. Ama AK Parti’nin bu niyetine rağmen halkın buna razı olmayacağı ve olmadığı gerçeği biraz gönüllere su serpmektedir. Asıl tehlike, AK Parti içinde klasik muhafazakâr geleneğin refleksini gösterip taviz üzerine dayanan bir uzlaşma yoluna girip kongrelerinde Onuncu Yıl Marşı’nı okuyacak bir kesimin varlığıdır. İyi ki bu kesim partinin politikalarını belirleyen bir güce sahip değildirler. Gerçi bu durumu kabullenecek bir halk kitlesi de yok artık çünkü herkes çocuğun söylemesine gerek kalmadan kralın çıplak olduğunu görüyor.

Taraf, 18 Nisan 2008

Mazhar Bağlı

19.04.2008


 

Keşke Avrupa bir değil, bin bildiri yayınlasa

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı De Puig’in yaptığı açıklama tepkilere sebep oldu.(...)

Gelin bir de eleştirenlerin ortak noktalarına bakalım...

- Bunlar... 367 tartışmaları sürerken, bazı komutanların, Anayasa Mahkemesi üyelerini tehdide varan bir biçimde uyardıklarına dair, giderek ciddileşen haberleri görmezden ge-lenler.

- Bunlar... Yargıdaki 1937 model altı ok zihniyetli kadrolaşmaya seslerini çıkarmayanlar.

- Bunlar... Nokta dergisi geçen yıl ‘Darbe Günlükleri’ni yayımladığında “ciddiye almadıklarını” söyleyenler.

- Bunlar... Nokta’nın Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, ‘Darbe Günlükleri’nden beraat ettiğinde, suspus olanlar.

- Bunlar... Ergenekon çetesiyle ilgili tek satır yazmaktan, iki cümle söylemekten, “soruşturma sürüyor” numarasına yatarak kaçanlar.

- Bunlar... İşlerine gelmediği için, daha soruşturma açılmamışken ama ortalık ‘ Türk işi Gladio’ diye inlerken, Ergenekon’u, ‘ entellerin gözde konusu’ ilan edenler...

- Bunlar... Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde kabul ettiği ilkeleri, imza attığı anlaşmaları göz ardı edenler.

- Bunlar... Cumhurbaşkanı bile kapatma davasına dahil edildiğinde, durumu ‘ olağan’ karşılayanlar. (...)

Sabah 18 Nisan 2008

Emre Aköz

19.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri