"Gerçekten" haber verir 30 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

BİR RAMAZAN BOYUNCA



1943 yılıydı. Yer yineKastamonu, zaman da Ramazandı.

Bediüzzaman Said Nursî’nin; “Ramazan-ı şeriften

bir gün evvel, gizli zındık düşmanlarım tarafından

kuvvetli ihtimal verdiğimiz ve doktorun tasdikiyle bir

zehirlenmek hastalığıyla hararetim—doktorun ihbarıyla—

kırk dereceden geçmeye başlamış iken, adliye

müdde-i umumileri ve taharrî komiserleri menzilimi

taharriye geldiler” sözleri ile de ifade ettiği gibi ard arda

bazı nâhoş hadiselermeydana geldi.

Önce, Said Nursî Ramazanın arefesinde zehirlendi.

Muayene etmeye gelen doktorun da teşhis ettiği tesemmüm

sebebiyle, kırk dereceyi aşkın hararet içinde

yanarken polisler tarafından evine baskın yapıldı.

O günlerde evine sık sık baskın yapıldığı ve her

yer polisler tarafından didik didik arandığı için

böyle muamelelere alışkın olan Bediüzzaman onlara

pek aldırmadı ve yatağının içine oturup

Kur’ân okumaya devam etti.

Savcı, komiser ve polisler içeri girdiğinde Tur

Sûresi’nin “Sabreyle, başına gelen kaza-i Rabbaniye

teslim ol. Sen inayet gözü altındasın. Merak

etme, gecelerde tesbih ve tahmidâta devam eyle”

meâlindeki kırk sekizinci âyetini okuyordu.

Aslında ona revâ görülen muâmeleler tahammül

edilecek cinsten hareketler değildi. Onun da onlara

mukabele edecek mânevî gücü vardı ama

Kur’ân-ı Kerim, tam vaktinde imdadına yetişip tesellî

ettiğinden sesini çıkarmadı.

Son zamanlarda yapılan diğer baskınlar gibi bunun

sebebi de Beşinci Şuâ idi. Çünkü Denizli’nin

Çivril kazasında, Atıf Egemen isimli Nur Talebesinin

hizmetlerini hazmedemeyen müftünün ve vaizin

ihbarı üzerine onun evinde arama yapılınca bazı

risâlelerle birlikte Beşinci Şuâ da bulunmuştu.

Ankara’ya intikal eden mesele cumhurbaşkanının,

başbakanın, millî eğitim bakanının ve bazı hükûmet

üyelerinin de tahrikiyle iyice büyütülünce eserin

müellifi olması hasebiyle Said Nursî’nin ve o havalide

bulunanNur Talebelerinin de evi arandı.

İlk baskınlarda aranan risâle bulunamamasına rağmen

bulunan kitaplar suç delili sayıldı ve aralarında

Mehmed Feyzi’nin, Çaycı Emin’in de bulunduğu on

beş kadar Nur Talebesi tevkif edildi. Karakolda ifadesi

alınan SaidNursî de evinde göz hapsinde tutuldu.

Ramazanın ilk günü savcının, emniyet âmirinin,

komiserin kontrolünde yapılan aramada kömürlükte

odunların, kömürlerin arasında bulunan bir

sandıktan Beşinci Şuâ da çıkınca zehirlenmenin tesiriyle

ağır hasta olmasına rağmen Olukbaşı Karakoluna

götürülüp nezarete atıldı.

“Ehl-i dünya Risâle-iNur’a ilişmesinler. Eğer ilişirlerse

âfetlerinhücumuna sebep olurlar” demişti SaidNursî.

O günlerde Kastamonu ve çevresinde şiddetli bir

zelzelemeydana geldi.Kaleden kopan büyük kaya parçaları

şehrin üzerine yuvarlanarak bazı evlerin yıkılmasına

ve birkaç kişinin ölmesine sebep oldu.

Zaman zaman şiddetlenen artçı sarsıntılar on beş

gün kadar devametti. Zelzelenin sebebini ‘Hoca Efendiye

yapılan zulme ve atılan iftiralara’ bağladığından

zulüm devam ettiği sürece zelzelenin de süreceğini

düşünen insanlar korkudan evlerine giremediler.

O zor şartlarda, kömürlüğü andıran köhne nezarethânede

yirmi gün kadar bekletilen Bediüzzaman’ın, Isparta

Savcılığı’ndan gelen tutuklama talebi üzerine oraya

sevk edilmesine karar verildi.

1943 yılında, Ramazanın sonlarına doğru bir

yolcu otobüsü ile Ankara’ya gönderilmek istenen

Said Nursî, ihtiyar ve hasta olduğu için sarsıntılı

yolculuğa tahammül edemeyeceğini söyledi.

“Beni madem siyasî mücrim kabul ediyorlar, hususî

bir taksi ile göndermeleri lâzımdır” dedi ardından da.

İtirazı kale alınmayınca içinde çaydanlık, bardak,

ibrik, seccade gibi birkaç parça eşya bulunan sepetini

eline alıp sivil polis memuru ve jandarma başçavuşunun

refakatinde otobüse bindi ve en arka

koltukta kendisine ayrılan yere oturdu.

Orası, âdeta ona eziyet etmek için kast-ı mahsusla

seçilmiş gibiydi. Yollar çok bozuk, otobüs de eski

olduğundan, araç hareket edince arka tarafın şiddetle

sarsılmaya başlaması üzerine zaten hasta olan

Said Nursî’nin rahatsızlığı iyice arttı.

Onun bu hâli bütün yolcuların dikkatini çekti. Otobüsün

ön tarafında oturan bir asker yerini ona verdi.

Bediüzzaman oraya geçince biraz rahatladı. Yanındaki

koltukta oturan talebesi Ziya ile bir süre hasbihâl etti.

Bu hadiseden dolayı diğer talebeleri gibi onun da

çok üzüldüğünü görünce, ona evine baskın yapıldığı

sırada okuduğu âyeti yazdırdı vemahkûmolmayacaklarını,

arkadaşlarına bu müjdeyi vermesini söyleyerek

tesellî ettikten sonra evrad okumaya başladı.

Yolculuk uzun süre bu şekilde devam etti. Bir ara

yanında oturan Ziya’ya döndü. Dinde zorlamanın

olmadığını hatırlattı ve “Şoför Efendiye söyler

misin, Acaba makineyi durdurabilir mi, arabadakilere

bir nasihatim var” dedi.

“Bu gece ağleb-i ihtimal Leyle-i Kadir’dir. Diğer

günlerde Kur’ân okunursa, harf başına on sevap,

Ramazanda okunursa bin sevap, Leyle-i Kadir’de

okunursa otuz bin sevap verilir” diye söze başladı

şoför otobüsü durdurunca.

“Size şimdi ‘Şu işi yaparsanız beş sarı lira var’ denilse,

bunu kazanmak istermisiniz?” diye sordu yolculara.

“Evet isteriz” dedi yolcular.

“Öyle ise şimdi her Müslüman üç İhlâs, bir Fatiha,

bir Âyete’l-Kürsî okursa, ebedî hayat için dağarcığına

azık hazırlamış olur” diyerek onları, içinde bulunduklarımânevî

fırsatı değerlendirmeye dâvet etti.

Hoca Efendiyi dikkatle dinleyen şoför ve yolcular

hem söylediği sûreleri okuyarak Kadir Gecesi’ni

bir nebze de olsa ihya ettiler, hem de onun bu

hassasiyetine ‘Hocam Allah sizden razı olsun’ duâlarıyla

mukabele ettiler.

O akşam Ilgaz yakınlarındaki bir çeşme başında diğer

yolcularla birlikte orucunu açan ve namazımüteakip

yola devameden Bediüzzaman, Ankara’ya varınca

Samanpazarı semtindeki bir otelde konakladı.

Said Nursî’nin Ankara’ya geldiğini haber alan Vali

Nevzat Tandoğan, bir komiser göndererek makamına

çağırttı.Oönce gitmek istemedi ise de başka bir komiserin

ve kendisine nezaret eden başçavuşun gitmesi gerektiğini

hatırlatması üzerine bir faytonla valiliğe gitti.

Valinin maksadı ona başındaki sarığı çıkartıp şapka

giydirmekti. Odasına getirildiği zaman bunu teklif etti.

Oda yaptığı bu hareketin ‘kanunsuz, keyfî ve küfrî’ olduğunu

söyleyerek teklifini kabul etmedi.

Vali, odacısına dışarıdan aldırdığı eski bir şapkayı

giymesi için ona verirken bunun kanun gereği

olduğunu, kendi isteğiyle giymediği takdirde zorla

yaptıracağını söyledi.

Said Nursî münzevî bir hayat yaşadığı için dışarıya

pek çıkmadığını, kıyafet kanununun münzevîlere

tatbik edilemeyeceğini, kendisini onların

zorla dışarıya çıkardıklarını hatırlattı.

“Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum,

onların bir varisiyim” diyerek cübbe giyip sarık

sarmasının ferdî bir tercih olmadığını anlatmak

istedi ise de vali gabi tavırlarına devam edince kızdı

ve “Başından bulasın” dedi.

Onun anlattıklarını dinlemeyen ve ısrarla şapkayı

giymesini isteyen vali, onun kendi isteğiyle bunu yapmayacağını

bildiği için şapkayı zorla başına koymaya

kalkınca Bediüzzaman hiddetlendi.

“Busarıkbubaşlabirlikteçıkar”diyerekodayıterketti.

Oradan ayrıldıktan sonra kendisini getiren komiser

ve jandarma başçavuşunun nezaretinde otele

gitti. Sabahleyin tekrar valiliğe getirildi, bazı evraklar

tanzim edilerek istasyona götürüldü.

Ona makamında bile şapka giydiremeyen vali,

herkesin içinde sarıkla dolaşırken suçüstü yakalatmak

için istasyona sivil ve resmî polisler yerleştirdi.

Lâkin polisler onu gördüklerinde, o başını kaşımak

için sarığını çıkardığından buna fırsat bulamadı.

Tren kalkmak üzere iken istasyona getirildiği için

orada fazla beklemeyen Said Nursî, jandarma

başçavuşu ile birlikte trene binip kendisine ayrılan

yere oturdu. Barla’da kaldığı yıllarda hizmetinde

bulunan Çaprazzade Abdullah yanına gelince onunla

biraz hâl hatır ettikten sonra kalan zamanını

ibadetle, evradla, ezkârla değerlendirdi.

Said Nursî’yi Isparta’da talebelerinden ve ahâliden

müteşekkil büyük bir kalabalık karşıladı. Isparta

ona hasretti, o da Isparta’ya. Sekiz sene kadar süren

ayrılıktan sonra yine karşılaşmışlardı ama aralarına

giren resmî engeller vuslata fırsat vermedi.

Pek çok tehlikeyi göze alarak kendisini görmeye

gelen masum insanların içli hıçkırıkları arasında

faytona bindirilerek hapishâneye götürülüp tek kişilik

küçük bir hücreye hapsedildi.

Arefe günü hapishâneye giren Bediüzzaman, müdürlüğe

müracaat ederek bayramda talebeleri ile görüşmek

istedi. İzin verilmeyince Isparta Savcılığı’na,Ramazan

boyunca kendisine yapılan haksız eziyetleri anlatıp

bazı taleplerde bulunduğu uzun bir dilekçe verdi.

Dilekçesine cevap alamayınca zor da olsa hapishânedeki

bazı talebeleri ile irtibat kurup hâllerini, vaziyetlerini

sordu. Onların Ramazan boyunca ailelerinden

ayrı kaldıkları, bayramda da kavuşamayacakları içinmorallerinin

bozuk olduğunu öğrenince üzüldü.

“Eski zamanlarda ahireti dünyaya tercih edenler hayat-

ı ictimâiyenin günahlarından kurtulmak ve ahiretlerine

halisâne çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde

riyazetle hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar,

Risâle-i Nur Şakirtlerinden olacaklardı” diyerek

bu mahrumiyetler sayesinde eski âlimlerin, âriflerin,

zahidlerin faziletlerini kazandıklarını hatırlattı.

Aslında kendisinin içinde bulunduğu şartlar onlarınkinden

çok daha ağırdı. Ama o kendi rahatından, huzurundan

ziyade talebelerini ve yakınlarını düşündüğünden

her vesile ile onları tesellî etmeye çalıştı.

Zira, ‘Elmasların şişelerden, sıddık fedakârların

mütereddit sebatsızlardan ve halis muhlislerin,

benliklerini, menfaatini bırakmayanlardan ayrılması

için şiddetli imtihana girmeleri’ gerekirdi.

İman ve Kur’ân dâvâsı uğrunda hapishâneye düşüp

zulmemaruz kalan, ağır eziyetler gören insanları teselli

etmenin en müessir yolunun, onlara yaptıkları hizmetin

ehemmiyetini anlatmak ve çektikleri sıkıntı nisbetinde

ecirlerinin büyük olacağını hatırlatmak olduğunu

bildiği için bumânâlarımuhtevi birmektup yazdı.

Hapishânedeki talebeleri kadar, onların dışarıdaki

annelerinin, babalarının, eşlerinin, çocuklarının,

akrabalarının, arkadaşlarının da acı çektiklerini ve

teselliyemuhtaç olduklarını düşündü.

‘Aziz sıddık kardeşlerim’ hitabının içine onları da

dahil ettiği lâhikada, muhataplarının geçen Kadir

Gecelerini ve gelen bayramlarını tebrik ettikten

sonra sözü yaşanan hadiseye getirdi.

“Dünyayı unutmak ve Ramazanımızı âsude geçirmeyi

düşünürken, hatıra gelmeyen ve bütün bütün

tahammülün fevkinde bu dehşetli hadise hem

benim, hem Risâle-i Nur’un, hem sizin, hem Ramazanımız,

hem uhuvvetimiz için ayn-ı inayet olduğunu

ben müşahede ettim” diyerek yaşadıkları

hadiselerin rahmet cihetine dikkat çekti.

Zaten onlar bu hakikatimüdriktiler.

Bu itibarla 1943 yılının Ramazanı da, bayramı da

Said Nursî ve Nur Talebeleri için oldukça meşakkatli

geçti ama mânen hayatlarının belki de en kazançlı

zamanı oldu.

30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Medyanın bayramı



Onbir ayın sultanı mübarek Ramazan ayını idrak ettik ve şükürler olsun ki ‘bayram’a ulaştık. İnşallah bundan sonraki ‘bereket mevsimleri’ne de kavuşuruz.

İslâm âleminin belli başlı bölgelerinde sıkıntılar var, ama umumî anlamda huzurlu bir bayram idrak edilecek gibi görünüyor. Ramazan ayının başlangıcı ve sona erişiyle ilgili ihtilâf da tamamen sona ermiş değil. Her bayramda gündeme geldiği üzere, İslâm ülkelerinin çatı kuruluşu olan İslâm Konferansı Teşkilâtı bu konuyu gündemine almalı ve aynı günde oruç ve aynı günde bayram birliği sağlanmalı.

Bayramın ilk günü olması sebebiyle, neredeyse bütün yazı ve haberler ‘bayram’ konusuna tahsis edilmiş oluyor. Bu, bir bakıma çelişki, bir bakıma da mecburiyet... Bayram konusuna değinmeyen bir yazı için, “Acaba, bayram unutuldu mu?” sorusunu akla getiriyor.

Medya açısından geride bıraktığımız Ramazan ayı, geçmiş yıllara nisbetle daha sakin geçti. Yanlış hatırlamıyorsak, bu yıl Ramazan ayında “Siyasetçiler toplu namaz kıldılar, otel koridoru mescid oldu, bakanlıkta Cuma namazı” gibi haber ve manşetlere sahne olmadı. Bunun bir sebebi, böyle haberlerin okuyucu nezdinde kabul görmemesi olsa gerek. Benzer haberlere imza atanlar, güya Türkiye’nin ‘irticaya kaymaması’nı arzuluyorlar, ama yayınladıkları haberler tam aksi istikamette tesir ediyor. Onlar namaz kılanlarla uğraştıkça, şükürler olsun ki namaz kılanların sayısı artıyor.

Medyanın böyle haberlere yer vermemesinin başka bir sebebi de Ramazan ayı boyunca kendi özel işleri için ‘kavga’ etmek durumunda kalmaları olabilir. Bu konudaki haberlerde başı çeken medya grubu, kendi patronunu savunmaktan namaz ve oruç aleyhinde haber yapmaya fırsat bulamadı. Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek.

Oruç tutanların medyanın beklediği sadece saygı... Maalesef, yapılan yayınlarda ‘inançlara asgarî saygı’ bile çok görülüyor. Gerek televizyon ve gerekse diğer medya kanalları, Ramazan ayının ruhuna uymayan yayınlar yapmak için yarışıyor. Elbette Ramazan ayının ruhuna uygun yayın yapanlar da var. Ama gönül arzu ediyor ki, bütün medya organları aynı saygı ve hürmeti göstersin.

Bazı gazetelerin ‘Ramazan sayfaları’ garip mi garip. Güya Ramazan ayı sebebiyle bu sayfalar özel olarak hazırlanıyor, ama yazılan ve çizilenlerden Ramazan ayının ‘r’si dahi yok. “Tarihten seçmeler” olabilecek sayfalara ‘Ramazan sayfaları’ diyorlar.

Belki, “Eskiden o da yoktu. Sabır, ilerleyen yıllarda onlar da doğru dürüst Ramazan ayının anlamına uygun sayfaları yaparlar” diyenler olabilir. Muhtemelen öyle olacak. Çünkü ‘okuyucu’ her gazeteden bunları istiyor. Devir, ‘müşteri’ devri olduğuna göre onlar da insafa gelecek İnşallah.

Bu duygularla, uğurladığımız Ramazan ayını ve idrak ettiğimiz ‘bayram’ın hayırlara vesile olmasını dileriz. İnşallah sevinç ve kardeşlik dolu günlerimiz sadece ‘bayram’larla sınırlı kalmaz...

30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi” n1



Bediüzzaman’ın tesbitiyle “büyük bir mânevî buhran geçiren” dünya, hakikati arıyor…

“Leyle-i Kadirde kalbe gelen bir hakikat”ta “ru-yî zemininin (yeryüzünün) kıt’aları ve hükûmetleri Kur’ân-ı Mûciz’ül beyânı arayacaklar ve hakikatlerini bulduktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar” müjdesi tahakkuk ediyor. Mû’sîbet, zulüm ve belâların ortasında insanlık bu müjdenin peşinde koşuyor. (Emirdağ Lâhikası, 116)

Zira “milyonlarla mâsumların kanlarıyla yoğrulmuş” zulmün âbâd olmayacağı âyetlerin tefsiri, hadislerin işâreti ve hâdiselerin tasdikiyle sabittir. Bediüzzaman bunu, “İstikbâlin kıt’alarında hakîkî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılâp etmiş ve hurâfâttan ve tahrifattan sıyrılacak İsevilerin hakîki dînidir ki. Kur’ân’a tâbî olur, ittifak ederler” müjdesiyle bildirir. (Hutbe-i Şâmiye, 82-84)

Bunun en bâriz işâreti, “Avrupa zâlim hükûmetlerinin Sevr muahedesiyle âlem-i İslâma ve merkez-i hilâfete ettikleri ihânete mukabil mağlûbiyet tokadını yemeleridir.” İki dünya savaşıyla zulümlerinin cezasını çekmeleridir. (Kastamonu Lâhikası, 17)

Bu ceza, günümüzde “ikinci Avrupa” işlevini üstlenmiş Yahudi ifsad şebekeleri güdümündeki İsrail hâmisi “ikinci Amerika”nın da İslâm âlemine ve Osmanlı coğrafyasına yaptıkları “ihânetin cezâsı”nı çekeceğinin açık ilânıdır.

Bu ilân, bugünkü zâlimlerin de cezâsız kalmayacaklarının ve aynı zulümleri içinde ceza çekeceklerinin ifâdesidir.

Ramazanda camileri topa tutup ateşe vererek içinde müzik çalan, sahur vaktinde evleri basıp sivilleri derdest eden “canavar hayvanlar” hükmündeki zâlimler zulümlerinin karşılığını buluyorlar, bulacaklar.

Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da, Pakistan’da İslâm dünyasını ateşe veren ve gözünü kırpmadan mâsum insanları, çocukları bombalayanlar, yaptıkları zulüm ve katliâm çıkmazında âdeta debeleniyorlar; akıttıkları kan ve zulmün karanlığında boğuluyorlar, boğulacaklar…

İnsanlık büyük bayramı bekliyor...

Zulüm devam etmez. Bu hakikatle insanlık, “İstikbâldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsininin (güzelliklerinin ve iyiliklerinin) galebe edip ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek sulh-u umumîyi (dünya barışını) temin etmesi” duâsının kabulünü intizar ediyor…

Daha geçen asrın başlarında, Rus polisinin, “İslâm’ın parça parça olmuş” istihzasına karşı Bediüzzaman, “tahsile gitmişler” diye cevap vermişti. “Bu asilzade evlâd, şehâdetnâmelerini (diplomalarını) aldıktan sonra her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını, âfâk-ı kemâlatta (mükemmellik, terakiyyat ufuklarında) temevvüc ettirmekle (dalgalandırmakla), kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına nev-î beşerdeki hikmet-i ezeliyenin (ezelî hikmetin) sırını ilân edecektir” demişti. (Sünûhat, 84)

Bu müjde tahakkuk etti, ediyor. Bundan bir asır önce Şam’da, Emeviye Camiinde, “Ey İslâm cemaati, müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahıyla olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emâreleri inkişafa başlıyor. Ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye’sin (ümitsizliğin) burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak” müjdesi gerçekleşti, gerçekleşiyor. (Hutbe-i Şâmiye, 40-41)

30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kabadayı devletler



Her ülke istediği ülkeye istediği sıfatı yakıştırıyor. Bu hususta son sıralarda bir enflasyona tanık oluyoruz.

Ağzı olan, dili olan konuşuyor. ABD’nin diğer ülkeler için meşhur ettiği kavramlardan birisi ‘haydut ülkeler’ kavramıydı. Wikipedia Ansiklopedisine göre bu devletin sıfatlarından birisi dünya barışını tehdit etmesidir. Diğer vasıfları arasında otoriter rejimler tarafından yönetilmesi, hak ve hürriyetleri kısıtlaması, terörizmi himaye etmesi ve kitle imha silâhlarına haiz olması veya haiz olma yolunda ilerlemesi de var.

Eskiden karalardaki yapılan eşkiyalığa ‘uğruluk’ denizlerde yapılana ‘korsanlık’ denilirdi. Geçmiş yıllarda azalan korsanlık olayları günümüzde yeniden patlak verdi ve hortladı. Günümüzde başarısız devletler olarak tabir edilen devletlerin açıklarında düzensizlik ve korsanlık kol geziyor. Somali açıklarında hükümferma olduğu gibi. Somali içlerinde ABD’ye göre, El Kaide veya yandaşları etkili olurken açıklarında da korsanlık kol gezmektedir. 1991 yılında devrilen Siad Barre rejiminden sonra ülkede hakimiyet ve düzen bir türlü sağlanamadı. Bunda en büyük pay şüphesiz İslâm’a olan kaygılarından dolayı ABD olmuştur. Yani sureta korsanlığa karşı olan ABD fiiliyatta korsanlığı beslemekte ve desteklemektedir. ABD’nin ‘başarısız devletler’ kategorisine paralel olarak ürettiği kavramlardan birisi de ‘rogue state/haydut devlet’ kavramıydı. Bir dönem bu kavram o kadar etkili oldu ki; dönemin Cumurbaşkanı Süleyman Demirel de durumdan vazife çıkartarak Yunanistan için aynı kavramı kullanmıştır. ‘Rogue state’ kavramı bugünlerde unutulmaya yüz tuttu. Elbette ABD’nin ‘rogue state’ olarak tabir ettiği ülkeler arasında uluslar arası camia ve düzenle birlikte hareket etmeyen şaz devletler kastediliyordu. Bunlar Kuzey Kore, İran, Libya, Sudan gibi ülkelerdi. ABD’nin düzenine karşı çıktıkları için bu ülkeler haydut olarak anılıyordu. Bu kavramın türevlerinden birisi de ‘A pariah state’ idi. Parya genelde dışlanmış ve Hindistan’daki kast sisteminde en alt kasttan gelenlere verilen isimdi.

***

Gün geldi tartışmanın seyri değişti. ‘Rogue state’ olarak anılan haydut devletler karşı taarruza geçti ve kendilerine bu ismi veren ülkeyi ‘kabadayı devlet’ olarak nitelendirmeye başladılar. ‘Rogue state’nin karşılığı da bulunmuş oldu: Bullying powers... Nitekim İran Cumhurbaşkanı Nejad itiyad haline getirdiği Genel Kurul toplantılarına iştirakinin sonuncusunda ABD gibi ülkeleri kabadayı güçler ve devletler olarak tanımlamıştır. Böylece haydut devlet suçlaması tersine çevrilmiş oldu. Nejad dünyanın bütün problemlerine bu birkaç kabadayı devletin sebep olduğunu söylemiştir. Onun kastettiği kabadayı devletlere elbetteki Rusya girmemektedir. O kendi kabadayılarını kastetmektedir. Bunlar İsrail ve ABD’dir. Halbuki birkaç yıl önce AB’de yapılan anketlerde ‘baş belâsı’ olarak vasıflandırılan ve dünyada gerilimi canlı tutan ülkeler arasında İsrail ve ABD ile birlikte İran da sayılmıştır. Nejad, ABD ve İsrail’i kabadayı güç olarak nitelendirdikten sonra bu ülkelerin yolun sonuna geldiklerini de söylemiştir.

***

Gürcistan olaylarının akabinde Rusya ile ABD arasında devam ede gelen düello, tanımlar savaşına ve psikolojik savaşa dönüşmüştür. Bu bağlamda ABD, Rusya’yı kabadayılıkla suçlarken Rusya da ABD’ye aynı suçlamayla mukabele etmiştir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün ‘artık ölü bir konu’ olduğunu söylemesi üzerine ABD çok sert tepki verdi ve Moskova, Washington tarafından ‘yaygaracılık, kabadayılıkla’ suçlandı. Rice’ın Milliyet gazetesi tarafından da yayınlanan makalesinde de Rusya dolaylı ve ima yoluyla kabadayı rolü oynamakla suçlanıyor. Aslında Ruslar da bunu inkâr etmiyorlar. Normal zamanlarda ‘ayı’ ifadesini hakaret kabul eden Ruslar, Gürcistan krizinden sonra bu yakıştırmayı sahiplendiler. ‘ABD kurtsa biz inek değiliz, ayıyız...’ diyen Ruslar her kuşun etinin yenmeyeceği bağlamında bu sıfatı kabullenmişlerdir. Yine Ruslar ‘gangster devlet’ politikası izlediklerini dolaylı olarak kabullenmiştir. Buna bir nev'î caydırıcılık hâlesi olarak başvurduklarını kimse reddedemez.

ABD’nin Boğazlar üzerinden Gürcistan açıklarına filo ve gemilerini göndermesine mukabil Rusya da misilleme babından Karayipler ve Venezüela’ya savaş gemilerini ve bombardıman uçaklarını gönderiyor. Ruya’nın önde gelen savunma uzmanlarından olan Pavel Felgengauer bu misilleme politikasını it dalaşı benzeri ‘gangland diplomacy’ olarak nitelendirmiştir (The Times, September 23, 2008/Russia engages in ‘gangland’ diplomacy as it sends warship to the Caribbean ). Pavel Felgengauer bu misilleme politikasını şöyle tasvir etmiştir: “Bu bir bayrak dalgalandırma ve güç gösterisi politikasıdır. Göze göz, dişe diş yaklaşımıdır.. Sen Gürcistan ve Ukrayna’yı bize bırakırsan biz de Karayipler’e ve Venezüela’ya gitmeyiz!”

Mantık bu kadar basit ve yalın. Diyesim o ki, moda değişti. Eskiden haydut devletler kavramı moda idi yerini kabadayı devletler aldı. Demek ki dünyada güç kaymasının yaşandığı bir vakıa…

30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ramazan Bayramınızı tebrik ederken, yazılara kısa bir ara veriyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle. K.G.



30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Yolsuzluk terakkisinin telâkkisi



Geçtiğimiz hafta siyaset tarihinde örneğine ilk kez rastlanan bir tartışmayla AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ile CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, canlı yayında karşı karşıya geldi.

Temeli yolsuzluk iddialarına dayanan bu tartışmayla kimilerine göre demokrasimiz kazandı, Meclisin saygınlığına gölge düşmedi ve özlenen bir üslûp ve tablo sergilendi; kimilerine göre de siyasetteki kirlenmişliğin ve laçkalığın hangi seviyelere ulaştığı bizzat Meclisin bir odasında milyonlar önünde tescillenmiş oldu.

Bu tartışmayla, bugüne kadar katı bir “Laik(çi)lik” anlayışıyla gerilime dayalı çatışmacı bir siyaset üreten ve bunun para etmediğini anlayan CHP’nin taktik değiştirerek yolsuzluklar üzerinden AKP’yi vurmayı hedeflediği düşünülebilir. AKP, ana muhalefet partisinin değişen bu stratejisi karşısında nasıl bir taktik üretecektir? Kendisine dolaylı ya da direkt olarak isnat edilen yolsuzluk iddialarını tamamen reddetme üzerine kurulu bir politika mı üretecek; yoksa söz verdiği üzere, ayırım yapmaksızın, partizanlığı bir tarafa bırakarak bütün yolsuzluk iddialarının üzerine mi gidecek? İkinci yolun hem AKP, hem de demokrasimiz için daha sağlıklı sonuçlar doğurabilecek bir yol olduğunun altını çizmek gerekir.

Altının çizilmesi gereken asıl husus, muhafazakâr demokrat söylemlerle halkın karşısına çıkan, yeri geldiğinde “dindarlık” olgusunu çekinmeden kullanabilen; başka bir deyişle dindarlık kisvesini bir amaç doğrultusunda kendi üzerine çekinmeden rahatlıkla geçirebilen bir partinin böylesine ciddî yolsuzluk iddialarına nasıl muhatap olabildiğidir?

Sanırım biz Müslümanların en temel sorunlarından biri; Müslümanca bir hayat tarzının ne olduğu ya da dindarlık olgusunun çerçevesi hakkında dinin özüyle bağdaşabilir sağlıklı ve temel fikre sahip olamayışımızdır. Bu yoksunluk, dindarlıkla ilgili argümanları sosyal ve siyasî hayatın herhangi bir noktasında kendimize fayda sağlayacak şekilde pervasızca kullanabilme yanlışlığını da beraberinde getirmektedir. Genellikle söylem-eylem (kavl-amel) uyumsuzluğundan kaynaklanan bu yanlışlık yapıldığı ve hiçbir şeye âlet edilmemesi gereken İslâmî hakikatler bu sapmayla birçok şeye alet edildiği içindir ki yapılan saldırıların altında utanç verici bir şekilde kalıyoruz. TBMM’de yeşil sermayeli holdinglerin yolsuzluklarını araştırmak üzere kurulan komisyonlardı, Deniz Feneri’ydi, Zahid Akman’dı, Kanal 7’ydi, şuydu buydu derken; din-ahlâk dışı hallerin sergilendiği bir siyaset sahnesi ve bu sahne üzerinden yargılanan bir Müslümanlık-dindarlık algısı içinde kan kaybedip duruyoruz.

Şimdi, iktidarın ve iktidar yanlısı bazı gazetecilerin yaptığı gibi, yolsuzluk iddialarını, Almanya’daki Deniz Feneri dâvâsındakine benzer bir tavırla, AKP’nin önünü kesmeye yönelik bir çaba olarak değerlendirip yolsuzluk iddialarını dile getirenler hakkında iktidar gücünü de kullanarak boykot çağrıları yapmaya devam mı edeceğiz? Diğer bir deyişle “dindar-sahtekâr” zıtlığının birlikte anılmasının yolunu mu açacağız? Yoksa, nerede yanlış yaptığımız şeklinde bir yüzleşmeyle çuvaldızı kendimize batırma alicenaplığını mı göstereceğiz?

Bediüzzaman’ın sözünü de dayanak göstererek “Îla-i Kelimetullah”ın “maddeten terakkî etmek”ten geçtiğini söyleyenlerin her yol mübah anlayışıyla bunu gerçekleştirmeye çalışmaları büyük bir ahlâkî bozulmanın işaretidir. Şüphesiz Bediüzzaman’ın “Her bir mü’min, Îla-i Kelimetullah ile mükelleftir; bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakkî etmektir” sözünün işaret ettiği anlam; her bir mü’minin, mü’minlik sıfatının gerektirdiklerinden bir an bile uzaklaşmadan zenginleşebilmek ve sahip olduğu mevki, makam ve statüde kendini sürekli geliştirerek dinî-imanî hakikatlerin yayılmasını sağlamak, sahip olduğu zenginliğin gereğini harfiyen yerine getirmektir. Yoksa “Türkiye’de helâl yoldan zengin olmak zordur” sözünü doğrulatırcasına helâl olmayan yollarla bu zenginliğe ulaşmak ve bununla dindarlık algısını kirletmek değildir. Bu bağlamda “Aldatan bizden değildir” hadisi ile “maddeten terakki” arasında doğru bir ilişki kurmak gerekir. Mü’min maddeten terakki yolunda kendisini iki cihanda rezil rüsva edebilecek “sahte-kâr”dan ve sahtekârlıklardan uzak tutmalıdır ve gösteriş” ve “israf”tan kaçınarak zenginliğinin mükellefiyetini birer birer yerine getirmelidir.

Bugün İslâm âleminin bayramı. Müslümanlığı hayatın her alanında hakim kılacak bir arayış içerisinde olma arzusuyla İslâm âleminin Ramazan Bayramını tebrik ederim.

[email protected]

30.09.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Bir bayram günü



İki yıl önce bu zamanlarda, hayatımda ilk defa yalnız, yapayalnız bir bayrama hazırlanıyordum. Kahire’ye bakıp, İstanbul’u gördüğüm 14.

kattaki evimde, bir düşte olup olmadığımı anlamaya çalışıyordum. O zaman bir düşte değildim. Ne eski Ramazanları andığım, ne eski bayramları aradığım bir zamandı. Sadece bizden bir şeyler lâzımdı, ama yoktu. Bayrama bile Türkiye gibi başlanamıyordu, içim çok buruktu.

Bugün gazeteyi eline alan insanların bir kısmı, bir bayram yazısı görmek ister, bir kısmı da, sıkılmıştır bayram yazılarından; bambaşka bir şey görmek ister. Ama bugün benim içimden bayram yazmak geldi. Çok yaşlanmadan, eski bayramları özlediğimi hissettim bugün. Ben küçükken annemin ve babamın “ahh o eski bayramlar” diye yad ettiği şeyleri, hep hafızamda canlandırmaya çalışırdım. Onlar, o denli güzel yer ederlerdi ki… Sanki yaşamış gibi olurdum. Halbuki, şimdi düşündüğümde bizim o an yaşadığımız bayramların, görüp görebileceğimin en iyisi olduğunu fark ediyorum. Bazen uzaktan durup baktığım, eski bayramları hayal ederken yorulup uyuduğum o bayram günleri, aslında bayram heyecanını bile eskisi gibi hissedemediğimiz bu günlerde mumla aradığım günlere döndü…

“Heyecanını bile eskisi gibi hissedemediğimiz” derken aslında yitik olan en önemli şeyin heyecan olduğunu fark ettim. Bayramlık almak, bayram sabahı erkenden uyanmak, namazdan gelen babamın elini öpmek, bayramda misafir ağırlayacak ve misafirliğe gidecek olmanın heyecanı, yeni ayakkabılarla ilk defa sokağa basmak, komşularımızın elini öpmeye gitmek ve onların bize şeker ikram etmeleri… Bunların hepsi baştan sona, bayramı tebessüme dönüştüren ve yıl boyu heyecanla bekleten sebeplerdi. Belki birden “bunlar çocukluğa dair özlemler” diye aklımızdan geçiriyoruz ama, bunlar her insanın yitirmemesi gereken heyecanlar bana kalırsa… Çünkü zaten anne-babamızın “Ahh o eski bayramlar” diye hep aradıkları şey, belki onların da büyüdükçe bu heyecanı yitirmesinden ibaretti… Belki de ben, belki de biz, bu heyecanı tutmalıyız içimizde. Yok öyle olmazsa, anne-babamız ve çocuklarımız arasındaki bayram kavramını düşünmek bile korku verir insana…

Bugün bayram. İnsanın evine, odasına, kendisine çeki düzen verdiği günlerden biri. İnsanın, işinden gücünden bir türlü görüşemediği eşine dostuna ayırdığı farz edilen günlerden biri. Benim komşularımıza gidip, ellerini öptüğüm, onların da bize şeker ikram ettiği günlerden biri. Şimdi bugün yapılacak, ya eski bayramları yâd etmek yine, ya da evimizde eski bayramları yaşatmak… Kimilerinin bir otel odasında tatil yaptığı, kimilerinin de bu kısa tatili bayramlaşmaya ayırdığı bu zaman herkese kutlu olsun… Bayramınız mübarek olsun…

[email protected]

30.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Cevher İLHAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  Saadet BAYRİ

  Sami CEBECİ

  Süleyman KÖSMENE

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  İslam YAŞAR

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır