"Gerçekten" haber verir 10 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Arun aleyküm!



Yanılmıyorsam, 2002 yılında; izleyenleri şok eden bir ‘şiir’ vardı televizyon ekranlarında. İsrail tarafından babası hapsedilen bir Filistin’li kız çocuğu, babasına duyduğu hasreti “Arun aleyküm, arun aleyküm, arun aleyküm” diye başlayan bir şiirle dünyaya duyurmuştu. Gözü yaşlı Filistinli kızın okuduğu bu şiir, dinleyenleri de şok etmiş, belki de bir hafta boyunca Türkiye’nin gündemi olmuştu.

Gazetelerde yer alan bir haber bana o günleri hatırlattı ve Filistinli kız çocuğu gibi “Arun aleyküm” demek gerektiğini düşündüm. Filistinli gözü yazlı kız çocuğunun bu haykırışının, “Utanın” anlamında olduğunu da her halde hatırladınız...

Peki, “Arun aleyküm” dedirtecek manzara neydi? Haberlere bakılırsa askerlik görevini yerine getiren oğullarının ‘yemin töreni’ne katılmak isteyen anneler, başörtülü oldukları için ‘tören’e alınmamışlar. Onlar da tel örgülerin dışında çocuklarını, belki de kardeşlerinin yemin törenlerini izlemiş. Tabiî bir ‘iyilik’ yapmışlar ve bu ayrımı “40 yaşın altında olanlar”a uygulamışlar. (Bugün g. 9 Kasım 2008) Yani, başörtülü ‘nine’lere serbest, başörtülü ‘genç anneler’e yasak! Niye? Her halde ‘genç anneler’in başörtüsünü ‘ideolojik sebeple’ taktıklarına hükmedilmiş! Yüz bin defa “Arun aleyküm.”

Konuyla ilgili haberler duyulunca, “Bu kadarı da olmaz her halde. Bir yanlışlık olmalı. ‘Yetkililer’ bir açıklama yapar” diye düşünmüştük. Aradan iki üç gün geçti ve Türkiye’yi idare edenlerce “her şey yolunda” tavrı sergilendi. Hiçbir ‘yetkili’ bu konuda bir açıklama yapmadı. Sanki böyle bir hadise olmamış! ‘Yetkililer’ bu hadiseyi duydu da, “Olmuşsa olmuş, ne var bunda?” mı dediler? Eğer öyle ise vah ki vah!

Hemen ifade edelim ki bu yanlışa sadece ‘yetkililer’in itiraz etmesi de yetmez. Sivil toplum kuruluşlarından başlamak üzere, ayırmaksızın bütün siyasî partiler, sanayi ve ticaret odaları, aydınlar; kısaca herkes itiraz etmelidir. Hiç kimse “Sorumluluk hükumetindir, bize ne!” dememelidir. Bu yanlıştan dolayı ‘genç başörtülü anne’lere hepimizin özür borcu vardır!

En başta Türkiye’yi ‘idare edenler’ olmak üzere herkes; ya bu yanlışa itiraz etmeli ya da ‘yanlış olmadığını’ düşünüyorlarsa o halde bu hareketi savunmalıdırlar. Hiçbir şey olmamış gibi yapmak, hiçbir şekilde çare değildir ve olamaz da.

Ülkemizde böyle yanlışlar devam ettikçe meselâ, ekonomi gül ve gülistanlık olsa ne fayda? Bu yanlışlar devam ettikçe ‘ileri’ gitmiş olsak ne fayda? Bu yanlışlar devam ettikçe, iktidar partsi daha fazla puan toplasa ne fayda? Bu yanlışlar devam ettikçe, iktidar yerini sağlamlaştırmış olsa ne fayda? Bu yanlışlar devam ettikçe, cumhurbaşkanı ‘iyi’ olsa ne fayda? Bu yanlışlar devam ettikten sonra, başbakan esip gürlese ne fayda?

Bir kaç gün önce bir beyanat veren Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in başörtülü olmayan eşi Ebru Türel şöyle demişti: “Esasında kapalı insanlara karşı daha fazla tepki var Türkiye’de. Asıl onlar rahatsız ediliyor. Medyada çok yanlı şeyler yazılıyor.” (Zaman, 8 Kasım 2008)

Türkiye’yi idare edenler ya bu yanlışlara itiraz etsin, engel olsun; ya da bu yanlışları ‘cesaretle’ savunsun. “Hiç bir şey olmamış gibi” davrananlara da “Arun aleyküm!”

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Dünya genelinde hizmet sorumluluğu



Hakikat her geçen gün daha geniş kesimlerde kabul görüyor. Dünya genelinde artık güzel ahlâkın İslâmî ve insanî değerlerin çok daha geniş kesimlerde karşılık bulduğunu gözlüyoruz. Hak ve doğru insanlığın aslî gerçekliğine ve fıtrî haline daha yakın olmalıdır. Muhtemelen her insanın özünden gelen ve fıtratından kaynaklanan ses, hakkın ve doğrunun yanında yer alacaktır. Ancak hak çoğu zaman siyasî güçlerin ve benlikle bağlantılı hallerin uzağında daha çok şeffafiyete yakın bir kavram gibidir.

Hakkın etkisi ve yayılımı şeffafiyet tecellisine en belirgin şekilde, mazhar hava ve suyu andırır. Hava ve su etkileri zahiren çok belirgin olarak gözlenmediği halde sessiz ve derinden bütün varlıkları kuşatacak fıtrî özelliklere sahiptirler. Su, bütün dünyanın dörtte üçünü, insanın yüzde altmışını teşkil ettiği halde bu durum zahiren çok belirgin değildir. Hava, hayatımızın en önemli unsurlarından biri olduğu halde çoğu zaman varlığını dahi hissetmeyiz. Nefesimizi rahatlıklla alamadığımız anlarda havanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlıyoruz. Sosyal alanda da hak, benzer bir şeffafiyet hali göstermektedir. Hakkın galibiyeti çoğu zaman savaşlarla değil barış zamanları ve ruhlara nüfuz ederek olmuştur.

Hepimizin içinde doğruya ve iyiye bir meyil var olduğu toplumların genel sükûn halinden anlaşılmaktadır. Her fıtrat özünde doğrunun yanında güzelliklere meyilli olmalıdır. Ancak toplumun genel yapısı ve gelenekler, kültür yapısı zaman zaman insanı fıtratının sesinden uzaklaştırmaktadır. Bozulmamış her fıtratın, hakkın ve doğrunun yanında yer alması gerektiği insanlık tarihinin ortaya çıkardığı açık gerçeklerdendir.

İnsanlık tarihine bakıldığında, insanlara en büyük değerleri katan ve insanları özünden ve derinden etkileyen hakikatler büyük siyasî güçlerin değil, inançları ve değerleri ile insanları özde etkileyen samimî fertlerin ve toplulukların eseri olmuştur. Toplumlara asıl yön veren maddî güç ve para değil, inanılmış değerler olmuştur. Bu değerler bir tür şeffafiyetle sosyal yapıları derununa inerek etkilerler. Nitekim Asr-ı Saadette dünyevî hiçbir güç olmaksızın başlayan hareket artık insanlığın bütün katmanlarına ve derinliklerine nüfuz etmiştir.

Bu durum önümüzdeki yıllarda siyaset ve teşahhusattan uzak ve şeffafiyete mazhar Risâle-i Nur hakikatlerinin döneminin geldiğine bir işaret olmalıdır. Her türlü siyasî ve coğrafî sınırların eşyayı ve insanları parsellemesinden uzak bir yapı olan bu hareket, çok kısa bir süre sonra bütün dünyayı etki alanına alacak gibidir. Teşahhusata mazhar siyasî hareketler engellenebilir, çünkü bu mazhariyetle kendi alanlarını sınırlamışlar ve menfaat çatışmalarının hedefi olabilecek konuma gelmişlerdir. Oysa şeffafiyete mazhar bir hakikati siyasetle ve maddî güçle engellemek mümkün değildir. Çünkü ortada hedef olarak algılanabilecek, parsellenmiş bir alan ve mücadelesi verilen bir benlik yoktur. Yaşanan son olaylardan sonra hakka yönelen insanlık, Risâle-i Nur’a muhakkak ulaşacak veya yavaş yavaş yayılan hakikatler bütün maddî engelleri nuraniyeti ile aşacak ve ruhları derinden etkileyecektir. O halde bizlere düşen vazifeler çok büyük ve insanlık için çok önemlidir.

Memleketimizin azametli fakat bahtsız oluşuna yol açan en önemli sebeplerden biri gereksiz konuların zihinleri fazlasıyla meşgul etmesi ve asıl meselelere harcanacak enerjinin zayıflamasıdır. Şu an hepimizin temel vazifesi bahtımızın açılması ve ülkemizi maddî terakkisi ile ila-yı kelimetullah noktasında eski şevketine kavuştuğu günler için sözlerimizle ve fiillerimizle duâ etmektir.

Dünyevî konumlar yalnızca günlük yaşantının darlığında izafi bir anlam ifade etmektedir. O yüzden bir konuda kimin ne düşündüğünden ve söylediğinden çok, varlığın asıl sahibinin ne dediği önemlidir. Sonucu belirleyecek de O’nun hükmüdür. Bu yüzden varlığın geneli karşısında aciz ve zayıf olan ve bu durumlarını hiçbir dünyevî makam değiştirmeyen insanlar birbirine dayanmalı hoşgörü, esneklik ve anlayışla hayatı ve sosyal ortamları kendilerine zehir hükmüne geçirmeden Kadir-i Külli’şey’e dayanmakla yarınlarından emin olmanın tarif edilmez huzurunu bütün insanlık olarak hissetmelidirler. Gelecek yıllar küresel Asr-ı Saadetin, yani dünya genelinde insanî ve İslâmî mânâların yayılımına zemin hazırlayacak tarzda ilerlemektedir. Barış içinde bir dünya herkesin herkese tahammül edebildiği bir algı ile ancak mümkün olur. Bu mânâ hakkın galip olduğu ve her ferdin bu zeminde birlik algısının kalplere yerleştiği gün açığa çıkacak gibidir.

Umut ve şevk veren diğer bir durum da siyasî gelişmelerin de manevî gelişmeleri hızlandıracak şekilde gelişiyor olmasıdır. Bu dünya genelinde yaşanacak huzur dolu günlerin müjdecisi olarak algılanmalıdır. Bundan sonraki dönemde Nur talebeliği ve Risâle-i Nur hizmeti geniş çapta düşünülmeli ve hedefler bu mânâya uygun olarak planlanmalıdır.

Bu anlamda kaldırılacak yükün altına girecek her ele ihtiyaç olacaktır. Bundan sonra dünya geneline ulaştırılacak hizmet, geniş çaplı ittifakları gerekli kılacaktır. Bundan sonrası ayrışmaların değil ittifakların ön planda tutulduğu ve ağır sorumluluğun ve insanlığın ihtiyacı olan mânâların onlara ulaştırılması için dâvâya gönül vermiş herkesin güç birliği yaptığı zamanlar olmalıdır. Aksi halde hakikate aç olan insanlığın sorumluluğu hepimizin hesabını güçleştirecektir.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Ölümlü dünya için değer mi?



Şeytanın tuzağına düşmüş insanlar fitne ve fesadın baş aktörleridirler. Yeryüzünü fesada veren zalim ve cahil olan insanlar, varlıkların en zararlısıdırlar. Hiçbir hayvan vicdanı tefessüh etmiş insan kadar zararlı olamaz. Ama onlar herkesten çok kendilerine zarar verirler. Çünkü zarar verdikleri insanlar çoğunlukla sadece dünya hayatı cihetiyle zarara girerler. Oysa zalimleşmiş, canavarlaşmış insanlar yaptıklarıyla ebedî hayatlarını mahvetmektedirler.

İnsana zulmedenlere de, gözlerini kırpmadan masum insanların canına kıyanlara da dünya kalmamaktadır. Çünkü bir gün mutlaka onlar da ölüp bu dünyadan gideceklerdir. Hani dünyada ebedî olarak kalınsaydı belki kendileri dışındaki insanlara hayat hakkı tanımayanları anlamak mümkün olabilirdi. Yani ölenler gidecek dünya saltanatı onlara kalacaktı. Ama hakikat böyle değildir. Bu dünya şimdiye kadar hiçbir zalim cebbara yar olmamıştır. Üstelik ölümleri çok acı olmuştur.

Belki bazı gafiller yaptıkları zulümlerin yanlarında kâr kalacağını düşünmektedirler. Bu yüzden de ahirete inanmak istemeyen çok ahmak insanlar bulunmaktadır. Oysa mükemmel bir şekilde yaratılan insanların aralarındaki hak ve hukukun tesis edilmemesi mümkün değildir. Her şey bize bir gün bir mahkeme-i kübrâ olacağı gerçeğini hatırlatmaktadır.

Zalimler ve cahiller istemese de bir gün herkesin saçı önüne dökülecektir. Büyük Yaratıcıdan kimsenin kaçma imkânı olmayacaktır. Çünkü var olan bütün mülkler O’nundur. O’nun mülkünden hiçbir mücrim dışarı çıkamayacak, verecekleri hesapla rezil ve rüsvay olacaklardır.

Gerçekten küfür karanlıklarını kendilerine mesken edinenler, günahların pislik dolu çukurlarından şikâyetçi olmayanlar ahmakların ta kendileridirler. Öyle insanların divaneliği, serkeşliği hayvanlarınkinden çok daha ileridedir. Onlar minarenin başından pislik kuyularının dibine düşmüşlerdir. Onlar gibi olmayanlar hallerine ne kadar şükrederlerse yine azdır.

Ehl-i iman secde-i şükrandan alnını kaldırmamalıdır. Çünkü o büyük bir nimetle mükâfatlandırılmıştır. Çünkü ona ebedî saadetleri kazandıracak iman nimeti nasip olmuştur. Eğer bu nimetin değerini bilmezse ilk fırsatta şeytan onu da kuyuların dibine düşürmeye çalışacaktır.

İman itaatle sağlamlaştırılmalıdır. İman ibadetle parlatılmalıdır. O zaman sinedeki iman kolay kolay yerinden sökülmeyecek, insan gerçek bir insan olmaya liyakat kesbedecektir. İman nurunun lezzetini almış insanlar elbette şeytanlara oyuncak olmayacak, kendilerine verilmiş olan ubudiyet vazifesini en iyi bir şekilde yerine getirmeye devam edeceklerdir.

Zalimler ve cahiller acınacak durumdadırlar. Aklı yerinde olup kalbi bozulmayan bütün insanlar, şaşırmışların, kandırılmışların fiil ve hareketlerinden nefret etmekte, melekler onların semtine uğramak istememektedir. Canlı cansız her şey Allah’ın düşmanlarına lânet okumaktadır. Onların tamamıyla kaybedecekleri günler uzakta değildir.

O dalâlet gayyasında debelenenlere kabir kapısıyla girecekleri mekânları gösterilmiş olsaydı, bir saniye bile ayakta kalma güçleri kalmazdı. Bu dünyada iken dahi Cehennemî bir haleti açıkça yaşamaya başlayacaklardı. Oysa ki birileri o gidecekleri yerlerden haber vermektedir. Onlar ise bu haberleri duymak istemiyorlar. Ya inanmıyorlar veya inanmak istemiyorlar. Şeytan ve nefis onları uyutmakta, gerçekleri görmemeleri için ağızlarına yalancı emzikler koymaktadırlar.

Bu dünyada başlarına ne gelirse gelsin, iman nuruyla gerçeğe kavuşanlar kazanacaktır. Onlar dünyadayken bu kazanmanın müjdesiyle ferahlanabilirler. O asiler, Allah’tan korkmazlar ise ne kadar cebbar ve gaddar görünürlerse görünsünler kaybedeceklerdir. Korkunun ne olduğunu, ölümden sonraki hayatta çok iyi göreceklerdir. Zalimler ve asiler şimdiden titremeye başlasınlar. O haddi hesabı olmayan ağırlıktaki kul hakkıyla ölümden sonraki hayata adım atacak olanlar ne kadar bedbahttırlar... Veyl olsun o cahillere ve zalimlere... Ne mutlu Allah’ın rızasını kazananlara ve üstünde kul hakkı olmayanlara...

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Obama’nın İran’la 16 ayı



Obama başkan seçildiğinde kucağında iki sıcak dosya buldu. Bunlardan birisi ekonomik buhran, diğeri de İran’ın nükleer programı. Obama daha önce İslâm dünyası ile diyaloğun arttırılmasını ve İran gibi ülkelerle görüşülmesini teklif etmiştir. Fakat gelinen noktada sanki Obama geri adım atar işaretler veriyor. ‘İran’la görüşmek lâzım, ama Ahmedinejad doğru bir adam mı emin değilim?’ diyor.

Dolayısıyla İran politikasının değişmesi en azından İran cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar tehir ve talik edilebilir. Nitekim, Obama’nın seçim “zaferi”ni yaşadığı günlerde Ortadoğu gezisi düzenleyen ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “ABD’nin Ortadoğu politikalarında değişiklik olmayacağı” mesajı verdi. Yeni dış politika takımının İsrail yanlısı ve lobi ile alâkası da bu yöndeki değişim beklentilerinin de fos çıkabileceğine işaret ediyor. Bu bağlamda kısaca şunu söylemek mümkün: En azından seçimlere kadar İran’la bir savaş ihtimali oldukça düşük. Olursa İran’ın nükleer programında önemli bir gelişme olması gerekir. Genelde Demokratlar, Bush gibi işgalci bir politika izlemeyeceklerdir. Lâkin İran’ın nükleer programıyla alâkalı Bush’dan kalma bir önvuruş/önleyici darbe (preemptive strike) darbe gerçekleştirebilir. Demokratlar döneminde Bush döneminden farklı olarak iki şey gerçekleşmez. Bunlardan birisi ülke işgali. İkincisi de gizli kapaklı ilişkiler.

Bush yönetimi İran’la gizli kapaklı ilişkiler yürütebilirdi. Ama Demokratlar Clinton’ın Bosna’da yaptığı hacmin dışında İran’la gizli ilişkiler yürütmeyecektir. Ortadoğu’da İsrail ve Araplar arasında arabuluculuk yapan Denis Ross, Arap âleminin karşısına İran’a gizli pazarlıklar yapan bir ülke ve idare görüntüsüyle çıkmak istemediklerini söylemişti. Demokratların tarzı bu tür gizli kapaklı ilişkilere pek müsait değil. Bu politika daha ziyade şahinlere özgüdür. Bundan dolayı son seçimlerde İran rejimi ilk defa saf değiştirmiş ve Cumhuriyetçiler yerine Demokratlar’ı tercih etmiştir.

*

Bu bağlamda, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Barack Obama’ya kutlama mesajı gönderdi. Ahmedinecad, mesajında şunları kaydetti: “Amerikan halkının oylarının çoğunu alarak başkan seçilmenizi tebrik ederim. Allah’ın kullarına verdiği fırsatlar kalıcı değildir ve bu fırsatlar insanlığın gelişmesi ve halkların çıkarına kullanılabileceği gibi, zararına da kullanılabilir. Zatınızın bu fırsatı vicdan, adalet ve halkların gerçek çıkarı yönünde kullanmanızı ve ardınızda iyi bir ün bırakmanızı temenni ederim.”

Savaş ve işgal politikasının değişmesi gerektiğini vurgulayan Ahmedinejad, dostça samimî ilişkiler kurulmasını, ülkelerin bağımsızlığına saygı duyulmasını istediğini ifade etti. Muttaki de değişim taleplerinin hayata geçirilmesini gerektiğini söyledi. Hükümet Sözcüsü Gulam Hüseyin İlham ise hem iç hem de dış politikada Obama’dan farkını ortaya koymasını istedi. İç politikada bekledikleri daha farklı bir ekonomik reçete. İran dîni lideri Ayetullah Ali Hamaney’in danışmanı Haddad Adil ise “Obama’nın zaferi, Bush’un siyasetlerinin tüm dünyada yenilgiye uğradığının ispatıdır” diyerek, yeni başkandan eski siyasetleri terk etmesini istemişti. Bunlar İran yönetiminin yeni dönemle alâkalı olarak iyimser olmak istediğini ortaya koyan karineler.

*

Bütün dünya Obama’yı kutlama yarışına girerken, İsrail, ABD’nin yeni seçilmiş başkanına şu uyarıları gönderdi: 1- İran ile hemen masaya oturma, onlar bunu zayıflık addeder. 2- İran’a karşı askerî seçeneği masadan kaldırma.

Yeni ABD Başkanı Barack Obama’nın, ‘ABD’nin Ortadoğu’daki politikalarında değişim yapacağı’ vaadine ilk tepki İsrail’den geldi. İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, ABD’nin İran ile yapacağı bir görüşmenin zayıflık işareti olarak görülebileceğini öne sürerken, Rice’la görüşen İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak ise, ülkesinin, “İran’ın nükleer silâh edinme çabalarını sürdürdüğüne inandığını” söyledi. Görüşmeden sonra açıklama yapan Barak, “İran’ın bir taraftan görüşmeler yoluyla dünyayı aldatmaya devam ederken, diğer taraftan da nükleer silâh edinme çabalarını sürdürdüğünü ve İsrail’in bundan şüphesi olmadığını” ifade etti. Ehud Barak, İsrail’in İran konusundaki tutumuyla ilgili olarak da, “Daha önce de defalarca söylediğimiz gibi, İran’ın nükleer tehdidi karşısında hiçbir seçeneği göz ardı etmiyoruz” dedi ve diğer ülkelere de “hiçbir seçeneği masadan kaldırmamaları” önerisinde bulundu.

*

Obama’nın kuracağı ekibin, Bill Clinton ve George Bush dönemlerindeki gibi Yahudi lobisine yakın isimler olacağı yönündeki iddialar ise Ortadoğu’da şimdiden “Obama da ötekiler gibi hayal kırıklığı mı olacak?” endişesine sebep oldu.

Londra’da yayınlanan Şark’ul Avsat gazetesi, Obama’nın selefleri George Bush ve Bill Clinton’la çalışmış “Chicago ekibini” göreve getirmeye hazırlandığını manşetinden duyururken, bu kişilerin iki Körfez Savaşı’nın gönüllü savunucuları olduğuna işaret etti. Haberde, Obama’nın göreve getireceği kişilerden pek çoğunun Yahudi asıllı olması ya da Yahudi lobisine yakın olmaları da endişe kaynağı olarak gösterildi. Birleşik Arap Emirlikleri’nde yayınlanan Gulf News gazetesindeki makalesinde Patrick Seale ise “Neoconların Irak savaşının mimarları olduğunu, Arap dünyasına da silâhla reform getirmeye çalıştığına” değindi.

Meselenin genel bir muhasebe ve muhassalasını yaptığımızda Obama’nın İran konusunda pasif kalması halinde bu defa İsrail’in şahinleşeceği ve İran’ı vurma teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmaya çalışacağı beklenebilir. Martin İndeyk gibi Yahudi lobisine yakın isimler, “Bush’la kaybettiklerimizi Obama ile toplayacağız, geri alacağız” mealinde sözler sarf ederek beklentilerinin çıtasını göstermektedir. Obama döneminde Amerikan kuvvetlerinin çekilmesi veya muayyen üslere konuşlandırılması da İran’a yönelik önleyici darbe konusunda teknik olarak ABD’nin elini rahatlatacak gelişmelerden olacaktır. Obama’nın İran’ın nükleer silâh üretmek için muhtaç olduğu müddeti mühlet olarak vermesi uzak bir ihtimal olarak görülüyor. Bu hususta Arap dünyası, Türkiye, İsrail, Çin ve Rusya’ya danışarak hareket edeceği tahmin ediliyor. Hatta İran’ın hükleer programıyla ilgili telkinlerin diplomatik münasebetleri başlattıktan sonra daha etkili olacağını varsaydığı ve düşündüğü de bir gerçek. Lâkin bu hususta da İsrail vetosunu aşması gerek. Kissinger, İran’ın nükleer programıyla ilgili nihaî karar konusunda gelecek Amerikan başkanının önünde sadece 16 ay bulunduğunu söylüyor. Bu müddet içinde İran seçimlerini de aradan çıkmış olacaktır.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AB İlerleme Raporundaki kırıklar (1)



AB üyelik süreci kapsamında Türkiye’nin son bir yılını değerlendiren ‘İlerleme Raporu’ndaki tesbitler, Ankara’nın AB’yi ve AİHM’i ne denli şaşırttığını su yüzüne çıkarıyor.

Dışişleri Bakanı Babacan’ın bile Türkiye’de “Müslümanların dinî özgürlükler sorunu”nu ikrar ettiği vasatta, başta “din dersleri”nin ve müfredatının kifâyetsizliği olmak üzere, Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı”na ve yasadışı dayatılan başörtüsü yasağına değinilmemesi, raporun başta gelen kırıklarından…

Özetle Türkiye’nin insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarında AB müktesebatı ve uygulamaları ışığında geliştirilmesine daha açık bir biçimde dikkat çekilmesi gerekirken, bundan sarf-ı nazar edilmesi, raporun ciddî noksanlıklarından…

Mesela daha birkaç hafta önce Türkiye’de uzun süre tartışılan, din derslerinde “resmî ideoloji”nin telkini ve okul kitaplarında darbelerin “meşrû” görülüp övülmesi, raporda açıkça “mesele” edilmemiş…

Keza yüzbinlerce öğrencinin sırf inancının gereği olan başörtüsünü taktığı için hak kazandığı okullara alınmaması, eğitim hakkından mahrum edilmesi inanç özgürlüğünü temel prensip edinen AB’nin raporunda yer almamış. Aksine Türkiye’nin AİHM’in yine şaşırtılan “zorunlu din dersleriyle ilgili kararı”nı uygulamaya çağırılmış…

DEMOKRATİKLEŞME,

“RESMÎ İDEOLOJİ”YLE OLMAZ…

Görünen o ki Ankara’nın ve Ankara’dan kaynaklanan AB ve AİHM’in kırıkları içiçe… Evvelâ, resmî ideolojiyle tepeden dayatılan “inkılâp kanunları”nın dibâcesinden sonuna kadar bütün maddelere sokuşturulduğu, en temel hak ve özgürlülerin bile ancak bu kalıplarla sınırlandırıldığı darbe ürünü bir anayasa, demokratik ve hukuk devletine yakışmayan önemli bir kırıklık…

Ne var ki raporda, “Türkiye Ulusal Programı”nda da açıkça ifâde edilen, “tüm bireylerin herhangi bir ayırım yapılmaksızın dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç ve dinine bakılmaksızın, bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlandırılması” esasına dayalı “vicdan ve dinî özgürlükler”in Türkiye’deki tatbikatına bakılmamış.

Raporda “insan hakları”na salt “Güneydoğu meselesi”, “dinî özgürlükler”e yalnız “Alevilik öğretisi”, “ayırımcılığa” bir tek bazı marjinal grupların toplumun inanç değerlerine ve ahlâka ters düşen taleplerinin örnek verilmesi bundan.

Yine bu yanlış bakışla, Türkiye’nin temel sorunlarından biri olan demokratik eğitim muhtevasındaki din eğitimi ve öğretimi hakkının kısıtlanmasına raporda yer verilmemiş…

Bazı Alevî derneklerinin bu konudaki başvuruları hatırlatılarak “Alevî çocukların bu derslerden muaf tutulması” gibi Aleviliği Müslümanlık dışında ayrı bir “din” gibi gösteren fevkalâde tehlikeli bir saptırmaya gidilmiş.

Nüfusun yüzde doksan dokuzunun Müslüman olduğu bir ülkede çocukların, inanç esaslarını, dinî kültürünü, tarihini öğrenmeleri ve eğitimini almalarının kısıtlanmasına raporda nazara verilmemiş. Hâlâ ara rejim yakıştırmalarıyla “irtica” bahanesiyle “laikliği koruma” perdesi altında ders kitaplarında demokrasinin tezyifinin dikte ettirilmesi yazılmamış…

Meclis’in üniversite öğrencilerine başörtüsü yasağını kaldırmak amacıyla Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde yaptığı değişikliğin Anayasa Mahkemesi’nce iptali mevzu edilmiş; lâkin problemin kendisi olan kanunsuz başörtüsü yasağının üzerinde durulmamış. Bunun inanç özgürlüğüne yakışmadığı belirtilmemiş…

Kısacası, ders kitaplarına dercedilen “Atatürk ve din” bölümlerinde dinin güya “çağa ters düşen yorumlar ve din dışı eklemelerden kurtarılması” bahanesiyle dinle alâkası olmayan teorilerin telkiniyle AB kriterlerinin hiçe sayılmasına doğru dürüst bir uyarı yapılmamış.

Dinî meselelerin tamamen dünyevî bir bakış olan “Kemalizm”le yorumlanıp, “devrimler”le ve “ilkeler”le dinin “düzeltilmesi”ne kalkışılması benzeri, demokratik eğitimi ve din özgürlüğünü berhava eden uygulamalara hiçbir itirazda bulunulmamış…

ANKARA, AB’Yİ DOĞRU

BİLGİLENDİRMELİ

Sahi, “Türkçe”den “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” kitabına kadar ders kitaplarında “Atatürkçülüğün” referans alınması; hele hele “Millî Güvenlik Bilgisi”nde “laiklik” ve “irtica” bahislerinin demokratik değerlere aykırı bir biçimde “öğretilmesi”, demokratik eğitim esaslarına ne kadar uymakta?

Darbe “bildirileri”ne benzeyen “ilkelere sımsıkı bağlanarak, laikliği her türlü tehdide karşı koruma görevi”yle yazılan metinlerin ders kitaplarında okutulmasına, hangi demokratik ülkede rastlanmakta?

Dr. Theo Sommer’in tesbitiyle, “devlet kurucusunun ibadet şeklinde sunulan özdeyişleri, okul kitaplarında yer alan ruhu öldüren ideoloji” enjektesi, hangi demokratik devlete yakışmakta?

Raporda bu kırıkların yer almaması da büyük bir eksiklik…

Raporda dikkat çekilen özellikle “İç Hizmet Kanunu” ile “Millî Güvenlik Kurulu Kanunu”nda hâlâ hiçbir değişikliğin yapılmaması, Jandarmanın sivil denetiminde hiç ilerleme kaydedilmemesi ve “gizli EMASYA protokolü”nün meriyette olması da başlıca kırıklardan…

Bundandır ki hükûmetin siyasî ve anayasal reformlarıyla ilgili tutarlı ve kapsamlı bir program ortaya koyamadığı eleştirisi haklılık kazanıyor. Ve bu hususta öncelikli görev yine AKP siyasî iktidarına düşüyor…

AKP kendini kurtarmanın ve iktidar koltuğunda kalmanın değil, müzâkere sürecinde AB’ye doğruları anlatmalı, milletin değerlerini ve Türkiye’nin gerçeğini iletmeli; demokrasi ve özgürlüklerin mücadelesini vermeli.

Ankara’nın “genişleme stratejisi” bu olmalı. Kırıkları düzeltmenin yolu bu…

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Eski Doğu bloku komünizmden kurtulur mu?



Geçen yazımızda modern bolşeviklerin, Sovyetlerin dağılmasından sonra yeni elbise ve üslûplarla eski Doğu bloku ülkelerine nasıl musallat olduklarını izaha çalışmıştık. Komünizmi veya bolşevizmi ahirzamanın en tehlikeli dinsizlik cereyanı olarak kabul edenler; karşı müsbet hareketleri de İslâmiyet ve İsevîlik olarak anlamak durumundadırlar. Bu hususla ilgili Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli eserinde “Tabiiyyun maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı nemrudane... İşte böyle bir sırada o cereyan (dinsizlik) pek kuvvetli göründüğü bir zamanda... Hakikî İsevîlik zuhur edecek... Tahrifattan sıyrılacak, hakaik-ı İslâmiye ile birleşecek ve Kur’ân’a iktida ederek... Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûp olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak...” (Mektubat, s. 60) gibi anahtar cümlelerle, çok müşkül ve hatta imkânsız görünen hadisenin nasıl çözüme kavuşacağının yollarını gösteriyor.

Metnin tamamı yazımızın çerçevesine sığmayacağından, atlayarak iktibasa çalıştığımız mevzunun bütününde, ahirzamanın her iki dehşetli cereyanı anlatılıyor. Konumuz ile alâkalı olması hasebiyle burada yalnızca komünizm, bolşevizm veya “neobolşevizm” üzerinde duracağız. Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Ukrayna gibi ülkelerdeki dinsizlerin günümüz icraatlarını incelediğimizde, neticenin Troçki ve Lenin gibi eski bolşevik temsilcilerinin yaptıklarından pek farklı olmadığını görüyoruz. Bilhassa AB’ye alınan ülkelerdeki çürümeyi durduracak ve komünizmin maddî ve manevî pisliklerini temizleyecek tek unsurun da İslâmiyet ve manen İslâma inkılâb etmiş İsevîlik olduğundan, kimsecikler şüphe etmemeli. Herkes biliyor ki, 1920’li yıllarda bütün dünyaya yayılma istidadı gösteren komünizmi, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur fikren durdurmuş ve birçok cepheden de öldürmüştü.

Kısa bir zamanda Avrupa’nın yarısını, Çin’i ve daha birçok ülkeyi işgal eden komünizmin Asya’ya yayılmasını Anadolu’daki Kur’ânî hareket önlemişti. Komünizme karşı Önasya ve Afrika için set olmuş Türkiye’deki Müslümanlara burada düşen vazifenin büyüklüğü elbette ortada... Görünen manzara beklentileri nakzediyor. Hem kapitalistlere ve hem de aynı zamanda “yeni bolşeviklere” taşeronluk yapan Türkiye, hem Ortadoğu’da ve hem de Balkanlar’da hayret ve dehşet içinde izleniyor. İnsaniyet ve İslâmiyet damarıyla komşularındaki soygun ve sömürüye karşı koyması göreken Türkiye’nin hangi saiklerle o dinsiz dinozorlara teslim olduğu, bir başka araştırmanın konusu. Bilhassa 12 Eylül’den sonra insaniyet düşmanlarıyla Türkiye arasında gelişen münasebetler derinlemesine incelenmelidir.

Ülkemiz bu musibetzede halklara ünversite düzeyinde ilim ve medeniyet projeleriyle yardım edebilirdi. Yüzyıllardır dinsiz felsefenin tahakkümünde inleyen bu coğrafyalara hürriyete dayalı hikmet, fazilet ve marifet pencereleri açması gereken üniversitelerimizin hangi boyunduruk altında olduklarını unutmamamız gerekiyor. Hür bir üniversitemiz olsaydı, hakikî medeniyet güneşi Sofya, Bükreş, Budapeşte, Kiev ve Varşova üzerine çoktan doğmuş olacaktı. Maddî manevî işbirlikleriyle bu coğrafyalarda insanlığı kirleten komünizmin enkazı en az 10 sene önce kaldırılırdı.

Diyanet’imizin 12 Eylül’le yakalandığı Kemalizmin mengenesi de çok yaman. İslâmiyet bir tarafa, insan olarak bu ülkelerdeki kurumlarla ortak projelerimiz bulunmuyor. Fukara milletimizin dişinden-tırnağından arttırarak yaptırdığı birkaç camiyi de hesaba katmazsanız, ortada birşey göremezsiniz. Dinî cemaatlerdeki dünyevîleşme hastalığı onları da bu yoldan alıkoymuş. Cılız, geleneksel birkaç çalışmadan başka sadra şifa birşey yok.

Zamanımızın yükselen sesi sayılan sivil toplum teşebbüsü de çağın çok gerisinde. Hür ve şeffaf olamayan sivil toplum teşekküllerimiz, ümit ve cesaret dağıtamadıkları gibi, ürkek, tutuk ve hantal duruşlarıyla mevcut beklentileri de boşa çıkarmış. Halbuki STK’lar hür tuplumlarda murakıp vazifesini de üstlenmeli değiller mi? Zalim Avrupa kâfirleri ile münafık Asya zalimlerinin buralardaki cinayetlerini takip ettiklerine dair elimizde doğru dürüst bir rapor bulunmuyor. Hayra teşvik, iyi insanlara ümit ve ülkelerin siyasetçilerine ufuk olaracak projeler ise şimdilik görünmüyorlar.

Doğu bloku ülkelerinin ancak Kur’ân’ın yardımıyla insanî değerlere, maddî refaha, adalete ve doğru hürriyete kavuşabileceğinden kimsenin şüphesi yok. Fakat nasıl olacak sorusuna da net bir cevap yok. Cevabın netleşmesi Türkiye’deki durumların netleşmesine bağlı. Sahnedeki “dindar” siyasî aktörlerin oyununun bitmesi mi beklenecek, yoksa kader yeni bir örgü ile yeni ufuklar mı bahşedecek? Anlaşılan o ki, Balkanların, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin ve hatta AB’nin barış ve saadeti de Türkiye’deki düğüme bağlı. Kemalistlerin çizgilerinden zinhar çıkmayan “dindar siyasetçiler”den yalnızca Türkiye zarar görmüyor, dolaylı olarak âlem-i İslâm ve mazlûm milletler de sıkıntısını çekiyorlar.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Toplantının ardından



2008 güz dönemi Temsilciler Toplantımız, geçtiğimiz Cumartesi günü Türkiye’nin dört bir köşesinden ve Avrupa’dan gelen temsilcilerimizin iştirakiyle yapıldı. Hep birlikte yaşadığımız süreçte kademe kademe geliştirilen hizmet sisteminde ve çalışma esaslarında, ortaya çıkan ihtiyaçlardan kaynaklanan değişiklik tekliflerinin görüşülüp benimsendiği toplantıda alınan kararların hayırlara vesile olmasını diliyor; toplantıya iştirak eden ve katkıda bulunan temsilcilerimize teşekkür ediyoruz.

***

Mesajlar

Osman Zengin: 25 Ekim tarihli gazetemi elime alınca, inceldiğini gördüm ve geçenlerdeki gibi yine bir teknik problem olduğunu zannettim. Ama sayfanın altındaki küçük açıklamayı görünce, doğrusu içim ‘cızzz’ etti. Sonra kendi kendime ‘Biz altı sayfalı gazeteleri de gördük, bu da geçer ya Hu!’ dedim.

Aziz nur dâvâmızın temsilcisi, bir ileri karakolu mesabesindeki bu gazetenin ayağının tökezlemesi dahi bizi rahatsız eder. Ondandır ki, her halini, her gelişmesini takip ediyoruz.

Hani rahmetli Zübeyir Ağabeyin lahana yaprağı benzetmesi var ya, Yeni Asya o kadar da kalsa, bizim için gam değil. Vaktiyle Risale-i Nurların resmen tab edilmesi yasaktı. İşte o devirlerde bizler, nurlu hakikatları doğrudan anlatamadığımız kimselere gazetemizi veriyor ve oradan Üstadımızla, Nurlarla ilgili bir kelime de olsa zihinlere nakşolmasına çalışıyorduk.

Bu arada, gazetemizin hizmetinde bulunan kardeşlerimize şunu söylemek istiyorum: Mahzun olmayınız! Bütün bunlar gelip geçicidir, hiç takılmayınız. Hem sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa da, biz yine de şevkini bozanlardan değiliz. Öyle değil mi?

Bugün memleketimizde 50-60 sayfa çıkan gazeteler de var. Ama neye benziyor? Kâğıt yığınından ve israfından başka birşey değil. Kemiyyet ve keyfiyeti gayet iyi bilenlerdeniz. Onların öğleden sonra aktüalitesi geçiyor. Ya bizim gazetemizin? Daha önce de yazmıştım: Memuriyetimiz zamanında bir arkadaşım her gün odama gelir, gazetemizi okurdu. Bir gün yine gelmiş okuyordu, ben de işe dalmıştım. Bir müddet sonra baktım ki, bir hafta önceki gazeteyi okuyor. Hemen o günün gazetesini vererek özür diledim, ‘O eski gazeteydi’ diye. O da bana hiç unutamayacağım birşey söyledi: ‘Olsun kardeşim. Zaten senin gazeten ansiklopedi gibi. Okunacak bir gazete, eski olduğunu anlamadım bile.’

Geçenlerde bir kardeşimiz ‘Osman ağabey, senin Yeni Asya ile ilgili bir tabirin vardı, hani gazetede de bir-iki defa yazdın, neydi o?’ diye, benden o ifadeyi istedi, ben de mail yoluyla gönderdim. Orada diyorduk ki: “Yeni Asya, Nurcuların dünyadaki tek gazetesidir. Aynı zamanda onların arasında irtibatı sağlayan bir lâhika mektubudur.” Bu vasıflara haiz bir dâvâ sesi olan gazetemizin incinmesini elbette istemeyiz. Rabbim kıyamete kadar onu her türlü fitne ve fesattan muhafaza eylesin İnşaallah!

***

Erdoğan Akdemir: Osman Zengin ve Ahmet Özdemir’in gazetemiz hakkındaki fedakârlıklarını okudum. Çok duygulandım. Ben de birdenbire geçmişe gittim. Yeni Asya’yı 1974’te Ankara’da lisede okurken Kıbrıs Barış Harekâtının olduğu günlerde tanıdım. Numune Hastanesinin karşısındaki dershaneye gidiyorduk. İlk defa orada okudum. Ondan sonra da 34 yıldır hiç bırakmadık. Ailece okumaya devam ediyoruz.

Ankara’da içki ve sigara satan bazı bayiler gazeteyi getirmiyordu. Ben de 3 km yürüyordum almak için. Tam iki yıl böyle devam etti. Bazen o bayide de olmuyordu, işte o zaman canım çok sıkılıyordu. Adana ve Sinop köylerinde öğretmenlik yaparken de gazeteyi bazen bir hafta birikmiş olarak alıp okuyabiliyordum. Bazen eş dost alıyordu, bazen biz şehre inince alıyorduk.

Şimdi önemli bir konu var. Allah razı olsun, bazı kardeşlerimiz gazeteyi alıyor, ama okuyamıyor ve okumuyor. Aslında okusa, birçok makale ve yazıyı başkalarıyla paylaşma ihtiyacı hissedecek. 75 milyonluk ülkemizde Yeni Asya’yı arayan o kadar çok insan var ki. Bulduğunda, “İşte, benim aradığım gazete bu” diyecek. Yeni Asya’da faiz ilânı yok, açık saçık resim yok. Yazıları sanki bir akademi gibi bizi bilgilendiriyor.

Allah yardımcınız olsun. Selâm ve duâ ile.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

FATİH Üniversitesi tarafından düzenlenen 2. Kristal Klaket Ulusal Kısa Film Yarışması’nın ödül tören



Bakma sen bizim eski darbecinin “Televizyonda izledim, içim kabardı” dediğine, sizin hikâyeniz gerçekten de trajiktir. Öyle insan yerine bile konmama, ne acıdır, az çok biliriz. Belki farklı hikâyelerdir, sizinkiyle bizimki, ama özünde aynı şeyleri anlatır.

Bundan sonra ne olacak, neler yapacaksın, etrafındaki tuzaklardan kendini nasıl kurtaracaksın, lobilerle, kurtlarla nasıl baş edeceksin, hatta belki zamanla onlara benzeyecek misin, bilmiyoruz. İçimizde, “Gelen gideni aratır” diye bir endişe yok değil. Aslında bu endişelerden bir şekilde senin de haberin var biliyoruz, ama bu yazıyı okumayacağını da biliyoruz. Sırf ismin geçmediği için değil, koca koca harflerle geçse bile böyle bir yazı yazıldığını bilmeyeceğini biliyorum. Zaten –her ne kadar sen sen deyip dursam da- bu yazıyı senden çok bize yazıyorum.

Senin rengin bizimkinden daha koyu. Evet bu teknik anlamda siyah bir renk değil, ama insanın derisinde bu renk varsa, ona siyah demek kolayımıza geliyor. Gri de diyebilirdik belki, ama böyle ara renkleri pek sevmiyoruz. O zaman bütün ezberlerimiz bozuluyor, bütün doğrularımız alt üst oluyor: Siyah deyip geçiyoruz. Ben de siyah deyip geçeceğim bu yazıda.

Aslına bakarsan biz de sevmeyiz pek siyahı. Esmerlerle dalga geçmişliğimiz çoktur, “kömür” gibi diyerek... O bir tarafa, siyahı hep kötü anlamda kullanırız. “Tencere dibin kara”dır meselâ, üzümlerimiz hep birbirine baka baka kararır. Kara gün dostlarımızın yüzümüzü kara çıkardığı gün en kara günümüzdür, o gün hayatımız kararır. İyimser olmayı severiz, ama bazen içimiz kararır.

Sana bu ülkede de büyük bir sempati olduğunu zaten biliyorsundur, kara kara düşünenler olduğunu da. Ama artık hayata, geleceğe, kalbi kararmış insanlara, karanlık gecelere karşı bir umut taşımak istiyoruz. Bir zamanlar köle olan bir milletten bir başkan seçildi, cümlesi az bir umut değil. Beyazlar, kendilerinden aşağı gördükleri birini başlarına getirdiler, cümlesi de öyle. Bize işte böyle bir umut verdin, farkında olmadan. Bizim de insan yerine konulmayanlarımız, kendilerine bir gün hak ettikleri değerin verileceğini bilecekler. Bizim kapı dışarı edilenlerimiz, bir gün baş tacı edileceklerini bilecekler. Her ne kadar kötü bir anlam taşısa da derinin siyahında böyle bir beyazlık görüyoruz biz. Bu, yapacağın her şeyden daha önemli. Ama sen yine de yüzümüzü kara çıkarma, diğer üzümlere baka baka kararma.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman hizmeti ve şeâir-i İslâmiyeyi gizlememek



Nur hareketinin hizmet tarzında, meslek ve meşrebinde İslâmın hükümleri, farzları, sembolleri olan şeâir-i İslâmiyeye uymak ve ilân etmek esastır. Yani, hizmet için emir ve nehiyler terk edilmez.

Hizmetten maksat, iman ve Kur’ân hakikatlerini anlamak, özümsemek, anlatmak, tebliğ etmek, neşretmek değil mi? Şu halde, evvelâ kendine hizmet etmeli, kendine kabul ettirmeli. Ki, en etkili hizmet, söz ile değil, hâl diliyle yapılandır.

Öte yandan, şer’î meselelerde bir kısım meseleler, şahıslara taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, şahsî farzlardan daha önemlidir. 1 Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinde vurgulanan önemli prensiplerden birisi de, iman hizmeti, ibadetlerin, şeâirin (İslâm hükümleri ve sembolleri) gizlenemeyeceği hususudur.

Nur hizmetkârlığı, iman hizmeti gizlenmez. Zîrâ, ihfa (gizlemek) ve havf (korku); riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. 2 Bâzı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, husûsan (...) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri (örtmeleri), gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeliyiz. 3

Bu zamanın hizmet stratejisini bir müceddid olarak Bediüzzaman Said Nursî çizdiğine göre; söz onundur, hizmet metodunu, prensibini de o belirleyecektir. “Sırren tenevveret” (gizlilik içinde anlatma sırrı) bitmiştir. Takip edelim:

Risâle-i Nur’un en mahrem parçaları, en nâmahremlerin ellerine geçmek ve en mütekebbirlerin başlarına vurmak ve en baştakilerin yanlışlarını göstermek için “sırran tenevveret” perdesinden çıktı. Şimdiye kadar mesele küçültülmek isteniyordu. Fakat nasılsa bildiler ki, mes’ele pek büyüktür ve ehemmiyetle celb-i dikkat ise Risâle-i Nur’un parlak fütuhatına ve düşmanlarına da hayretle kendini okutmasına yol açar. 4

“Bakarsınız, sizin hoşlanmadığınız birşey, hakkınızda hayırlı olur.” 5

Farz ibadet ve şeâirleri de açıktan açığa yapmanın lüzumu ve daha sevaplı olduğu hususu üzerinde durulur:

Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber, fıtraten riyakâr ola. Belki, şeâir-i İslâmiyeye temas eden ibadetlerin izharları, ihfâsından çok derece daha sevaplı olduğunu, Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi zatlar beyan ediyorlar. Sâir nevâfilin ihfası çok sevaplı olduğu halde, şeâire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve halistir. 6

Ezan yalnızca namaza çağırmak değil; tevhidi semâ ehli dahil, bütün varlıklara ilândır. Başörtüsü sadece saçları örtmüyor, kadınlara kazandırdığı vakar, ciddiyet ve heybetin yanında İslâmı tebliğ ve hizmet ifa ediyor. Ezan, namaz, başörtüsü gibi şeair-i İslâmiyeyi açıktan ifa, bizatihî hizmet ve tebliğdir.

“Bir arkadaşımız, Frankfurt’tan taksiyle Münih’e giden ve çok ucuza yanına yol arkadaşları arayan İtalyan asıllı birisiyle yola çıkıyor. Yanlarında bir Alman yolcu da vardır. Meslekleri birbirine yakın olduğu için sohbete başlıyorlar. Yolda namazının geçmemesi için bir benzinliğe yaklaşınca, arkadaşımız oraya girmelerini istiyor. Giriyorlar. Namazdan sonra yola koyuluyorlar. Biraz sonra Alman arkadaşları Stuttgart’a iniyor. Onun inmesinden sonra İtalyan, konuşmaya başlıyor. İslâmiyet’te ibadet ve namazın ne mânâya geldiğini soruyor. Arkadaşımız, namazla ilgili olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘9. Söz’ isimli eserini yeni mütalâa ettiği için hâfızasından anlatmaya başlıyor… “Zaten fıtrat hep ibadet halindedir. Ağaçlar ayakta gibi; dağlar oturuyor gibi; dört ayaklılar rükûda gibi; sürüngenler secdede gibi tesbihlerini ve hamdlerini yapmaktadırlar. Gerçekte ise meleklerin bir kısmı sadece ayakta; bir kısmı sadece rükûda; bir kısmı sadece secdede; bir kısmı da sadece oturarak ibadet ederler. Cenâb-ı Hak, insanları üstün yarattığı için bütün mahlûkatın yaptıkları çeşit çeşit ibadetleri namazın içine toplamıştır” diyor.

Bu ibadet şekli çok hoşuna giden İtalyan ‘Bu yolculuğumuz bir tesadüf değil... Senin benzinliğe girip namaz kılman bir tesadüf değil. Yoksa bu güzel sohbetimiz olamazdı…’ diyor. Aradan bir buçuk ay geçince arkadaşımızı arayıp “Bu namaz ibadeti çok hoşuma gitti!.. Yanlış anlama, hemen Müslüman olacak değilim; ama namaz kılmayı nasıl öğrenebilirim? Bana yardımcı olur musun?” diye soruyor. O da kendisine yardımcı olacağını söylüyor.

“Aslında arkadaşımızın anlattığı gibi namaz, tâbir câiz ise bir nev’î kâinatla bütünleşip, Cenâb-ı Hakk’a tesbih, tekbir, tahmidde bulunmaktır. Âyetlerin ifadesine göre her şey tesbih etmektedir. Sıra sıra uçan kuşlar da duâ ve tesbihlerini yapmaktadır. Bütün semâvî dinlerde rükû, sücud vardır. Hâlen bazı Hıristiyan mezhepler içinde namazı rükûlu, secdeli edâ edenler vardır. Bir arkadaşımız, Amerikalı bir papazın namaz kıldığını gördüğünde hayret etmiş. O da “Arapça öğrenmek için Mısır’a gitmiştim. Orada bazı papazların secde ettiklerini gördüm. Onlara, ‘Siz Müslüman mı oldunuz?’ diye sordum. ‘Yok’ dediler. ‘Aslında bizim dinimizde de secde var; ama oruçta yapılan değişiklik gibi namaz ibadetinde de bir değişiklik yapıldı. Aslı böyle olduğu için biz böyle ibadet ediyoruz.’ Onları gördükten sonra hoşuma gitti ben de başladım. Mısır’dan döndükten sonra da bırakmadım” demiş...

Farzları edâ etmekte riyâ olmadığı için, gizli kılmaya gerek yok. Bizler, hem ciddî ve dikkatli namaz kılabilsek, hem de soran ve ilgi duyanlara güzelce anlatabilsek, yeryüzünü bir secdegâh yapabiliriz İnşaallah...” 7

Bundan da anlaşılıyor ki, namaz ve sair ibadetler bir belâğat ve büyüleyici ruha sahip. Namaz kılanları izleyerek, ezanı duyarak hidayete eren nice bahtiyarı kaydeder tarih-i beşer ve günümüz araştırmaları.

Eğer dahilde veya yurtdışına gidişin asıl sebebi tebliğ, yani dini/İslâmiyeti yaymak ise, değil gizlemek, bilâkis açıktan açığa onun güzelliklerini, özelliklerini ve dolayısıyla muhteşemliğini yaşayarak, fiilen göstermek gerekmez mi? Eğer şeâiri gizliyor, farzları yerine getirmiyorsanız, neyi anlatıyor, neyi tebliğ ediyor, neyin hizmetini yapıyorsunuz?

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 385.

2- Hutbe-i Şamiye, s. 94.

3- Şuâlar, s. 429.

4- Şuâlar, s. 287.

5- Bakara Sûresi, 216.

6- Kastamonu, s. 141.

7- Abdullah Aymaz / Zaman / 16 Ocak 2005.

10.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayatın zevkine varabilmek için



“Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir.”

Cümle, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine ait. Müslümanın çalışması gerektiğinin en güzel örneklerinden birisi bu. Yani Müslüman mevcutla yetinmeyecek, “Ne yapalım Rabbim böyle takdir etmiş, ne lüzum var çalışmaya!” deyip yan gelip yatamaz. Çalışacak, çabalayacak üzerine düşenleri yapacak, sonra da Rabbine tevekkül edecektir.

Kur’ân açıkça, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur. Çalışmasının sonucunu da yakında görecektir”1 buyururken mevcutla yetinip tembel tembel yatması hoş görülemez.

Yine Bediüzzaman, “Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir”2 der.

Demek insan çalışacak, Allah az veya çok ne takdir etmişse -ki buna biz kısmet diyoruz- ona rıza gösterecek. Bu mutluluğun da temel taşlarından biridir.

Bir mü’min nasıl tembelliğe, meskenete rıza gösterebilir? İmanı, imanın izzeti buna aslâ müsaade etmez. Allah Resûlü (a.s.m.) bir kimsenin sırtında odun taşıyarak geçimini kazanmasının başkalarına el avuç açıp dilenmesinden daha hayırlı olduğunu bildirirken,4 mü’minin hayatında tembelliğe, dilenmeye yer olmadığına dikkat çeker.

“Bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli [helâl kazanmayı], bir nev'î ibadet ve rızık için bir fiilî duâ bilerek müteşekkirâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne [şikâyetle] hayatını geçirir, belki öldürür.”3

Demek iktisat ve kanaatle helâl yollardan kazanmak mutluluk ve lezzet sebebidir, gerçek zevkin kaynağıdır. İsraf ve hırsla helâl yolları bırakıp harama sapmak ise mutsuzluk ve elem kaynağıdır. Haksızlıklar yaparak ve şikâyetlerle ömrü tüketmenin bir sebebidir.

Demek mevcutla yetinmeyip çalışmak, helalle yetinmek gerçek lezzet ve mutluluk kaynağıdır.

1. Necm Sûresi, 39, 40.; 2. Sünûhât, s. 12; 3. Buharî, Büyü’: 15; 4. Şuâlar, s. 158.;

10.11.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Seyyar mescit



Daha önce böyle bir isim veya yer duydunuz mu? Bilemem ama anlatacağım.

Mescit, gerçekten seyyar, yani hareketli.

“Yeryüzü mescit, Mekke mihrabımız” diyerek dünyayı kastettiğimi zannetmeyin. Elhak o da doğrudur zira saniyede 30 kilometre hızla güneş etrafında hareket eden dünyamız da seyyar bir gezegendir ve mescittir.

Lâkin ben dünya üzerindeki başka bir mescitten yani gemimizdeki bir yerden bahsetmek istiyorum.

‘Mescit deyince mihrap, minber, tesbih gibi şeyler akla gelir. Peki, senin bahsettiğin mescitte bunlar var mı? Yoksa namaz kıldığın için mi böyle diyorsun?’

Evet, var, gerçi bizimkiler biraz küçük zira gemide mescit olarak ayırdığımız yer oldukça dar, ancak 10 kişi sığabiliyoruz. Ama basamakları az da olsa minik bir minberimiz, ayrıca kıble devamlı değiştiği için mihrap olarak kullandığımız seccademiz de mevcut.

‘İyi de bizim bildiğimiz mescitlerde cemaatle namaz kılınır, ezan okunur, sarık bağlanır, bayramlarda ve cumalarda cemaatle namaz kılınır. Siz bunları yapabiliyor musunuz?’

Evet, elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz. Ramazan Bayramı namazını kılarak siftah ettik ve Cuma namazlarında da şu ana kadar aksatmadan devam ediyoruz. Cemaatimiz de hiç fena sayılmaz, vardiya nöbetçileri haricinde hemen hemen herkes iştirak ediyor. Hatta seyyar mescidimizin cemaati dışarı taşıyor koridorlarda namaz kılıyoruz. İmam efendi de usta gemicilerden. Ama imamlığı da usta işi. Çok güzel Kur’ân okuyup namaz kıldırıyor.

Kısaca gemimizde sadece minaresi eksik olan güzel bir mescidimiz var.

Yalnız bu mescidin özelliği dünyayı geziyor olması. Geçen gün Ekvator çizgisini güneyden kuzeye doğru geçtik. Halen Atlas Okyanusunda bir Afrika limanına doğru yol alıyor aynı zamanda 23 bin tonluk pirinç taşıyoruz. Seyyar mescidimiz limanlarda misafirlerimize de açık. Geçen seferimizde Alman yolcu gemisinde çalışan Türk teknisyenlerini misafir ettik.

Onlarla beraber namaz kıldık bu durum çok hoşlarına gitti. İlk defa böyle bir mescit görüyorlarmış.

Ben kaptan olduğum için böyle oluyor sanmayın. Ben gelmeden önce de mescit vardı. Fakat cemaatle namaz kılınmıyordu. Benden izin istediler ben de memnuniyetle kabul ettim.

Allah kabul etsin mahallemizdeki mescit kadar olmasa da cemaatle namaz kılıp kulluk borcumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. İnşallah, dünyanın çeşitli denizlerinde dolaşıp helâl rızık peşinde koşan binlerce gemide de böyle seyyar mescitler açılır ve gemiler ezan sesleri ve namaz tesbihatları ile çınlamaya başlar.

Yıllarca namazını tek başına ve kamarasındaki bir köşede kılmış birisi beni çok iyi anlayacaktır. Yalnız namaz kılmak insan ruhunun ihtiyaçlarını tam olarak doyurmuyor. İlla birlikte namaz kılmak yani cemaate ihtiyaç duyuluyor. Zira cemaatle kılınan namazın 25 hatta 27 kat daha sevaplı olduğuna dair hadisi şerif vardır. Gerçekten de cemaatle kılınan namaz insana bir başka güzellik katıyor. Böyle yerlerin açılmasına fırsat veren bütün armatörlerimize duâ edelim. Bu sayede yeryüzünün dörtte üçünün denizler ile kaplı olduğu dünyamızda Allah kelâmının gitmediği ve ulaşmadığı hiçbir nokta kalmamış olur.

Duâmız, Cenâbı Allah’tan kendisine hakkıyla ibadet eden kullarından olmayı nasip etmesi ve bütün denizci kardeşlerimizi her türlü belâdan korumasıdır.

10.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır