"Gerçekten" haber verir 01 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Yeni Asyadan Size

Kurban ilâvesi



Allah nasip ederse, önümüzdeki hafta başında bir Kurban Bayramını daha idrak etmiş olacağız. Pazar günü arefe, Pazartesi bayramın ilk günü.

Bu bayram öncesinde okuyucularımıza bir hediyemiz olacak: Kurban ilâvesi.

Arkadaşımız Umut Yavuz’un hazırladığı ve İlân Servisimizin özel ilân çalışmalarıyla desteklediği bu ilâvede yer alan bazı başlıklar:

n Kurban ve dindeki yeri.

n Kurban ibadetinin manevî anlamı.

n Kurbanla ilgili ilmihal bilgileri ve sıkça sorulan soruların cevapları.

n Kurban kesmenin şartları.

n Kurbanlık hayvanda, kesim esnasında ve kesim yerlerinde dikkat edilecek hususlar.

n Kurban etlerinin dağıtımı nasıl olmalı?

n Kurban etleri nasıl korunmalı ve saklanmalı?

n Bayramın toplumsal anlamı ve mesajı.

n Çocukların dünyasında bayramın yeri.

n Bayram namazı hakkında bilgiler.

n Risale-i Nur’da kurban.

Ve daha birçok konu...

Tabloid, yani yarım gazete boyunda hazırlanan Kurban ilâvemizi, önümüzdeki 5 Aralık Cuma günü gazeteyle birlikte okuyucularımıza takdim edeceğiz.

O günkü gazeteyle ilgili ek taleplerinizi şimdiden Abone ve Dağıtım Servisimize mail veya telefon yoluyla bildirmenizi ve bunun için 3 Aralık Çarşamba günü mesai saati bitimini geçirmemenizi rica ediyoruz.

***

Ajanda köşesi

Sistem ve çalışma esaslarıyla ilgili olarak son Temsilciler Toplantısına getirilip kabul edilen yeni düzenlemeler çerçevesinde, mahallerde tertiplenecek sosyal faaliyet ve etkinliklerin mahallî meşveret onayından geçtikten sonra hayata geçirilmesi; bu kuralın STK faaliyetleri için de geçerli olduğu ve ayrıca Risale-i Nur Enstitüsü adına yapılacak yerel faaliyetlerin şube değil, temsilcilik namına organize edilmesi gerektiği hususlarını hatırlatır; aksi halde söz konusu faaliyetlerin Ajanda köşemizde önceden duyurulması ile bilâhare gazetede haber olarak neşrinin mümkün olmayacağını bildiririz.

***

Büyük Cevşen, Namaz Tesbihatı,

Mu’cizat-ı Ahmediye

Son günlerde gazetede çıkan ilânlarda da duyurulduğu gibi, yeniden tanzim edilen Celcelûtiye ilâveli Büyük Cevşen (Hizbü’l-Hakaikı’n-Nuriye), biri sadece Arapça metin, diğeri asıl metnin yanında Türkçe Açıklamalı olmak üzere iki ayrı versiyonuyla okurların istifadesine sunulmuş bulunuyor. Kaliteli kâğıda renkli olarak basılan Cevşen’ler, altın varak bez ciltleri içinde okuyucularını bekliyor.

Kolay okunuşlu bilgisayar hattıyla yeniden yazılan Namaz Tesbihatı da, biri bez ciltli, diğeri karton kapaklı iki ayrı çeşidiyle hizmetinizde.

Ayrıca, Mu’cizat-ı Ahmediye (On Dokuzuncu Mektup) Risalesi’nin müstakil olarak neşredilip istifadeye sunulduğunu da ilâve edelim.

***

Bir mesaj

İzmir’den müdakkik ve gayyur okuyucumuz Bilâl Tunç’un mesajı:

“Mâşâallah birbirinden kıymetli yazarlarımızın birbirinden kıymetli yazıları daha da güzelleşti. Okumaya doyamıyoruz. İbrahim Özdabak’ın karikatürleri... Hepsi hârika.

“Gazetemiz, kemmiyeten biraz küçülse de keyfiyyeten büyüdü. Kabuk biraz inceldi, ama öz güçlendi. Âdetâ; ‘Ziyâde ve noksan noktasında, hakîkatle sûret, ma’kûsen mütenâsibdirler. Yâni, sûret kalınlaştıkça, hakîkat inceleşir; sûret inceleştikçe, hakîkat o nisbette kuvvet bulur’ hakîkati tezâhür ediyor…

“Zaman zaman Yeni Asya gönüllüsü kardeşlerimiz hissiyâtlarını çok güzel dile getiriyorlar. Hepsine cân ü gönülden katılıyorum..

“Bizlere bu güzellikleri yaşatmak için cansipârâne bir gayretle çalışan Yeni Asya kahramanlarına selâmlar, şükranlar, muhabbetler sunuyorum. Rabbim onlardan râzı olsun.”

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Cem Özdemir, Yeşiller ve bizimkiler...



Cem Özdemir´in Yeşillerin başına geçmesiyle heyecanlanan Türkler olduğu gibi, üzülen Almanlar da olmuştur. Bir de Obama benzetmesi yapılınca, Yeşillerin içinde de paniğe kapılanların olduğu kanaatindeyim.

Cemaatin veya şahs-ı manevînin yapısını anlayamamış, hazmedememiş ve siyasete hâlâ geleneksel reflekslerle yaklaşan Türkler, zaman içinde gerçeği az da olsa anlayacaklardır. Arzularını mevcut realitelerle nasıl karıştırdıklarını onlar da göreceklerdir.

Cem Özdemir´in şahsiyetinden önce, Yeşiller hareketinin mahiyetine bakmak gerekiyor. Avrupa solundan gelen, geleneğe başkaldıran, semavî dinlerin prensiplerine ya hiç bakmayan veya üstünkörü bir kültür unsuru olarak anlayan Yeşiller hareketinin Avrupa temsilcilerinin icraat ve fikirlerini incelemeden heyecanlanmak hakikaten erkendir.

Hürriyetperverlik, çevre hassasiyeti, demokrasilerde kahir ekseriyeti arama meyli, savaş karşıtlığı ve çok kültürlülüğe açık olmaları cihetiyle benimsenen bu siyasî hareketin; semavî dinlere ve dinlerin getirdiği prensiplere muteriz olmaları, yukarıda saydığımız müsbet yönleri etkisiz hale getiriyor. Hürriyeti, hükümet olmadan önce otoritelere başkaldırı olarak anladıklarından olacak ki, bu hareket 68 kuşağının ileri gelen eli sopalılarını bünyesinde toplamıştı. Gerçi Fischer´in dışişleri bakanı olmasıyla bu hareket hayatın bazı gerçeklerine biraz daha yaklaştı.

Yeşiller hareketinin hayal ettiği hayatın prensipleri belki de İslâmiyette mevcuttu. Fakat dine önyargılı olmanın getirdiği tarz ve bilhassa hürriyetin negatif yorumlanması, fıtrata dayanması gereken bu partiyi fıtrattan uzaklaştırdı. Hürriyet adı altında bazen düzenle kaosu karıştıran partinin, problem çözmek yerine yeni problemlerin oluşmasına sebep olduğu da vakidir.

Günümüz siyasetinin en büyük sıkıntısı, ifade ve beyan ile icraatın tenakuzudur. Global aktörlerin tesiriyle, çoğu kez tüzük ve programlar vaad edilenin tersi olarak icra ediliyor. İcraatı tüzüklerini tekzip eden partiler kervanına katılmış Almanya Yeşiller Partisine Cem Özdemir´in tek başına yeni bir tarz getireceğine inanmıyoruz. Kaldı ki, Özdemir´in hayata bakış tarzı Claudia Roth´un adesesinden çok da uzak değil. Türkiye´nin AB sürecini değerlendirirken geleneklerimize, İslâm kadınına ve aileye takılan Özdemir´in duruşu, yukarıda ifade ettiğimiz duruşlardan pek farklı görünmüyor.

Askerin siyasetteki vesayetine, Kemalizmin tıkadığı sistemin arızalarına, gelir seviyesinin dengesizliğine, devletçe gasp edilen hak ve özgürlüklere işaret etmesi gereken Türkiye kökenli politikacının bize bakışı, neredeyse Lâle Akgün´ün bakışına yaklaşıyor. Ama bundan böyle Cem Özdemir, insaniyete sahip çıkacak bir çizgiyi seslendirir, insaniyet adına İslâmî hayata saygı gösterir, sefahet ve kaosa karşı tavrını netleştirirse, Avrupa siyasetine büyük katkıda bulunmuş olur.

Cem Özdemir´in şimdiye kadarki çizgisiyle Yeşillere başkan olmasının, yeni yeni Avrupa siyasetine ısınan Türkiye kökenli gençliğe faydadan ziyade zarar getireceği kanaatindeyim. İslâmî değerleri benimseyememiş Müslüman ailelerden gelen çocukların, pusulasızlıktan siyasî kargaşayı arttıracağını düşünüyorum. Veyahut çok silik, Alman müteşebbisliğinden uzak, popülizm girdabına yakalanmış bir yol takip edeceklerdir ki, bunun ne Almanya´ya ve ne de Avrupa´ya faydası olur. Çünkü ortada bir kimliksizlik sözkonusudur. Alman Yeşilleri her ne kadar itikadî olarak Hıristiyanlığı inkâr etseler de, kültürel Hıristiyanlığa ciddî taraftardırlar. Müslüman gençler İslâmî kültürle alâkalarını kestikleri takdirde, sosyal ve siyasî anarşiye sebep olurlar… Bizden söylemesi…

Bütün bunlarla birlikte, bugünkü başkanlık için iki-üç sene önce terbiyeye tâbi tutulan Türkiye oirjinli bir siyasetçinin Almanya´da öne çıkması, Avrupalıların bakışlarını Türklere tevcih edecektir. Umarız ki, Cem Özdemir hatasız ve istikametli bir çizgi takip eder. Neoliberal ve Neocon´ların dolmuşuna binmiş bir kısım Alman siyasetçilerin gözünü açar ve bilhassa Hıristiyan Demokratları hab-ı gafletten uyandırır. Bu vesile ile sayın Özdemir´e yeni vazifesinde hayırlı başarılar diliyorum.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Deri’ kavgası olmasın



Nasip olursa önümüzdeki hafta Kurban Bayramını idrak edeceğiz. Son yıllarda Kurban Bayramları, beraberinde ‘kurban derisi’ tartışmasını da getiriyor. Elbette vatandaşın böyle bir derdi yok. Tartışmayı yapanlar, kesilen kurbanların ‘deri’lerine göz koyan çevreler.

Pek çok yanlış gibi bu uygulama da, 28 Şubat sürecinde alevlendi ve hâlâ varlığını sürdürüyor. Vatandaş ibadet kastıyla kurbanını kesiyor, birileri de çıkıp “Sen kestiğin kurbanın derisini illâ benim istediğim yere vereceksin” diyor. Bu tavrın hür ve demokrat herhangi bir ülkede eşi ve benzeri olmadığı gibi, muhtemelen demokrat olmayan ülkelerde de yoktur!

Uygulamayı unutanlar için kısaca hatırlatalım: Kurban derisi toplama ‘yetkisi’, çıkarılan bir genelge ile THK’ya verilmiş durumda. Başka herhangi bir dernek ya da vakıf, kurban derisi toplayamaz. Bununla birlikte, kurban kesen vatandaş isterse kurban derisini satabilir ya da başka bir yere bağışlayabilir. Bilhassa 28 Şubat süreci sonrasında bu konuda çok canlar yandı. THK dışındaki dernek ya da vakıflara bağışlanan derilere ‘baskın’ yapılmak süretiyle el konuldu. Yüzde yüz yanlış olan bu uygulama, son yıllarda nisbeten hafiflemiş olsa da birileri hâlâ ‘terör’ estirmenin peşinde.

Yanlış olduğu konusunda ‘ittifak’ olan bu uygulamanın hâlâ devam ediyor olması başlı başına bir garabet. Hükümet, milletten gelen bazı talepler karşısında çeşitli kurum ve kuruluşların itirazını bahane ediyor. Bu konuda atılacak adım ise ‘basit’ bile değil! Çünkü iş, kanun çıkarma ya da anayasa değişikliği gerektiren bir gayret gerektirmiyor. Sadece bir genelge düzeltilerek bu hatadan dönmek mümkün. Siyasî irade kullanarak bunu da yapmayanların millete verecekleri bir hesap olmalı.

Sivil toplum kuruluşları ve bazı siyasî parti temsilcileri de bu konudaki tepkilerini dile getirmişler. SP, MHP ve BBP yöneticileri “Kimse vatandaşın kurban derisini zorla toplayamaz. Deri gasbını sağlayan genelge bir an önce iptal edilsin” demişler. (A.Vakit, 30 Kasım 2008)

Aynı şekilde, sendika temsilcileri de deri gasbı genelgesinin kaldırılması gerektiğini ifade edip, “CHP (son günlerdeki ‘açılım’da) samimî ise, THK’yı deri toplamada yetkili kılan genelgenin iptali için mahkemeye başvuruda bulunsun” dileğinde bulunmuşlar.

Emekli bir savcı da, “Cami derneklerine, Kur’ân kurslarına deri baskını yapılması zaten suçtur. THK’ya verilen yetki genelgesi sadece ‘deri toplama’ yetkisidir. Vatandaş, derisini götürüp camisine, istediği yurda, kursa bağışlayabilir. Yeni düzenleme yapılmalı” şeklinde konuşmuş.

Bir ilâhiyatçı da şunları söylemiş: “İnsanların kurban ibadetini ifa etmelerine müdahale edilmemeli. Zorla deri toplamak, ibadete, din ve vicdan özgürlüğüne müdahaledir. Vatandaşın ibadetine dokunmayın.”

Doğrular da belli, yanlışlar da. “Deri genelgesi”nin düzeltilmesi için hâlâ vaktimiz var. “Yasak deriler ele geçirildi” türünden haberlerle bayramın gölgelenmesini istemiyoruz...

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

İkinci 11 Eylül yakıştırması ne kadar doğru?



Hindistan’da 10 ayrı yere yapılan terörist saldırıların ardından medyada hemen “ikinci 11 Eylül” sesleri duyuldu. Evet saldırıların 11 Eylül’de New York’taki ikiz kulelere yapılan saldırılara benzerlikleri yok değil. Zira her iki vak’ada da şüpheler hemen “Müslümanlar” üzerinde toplandı. Aslında “İslâmî terör” meselesini ve onun en birinci ateşleyicisi olan El Kaide fenomenini dünyamıza kazandıran da 11 Eylül olaylarıydı. İşte bu halkanın bir devamı olması açısından Hindistan’daki Tac Mahal ve Oberoi Otelleri ve diğer 8 ayrı merkeze –ki bunların içinde bir Yahudi yardım kuruluşu da var- yapılan eş zamanlı ve olağanüstü planlı saldırılar ciddî bir şekilde analiz edilmesi gereken olaylardır.

Bu tür devâsâ boyutlu terör hareketlerine çok geniş boyutlu olarak bakılmadığı takdirde, olayların keşmekeşi içinde hakikati anlamanın imkânsız olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü zaten ortalık toz duman iken bir şeyleri netçe görmek mümkün değildir ama bir de işin içine uluslar arası tezgâhlar karışınca kafalar da doğru orantılı olarak karışacaktır.

Şimdi Hindistan’ı vuran bu terör dalgasından –ki buna terör dalgası demek bile ayrı bir tartışma konusudur- onlarca farklı komplo teorisi ve senaryo üretmek, varsaymak mümkündür. Ancak şu etapta bunların hiçbiri kesinlikle net ve gerçekçi olamayacaktır. Dolayısıyla saldırıların adını koymak yerine sadece olaya projeksiyon tutmak şu etapta en doğru yaklaşımdır.

Ancak gelin görün ki; böylesi duyarlı bir tutum yerine herkes hemen terörün adını koymaya çalışmaktadır. Zira saldırıyı düzenleyenlerin adları her zaman olduğu gibi Emir, Abdullah, Mustafa vs’dir… Olaya İslâmî terör demek, saldırganlara da “aşırı dinci radikaller” yakıştırması yapmak işin en kolay tarafıdır. Ancak sıfatları yakıştırırken hakkaniyet ölçülerine dikkat etmek gerekir. Bu noktada her terörist saldırıdan sonra “İslâm terörü tasvip etmez” türünden şeyler söylemenin artık gereği yoktur. Evet özünde İslâm terörü tasvip etmemektedir ama İslâmı yanlış yorumlayan bir takım gruplar böylesi terörist eylemlere karışabilirler. Ama diğer yandan da uluslar arası derin komiteler bazı uzun vadeli ve küresel çıkarları için bu tarz terör eylemlerini düzenleyebilir yahut düzenlenmesine zemin hazırlayabilirler. Şunu da söylemek gerekir ki bu tarz bir yaklaşımı dile getirirken başta söylediğimiz “komplo teorisyenliği” nev'înden bir tutuma girmek mecburiyetinde kalınabilir. Ancak bazen de teoriler hakikate çok yaklaşabilir.

Bu noktada Hindistan’daki olayların ilk anında akla gelen ilk isim El Kaide olurken, olayı adı neredeyse hiç duyulmamış ‘Deccan Mücahidleri’ adlı bir grup üstlenmiştir. Deccan, Hindistan’ın orta kesimlerinde yer alan bir bölge olup, bu örgütlenmenin de “Hintli, eğitimli ve genç Müslümanların” “gevşek bir örgütlenmesi” olduğu düşünülüyor. Ancak olayın işleniş şekline ve kullanılan silâhlara bakıldığı zaman böylesi bir örgütün işi olmadığı aşikârdır. Diğer yandan göz ucuyla ve üstü kapalı da olsa Hindistan yönetimi eski alışkanlıkların verdiği bir itiş gücüyle saldırıların Pakistan kaynaklı olduğunu iddia ediyor. Hindistan Başbakanı Manmohan Singh olayın dış bağlantılı olduğunu söylüyor ve aynı gün Pakistan’ın Karachi bölgesinden gelen bir kargo gemisine olayla bağlantılı olduğu gerekçesiyle el konuluyor. Gelin görün ki, daha sonra geminin olayla alâkası olmadığı anlaşıldı. Tutuklanan saldırganlardan ismi açıklanan ilk kişi de bir Pakistanlı olan Ecmal Emir Kemal oldu. Bütün bunlar şüphesiz rastlantı değil. Hindistan yönetimi olayı Pakistan’la bağlantılı göstermek istiyor. Uluslar arası terör analistleri bu tavrın Hint yönetimini olaydan politik çıkarlar devşirmek amacına bağlıyorlar. Halbuki bu ihtimalden ziyade saldırıların dış kaynaklı değil de Hindistan’ın içindeki İslâmî hareketlerle bağlantılı olma ihtimalinin daha yüksek olduğunu da ekliyorlar.

Yani baktığınız zaman hem El Kaide, hem Pakistan hem de Hintli Müslümanlar yaptı demek mümkün. Yani olayda kafa karışıklığı had safhada… Bunun da bilinçli bir şekilde vak'adan birden çok faydalar devşirmek amacıyla planlandığı söylenebilir pek tabiî ki!

Ama, bütün bu yaklaşımlar olayın sıcaklığıyla yapılan aceleci yorumlardan ve kasıtlı söylemlerden başka şeyler değil. Halbuki ben size bütün bunlardan uzak olarak daha geçtiğimiz 22 Kasım 2008 günü, bütün Amerikan istihbarat kuruluşlarını bünyesinde toplayan “Ulusal İstihbarat Konseyi” tarafından yayınlanan ve çokça ses getiren istihbarat raporundan şu alıntıyı sunmak istiyorum: “Rapor, önümüzdeki on yıllarda dünyanın küreselleşme etkisiyle yeniden şekillenmeye başlayacağını, iklim değişikliği ile ciddî tahribatlar yaşayacağını, gıda, su, enerji gibi alanlardaki kıtlıklara bağlı olarak bölgesel karışıklıklar ve istikrarsızlıklar yaşanacağını öngörüyor. Rapora göre ayrıca, ABD’nin yeni rakipleri Çin ve Hindistan.”

Evet rapor yükselen iki devden Çin ve Hindistan’dan bahsediyor. 2 Kasım 2008’de medyada yer alan haberlerde ise Amerikan medya devi Rupert Murdoch, gelecek birkaç on yıl içerisinde dünyayı Çin ve Hindistan’ın şekillendireceğini öne sürüyordu.

İşte bazılarının “ikinci 11 Eylül” olarak nitelediği bu saldırıların neden Hindistan’da ve Hindistan’ın ticaret, finans ve kültür başşehri olan Mumbai’de yapıldığı konusunda bir ipucu...

Bundan tam 7 yıl önce Hindistan-Pakistan ilişkilerinin yumuşama sürecine girdiği bir vakitte 13 Aralık 2001 tarihinde Yeni Delhi’deki Hindistan Parlamentosu’na bir terörist saldırısı düzenlenmiş ve nükleer güç sahibi olan bu iki ülke yine savaşın eşiğine gelmişti. Bugün üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen, aradaki Keşmir meselesi de hâlâ tazeliğini korurken iki ülke arasındaki ilişkilerde bir arpa boyu kadar yol alınamadığını görüyoruz. İşte bu da, bu tipten saldırıların bazen seri bir şekilde, bazen dalgalar halinde bazen de belirli periyotlarla sürekli tekrarlanmasının sebepleri konusunda sadece küçük bir ipucu…

Şimdi soğukkanlılıkla oturup düşünmek gerekiyor. Zira oturduğumuz yerden “İslâmî terör” “aşırı dinci teröristler” gibi yakıştırmalar yapmak oldukça kolay. Ancak böylesi geniş çaplı terörist saldırıların artık çok boyutlu tezgâhlar olabileceği ihtimalini de düşünmemiz gerekmez mi? Daha da önemlisi dünyanın belirli bölgeleri her daim kasıtlı olarak bir gerginlik ve kriz merkezi olarak tutulmak isteniyor olabilir mi? Kimbilir? Belki de cevabı zamanla öğrenebiliriz…

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Terör olaylarının İslâma isnadı…



Hindistan’ın Bombay şehrindeki saldırılar, ekonomik kriz cenderesindeki dünyanın dikkatini yeniden “küresel terör” tezgâhına çevirme komplosunu taşıyor.

Bombay’daki bombalamaların daha ilk saatte Pakistan’la ilişkilendirilmesi, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin Ortadoğu’nun kalbinden Asya’nın kalbine, Önasya’ya, Hint yarımadasına kaydırıldığının ilk sinyalini veriyor.

Ve “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olan bu plân, daha seçilmeden Afganistan’a yoğunlaşacağını söyleyen yeni başkan Obama’nın “önceliği”yle de uyuşuyor. Böylece ABD’nin “terörle mücadele stratejisi” ve “önleyici müdahale” teziyle “kriz merkezi”, Amerikan-İngiliz işgaliyle Irak’tan Pakistan’a kayıyor…

Özetle bir taşla birçok kuş vuruluyor… Evvela, küresel hegemonya ve çıkar çatışmasının Asya’nın içlerine yayılması. Peşinden Karzai’nin dahi artık işgale gına getirdiği, “operasyonları sonlandırma takvimi vermezseniz Taliban’la uzlaşırım” restini çektiği süreçte, Orta Asya ve Hazar Havzası enerji kaynakları ve hatları üzerindeki Afganistan’la beraber Pakistan ve Hindistan’ın tamamen teslim alınması.

Bunun için Pakistan’ın içinin karıştırılması, istikrarsızlığa sürüklenmesi…

PAKİSTAN–HİNDİSTAN SAVAŞI PROVASI

Onca BM kararına rağmen İsrail’in Filistin’deki soykırımı gibi Hindistan’ın Keşmir’deki sistemli katliâmı zaten devam etmekte. Bu da yetmiyormuş gibi uzun zandır bölgede politikaların taşeronluğunu üstlenen Pakistan’a bahaneler aranmakta. Bunun için öteden beri kışkırttığı “Şiî-Sünnî ayırımı” kamplaşması ve ihtilâfı körüklenmekte.

Bundandır ki medreseleri kapattırmadığı ülkenin Veziristan bölgesini peşpeşe bombalanmakta, yüzlerce sivilin katledildiği füze saldırıları düzenlenmekte. Kargaşa, kaos ve iç karışıklıkla eyâletler kışkırtılıp ülkenin bölünüp parçalanmasına çalışılmakta.

Baskınlar ardından Pakistan’ın suçlanıp olayların “Hindistan’ın 11 Eylül’ü” olarak lanse edilmesi boşuna değil. Belli ki saldırılar büyük fitnenin bir parçası…

60 saat boyunca canlı yayında bütün dünyanın gözü önünde meydana gelen olayların iliştirilmiş “yerli” ve yabancı medya tarafından Pakistan üzerinden 11 Eylül’le ilişkilendirilmesinin bir diğer maksadı, iki sene önceki Keşmir depremiyle düzelen Pakistan-Hindistan yakınlaşmasını baltalamak, gerginliği tırmandırıp kavgayı alevlendirmek…

“Terör ve Pakistan bağlantısı”yla yeniden Müslüman–Hindu çatışmasına ve yarım asrı aşkındır kanayan yara Keşmir üzerinden iki ülkeyi bir defa daha savaşa tutuşturmak.

Bölgedeki İsrailli ajanların ve askerî uzmanların tahrikiyle, “İsrail-Hindistan ortak projeleri” gereği bölgeden koparılmaya çalışılan Hindistan’ı, saldırılar bahanesiyle ABD-İngiltere ve İsrail’e mecbur etmek; bölgedeki politikalarına teşne hale getirmek. Tıpkı daha önce yine yüzlerce sivilin öldüğü ve yaralandığı Hindistan’ın çeşitli şehirlerindeki saldırılarda olduğu gibi…

Neticede tetikçileri kim olursa olsun; hangi taşeron “örgüt” ya da “maşa” kullanılırsa kullanılsın, Hindistan’daki olaylar ABD-İngiltere-İsrail ekseninin küresel hegemonya politikalarına hizmet etmekte. 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi karmaşık ilişkiler ortasında, “hâdise kime yarıyorsa ve hangi menhus maksada hizmet ediyorsa fâilleri onlardır” gerçeğini bir defa daha ortaya çıkarmakta.

Bu arada saldırılar için Asya’nın finans ve ticaret merkezinin seçilmesi, AB’nin yanı sıra Çin ve Rusya ile birlikte Batıya kafa tutan Hint ekonomisini çökertilmesi ve yüzmilyonlarca Müslümanın yaşadığı ülkenin 11 Eylül anaforuna sokulup iç savaşa sürüklenmesi plânı olarak karşımıza çıkmakta…

SALDIRILARDAKİ “PARMAK İZLERİ”

Uluslar arası medyaca, El Kaide ile irtibatlı olduğu iddia edilen ve Pakistan istihbaratınca istimal edildiği şâyiası yaydırılan sözkonusu tetikçi örgütlerin başta Amerikan, İngiliz ve İsrailliler olmak üzere Batılıları rehin almasının, daha ilk dakikalarda “İslâmcı militanlar” isnadıyla İslâmâbad’ın açık hedef gösterilmesinin maksadı bu…

Bu maksat, BOP’un “revizesi”yle “ikinci Avrupa”nın her şeyi menfaatine feda eden küresel “fitnekârâne sinsî siyaset”in kılık değiştirerek yine iş başında olduğunu göstermekte. Hâdiselerin hengamesinde kaybolan, baskına uğrayan “Yahudi Yardım Kuruluşu”nda bir haham beş Yahudi’nin İsrail askerlerince öldürüldüğü haberi, bu açıdan çarpıcı…

Bütün bunlar, aynen Afganistan’da ve Irak’ta olduğu gibi, ülkelerin başına terör, sefâlet, kitlesel ölümler getiren, darbeleri yaptıran, suikastları düzenleyen ve Türkiye’deki darbelerde “parmak izleri” bulunan “Siyonist lobi”nin konseptiyle binlerce, milyonlarca mâsumun kanını heder etmekte.

Neticede Amerikan devletine politikalar üreten, bir çok Latin Amerika ve Uzakdoğu ülkesinde, Vietnam, Laos, Kamboçya ve Endonezya’ya İkinci Dünya Savaşının iki katı olan dört buçuk ton bomba atılarak onbinlerce insanın öldürüldüğü katliâmları plânlayan, kimyasal zehirleri kullanarak çevreyi tahrip eden karanlık lobinin en karanlık adamlarından, Nixson ve Ford dönemlerinin ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı 84 yaşındaki Henry Kissinger’in projesi uygulanmakta…

Hindistan’daki terör saldırısı ve patlamaların “El Kaide” ve “Taliban” üzerinden Müslümanlara ve Pakistan’a ihâle edilmesi de bu projenin bir parçası…

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Öğretmenin değeri



Geçtiğimiz hafta Öğretmenler Günü kutlandı. Bu vesileyle toplantılar düzenlendi. Resmî ağızlardan günün mânâ ve ehemmiyetini anlatan açıklamalar yapıldı. Öğretmenler Cumhurbaşkanlığı’nda, Meclis’te, Başbakanlık’ta, Millî Eğitim Bakanlığı’nda ağırlandı.

Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısındaki konuşmasına Öğretmen Günü ile başladı. Son 6 yılda “muazzam” bir eğitim-öğretim seferberliği başlattıklarını açıkladı.

Eğitim sendikalarının “gün” dolayısıyla yayınladıkları araştırmalarda ise bu rakamların böyle olmadığını ortaya koydu. Eğitim-Bir-Sen’in yaptığı araştırmaya göre, öğretmenlerin yüzde 65’i mesleklerinden memnun değil, yüzde 58’i hak ettikleri geliri alamadıklarını söylüyor. Öğretmenlerin yüzde 52’si MEB’in kendilerine yeterince değer vermediğini düşünüyor. Bütün bu olumsuz tabloya rağmen “tekrar öğretmenliği seçerim” diyenlerin oranı ise yüzde 53 nisbetinde...

Türk Eğitim-Sen’in araştırmasına göre de öğretmenlerin yüzde 48.8’i kazandığı ücretle geçinemiyor. Ankete katılanların yüzde 71’inin borcu bulunuyor. Öğretmenler “en büyük sorun” olarak ücret yetersizliğini görüyor. Öğretmenlerin yüzde 40’ından fazlası ayda bir kitap dahi alamıyor.

OECD ülkeleri ortalaması 46 bin 290 dolar olurken, Türkiye’de ise, en üst derecedeki öğretmenin yıllık maaşı sadece 15 bin 780 dolar civarında. Bağımsız Eğitimciler Sendikası da yoksulluk sınırı dikkate alındığında öğretmen maaşının 2 bin 770 YTL olması gerektiğini açıkladı.

Bu “gün”de yaşanan bir olayı da aktaralım. Öğretmenler kendi günlerini kutlarken toplantılara dahi alınmıyor. Gazetelere yansıyan haberlere göre, Batman’da Öğretmen Günü dolayısıyla düzenlenen törene başörtülü öğretmenler alınmamış. Bu işi 6 yıldır çözemeyen ve yeni “açılım” yapanlara duyurulur.

Özgür Eğitim-Sen ise ‘Öğretmenler Günü’nü kutlamadı. Kutlamama gerekçesinden de “dersler” çıkarılması gerekiyordu. Sendikanın Genel Başkanı Yusuf Tanrıverdi, Öğretmenler Gününün 1981’den beri 24 Kasım’da kutlandığını hatırlatırken, “Bu günün 24 Kasım’da kutlanmasına karar verenlerse 1980’de Meclis’i basıp ülkeyi silâh zoruyla ele geçiren darbecilerdir… 24 Kasım günü farkında olmadan kutladığınız şey darbedir… Kutlayacağımız güne darbecilerin karar vermesi biz eğitimciler için utanç vericidir. Bu utancı sırtımızda daha fazla taşımak istemiyoruz” diyerek Öğretmenler Gününün, 5 Ekim ‘Dünya Öğretmenler Günü’nde kutlanmasını tavsiye etti.

* * *

Öğretmenler Günü dolayısıyla öğretmenler arasında dolaşan bir e-mail bize de ulaştı. Bu maili aktararak Öğretmenler Gününde öğretmenin değerinin nasıl olması gerektiğini görelim…

“Öğretmen okulunu yeni bitirmiş ve tayini memleketinden uzak bir kasabaya çıkmıştı. Okula geldiği gün tanıştığı ve sık sık yardımına başvurduğu tecrübeli bir öğretmen arkadaşı onun en büyük teselli kaynağıydı. Sıkıntısını onunla paylaşıyor, onun desteğiyle derslerine giriyordu.

“Bediüzzaman ismini ilk defa ondan duydu. Eserlerinin bir kısmını onun vesilesiyle okudu ve büyük bir heyecan duymaya başladı. Onu görmek, bizzat ders almak isteğini öğretmen arkadaşına iletti. Bir hafta sonu Isparta’ya gittiler. Öğleye doğru Bediüzzaman’ın evinin önündeydiler. Daha kapıyı çalmaya fırsat kalmadan kapı açıldı ve içeriden genç biri çıktı, ‘Üstad sizi bekliyor’ dedi. Şaşırdılar, geleceklerini kimse bilmiyordu. Bediüzzaman onları ayakta karşıladı. ‘Hoş safa geldiniz kardeşlerim’ dedi ve onlara yer gösterdi. ‘Ben bu zamanın dindar öğretmenlerine eski zamanın velileri gözüyle bakıyorum” dedi.

Misafirlerine lokum ikram ettikten sonra öğretmenlere dönerek devam etti: “Çünkü eski zamanda dinî eğitim anne babaya verilmişti, bu zamanda o vazife öğretmenlere verilmiş. Öğretmenin iyisi çok iyi, kötüsü de çok kötüdür. Çünkü masum çocuklar öğretmenlerine çok dikkat ederler, adeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürlerse aynen çekerler. Öğretmenin iyisi minare başında, kötüsü kuyu dibindedir. Ortası yoktur.” (Bu hatıra: ‘Son Şahitler’ adlı kitapta Bayram Yüksel’e atfen aktarılıyor.)

İşte öğretmenin değeri böyle anlaşılır. Öğretmenler maddî anlamda az maaş alabilir, geçimlerini zor temin edebilir. Öğretmenlerin, Bediüzzaman’ın bu tavsiyelerini dikkate almaları gerekmez mi?

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Hiçbir edebiyat dinsiz değildir



Kabiliyet, insana

Yaratıcının emaneti

Öğrencideki kabiliyetler uyandırılırsa, eğitim renklilik kazanacaktır. İnsan yapısı gereği akıl, kalp, ruh, sır ve hayal gibi cihazlarla donatılmıştır. Bu cihazlar, Cenâb-ı Hakkın isimlerini talim etmek üzere (Esma talimi), insana verilmiştir. İşte eğitim, bu amaç gerçekleşirse eğitimdir.

Din benim pozitif

enerji kaynağım

Bir eğitim programından sonra, öğrencilerden birisi: “Hocam, pozitif insan modelini çizerken, dine çok vurgu yaptınız” dedi.

Ben de; “Ben bir dinin mensubuyum. Elhamdülillah Müslüman’ım. Bu benim için bir şükür vesilesidir. Dinim benim, pozitif enerji kaynağım.” dedim.

Gençler, hep bir ağızdan, Oooo deyip, alkışlamaya başladılar. Ben de, ‘Dinim benim, pozitif enerji kaynağım” sözü çok mu orijinal?’ dedim.

Öğrencinin cevabına bakın: “Öğretmenlerimiz, Batılı bir düşünürden nakil yaparkenki rahatlığını, dinden nakil yaparken gösteremiyor.”

İçim, cızz etti. Kendi kendime, öğretmenlerimiz için ‘İşte olmadı’ dedim.

Nasihlerin nasihatlarının tesirsiz hale gelmesinin sebebi işte budur.

Evet, din ile ilgili kurduğumuz cümleler, önce ağzımıza yakışmalıdır.

Eser varsa, san'atlıysa;

San'atkârı da vardır

Yaratıcı düşünülmeksizin hiçbir bilim, bilim olmaz. Olsa da o cehalettir. Sadece bilgi, kuşun tek kanatlı olmasına benzer, uçamaz. Onun için, ‘dinsiz ilim kördür, ilimsiz din topaldır’ denmiş. Bir tıp doktoru, üzerinde çalıştığı insan bedeninin kimin eseri olduğunu bilmek durumundadır. Eser varsa, san'atlıysa, San'atkârı akla gelmelidir. Nitekim insan, bir icadını sahipsizliğe havale eder mi?

Onun için her bilim dalı, önce yaratıcıyı anlamalı ve anlatmalıdır. Hiçbir şey, din olmaksızın gerçek anlamını bulmuş olmaz. ‘Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası; ihya-i din ile olur, şu milletin ihyası’, sözü onun için söylenmiş.

“Hiçbir edebiyat dinsiz değildir”

Tabi insan biraz dinini bilince ve bunu paylaşınca, adı ‘hoca’ya çıkıyor. Aslında olması gereken, bütün mensuplarının dinini bilmeleridir.

Öğrenciler aralarında bazı öğretmenlerle voleybol oynuyorlar. Bilgilerini paylaşmakla meşhur edebiyatçı da oradan geçmektedir. Oyundaki öğretmenlerden birisi öğrencilere, “Arkadaşlar! Din kültürü hocanız geçiyor” diye seslenir.

Öğrenciler, “Hocam, o bizim din değil, edebiyat hocamız” derler.

Edebiyatçı, bir edebiyat daha yaparak, durumu toparlar ve “Arkadaşlar, hocamız doğru söylüyor. Çünkü, “Hiçbir edebiyat dinsiz değildir” der. Tabiî takım halinde yine ‘Ooooo’ seslerine alkışlarda katılır.

Eğitimciler, dinden bahsederken, cümleler ağzımıza yakışmalıdır. Yoksa, dilimizden iğreti dökülen cümleler, itibar görmez.

Sözümüzün gücü, bizim o söze inanma gücümüze bağlıdır.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ruhan ASYA

Gelin birlik olalım, CHP’yi iktidar yapalım!



“Kırk yıllık Kâni, olur mu Yani” demeyin, oluyormuş. Bir türlü mutlu sonla neticelenemeyen “başörtüsü” filminde kötü adam rolünü oynayan CHP büyük bir inkılâp geçiriyor. Mâlûm, zaten inkılâpların partisi o. Yıllardır inanan kesime ve son yıllarda başörtüsüne karşı güttüğü politikanın tutmadığını anlayan Deniz Baykal artık iyi adam rolüne soyundu. Başörtüsü söz konusu olduğunda anamuhalefet olma payesini kimseye kaptırmayan Baykal, yeni imajıyla çarşafa bile kucak açmış durumda. Mavi boncuk kampanyası mı desek, rozet kampanyası mı, bilmem.

“Kahrolsun şeriat” sloganının yerini, şimdilerde “Gelin birlik olalım, CHP’yi iktidar yapalım” sloganı almış durumda. “Gel, gel! Ne olursan ol, gene gel. İster çarşaflı, ister türbanlı, ister laik, ister Kemalist. Ne olursan ol, gene gel” diyen CHP’nin altı oklu kapı tokmağını çal, sonra rozet al.

Uzun yıllardan beri siyasetin içinde olan Deniz Baykal, halkın reyiyle bir türlü iktidar olamayan, hep muhalefette kalan talihsiz bir parti lideri. Müzmin bir hastalığın pençesinde kıvranıp duruyor. ”Koltuk sevdası” hastalığının. Yâ Rab, ne menem bir hastalık bu ki Baykal bize kucak açıyor. Reçeteyi de kendisi yazıyor: “Türbana dost ol, iktidar ol!”

Daha düne kadar başörtüsü için:

“50 yıl önce türban var mıydı? Yeni bir peygamber mi türedi? 50 yıl önce Müslüman yok muydu?”

“Arap, Vahhabi, Abbasi, Emevi İslâm yorumunun Türkiye’ye yönelik projelerin simgesi olarak işbirlikçilerle birlikte Anadolu’da dayattığı yabancı üniformadır” diyen Deniz Baykal siyaset hayatında ter temiz, bembeyaz bir sayfa açtı:

“Kıyafetle siyaset arasında yüzde yüz bire bir bağlılık varsayımı artık geçerli değildir. Önemli olan kıyafet değil, insan... Belli bir örtünme biçimini benimseyen herkes mutlaka belli bir siyasete angaje midir? Genellikle biz böyle anlıyor, kabul ediyoruz, toplum genellikle böyle anlıyor, bizim de böyle anladığımızı düşünüyor. Biz böyle bakmıyoruz. Başörtülü birisi, türbanın ifade ettiğini zannettiği siyasetin dışında yer alabilir. CHP’ye de oy veren türbanlılar vardır. Bizim partililerimizin eşleri arasında türbanlılar vardır. Bu çok doğaldır. Bunda bir mesele yoktur.”

Evet, bu sözler Baykal’a ait. Yıllarca başörtüsünün siyasî bir simge olduğunu söyleyen Baykal, son günlerde bakın ne diyor:

“İnsanları kıyafetlerine göre etiketlememeliyiz. Onların siyaseti konusunda kıyafetinden yola çıkarak bir damga vurmamalıyız.”

Bu ne yaman çelişki Baykal. Daha önceki tutum ve söylemlerinden dolayı günah mı çıkarıyorsun, yoksa “Siyaset menfaat üzerine dönen bir canavardır” sözünü doğrulayan yeni bir örnek daha mı veriyorsun? Ya da -bizim temennîmiz- artık birtakım gerçeklerin farkına vardın. Geç de olsa, başörtüsünü görmezden gelmekle, hatta hak ihlâline alkış tutmakla bir yere varılamayacağını anladın. Ama anlaman gereken birşey daha var:

Sadece CHP çatısı altında değil, üniversitede, devlet dairelerinde ve her yerde başörtüsü kabul görmeli. Bunu açıkça ifade etmeli ve uygulamaya da yansıtmalısın. Aksi halde, zaten son derece şüpheyle karşılanan sözlerine kimse inanmaz ve gülüp geçer.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Aydınlık ve karanlığın çarpışması



İslâm nurunun dünyayı aydınlatmasından önce dünya fetret devrini yaşamaktaydı. Çünkü Hz. İsa’dan sonra bir peygamber gelmemişti. Bu sebeple insanların aklı başında olanları ya Hz. İsa’nın dini üzere yaşıyorlar veya Hz. İbrahim’in Allah inancına sahip Hanif dinine göre hayatlarını idame ettiriyorlardı. Arabistan’da ise puta tapıcılık yaygın bir durumdaydı. İnsanlar Allah’a inanmakla birlikte taştan, tahtadan yapılmış putları Allah’a ortak koşmaktaydılar. Bu sebeple bu döneme cahiliye dönemi denmekteydi.

Hz. Muhammed Aleyhisselâtu Vesselâmın teşrifinden ve Risâlet vazifesini almasından sonra, Allah’tan gelen emirlerle cahiliye adetlerine karşı mücadele edilmeye başlandı. Allah’ın Yüce Resûlü bu mücadelesinden hiç taviz vermedi, en ufak bir tereddüt göstermedi. Çünkü insanlar arasında yaygın olan bir çok âdet insanlığın düşmanıydı. İnsanlık âleminin gerçek mahiyetine kavuşması için mutlak sûrette bu cahiliye karanlıklarından kurtulması gerekirdi. Nitekim öyle de oldu, şirk kaleleri başta Arabistan olmak üzere bir çok ülkelerde yerle bir oldu.

Ancak dünya imtihan dünyasıydı ve İslâm gönüllere hitap etmekteydi. Zorlama ile değil ikna ile insanların İslâm’a girmeleri isteniyordu. Kâinatı aydınlatan İslâm nuru bir çok gönülde taht kurdu. Ancak cehalet tamamiyle yok olmadı. Çünkü Ebû Bekir-i Sıddıklarla Ebû Cehiller hiçbir zaman aynı derecede olmayacaktı. Çünkü Cennet insan istediği gibi Cehenneme de odun lâzımdı. Bunun için iman dâveti yapılınca akıllara kapı açılıyor, ancak zorlamalarda bulunulmuyordu.

İman nuru Asr-ı Saadetten bu yana muhtaç gönülleri aydınlatmaktaydı. Ancak şeytan ve avaneleri de var güçleriyle çalışmakta ve kömür ruhlu insanları saflarına almaktaydılar. Şüphesiz bu durum kıyamete kadar devam edecek. Herkesin Rabbine karşı hesabını vereceği din gününe kadar, her asırda ve her zamanda inananlar ile inanç düşmanları arasındaki mücadele varlığını devam ettirecektir.

Dikkatle baktığımız zaman bütün olayların temelinde Cahiliye devrinin karanlıkları ile Asr-ı Saadet döneminin aydınlığının çarpışması bulunmaktadır. Zira insanlar yaptıklarıyla ya Ebu Cehillerin yolundan gitmekte veya Allah’ı ve Resûlünü (asm) sevindirmektedirler. Yani yapılanlar ya Kâinat Sultanı olan Rabbimizin rızası dairesinde kalmakta veya şeytanların hesabına geçmektedir.

Diğer bir ifadeyle insanların bir kısmının hayatları iman çekirdeğini beslemektedir. Bu çekirdek Cennette bir ebedî saadet olarak neşv-ü nema bulacaktır. Diğer yandan küfür ve dalâlet üzere yaşayanların ise hayatları bir zakkum ağacının çekirdeği gibi Cehennemde yerini bulacaktır. Ama dereceler farklı olacak, dünya hayatından dolayı sadece mükâfatlandırılanlar olacağı gibi, önce işledikleri günahların cezasını çekip sonra da Rabb-i Rahîmin rahmet hazinesinden istifade ederek, imanlarından dolayı ebedî saadet âlemine ayak basacak olanlar da olacaktır. Cehenneme dahil olanlar da aynı yerde olmayacak, kimisi esfel-i sâfilîn denilen cehennemin en derininde olacak, kimisi de daha ehven yerlerde kendine yer bulabilecektir.

Gerek âyetlerle, gerekse de Peygamberimizin (asm) hadisleriyle şüphe götürmeyecek şekilde izah edilen ahiret hayatını düşünerek hayatımızı devam ettirirsek, dünyadaki hadiselerin geçiciliğini daha iyi anlayacak ve imanlı bir hayattan taviz vermeden yaşantımızı devam ettireceğiz. Böylece dünya hayatının apaçık bir oyun ve oyalanmadan ibaret olduğunu daha iyi anlamış olacaktık. O zaman âfakî meseleler imanımızın önüne geçemeyecek ve hiçbir dünya hadisesi Rabbimize olan kulluğumuzu engellemeyecek, zihnimiz öncelikle Rabbimizin emirlerini yerine getirme üzerine mesai sarf edecekti.

İtiraf etmek gerektir ki, bizlerin hayatımızı yeniden gözden geçirmeye ihtiyacımız bulunmaktadır. Ne yazık ki iman nimetinden yeterince istifade ettiğimiz söylenemez. En önemli görev olan lisan-ı hâl ile imanın güzelliklerini etrafa anlatma vazifesini yerine getirme şerefini elde ettiğimizi iddia etmemiz de oldukça zor. Hâsılı, Rabbimizle olan rabıtamızı, Resûlullah (asm) ile olan Peygamber-ümmet münasebetimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekliliği inkâr edilemez bir gerçektir.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

DİN UMUMUN ORTAK MALIDIR



Sol eğilimli bir partiye çarşaflı insanların üye olarak kabul edilmesi ya da böyle bir durumun gündeme gelmesi arka planındaki niyet ne olursa olsun hayırlı bir gelişmedir. Bu durum memleketin geleceği ile ilgili kader algısı noktasında her toplum kesiminin manevi değerlere daha saygılı olacağı noktasında işaretler barındırmaktadır. Belirli bir kesimin kendini böyle bir davranış içerisinde sergilemek eğilimi bile toplumun geldiği nokta açısından bakıldığında çok ümit verici bir tablodur. Bu gelecek günlerde toplum genelinde tevhid algısının ve birlik duygusunun daha ön plana çıkacağını müjdelemektedir.

İnsanlık tarihinin en temel problemlerinden birinin toplu hayat ya da toplum hayatı şeklinde yaşamanın kurallarını ideale en yakın şekilde koymak olmalı. Esmanın zenginliği ve mutlaklığı gereği fıtratlara yansıması da çok farklılıklar arzediyor. Bu nedenle insanlar adedince farklı duygu, düşünce ve davranış özellikleri var. Hazret-i Adem’den (a.s.m.) bu yana bütün insanları yan yana koysak tek yumurta ikizleri dahil olmak üzere tamamen birbirinin aynı olan iki insan bulamayız. Bu kadar farklı özellikleri olan milyonlarca farklı irade, istek ve yönelimin ortak bir paylaşma alanında bir arada yaşaması gerçekten çözümü zor bir problem. İnsanlık tarihini kâinat kitabında bir veri olarak kabul edersek fertler ve idare arasında bu isteklerin ve gerekenin farklılığı karşısında ve insanlar adedince iradenin olduğu bir zeminde en insani ve herkesi en çok memnun eden tarzın demokrasi ve cumhuriyet şeklinde ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu vahyin hayatımıza taşıdığı meşveret ve şura kavramları ile kâinat kitabında ortaya konan verilerin birleşme noktası gibidir.

Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir. Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır. Halk ile istişare milletin iradesini anlama gayreti aslında ve özünde İslâmî değerlerin hayata kattığı bir değer olarak kabul edilmelidir. Benliğin katılığından ne ölçüde uzaklaşmış iseniz ilahi murada ulaşma şansınız daha yakındır. Bu da otoriter tavırlardan ve şahıs ve zümre hakimiyetindense olabildiğince çok sayıda fikrin sonuca etki ettiği meşveret usullerinin ilahi arzuya uygun harekete daha yakın olma ihtimalini ortaya koyar. Bu nedenle millet ile meşveret ya da millet iradesini en iyi açığa çıkaracak yollar aramak daha sağlıklı olana yaklaştıracaktır.

Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevi ve dini değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevi değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır. Bu insanların genlerini taşıyan bir topluluk elbette ideal bir cumhur manasında olacaktır. Bu topluluğun kendi başında bulunacak kişiyi yani cumhurun başını belirlemesi toplum iradesinin idareye yansıması açısından en sağlıklı yol olmalıydı. Dün tecelli eden irade aslında millet vicdanında yansıyan ilahi irade olarak da algılanmalı. İçinden çıkılamayan problemlerde Alemlerin Rabbi’nin muradına en yakın sonucu bulmanın en ideal yolu, olabildiğince çok kişi ile istişare etmek olmalıdır.

Şunu artık anlamamız gerekiyor: farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin demokrasiyi samimi olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsi değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil. Artık başbakanın kızını yurt dışında okutmak zorunda kaldığı ve insanların kendi öz vatanında hanümansız bir serseri olduğu bir ülke olma utancından kurtulalım. Tesettürlü-tesettürsüz, alevi-sünni, türk-kürt hep birlikte el ele şu azametli ve bahtsız memleketin eski ihtişamını kazanmasına ve bahtının açılmasına çalışalım. Artık ortak bir zeminde ve sadece memlektin meselelerine çözüm bulma arayışı içinde kavgaları bir tarafa bırakmalıyız. Artık memleketimizin bahtının açılması ve eski azametini yakalamasının yollarını aramalıyız.

Bir dönüm noktasındayız. Artık millet iradesi daha güçlenmiş ve cumhuriyet ya da demokrasi adı altında otoriter ve keyfi uygulamaların imkânı çok sınırlanmıştır. Artık milletin efendisinin millete hizmet eden olduğunu anlamak ve uygulamaya geçirmek zamanı gelmiştir.

Diğer taraftan dinin umumun ortak malı olduğu ve herhangi bir parti ya da zihniyetin inhisarında olmadığı iyice anlaşılmalıdır. Artık parti fikriyatının sadece devleti idare noktasına yoğunlaşması gerektiği ve dindarlığın sağcılık ya da solculuktan ayrı bir yaklaşım içinde ele alınması gerektiği daha net ortaya çıkmıştır. Hangi partiyi desteklerse desteklesin herkes kendini Alemlerin Rabbi’ne yakın hissetmeli ve O’nun emirlerini rahatlıkla benimseyebilmelidir. İnsanlar partiye ya da başka insanlara husumetini, o insanların dindar olmasından dolayı dine yöneltmemelidir. Son yaşanan gelişmeler arzulanan bu algıyı inşaallah pekiştirir ve memleketimizdeki her fikir grubu inşaallah dindarlığı inşallah arzi kavgaların dışında algılamakla Rabb-ı Rahim’e yakınlaşır. İnanan her insan eğer doğru istikamette ise diğer bütün insanların, hangi millet, hangi ırk ve hangi partiden olursa olsun cennete gitmesini arzular ve arzulamalıdır. Dine uzak duruş içinde olanlarda dini belirli bir zümrenin malı gibi kabul edip, bu nedenle dinden uzak dururlarsa kendilerine çok zulmetmiş olurlar.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnanç, kesin kanaat haline gelir



İman, bizatihî harfî, melekûtî bakıştır. İman pozitif bir enerji üretim ünitesidir. İmanlı bakış, olumlu düşünceyi, olumlu düşünce pozitif enerjiyi netice verir, yaşlılara saygı ise emniyet sübabımızdır.

Birgün Allah Resûlünün (asm) huzuruna yaşlı bir adam gelmişti. Cemaatin ona yer vermede geciktiğini gören Allah Resûlü (asm), “Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir”1 buyurdu.

Resûl-i Ekremin (asm) en küçük bir işaretini dahi değerlendiren; terbiyede, nezakette zirvede bir toplum yeri geldiğinde böylesi uyarılarla davranışlarını kontrol edecek, doruklara tırmanacaktı.

Yaşlıların hayatımızda büyük yeri var. Güngörmüş; acısıyla tatlısıyla bir ömür sürmüş; çok şeyi yaşamış, tatmış, değerlendirmelerini yapmış; doğruyu yanlışı bizzat görmüş; iyinin, güzelin, faydalının kıymetini yakından hissetmiş insanlardır. Gerek olgunlukları, gerek tecrübeleriyle birer deniz feneridirler. Binanın temeli, fabrikanın ana mili gibi ağırlıklarıyla büyük bir boşluğu doldurur, hayatı yeni yeni tatmaya başlayanlara ilham kaynağı ve güvence olurlar.

Onlar emniyet sübabıdırlar, mânevî paratönerlerdir. Belâların başımıza yağmamasının en önemli sebeplerinden biri onlardır. Allah Resûlü (asm), “…Beli bükülmüş ihtiyarlar olmasaydı üzerinize belâ yağardı belâ!”2 buyurmamış mıdır? Çocuklar, vesâir zayıflar gibi onlar da rızka kavuşma vesilelerimizdendir. Duâları sayesinde yardıma mazhar olur, rızıklanırız.3

Yine Allah Resûlünün (asm) lisanında ömrü uzun olup da kötü amel sahibi ihtiyarlar insanların en kötüsü iken, ömrü uzun güzel amelli ihtiyarlar insanların en hayırlısıdır.4

Allah Resûlünün (asm) lisanında yaşlılara saygı duyup ikramda bulunmak Allah’a saygıdandır.5 Yaşlılara ikramda bulunmak Allah’ı yüceltmenin şubelerinden biridir.6

Gerek yakınlarımızdan olsun, gerekse olmasın onlara önem ve değer vererek; güler yüz ve güzel davranışlar göstererek, yardım ve ikramlarda bulunarak, gönüllerini hoş tutarak, sevgi ve şefkatla eğilerek büyüklerimize olan saygımızı dile getiririz.

Mekke’nin fethi esnasında Hz. Ebû Bekir İslâmla şereflenmesi için yaşlı babasını alıp Allah Resûlünün (asm) huzuruna getirmişti. Onun ayağına getirilmesinden müteessir olan edep timsâli Yüce Resûl (asm), “İhtiyara, getirme zahmeti vermeseydin de, evinde ziyaret etseydik olmaz mıydı?”7 buyuracaktı.

Allah Resûlüne (asm) itaati dinin gereği gören bir mü’minin küçüklerine sevgi ve şefkatle, büyüklerine de saygıyla davranmaktan başka yapabileceği başka birşey olamaz. Sonra insan ektiğini biçeceğine, dünya etme bulma dünyası olduğuna göre bugün yaşlılara nasıl davranırsak yarın da öyle muâmele görürüz. Allah Resûlü (asm) buyururlar ki: “Bir genç yaşlı birine saygı gösterirse, yaşlandığında Allah da ona saygı gösterecek insanları yaratır.”8

İslâmın bakış açısıyla baktığımızda yaşlıların durumu işte bu!

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Birr: 15; Ebû Davud, Edeb: 58.

2- Keşfü’l-Hafâ, 2:163.

3- Buharî, Cihad: 76; Neseî, Cihad: 43.

4- Tirmizî, Zühd: 22.

5- Ebû Davud, Edeb: 20.

6- Ebû Davud, Edeb: 23.

7- Tabakat, 5:451.

8- Tirmizî, Birr: 75.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (3)



10) Kahramanlar niçin dışlandı?

Bugünkü nesil, adına İstiklâl Harbi denilen Millî Mücadele yıllarının kahramanlarından çoğunu bilmiyor, tanımıyor.

Zira, onların birçoğu zaten şehit olup gittiği için unutuldu, yahut unutturuldu.

Diğer bir kısmı ise, gayet sinsice planlarla itilip kakılmak, yahut oyuna getirilmek sûretiyle dışlandı, devre dışı edildi.

Devre dışı edilenlerin bazısı hudut haricine gitmek, bir kısmı köşesine çekilmek, siyasetten uzak durmak ve bir kısmı ise sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye sürülmek mecburiyetinde bırakıldı.

İşin en acı, en kahredici tarafı ise, bütün bu vatanperver kahramanların "hain"liğe kadar varan damgalanmalarla kara listelere dahil edilmesiydi.

Meselâ, cesaret ve dirayetiyle eşsiz bir kahraman olan Çerkes Ethem'e hiç utanmadan "hain" damgasını vurdular. Şayet ellerine bir imkân–fırsat geçseydi, hiç şüphe yok o büyük vatanperveri öldüreceklerdi. Tıpkı Ali Şükrü Beyi, Halit Paşayı katlettikleri gibi... Oysa, gerçek şu ki: Millî Mücadelenin başlangıcında, Çerkez Ethem'in yaptığı hizmetleri ifâ edebilecek ortada ikinci bir şahsiyet görünmüyordu. Dolayısıyla, ona düşman olup hain damgasını vuranlar, aslında onun gölgesinde kalmaktan sıkılıyor, hatta korkuyorlardı.

İşte, gözlerini şan–şöhret, makam–mevki hırsı bürümüş olduğundan, kendilerine rakip gördüklerini ekarte etmeyi, vatanı müdafaa etmekten daha önemli bir mesele haline getirmişlerdi.

Evet, işte bu cüce zihniyeti tarih mahkemesinde yargılamak ve birçoğu yer değiştiren gerçek kahramanlar ile hainlerin yerini yeniden tâyin etmek lâzım.

* * *

Dışlananlar, sadece Çerkes Ethem ve Kuvvâ–i Seyyâredeki arkadaşları değildir. Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir de, önce askeriyeden, ardından siyasî hayattan dışlanan gerçek kahramanlardan biridir. Bu eşsiz kahraman, 1926'da neredeyse idam edilecekti.

Kezâ, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuad Cebesoy, Cafer Tayyar, Ali İhsan Paşa, Rüştü Paşa, Mersinli Cemal Paşa gibi İstiklâl Harbinin gayretli kumandanları da kimi cüce kafalılar tarafından dışlanarak pasifize edilmeye çalışıldı.

Aynı dışlanmaya, Millî Mücadele safında yer alan Dr. Adnan Adıvar, Dr. Rıza Nur, Hüseyin Avni, Mehmet Akif ve Yahya Kemal gibi entelektüel birikimi yüksek siyasî şahsiyetler de mâruz kaldı. Onların da siyasî hayatları adeta bitirildi.

Yönetim merkezinde siyasî ve askerî sultasını kuranlar tarafından dışlanan ve hayatının sonuna kadar (35 yıl müddetle) sürgün ve hapis cezasına zulmen mâruz bırakılan çok önemli bir şahsiyet daha var: Bediüzzaman Said Nursî.

Dışlananların tamamını, dünya görüşleri itibariyle aynı kategoride değerlendirmek mümkün değil. Ancak, merkezdeki totaliter kafanın gözünde, bunların hepsi de "muhalif" kimselerdi.

Oysa, "her hükümette muhalif bulunur" ve bulunmalı da. Ama, yıllar yılı buna hayır diyen bir zihniyet var ki, biz de temsilcileri hâlâ aramızda bulunan bu zihniyetle tarih mahkemesinde hesaplaşmak istiyoruz.

Rosa'dan Obama'ya insan hakları

ABD'nin Alabama eyaletinde 1 Aralık 1955 tarihinde yaşanan bir hadise, ırk ayrımı ile mücadele dâvâsının en önemli safhalarından birini teşkil ediyor. Hadisenin kahramanı ise, bu dâvânın sembol şahsiyeti ünvanını kazanan Rosa Louise Parks (1913–2005) isimli zenci kadın.

Bu tarihlerde, Amerika'da utanç verici bir ırk ayrımı vardı. Beyazlar, her türlü imtiyaza sahip kılınmıştı. Siyah ve zenci olanlar ise, insan ve vatandaşlık haklarının çoğundan mahrum bırakılmışlardı.

Öyle ki, şehiriçi otobüslerde bile ırk ayrımı söz konusu idi. Meselâ, zenciler beyazlarla aynı bölmedeki koltuklara oturamaz, aynı kapıdan binip inemezlerdi.

Zenci kadın Rosa, 1 Aralık 1955 günü bindiği otobüsün kendisine ayrılan bölümündeki koltuğa oturdu. Bu arada, kendilerine ayrılan bölümde oturacak yer bulamayan bir beyaz adam, zencilere ait tarafa geçerek Rosa'nın yerine oturmak istedi. Rosa ise, bu tamamen haksız ve son derece bencilce olan davranışa boyun eğmedi, direndi; şoförün de ısrarına rağmen direndi ve yerinden kalkmadı. Bu tavrı sebebiyle mahkemeye verilen Rosa, ne yazık ki tutuklandı ve hapse konuldu. Bu adâletsizliğe isyan eden zenciler, bir yıl süreyle otobüslere binmedi, her yere yürüyerek gidip geldiler. Onların bu insanî tepkileri, bir yıl sonra meyvesini verdi. Federal mahkeme, otobüslerdeki ayrımcılığı yasaklayan bir karar aldı.

Ne var ki, yine aynı tarihlerde, ayrımcılık bu kez üniversitelerde yaşandı. Eyalet valisi, zencilerin üniversitelere alınmaması yönünde bazı girişimlerde bulundu. Ancak, bu kez başını Martin Luther King'in çektiği şiddetli bir direnişle karşılaştı. Bu şanlı direniş de 1964'te netice verdi ve üniversitelerdeki ayrımcılığa son verildi.

Bugün ise, aynı devletin başında, yarım asır evvel dışlanan, horlanan ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören zenci kesimden bir başkan bulunuyor. Son derece çarpıcı olan bu tablo, ister istemez insana "Neredeeen, nereye..." dedirtiyor.

01.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Müsbet hareketin inanç boyutu



Her düşünce, zihnimizin basamakları olan tahayyül (hayal etme), tasavvur (tasvir etme), taakkul (akıl terazisine vurma), tasdik (doğrulama), iz’an (anlama, kavrama, idrak etme), iltizam (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tâbî tutulur, yoğrulur ve en son kademede itikat (iman, yüksek inanç, kesin kanaat) haline gelir.

İman, bizatihî harfî, melekutî bakıştır. İman pozitif bir enerji üretim ünitesidir. İmanlı bakış, olumlu düşünceyi, olumlu düşünce pozitif enerjiyi üretir. Bu da müsbet hareketi netice verir. Bu da hem şahsî, hem de toplumsal gelişmeyi sağlar.

İman müsbet, inkâr menfî harekettir.

Tabiat ve fıtrat kanunlarına; bu kanunlara uyumlu olan Kur’ân’a ve bunları yaratan, devamlılığını sağlayan ve gönderen yüce Yaratıcının rızasına uygun hareket; hayırlı bir şey veya tarlada mahsûl üretmek müsbet harekettir.

Güzel düşünmek, iyi niyet, hayırlı konuşmalar müsbet; kötü düşünce, bozuk niyet, moral bozucu, ümit ve şevk kırıcı konuşmalar ise negatiftir. Olumsuz duyguların da mecralarına akıtılması müsbet herekettir. Yani, ulvî şeyleri hayal etmek; inadı ilim, tefekkür, ibadet, iyilik ve zikirde “sebat” anlamında kullanmak; hırsı ahiret işlerinde istimal etmek; düşmanlık duygusunu nefse, zındıklara, insan hak ve hürriyetleri düşmanlarına karşı kullanmak, müsbet harekettir.

İslâm şartlarını yerine getirmek müsbet; ibadeti terk etmek negatif harekettir.

İhlâs, sevgi, fazilet, diğergamlık, saygı, yardım etmek müsbet; bunları terk etmek olumsuz harekettir.

Kendi hakkını ve hemcinslerinin hukukunu aramak ve saygı göstermek müsbet; haklara tecavüz etmek ve aramamak da menfî harekettir.

Haksızlık karşısında doğru şahitlik müsbet; susmak veya ilgilenmemek negatif...

Üretmemek veya üretilmiş olan mahsulü israf etmek de menfî harekettir.

Ve ilâ âhir…

01.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yedi kat arz üzerine



Erdoğan Akdemir: “Yedi nev'î ile yedi tarzda arzın yedi tabakasını tek tek izah eder misiniz?”

Kur’ân-ı Kerim birçok âyetinde yerküremizi semâvâtın yedi tabakasına denk gösterir. Meselâ bir âyette: “Yedi kat gök ve yer ile bunlarda bulunanlar O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih ediyor olmasın! Lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız”1 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette bu denkliği daha belirginleştirir: “Yedi kat göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan, Allah’tır. Allah’ın Kadir olduğunu ve Allah’ın ilminin her şeyi ihata ettiğini bilmeniz için, Allah’ın emri bunlar arasına iner durur.”2

Semâvâtın yedi tabaka olarak yaratılmış olduğu âyetlerin zahir mânâsıyla da sabittir. Semâvât gibi arz’ın da yedi tabaka ve yedi kat olup olamayacağını yukarıdaki âyetin gölgesinde ele alan Bedîüzzaman Hazretleri, nazarları şu dört madde üzerinde teksif eder:

1- Âyet açık bir beyanla “yedi kat arz” demiş değildir. Yukarıdaki âyette arzın da, yedi kat semâvât gibi “halk” edildiğini; yani mahlûkata mesken yapıldığını; yani yedi kat semâvât ile yerküresi arasında “mahlûkiyet ve mahlûkata meskeniyet cihetiyle” benzerlik bulunduğunun ifade edildiğini söylemek mümkündür. Cenâb-ı Hak açıktan, yerküreyi “Yedi tabaka olarak halk ettim” demiyor.

2- Yerküre cüsse itibarîyle her ne kadar semâvâta nisbeten küçücük olsa da; hadsiz mahlûkatın meşheri, sergisi, mazharı, mahşeri ve merkezi hükmünde olduğundan; kalbin cesede mukâbil gelmesi gibi, yerküre de koca ve hadsiz semâvâta karşı bir kalp ve mânevî bir merkez hükmünde mukâbil gelmektedir.

Saîd Nursî Hazretleri burada pozitif değerler sunar. Meselâ; 1- Yeryüzünün yedi iklimi vardır. 2- Dünyanın Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya ve İki Amerika olmak üzere yedi kıt'ası vardır. 3- Yerkürenin iç çekirdek denilen iç merkezinden dış yüzeyine ve atmosferine kadar yedi tabakası bulunmaktadır. 4- Gezegenimizin hayat sahibi varlıklar için hayat kaynağı olmuş yetmiş tabaka basit ve cüz’î unsurları ve elementleri ihtiva eden yedi külli kat dikkatten uzak tutulmamalıdır. 5- Dört unsur denilen su, hava, toprak ve ateşe, üç önemli hakikat olan madenler, bitkiler ve hayvanların da ilâvesiyle meydana gelen yedi küllî unsur söz konusudur. 6- Cinlerin, ifritlerin ve sair muhtelif şuur ve hayat sahibi mahlûklardan her birinin meskeni olan yedi kat arz âlemleri ayrıca değerlendirilmelidir. 7- Küremizi bir çam çekirdeği olarak kabul ettiğimizde, bu çekirdekten hâsıl olan mânâ âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve ruhlar âlemi gibi küremizden temessül eden misâli şecerelerden müteşekkil3 yedi diğer küreler de gözden kaçırılmamalıdır.

3- Hakîm-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak israf etmiyor, abes şeyler yaratmıyor. Hava unsurunun, su âleminin ve toprak tabakasının hadsiz hayat sahipleriyle şenlendirilmiş olması bize gösterir ki; yerküremizin iç çekirdeği denilen merkezinden, tâ meskenimiz olan zâhirî kabuğuna ve atmosfere kadar birbirine bitişik yedi tabakanın her birinin geniş meydanlarını, büyük âlemlerini ve gizli mağaralarını Cenâb-ı Hak boş ve hâlî bırakmamıştır. En kesif ve yoğun yerlerde, meleklerin ve ruhânî hayat sahiplerinin intikali ve seyri, balığın denizde ve kuşun havada seyri kadar kolay ve rahattır. Yerkürenin merkezindeki müthiş ateş onlara göre, bizlere nisbeten güneşin harareti gibidir. Onlar nurdan olduklarından, nâr ve ateş onlara nur gibi olmaktadır.

4- Şehâdet âleminde bir çekirdek hükmünde olan yerküre; misâl âleminde ve berzah âleminde bir büyük ağaç gibi, yedi kat semâvâtla omuz omuza vuracak bir azamet göstermektedir. Keşif ehlinin, yerkürede ifritlere mahsus bir tabakayı bin senelik bir mesafede görmeleri, şehâdet âleminde bulunan bu çekirdek küremizle ilgili değil; bu çekirdek küremizin misal âlemindeki ifritlere mahsus dalları ve tabakaları ile ilgilidir.

Madem yerkürenin böyle ehemmiyetsiz bir tabakasının, başka âlemlerde böyle azametli tezahürleri vardır. Elbette yedi kat semâvâta denk, yedi tabaka yerküreden bahsetmek mümkündür. Âyet buna işâret etmektedir.4

Dipnotlar:

1- İsrâ Sûresi, 17/44;

2- Talâk Sûresi, 65/12

3- Mektûbât, s. 83

4- Lem’alar, s. 68, 69, 70

01.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır