"Gerçekten" haber verir 18 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Saadet BAYRİ

Leylâ ve Mevlâ



Tüm tanıdığım şairler yalan söylemiş... Öğrendim… Tüm yazılan yazılar, notlar, kısa cümleler kandırdı beni...

“Güzel” dediğim satırlar, ezberlediğim mısralar, hayran kaldığım kelime âhenkleri silinsin artık hafızamdan.

En büyük âşık dün; “Sevda dilsiz olur” dedi.

Ve sustu.

O susunca dünya sustu. Âlem başka bir renge büründü. Göğün rengi açıldı, beyaza döndü.

Yıldızlar başka baktı yeryüzüne, ay başka vurdu şavkını denize. Çiçekler başka koktu, denizler başka coştu. Ağaçlar başka bir renge girdi.

Dün, dünya maşuk olup, âşık diye diye göçtü.

Zaman ellerimden akıp gitti, koştu sanki.

Sonra rüzgâr coştu, sessizce esip uçurdu tüm hafif olanları. Ağırlığıyla karşı koyanları ise, okşayıp geçti.

En büyük âşık dün; “Ömrün yetmez, anlatmaya” dedi.

O an zaman bir nefes kadar kısaldı. “Aldım, ya veremezsem” telaşı düştü. Saniyeler kıymete bindi.

Dakikalar geçerken haber verdi. Saatin tik takları ilk defa bu kadar manalı geldi.

Ve yürek; “Bu kadar kısa zamana sevda fazla” dedi.

Ve dünyada ki tüm fani maşuklardan vazgeçti. O vazgeçince, tüm acılarım dindi, yaralarım kabuk bağladı. Üstüme düşen günler bir anda kalktı.

Gönlüme ânın telaşı düştü.

Dün bir âşık; “İnsan aşığım demesin, unutmaya meyilli bir yürek taşırken” dedi.

Gözlerimden tane tane yaş düştü.

Hatırlamaya çalışırken, çok sevdim dediğim o yüzü. Sözler vermişken kendime, seneleri etmişken hebâ, elime sadece silik bir sûret düştü.

Gözlerim semaya kaydı. Tüm uzaklıklar, nefes kadar yakın oldu.

Tüm hüzünlerim bir tebessümün içinde saklanıp gitti.

***

Dün bir âşık; “Ömür fani! Aşka kifayet etmez” dedi.

Ve ben dün anladım: Mecnun “Leyla” derken, neden “Mevla” dedi.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Türk olmanın faydaları!



Hepsine katılmasam da aşağıdaki birçok hususa iştirak de ederim...

Aslında:

Geçen haftaki Çerez konusu ile bu haftaki yazıları biraz fantastik bulmuyor da değilim!

Ancak:

Hassaten görev yaptığım üniversitemdeki öğrencilerim..

İleeeen..

Gazetemizin genç ruhlu okuyucuları—ki hemen—her Yeni Asya okuyucusu genç ruhludur… Zirâ ruh yaşlanmaz!

Aşağıda yer alan hususları işlediğimizde itiraf etmeliyim ki çok zevkle bu tür Çerezleri okuduklarını..

Hemencecik…

Bir şekilde;

Bize yansıtıyorlar.

Hem de yazıyı okur okumaz!

Telefonla!

Yahut:

Bilgisayar vasıtası ile!

***

Efendim:

Amerikalı olmanın şöyle bir faydası varmış:

Kendinizi iyi hissetmeniz ve Amerikalı olmanın hazzını almak için, herhangi bir Amerikan filmini seyretmeniz yeterliymiş(!)

Her zaman ülkeniz savaştadır, ama size zarar gelmez...

NBA maçlarını izlemek için sabahın köründe kalkmazsınız...

Her apartmandaki 10 kişiden 5 ‘i dünyayı kurtaracak güçtedir(!)

Düşman ister uzaylı olsun isterse bir göktaşı...

Alın sizlere iki misâl:

Rambo, Terminator vesair…

***

Ve…

“Türk olmanın faydaları”na gelince:

2050 yılında dünyanın tek hakimi olabilirsiniz!

Çünkü herkes uzaya çıkmış olacaktır(!)

Eğer dünyanın hakimi olursanız, uzaydan gelebilecek UFO’lara taş atıp onları korkutup, kaçırabilirsiniz.

Ki böylesi bir hadise masallarda değil bir ili-mizde yaşanmıştır...

Tarlada UFO ve uzaylı görüp sopayla kovduğunu televizyonda yemin-billâh anlatan amcamı siz de görüp duymuşsunuzdur…

***

Ve yine ayrıca:

Otobüs.

Uçak..

Hastane…

gibi….

“Cep telefonu kullanmak yasak!” olan yerlerde gizli gizli cep telefonu kullanabilirsiniz(!)

Bu;

Cigara için de geçerlidir!...

Şaka bir yana:

Yaşadığımız şu canım memleket gerçekten de bir hoş!

Yurt dışından gelince eğilip vatan toprağını öpüyorsunuz.

Yurt içinde ise karmaşa yumağı içinde gibisiniz.

Ortası yok…

En son şunu yaşadım:

Bir konuda önceki hafta mahkemede idim.

Şahit olaraktan.

Bana;

15 liralık..

Yazı ile:

“On beş” liralık posta pulu verdi hâkim…

Aa..

Şaştım-kaldım bu işe.

Mübaşir tanıdıktı Allah’tan!

Mahkeme salonundan çıkar çıkmaz şaşkınlığımı izâle etmek için izâhâtta bulundu bana:

“Hocam; on beş lira para verseler hâkimler size, bu paranın çek-nakit; formalite işleri sebebiyle astarı-yüzünden pahalıya geliyor! Kafaya takmayın… Atın cebinize gitsin bu pulları!”

İyi de;

Anam-babam…

Çok normal insanlar değilizdir biz yazarlar kısmısı.

Şimdi de şuna taktım:

Bu bildiğimiz PTT pulları israf olmasın diye yeni yılda kartpostal mı göndersem eşe-dosta?

İyi de:

Kartpostal diye bir şey cep telefonları ile mesajlaşma yokken vardı.. Şimdilerde var mı kırtasiyelerde öyle şeyler?.

İnanın hatırlayamıyorum!

Offffffffff…

Of ki; ne of!

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünya Türkiye’yi izliyor



Hemen ifade edelim ki, “Dünya Türkiye’yi izliyor” tespiti “Türk’ün Türk’e propagandası” gibi anlaşılmasın. Dünya, elbette sadece Türkiye’yi izlemiyor, ama Türkiye’nin pek çok konuda dikkat çekici bir yapıya sahip olduğu biliniyor. Meselâ, ardı sıra ekonomik ya da sosyal krizler patlak verdiği halde, başka ülkeler gibi çökmüyor, ya da ‘sosyal patlama’lar yaşanmıyor. Ayakta kalışın sebebinin de var olan ‘yardımlaşma kültürü’ olduğu ifade ediliyor.

Amerika’nın tanınmış gazetesi Washington Post’un yazarı, “duayen gazeteci” olarak tanınan David Ignatius, senaryosunu yazdığı bir filmin tanıtımı için Türkiye’ye gelmiş. Gazetenin yayın yönetmen yardımcılığını yapan ve Ortadoğu’yu karış karış bildiği ifade edilen Ignatius, aynı zamanda bir roman yazarı.

Benzer değerlendirmeleri başka ‘uzman’lardan da belki duyuyoruz, ama Ignatius’un Türkiye değerlendirmesi dikkat çekici: “Batı’nın yüzyıllardır hayalidir: İslâm ve modernizm uyum sağlayabilirler ve bu Türkiye’de olur. Fanatizm yükselmeden bu olursa hayalleri gerçekleşecek. Bu yüzden bütün dünya son zamanlarda Türkiye’yi izliyor.” (Nagehan Alçı’nın röportajı, Akşam, 17 Aralık 2008)

“Türkiye’nin dikkat çekici olması ve izlenmesi”ni farklı sebeplerle izah edenler olabilir. Bazıları bunu coğrafî konumuyla izah etmeye kalkabilir. Bazıları da bu durumu cumhuriyeti ilan eden kadronun ‘başarısı’ olarak görebilir.

Hiç lafı dolandırmadan bu konudaki kanaatimizi ifade edelim: Türkiye’de bir Risale-i Nur gerçeği var ve görülse de, görülmese de Türkiye’nin ‘izleniyor’ olması bu sebepledir!

“Ne alâka? Bu kanaat nereye dayanıyor?” denilecek olursa, şunu ifade edebiliriz: Başka İslâm ülkelerinde ön planda olmayan ve Türkiye’de telif edilmiş olan Risale-i Nur var. Ki bu sebeple bu kanaati izhar etme ihtiyacı duyduk.

Elbette bunu ifade etmekle diğer camiaların çalışmalarını inkâr ediyor değiliz. Bu cümleden olarak geçen gün bir vesile ile bir arada bulunduğumuz Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın zaman zaman yazılarında da dile getirdiği bir tesbitini hatırlatmak gerek. Kaplan bilmânâ şöyle demişti: “Eğer Türkiye batmıyorsa, ülkemizde kan gövdeyi götürmüyorsa burada Bediüzzaman’ın katkısını öncelikle görmek gerekir.”

Kur’ân’ın asrımıza bakan hakikatli bir tefsiri olan Risale-i Nur, ortaya koyduğu “Doğru İslâmiyet ve İslâmiyete lâyık doğruluk” anlayışıyla aslında bütün dünyanın dikkatini çekiyor. Risale-i Nur vesilesiyle İslâmı seçen çok sayıda ‘muhtedi’ de bunun canlı şahitleridir.

Dünyanın Türkiye’yi izlemesini başka sebeplerle izah etmeye çalışmak, boşa kürek çekmekten farksızdır. Hele hele bu farklığının sebebini cumhuriyeti ilan eden kadroların ‘başarısı’ gibi görmek en büyük hatadır.

Türkiye’de yaşayanlar, “doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu” ne kadar ortaya koyabilirse, ülkemiz o kadar izlenecek ve dikkat çekecek. Bunun yolu da Risale-i Nur’dan daha fazla istifade etmekten geçiyor.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bağdat direniyor, ama Ankara tutuk…



İşgalin başından bu yana “Irak’ın nükleer silâhlar ürettiği ve teröre destek verdiği” yalanını tekrarlayan Bush, son olarak bir defa daha bunu yineledi. BM’de resim ve krokilerle bu yalanları “savunan” başta Dışişleri eski Bakanı Powel olmak üzere Amerikan yetkililerinin bütün bunların uydurma ve yalan olduğunu itiraflarına rağmen…

Önce Kerkük’te altmışa yakın Iraklının ölümüne sebebiyet veren intihar saldırısı meydana geldi. Peşinden “görevi” bırakmasına bir ay kala ani ve gizli gittiği Irak’ta Bush, işgalin “kolay bir görev olmadığını”, ancak “Amerikan güvenliği, Iraklıların hayalleri ve dünya barışı için gerekli olduğunu” söyledi. Ardından da bir gazetecinin, “Bu sana Irak halkının veda öpücüğü” protestosuyla ayakkabı fırlatılmasına mâruz kaldı.

Ağır hakaret ve aşağılama anlamına gelen “ayakkabı fırlatması” Irak’ta “sembol” oldu. Binlerce Iraklı uzun sopaların başına geçirdikleri ayakkabı ve terliklerle sokağa döküldüler…

Ve olayın hemen ardından Cumhurbaşkanı Gül, Talabani’nin bayram öncesinde ilân ettiği Bağdat ziyaretini yine “kulağının rahatsızlığı” gerekçesiyle iptal etti…

IRAK AŞAMA AŞAMA PARÇALANIYOR…

Oysa işgalle birlikte iki milyon insanın katledildiği, milyonlarca sivilin göçe zorlanıp perişan edildiği ABD’nin Irak operasyonunun amacı gayet açık. Kuzey Irak’taki otorite boşluğunda İsraille birlikte silâh, para, eğitim ve her türlü lojistik destekle himâye edip büyüttüğü PKK/PEJAK terör örgütünü bölgedeki hedef ülkeler Türkiye, İran ve Suriye’ye karşı kullandığı da ortada.

Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin ifâdesiyle, “PKK’nın ABD ve İsrail’in bölgedeki gizli ordusu olduğunu” artık kimse inkâr edemiyor. Onların desteği olmadan PKK’nın Kuzey Irak’ta barınabilmesi ve de Türkiye’ye yönelik terör eylemlerini yapabilmesinin mümkün olmadığını herkes biliyor. Tanrıverdi’nin tespitiyle İsrail ve ABD, görünen resmî güçlerinden farklı olarak onun içinden çıkarttığı bu tür mukavemetlerle gayriresmî olarak destekliyor…

İşgalden hemen sonra Kerkük’te ve diğer Türkmen kentlerinde sistemli bir şekilde demografik yapı değiştirildi. Nüfus ve tapu daireleri yağmalandı, nüfus kütükleri ve tapu senetleri yakıldı. Türkmenlerin evlerine ve işyerlerine saldırılar düzenlendi. Vakıflarına ve arsalarına el konuldu. Kültür varlıkları yok edildi. Hakları gasbedildi, eziyet ve zulüm uygulandı.

Belli ki ABD ve işgal-savaş koalisyonu ortakları, AKP hükûmetinin hazırladığı ve ısrarla savunduğu 65 bin coninin Anadolu topraklarında konuşlanıp Irak’ı kuzeyden işgaline izin veren “tezkere”nin TBMM’den reddine tepkiliydiler. Pentagon’dakilerin zehir zemberek demeçleriyle bu süreçte Türkiye cezalandırıldı.

Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesi bir simge idi. Washington, Ankara’nın en üst düzeyde istediği, Kuzey Irak’taki terörist başlarının bir tekini dahi Türkiye’ye iade etmedi. Başbakan Erdoğan’ın Beyaz Saray’da defalarca “özel ricası”na ve Bush’un söz vermesine rağmen, terörist elebaşların teslimini güdümündeki Irak hükûmetine havale etti…

Kerkük ve diğer bazı Türkmen yerleşim birimlerinin Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim coğrafyası içine alınması plânı adım adım devreye sokuldu. Yüzbinlerce peşmerge şehre yığdırıldı. Talabani’nin partisine mensup valiler, yöneticiler atandı. Güvenlik bütünüyle Amerikan askerlerinin eğittiği peşmergelerden oluşan gruplara teslim edildi.

“Irak geçici anayasası”yla yapılacak referandumla göz göre göre Kerkük’ün Bağdat’tan koparılıp Kuzeye katma projesi safha safha devreye sokuldu. Irak aşama aşama bölünüp parçalanıyor…

TÜRKİYE TARİHÎ MİSYONUNU ÜSTLENMELİ…

Özetle soğuk savaş sonrası bölgede etnik ve mezhebî tahrik ve çatışmalar üzerine kurulan Amerikan ve İsrail politikaları gereği, Kissinger’in öngörüsüyle Irak’ın sonuçta üçe bölünüp parçalanmasının bir parçası olarak pervâsızca tatbikata konuldu.

Irak’taki işgalin ülke ve bölgeyi perişan ettiğine, işgalcilerin biran önce çekilmeleri gerektiğine, işgal altındaki Irak hükûmeti dahi istiyor.

Neoconlarla işbirlikçileri Barzani ve Talabani’nin bu yıl sonunda bitecek “güvenlik anlaşması”nın süresini 2021 yılına kadar uzatma dayatmalarına karşı, işgal güçleri kontrolündeki Bağdat yönetimi ve Irak Meclisi direndi. Sonunda işgalcilerin değil, Iraklıların istediği oldu. Resmen işgal süresinin sonu 2011’e çekildi.

İşgal altındaki Irak bile direnirken Türkiye pasif ve tutuk kaldı. Kısacası AKP iktidarı döneminde Ankara’nın işgalden önce belirttiği “Türkiye’nin kırmızı çizgileri” tek tek çiğnendi, çiğneniyor.

Bütün dünyanın gözü önünde Irak’ın toprak bütünlüğü parçalanıyor. Dünya petrol rezervinin yüzde dördünün bulunduğu ve Irak’ın ürettiği petrolün yüzde 50’sinin çıkarıldığı Kerkük’le birlikte Musul ve çevresi, peşinen Amerikan mandacılığını kabullenen ve Irak’tan ayrılmaya can atan Kuzey Irak kukla yönetimine bağlanıyor.

Ankara’nın bin yıllık ortak inanç ve kültür birliğine dayanarak, yüzlerce yıllık tarihî mirâsa sahip çıkması, sadece Türkmenlerin değil, bütün Irak halkının haklarını koruması için çaba sarfetmesi gerekiyor. Tarihî ve siyasî misyonu gereği ciddî rol alması icâb ediyor…

Yoksa bu vebâlden kurtulamaz…

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Özür kabahatten büyük olmasın



Osmanlı döneminde Ermenilerin Rus, Fransız, v.b. işgalci düşman kuvvetleriyle işbirliği yaparak yüzyıllardır kardeşçe birlikte yaşadıkları Müslüman Türk-Kürt vatandaşlarına kalleşçe davranmaları, işgalcilerden daha acımasız ve gaddar bir şekilde katliam yapmaları üzerine Talat-Enver-Cemal Paşaların iktidarı döneminde tehcire tabi tutulmaları olayının üzerinden 93 küsur sene geçti. O dönemin kritiğini yapmak aslında tarihçilere düşer. Ama zaman zaman başkaları da devreye giriyor her nedense. Olabilir normal bunlar.

Geçmişte kalan bir acı yaradır 1915 tehciri. Dini, milleti ne olursa olsun haksızlığa uğrayan herkesin yanında olmak bize Kur’ân emri, Resûlullah tavsiyesidir. Haksızlığı babamız da yapsa bunu itiraf etmek veya bunu eleştirmek hakperestliğin gereğidir. Ancak bir şeyi daha unutmamak lâzım. Kur’ânın adalet anlayışını ifade eden, “Birinin günahıyla başkası mesul olmaz” âyeti, babanın günahının evlâdına; evlâdın günahının kardeşine yüklenemeyeceği gerçeğinden hareketle 93 yıl önceki tehcir sırasındaki fecaatlerin bugünkü nesillere yüklenmesi ve özür dilenmesinin beklenmesi bir başka haksızlık olur.

Günlük siyasete ve entrikalara âlet edilmese, belki de düz bir özür dileme olarak addedilip hoş bir jest olarak anlaşılabilirdi bu kampanya. Ancak bir o kadar, hatta daha fazla oranda o dönemde Doğu’da yaşayan Müslüman halka yapılan mezalimi, Taşnak-Hınçak Ermeni çetelerinin kellelerden kuleler yapmalarını, namus ve şerefleri pay mal etmelerini de unutmadan, o dönemden kalma toplu mezarların bas bas bağırmalarına kulak tıkamadan bir özür dileme kampanyası uygulanabilir. Tek taraflı zulümden bahsetmek tarihî açıdan zaten abes. Karşılıklı zulüm ve gadre uğramak ve uğratmak söz konusu ise, o takdirde karşılıklı özür dileme kampanyası açılması daha güzel ve yerinde olurdu.

Meselâ benim eşimin dedesinin babası Hasan Dede Muş-Bitlis taraflarında yaşamış ve akraba ve taallukatlarıyla Ermeni zulmünden kaçarak Güneydoğu vilâyetlerinden birine sığınmışlardır. Orada isimleri “muhacir” diye bilinir. Hasan Dede anlatırmış torunlarına şu acıklı ve elim olayı... Küçük yaşta yetim ve öksüz bir Ermeni çocuğunu bakıp büyütmek için evlâtlık olarak alan Hasan Dede, Rusların bölgeyi işgali sırasında çoluk çocuklarıyla evlerini terk ederek bulundukları köyün etrafındaki dağlara, mağaralara gizlenmişler. Ne var ki bir süre sonra Rus askerleri Müslüman halkın saklandıkları sığınakları bulmuşlar. Yakaladıklarını hemen oracıkta katletmişler. Hasan Dede bunları anlatırken hüngür hüngür ağlarmış. Hasan Dedeyi asıl yıkan şey, kendi öz evlâdı gibi bakıp büyüttüğü Ermeni delikanlısının en önde yürüyüp Rus askerlerine rehberlik yaparak yol göstermesiymiş. Şimdi bu büyük ihanet veya büyük felâket için “Hasan Dede ve torunlarından acaba özür dileyecek bir Ermeni babayiğit var mıdır?” diye sormak hakkımız elbette. Yani Ermeni diasporasından “özür diliyoruz com.” kampanyası beklemek bir yerde bizim de hakkımız değil mi?

Masum Ermeni vatandaşlarına yapılan büyük felâkete duyarsız kalmıyor, bunun inkâr edilmesini vicdanımız kabul etmiyor, bu adaletsizliği kendi payımıza reddediyoruz, ama bir o kadar da Ermeni çetelerinin o dönemdeki masum Müslüman vatandaşlara yaptıkları ihanet ve katliamı da aynı şiddet ve nefret içinde kınayarak onların da özür dileme kampanyaları açmalarını bekliyoruz. En azından 1915’lerdeki olayların hıncını 1980’lerde büyükelçilerimizden çıkarmanın, yani olaylarla hiç alâkası olmayan masum kişilerin teröre kurban edilmelerinin izahı yapılamazken, mukabilsiz ve mübadelesiz bir özür, kabahatten daha büyük olur.

Bize göre, eski yaraları kaşıyarak son günlerde iyiye doğru giden Türk-Ermeni ilişkilerini temelinden torpillemeye kapı açacak, “Sen haklısın, ben haklıyım” kısır çekişmesine düşülerek hazır dostluk köprüsünü berhava edecek bu tip yanlış ve zamansız çıkışlar karşısında dikkatli olmak, en iyi davranış olsa gerek. Geçmişi bırakalım da geleceğe bakalım. Türkiye-Ermenistan dostluğu için duygusallıktan uzak, akılcı yollar o kadar çok ki...

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP AB’yi istiyor mu?



Türkiye’nin AB ve demokratikleşme ile otoriter bir Asyalaşma arasında tercih yapmak zorunda kalacağı yeni bir yol ayrımının eşiğinde durduğuna ilişkin, Prof. Dr. Seyfettin Gürsel’in yorumunu dün aktarmıştık.

Gürsel bu yorumu, sözünü ettiği yol ayrımının, iktidardan ziyade, toplum olarak hepimiz için geçerli olduğunu düşünerek yapmış olmalı.

Çünkü iktidar partisi tercihini çok önceden yapmış görünüyor. Ki, Gürsel de AKP’nin kapatma dâvâsı sonrasında siyasî reformları yapmama konusunda orduyla uzlaştığını ifade ederek, bu tercihin ne yönde olduğunu belirtiyor.

Ama bizim kanaatimiz, söz konusu tercihin çok daha önce yapılmış olduğu istikametinde.

Ve bu işin evveliyatı 17 Aralık 2004’e gidiyor.

Hatırlanacağı gibi, o tarihte geceyarılarına kadar süren hararetli ve çekişmeli pazarlıklardan sonra AB Türkiye’ye müzakere tarihi vermişti.

Müzakereler 3 Ekim 2005’te başlayacaktı.

Bu kararın açıklanmasının ardından Başbakan büyük zafer kazanmış bir komutan edasıyla döndüğü Türkiye’de şenliklerle karşılanmıştı.

O günden sonra beklenen ve olması gereken, AB sürecine daha sıkı bir şekilde sarılarak, ard arda yeni reformları gündeme getirmek ve o zamana kadar yapılanları da kâğıt üzerinde kalmaktan çıkarıp bir bir uygulamaya yansıtmaktı.

Ve AB kriterleri çerçevesinde devleti yeniden yapılandırıp toplumu buna hazırlamak için, süreci gündemin bir numaralı maddesi yapmaktı.

Ama olmadı. AB ve demokratikleşme reformları için vites yükseltmesi beklenen hükümet, tam tersine rölanti ve patinaj pozisyonuna geçti. Müzakere sürecini takip ve koordine edecek başmüzakerecinin tayini bile aylarca sürdü.

3 Ekim 2005’te başlayan müzakerelerin o günden beri devam ettiği, teknik tarama süreçlerinin tamamlandığı, sekiz fasılın açıldığı söyleniyor, ama kamuoyunda hiç de öyle AB üyeliğine hazırlanan bir ülke görüntüsü mevcut değil.

Bizimle aynı gün müzakerelere başlayan Hırvatistan neredeyse fasılların tamamını açıp kapatma, müzakere sürecini tamamlayıp birliğe girme noktasında, ama biz hâlâ çok gerilerdeyiz.

Bu durumun, Sarkozy ve Merkel başta olmak üzere Türkiye’nin üyeliğine karşı liderlerin engellemeleri gibi AB içinden kaynaklanan sebepleri de var şüphesiz, ama asıl sorun “Bu reformları AB için değil, kendi halkımız için yapıyoruz” dediği halde ipe un seren AKP’nin tavrında.

AKP iktidarı AB’den uzaklaştıkça statükoya yanaştı. Kendisi dışında hazırlanıp uygulanması için eline tutuşturulan gizli anayasaya (kırmızı/mavi kitap, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi) “evet” dedi. AB’ye her rest çekişinde tekrarladığı “Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yola öyle devam ederiz” sözünün gereğini, Ankara kriterlerine boyun eğerek yerine getirdi.

O Ankara kriterleri kâh 27 Nisan muhtırası, kâh 367 kararı, kâh kapatma dâvâsı olarak karşısına çıktı. Dâvâ sonucunda kapatılmadıysa da kapanmaktan daha beter bir şekilde kıskaca alınıp statükonun terbiyesi altında devam ediyor.

Son günlerde dış basında da birbiri ardı sıra çıkan yorumlarda dikkat çekilen işaretler bu “terbiye”nin sonuçları değilse başka ne olabilir?

Ne deniliyor o yorumlarda?

“Çoktandır reformları ağzına almayan Erdoğan devletçi, milliyetçi söylemlere yöneldi. Artık generallerin ve devletin ağzıyla konuşuyor.”

Buna karşılık, hükümette AB için hâlâ bir hareketlenme gözlenmiyor. Ağustos’un son haftasında Bakanlar Kurulu gündemine geldiği açıklanan Ulusal Programdan bir daha ses çıkmadı.

2008’e girerken ve kapatma dâvâsı sonrasında seslendirilen “Artık AB’de yoğunlaşacağız” sözlerinin yerini ise, Cemil Çiçek’in “AB raporlarında bize yapılan eleştiriler, ayaküstü değerlendirmelerin neticesi” ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın “Türkiye AB üyeliğiyle değil, kendi başına varlığını sürdürebilecek bir ülke” sözleri aldı...

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail TEZER

Yaşamak için yemek ya da yemek için yaşamak



Y“Uzun ve sağlıklı yaşamanın formülü az yemekte. Günde 2500 yerine 1900 kalori alan kişilerin sağlıklı ve uzun yaşadığı belirlendi. Profesör Edward Weiss tarafından yapılan araştırmada 2500-3000 kalori yerine günde 1500-1900 kalori arasında alan insanların kalp hastalığı, diyabet ve kanser riskini önemli oranda düşürdüğünü, 4.5-5 yıl uzun yaşama şansını yakaladığını tespit etti. Uzmanlara göre bunun sebebi, daha az ya da düşük kalorili beslenildiğinde vücutta hücrelerin bozulmasına yol açan serbest radikallerin de daha az üretilmesi. Aynı zamanda tiroid hormonu salgısı da bu durumda azalıyor ve bu da dokuların yaşlanmasını yavaşlatıyor.” (Vatan, 14.12.2008)

ukarıdaki bilgiler, günümüz uzmanlarına ait sözler.

Şimdi sıkı durun.

Hayâlen yaklaşık 1000 (bin) yıl öncesine gidiyoruz ve İbni Sina’ya kulak veriyoruz:

“İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir. Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz (lezzet almak) için mütenevvî (çeşit çeşit) yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.”1

Evet, yaklaşık bin yıl önce söylenen bu sözleri, bugün uzmanlar da teyid ediyor.

Ama daha çarpıcısı ve mânidar olanı; İbni Sina’dan da asırlar önce, Peygamber Efendimiz’di (asm) bu gerçeğe dikkat çeken:

“Âdemoğluna belini doğrultacak kadar yemek yeterlidir. Eğer yemek istiyorsa midesini üçe ayırsın. Bir kısmını yemekle, bir kısmını da suyla doldursun. Üçte birini de boş bıraksın.”2

Peygamber Efendimizin (asm), yeme içme noktasındaki tavsiyeleri hep “az yemek” yönündeydi.

Evet, kendisine vahyolunandan başka birşey söylemeyen o ümmî Resûl’e (asm), tüm zamanlara ışık tutacak gerçekleri söyleten ise, şüphesiz Rabb-i Rahîmimizdir.

O (cc), Kur’ân’ında şöyle buyuruyor: “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.”3

Aslında İbn-i Sina’ya o sözleri söyleten de bu âyet-i kerimeden aldığı ilham idi.4

Her sahada olduğu gibi yeme içmede de israftan kaçınmalı, ‘az yemeli’, yani iktisatla hareket etmeliydi. Sağlıklı yaşamanın şartı buydu.

Bugün bilim, Kur’ân’ın bu hükmünü teyid ediyor. “Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye (aklî delillere) istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek”5 gerçeğini böylelikle daha iyi idrak ediyoruz.

***

Ve işte Asr-ı Saadet’ten, gerek günümüz uzmanlarını, gerekse ‘az yeme’ tavsiyesiyle tıbbı iki satırda özetleyen İbn-i Sina’yı teyid eden ibret verici bir örnek:

Medine’ye Müslümanları tedavi etmek maksadıyla gelen İranlı bir doktor, kendisine müracaat eden hasta olmayınca birgün Allah Resûlü’ne (asm) sorar:

“Şu kadar zamandır, hastalarınızı tedâvî maksadıyla Medine’de bulunuyorum. Ancak bugüne kadar hastalığından şikâyetle tedaviye başvuran olmadı. Bunun sebebi nedir?”

Allah Resûlü (asm) şöyle buyurur:

“Buranın sâkinleri, karınları acıkmadıkça yemek yemezler. Yedikleri zaman da iştahları olduğu halde doymadan sofradan kalkarlar, bu yüzden de hasta olmazlar.”

Bunun üzerine hekim:

“İşte bu, sıhhatli bulunmanın esâsıdır. Burası da benim yerim değilmiş” der ve memleketine döner.

İşte, pek çok hastalığın şifası...

Diyetisyenlerin ve tüketim kültürünün tuzağına düşerek önce aşırı kilo alıp sonra da onu vermek için denenmedik yol bırakmayanların kulakları çınlasın!

***

Sünnet-i seniyye, gerçekten de her sahada model.

Bu gerçek bugün uzmanlarca da teyid edilmiş durumda.

“Sünnet-i Ahmediyede hiçbir mesele yoktur ki, müteaddit hikmetleri bulunmasın.”6

Sünnet-i seniyyeyi hayatına rehber, hatta mesleğinin birinci esası kılan Bediüzzaman’ın yeme-içme alışkanlığı da bizler için oldukça ibret vericidir. Bu gerçek, onun tarihçe-i hayatına önsöz yazan Ali Ulvi Kurucu’nun kalemine şöyle yansımıştır:

“Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfî gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, ‘Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.’”7

Tüketim kültürününü etkisiyle adeta ‘yemek için yaşama’ noktasına gelmiş olan insanlık, bugün bu hayat tarzının ceremesini, yakalandığı amansız hastalıklarla çekiyor.

Bu tablo da gösteriyor ki, insanlık, her geçen gün ilmen de teyid edilen İslâmın hakikatlerine muhtaç. Dipnotlar: 1- Lem’alar, 19. Lem’a’nın sonu 2- Camiü’s-Sağir, s. 136 3- A’râf Sûresi, 7:31. 4- Lem’alar, 19. Lem’a’nın sonu 5- Hutbe-i Şamiye, s. 33 6- Lem’alar, 11. Lem’a, 8. Nükte 7- Tarihçe-i Hayat, s. 16

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Dünya rahat etme yeri değildir



Dünyada zahmetsiz rahmet yoktur. İstenilen rahata da çile çekmeden ulaşmak mümkün değildir. Çilesiz hedefe varmak yoktur. Sebeplere başvurmadan isteklerin gerçekleşeceği yer dünya değildir. Çile, bedene eziyet ve sıkıntı vermek değil; Allah yolunda bütün manileri aşmanın, hakikati bulmanın, hayatın inceliklerini ve güzelliklerini farketmenin, şuuruna ermenin adıdır. Hakikati arayan yolcu çile ile saflaşır. Emeline çile ile ulaşır. Çilesiz yürünen yolun, yaşanan hayatın ne tadı vardır, ne de getirisi. Çilesiz elde edilen ilmin ve servetin değeri anlaşılamaz.

Geleceğe yol açanlar, çile ve ızdırap yüklü yüreklerdir. Hayatında bir defa olsun, ağlamamış, çile ve ızdırap çekmemiş, rahat hayatı tercih edip rehavete gömülmüşlerin, insanların hayrına yapacağı pek bir şey yoktur.

Çilekeş insanlar, kendilerinden ziyade başkaları için yaşarlar; var olmanın yüceliğini herkese duyurmaya ve fark ettirmeye çalışırlar. Tohum toprakla üstü örtülüp çamura gömülmeden çatlayıp ağaç olmaz. Kar kış, fırtına olmadan bahar gelmez. Şimşek çakıp gök gürlemeden yağmur yağmaz. Müjdecidir bu çileler. İşte, insan da, çilesi çok bir yolcudur. İnsanoğluna çilelerle yoğrulmuş bir hayat hazırladık diye bildirilir İlâhî Kelâm’da... Özellikle inananlar için geçilmesi karanlık tüneller, aşılması güç deryalar ve dalgalar vardır. Aynı zamanda korkular, açlıklar, fakirlik, hastalık, kaza, belâ, musibet, hakaret, iftira ve kıtlıklar, krizler vardır.

“Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara dûçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki mü’minler bile ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek duruma geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara Sûresi: 214)

Akmayan sular kokuşur ve bataklık olur zamanla yerini çöle bırakır. İşlemeyen demir pas tutar, çürür. Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ olur. Yani işleyen demir ışıldar. Dünya rahat yeri değil, hizmet yeridir.

Ödül alma yurdu ahirettir. Ücretler orada ödenecektir. Şayet dünya rahat yeri olsaydı, Allah, en seçkin kulları olan peygamberlerini burada rahat ettirirdi. “...Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216)

“Herkesin yöneldiği bir yön vardır, haydin öyleyse hep iyiliklere koşun yarışın...” (Bakara: 148)

Kendini rahata ve rehavete salanların, olası sıkıntılara karşı tedbir almayanların; şana şöhrete, makama, mevkiye ve şehvete takılma, yollarda dökülüp kalma ihtimalleri kuvvetlidir... Tarih buna şahittir...

“Allah muhafaza eylesin!”

Âmin!

18.12.2008

E-Posta:




Vehbi HORASANLI

Çarşaf açılımı ve şapka kanunu



Baykal, çarşaf açılımı ile oy kazanmak sevdasına düşmüştür. Siyasetin tıkandığı bir noktada bu açılımın kendi partisine ve siyasetine faydası olacağı açıktır. Lâkin bu konunun derinine inildiğinde oldukça ilginç tespitler ile karşı karşıya kalmaktayız. Zira kılık-kıyafet konusunda İstiklâl Mahkemeleri o kadar acımasızca kararlar vermiştir ki, bu konunun tartışılması bile günümüz insanları üzerinde şok etkisi meydana getirmektedir.

Öncelikle basında çıkan yazılara baktığımızda medyanın önemli bir görev ifa ettiği anlaşılmaktadır. Şapka İktisaı Kanunu çıkarıldığında ülkede yer yerinden oynamıştır. Gazete arşivleri bu konuda elimize çok ayrıntılı bilgiler vermektedir.

Genel olarak gazete yayınlarında şapkayı övücü, fesi ve feslileri yerici bir içerik hâkim olmuştur. Bu yayınlar kamuoyunun fes giyiminin aleyhine dönerek şapka giymeye hazırlanmasında yardımcı oluyordu. Nitekim bu yayınların etkisiyle halk içinde de feslilerin aleyhine bir hava oluşmuştu. Ortamdan yararlanan bazı şapka taraftarları, feslileri dövmeye kadar varan olaylar çıkarıyorlardı. Yabancı bir yazar Gentizon, bu olayları şöyle anlatıyor:

“Şapka giyenler her yerde külâh giyenlerin karşısına çıktı. Hatta neredeyse çoğu kez baş giysisini değiştirecek yerde feste ısrar edenlere veya şapka giymeyip başı açık dolaşanlara karşı dayak dâhil her türlü enerjik çarelere başvuruldu. Birçok fırsatlarda, sokaklarda, vapurda, gösteri salonlarında “şapka”lar “fes”lere hücum etti. Fes ve fesliler daima yenildi. Fesler şapkalılarca parçalandı. Ayaklar altında ezildi yahut denize atıldı.

“Bu arada yazlık şapka, kışlık şapka, kır şapkası, otomobil şapkası, cenaze törenleri şapkası, kabul resminde giyilecek şapka türleri üzerinde tartışmalar başlamıştı. Gazeteler ‘Hangi şapka nerede giyilir?’, ‘Şapkayı nasıl giymeli?’ gibi konuların işlendiği adab-ı muaşeret köşeleri açmışlar, şapka giyimi ‘kültürünü’ halka öğretmeye çalışıyorlardı.”

Öte yandan hükümet ve gazeteler sürekli halka şapka pahalılığının geçici olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Böylece bu konuda oluşan paniğin yatıştırılması amaçlanıyordu. Başka bir sorun, şapkacılardan çoğunun Rum, Yahudi veya ecnebi oluşlarıydı. Bu durumun millî ekonomiye zarar vermesinden korkuluyordu. Bu yüzden, bir ara hükümetin şapka fiyatlarına narh koyması söz konusu olmuştu. O tarihlerde Cumhuriyet gazetesi bu endişeyi şöyle dile getirmişti:

"Şapka imalâthanesi bir an evvel tesis edilmelidir ki, yine paramız harice gitmesin. Fesi de dışarıdan alıyorduk, ama şapka ondan çok daha pahalıdır, üstelik şapkanın modası değişir, herkesin birçok türlü şapka giymesi gerekir. Bir ecnebi de şapka firması kurmak için İstanbul Belediyesine başvurmuş."

Şapka giyiminin kanunlaştırılışındaki amaç göz önünde bulundurulursa, bu anlayış çerçevesinde kadınların dinden ve gelenekten kaynaklanan giyim-kuşamlarının değiştirilmesinin de büyük önem taşıdığı ortaya çıkacaktır. Nitekim Şapka Kanunu ile kadın giyimi arasındaki ilişkiyi değerlendiren Şirin Tekeli, şu yorumu yapmaktadır:

"Amaç açıktı. Din toplumda en fazla kadını mı eziyor? Kadını dinin etkisinden kurtarmak, dinin yüzyıllardır kadına empoze ettiği peçeyi ve çarşafı kaldırmak, din otoritesine indirilecek en büyük darbeydi.

“Mustafa Kemal’in teşhisi buydu(...). Ayrıca hatırlatmakta yarar var ki, bu teşhiste M. Kemal yalnız da değildi. Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Orta Asya’nın geri toplumlarını sarsmak ve sosyalist devrime katmak mücadelesi veren Sovyet Yönetimi de işe toplumun en ezilen -feodal baskıya din ve erkek baskısının da eklendiği- kesimi olan kadınları devrime kazanma mücadelesiyle başlamış ve ilk aşamada dinin kadın üzerindeki otoritesini kırmak için peçe ve çarşafın kaldırılması yolunda mücadeleye girişmişti. Mustafa Kemal’in de kadın haklarını böyle ideolojik-politik bir hedef güttüğünü kabul etmek pek yanıltıcı olmasa gerektir. Görüldüğü gibi, kadın hakları için verilen mücadeleyle, dinin etkinliğini kırmak için verilen mücadele arasında diyalektik bir ilişki mevcuttur.

"Nitekim yaklaşık aynı tarihlerde, 1928’lerde Sovyetler’de sadece Özbekistan’da çarşafını çıkarmak istemeyen kadınlarla mücadele sırasında—kayıtlı olarak—28 cinayet işlenmişti. Her yıl 8 Mart “Kadınlar Günü” geldiğinde miting alanlarına doldurulan binlerce kadın çarşaflarını çıkarmak zorunda bırakılıyorlardı. Benzer şekilde Sovyet Azerbaycan’ında da çarşafa karşı yoğun bir mücadele başlatılmış, bu mücadeleyi simgeleyen “çarşafını atarak özgürlüğüne kavuşan” kadın heykelleri kent meydanlarına dikilmişti."

Bu hamur çok su götüreceğinden kısa kesip çarşaf açılımının yıllardır yapılmayan tartışmalara bir zemin teşkil etmesini diliyorum. Aksi takdirde yakın tarihimiz yeterince anlaşılamayacağı gibi, ülkemizdeki problemlerin kaynağını bulmakta zorluk çekeceğimiz aşikârdır.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygamber sevgisiyle yaşamak



Enes bin Malik’in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre birgün bir kişi Allah Resûlüne (asm) şöyle bir soru sormuştu: “Kıyamet ne zaman kopacak?”

Kıyametin ne zaman kopacağı o kadar önemli miydi? Yarın, öbür gün kopacak denilseydi ne yapardık? Veya “Yıllar, asırlar sonra kopacak!” denilseydi neler hissederdik?

Kıyametin vakti kendi ecelimiz gibi gizli tutulmuştu. Tâ ki her zaman Kıyamet kopacakmışcasına hazır olunsundu. Onun için Allah Resûlü (asm) bu soruya şu cevabı vermişti: “Senin o gün için ne hazırlığın var?”

Evet, meselenin özü buydu. Önemli olan Kıyamete her an kopacakmışcasına hazır bulunmaktı. Gizli tutulan ecelimiz için de her an ölecekmişcesine hazırlanmak gibi.

O kişinin cevabı şuydu: “Allah ve Resûlünün (asm) sevgisini hazırladım.”

Allah Resûlü de (asm), “Öyleyse sevdiklerinle berabersin.”

Hadisi rivayet eden Hz. Enes (ra), “Resûlullahın bu sözü sebebiyle öylesine sevinmiştik ki Müslüman olduğumuzdan bu yana bu kadar hiç sevinmemiştik” diyor ve devam ediyor: “Ben Allah’ı, Resûlünü (asm), Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Gerçi benim onlar kadar ne hayrım ve ne de ibadetim var. Ama onlara olan sevgim sebebiyle Kıyamet gününde onlarla beraber olacağımı ümit ederim”1 demişti.

Bu dünyada Resûlullah’ı (asm) görme şerefine erişemedik. Ama onu görme, onunla beraber olma iştiyakı içinde yanıp kavruluyoruz. “Acaba öbür dünyada Efendimizi (asm) görebilecek miyiz?” sorusunu sanki bizim adımıza sormuş o Peygamber âşıkı kişi ve cevabını dolasıyla biz de öğrenmiş olduk.

Demek Hz. Peygamber’i (asm) seven herkes Kıyamet Gününde, Cennette onunla beraber olacak.

Peki, Resûlullah’ı (asm) sevmenin ölçüsü nedir? Kişi sırf, “Ben Resûlullah’ı seviyorum” demekle sevdiğini göstermiş olur mu?

Hayır. Sevginin gereği sevilene benzemektir, onun gibi olmaktır. Kur’ân, “Biz istinasız bütün peygamberleri, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilsin diye gönderdik”2 buyuruyor. Bir kimse peygambere itaat etmiyorsa, yolundan gitmiyorsa sevgisini nasıl ispat edecek?

Allah Resûlü (asm) de, yüz çevirenler dışında herkesin Cennete gireceğini bildirmiş “Yüz çevirenler kimleridir?” sorusuna da, “Bana itaat edenler Cennete girer, karşı gelenler de Cehenneme girerler”3 buyurmuşlardır.

Demek itaat, sevginin gereği.

Dipnotlar:

1-Buharî, Fezâilü Ashâbi’nNebî: 6; Müslim, Birr: 161163.

2-Nisa Sûresi: 64.

3-Buharî, İ’tisam: 3.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İşin sırrı Ergenekon'da



Doğu Perinçek, halen görüşülmekte olan Ergenekon dâvâsının en şöhretli isimlerinden biridir.

Çok renkli, çok çehreli bir siyasî ve idelojik kimliğe sahiptir: Bir dönem kaskatı "Maocu" kesilmiş; bir zamanlar en sıkı "sosyalisti" rolünü oynamış; gün gelmiş PKK lideri Öcalan'ın en "candan dostu" görüntüsünü vermiş; son olarak da "ulusalcı Kemalist"likte rakip tanımaz bir tafra ile yürüye yürüye, yolu tâ Ergenekon'a kadar varıp gitmiş.

Şimdilik orada duryuor. Ergenkon'dan çıkışının ne zaman olacağını ise Allah bilir...

Dâvâ arkadaşı Veli Küçük, kendisi için "Dört yüz sene falan diyorlar; göz açıp kapayıncaya kadar geçer" diyormuş.

Yoldaşlık görüntüleri

Arka fon müziği sosyalistlik şarkılarından oluşan İşçi Partisinin genel başkanı iken 1991'de Bekaa Vadisine giden Perinçek, orada PKK lideri Öcalan'la defaatle görüşür ve bir dizi röportajlar yapar.

Röportaj ne kelime, Öcalan'la birlikte göründüğü onlarca fotoğraf karesinde ne ararsan var: Yemeler–içmeler, bol gülüşmeli görüşmeler, silâhlı militanları teftiş etmeler, kızlı–erkekli gruplarla selâmlaşmalar, muhabbetli kucaklaşmalar, vesâireler...

Uzun müddet gündemi meşgul eden bu resimler, Perinçek'in dönüp dolaşıp en büyük ulusalcı ve de Atatürkçü kesilmesinden sonra daha bir mucib–i dikkat oldu. O samimî pozlara bakanların hayret ve taaccüp grafikleri yükseldikçe yükseldi.

Bu resimlere herkes kendince bir mânâ vermeye çalışıyor, ancak hiçkimse kesin, yahut galip bir kanaate sahip olamıyordu. Zira, orta yerde biriyle çarpışır vaziyette görünen zıtlıklar vardı.

Hele, Perinçek'in vaktiyle sahibi olduğu "2000'e Doğru" isimli dergide sarf ettiği öyle sözler vardı ki, bunlar onun ne Maoculuğu, ne de Kemalistliği ile bağdaşıyordu.

İşte, o sözlerden birkaç cümle: "Kürt sorununa çözüm demokratik, federal, emekçi cumhuriyetidir. Türk milliyetçisi ve piyasacı düzen partileri, Kürt illerinde iflâs etti... Kürt milleti, kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterlerse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönül birliği gerçekleştirmektedir. Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılığı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir." (Agd, 15 Eylül 1991)

Onun şimdiki ulusalcılık görüşleriyle bağdaşmayan ve ayrılıkçı eğilimleri teşvik eden bu ve benzeri mânâdaki sözleri, İmralı'daki mahkemede (1999) Öcalan'a da soruldu ve karşılığında şu cevap alındı: "Doğu Perinçek'in 1991 yılında kampımıza geldiği ve benimle görüşmeler yaptığı doğrudur. Doğu Perinçek, bana 'Siz bu şekilde muvaffak olamazsınız. Benim siyasî yapılanmam içinde yer almanız daha doğru olur' şeklinde telkinlerde bulunuyordu."

Fikri Sağlar'ın söyledikleri

Bir tv kanalının haber programına konuşan eski Kültür Bakanı ve Susurluk Komisyonu üyesi Fikri Sağlar, Ergenekon dâvâsının tam anlamıyla aydınlığa kavuşturulması halinde, PKK ve DHKP/C gibi terör örgütleri yanında JİTEM ve Susurluk Çetesi gibi devlet içinde yuvalanmış örgütlerin de bir bir deşifre olacağı kanaatinde olduğunu açıkça beyan etti.

Biz de aynı kanaati paylaşıyor ve bu görüşe destek veriyoruz. Ve inanıyoruz ki, yıllardır bu millete kan kusturan terör örgütlerinin arkasında, zahiren onların karşısındaymış gibi görünen cereyanlar ve yapılanmalar var. Kendilerini kamufle etmek ve devlek imkânlarından da gönlünce yararlanmak için "zıtlaşma oyunu"nda acayip rol kesmektedirler.

Ama, artık yeter! Bu kirli ve karanlık oyunların bir şekilde bozulması gerekir. Oyunların bozulması için de, öncelikle savcı ve hakimlerin tam bir serbestlik ve cesaretlilik içinde çalışması, arkalarında güçlü bir medya ve siyaset desteğinin bulunması lâzım. Tâ ki, ucu hepimize dokunur hale gelen terör belâsı son bulsun ve bu millet de huzur, barış, sevgi dolu günleri yaşasın. Karadenizli yiğitlerin şapka imtihanı Başlangıçta vatan hainlerini cezalandırmak için kurulmuş olan İstiklâl Mahkemesi, Rize ve Trabzon'dan sonra Giresun'da da "şapka muhalifi" oldukları gerekçesiyle maznunlara ceza yağdırdı. Mahkeme tarafından idam cezasına çarptırılan yiğit insan Hafız Muharrem bir gün sonra darağacına gönderilirken, Derviş Hüseyin ve birçok arkadaşına da 15'er yıl ağır hapis cezası verildi. Aynı dâvânın devamı mahiyetinde yargılanan Hafız Osman ile İskilipli Atıf Hoca ise, bilâhare idam edildiler. Ayrıca, sayısı tesbit edilemeyecek kadar çok vatandaş 2'şer, 5'er, 10'ar ve 15'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. Oysa, bu Karadenizli yiğitler, daha üç–beş sene öncesine kadar vatanı müdafaa uğrunda canlarını siper ve mallarını fedâ ederek cepheden cepheye koşmuş, istilâcı Ruslara karşı koymuş, işbirlikçi Rum ve Ermeni çetecilere dünyayı dar etmişlerdi. Şimdi ise, sırf şapka giymek istemedikleri için, Hamidiye Kruvazörü tarafından üzerlerine bomba yağdırılmış, bu da yetmezmiş gibi nice yiğitler derdest edilerek İstiklâl Mahkemesine sevk edilmişlerdi. Neticede, yedi düvel Frenklerin ve yedi belâ ecnebi mütecâvizlerin yapamadığını, yapmaya güç yetiremediğini "Alilerin İstiklâl Mahkemesi" yapmaya yeltenmiş ve bu vatan evlâtlarını ölümle tehdit ederek gavur kılığına girmeye mecbur etmişti.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Göklerde melekler ve ruhlar



İbrahim Bey: “Üstad Hazretleri semâyı şenlendiren melekler ve rûhâniyât olduğunu buyuruyor. Bu rûhâniyât dediği bizim dünyaya gelmeden intizar salonu denilen yerde bekleyen ruhlarımız mıdır? Yoksa bizim ruhlarımız haricinde, rûhânî diye tesmiye edilen Allah’ın başka mahlûkâtı mıdır?”

Meleklere îmân, İslâmiyet’in îmân esaslarından ikincisidir. Yerler ve gökler meleklerle doludur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle; yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla cıvıl cıvıl doldurulmuş âdetâ bir hayvanlar mahşeri hüviyetinde olması, ulvî ve yüksek burçlar sahibi olan gökyüzünün de hayat, şuur ve idrâk sahibi mahlûklarla dolu olduğunu bize gösteriyor.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre, adına ister melâikeler diyelim, ister rûhânîler diyelim; o şuur, idrâk ve hayat sahibi mahlûklar, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, okuyucuları ve Rubûbiyet saltanatının dellâllarıdırlar. Çünkü kâinât denilen bu âlem sarayı had ve hesaba gelmeyen güzellikler, süslemeler ve nakışlarla donatılmıştır. Böyle bir kâinât; mütefekkir, takdir edici ve kadir kıymet bilen varlıklar tarafından sonsuz şekilde tefekkür edilmeye lâyıktır. Öyle ya, güzellik elbette âşık ister. Yemek de aç olana verilir.

İnsanlarla cinler ise bu sonsuz vazifenin, şu görkemli tefekkürün ve bu geniş ibâdetin hakkını verememekte; milyondan ancak birisini yapabilmektedirler. Demek bu sonsuz ve çeşitli vazifelere ve ibâdetlere sonsuz melâike nevileri ve rûhânî sınıfları lâzımdır. Nitekim yıldızlar, gezegenler ve gök taşlarından, tâ yağmur damlalarına kadar tüm varlıklar, çeşit çeşit melâikenin ve rûhânî mahlûkların bineği ve meskenidirler. Onlar bu bineklere Allah’ın izniyle binerler ve şehâdet âlemini seyredip gezerler. Yeşil kuşlar ve Cennet kuşlarından sineklere kadar her bir hayvan, cins cins rûhânî varlıkların tayyâreleridirler. Onlar bunların içinde Allah’ın emri ve izni ile, cismânî âlemleri gezerler, o cesetlerdeki duyguların pencereleriyle cismânî fıtrat mu’cizelerini izler ve tefekkür ederler.

Öyleyse anlaşılmalıdır ki, şu yeryüzünün karanlık toprağından ve bulanık suyundan, hiç durmadan letâfetli hayatı ve nûrlu idrak sahibi mahlûkları yaratan Hâlık Teâlâ’nın, elbette rûha ve hayata münâsip göklerdeki şu ışık denizinden ve şu karanlık okyanusundan, çok muhtelif şuur sahibi varlıkları vardır; hem çok yoğun biçimde vardır. Gökler, burçlarına, yıldızlarına ve peyklerine varıncaya kadar şuur sahibi, hayat sahibi ve ruh sahibi mahlûklarla doludur.1

Göklerin ve yerlerin meleklerle dolu olduğunu Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdadı! Gıcırdamak onun hakkıdır! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyarak orada secdeye kapanmamış olsun!”2

Cisimlerin muhtelif cinsleri ve karakterleri gibi, cinlerin, meleklerin ve rûhânî varlıkların da çok farklı cinslerden olduklarını ve çok değişik karakterler sergilediklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ bir damla yağmura bakan meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını kaydeder. Hazret-i Üstad, ateşten, ışıktan, nurdan, nardan, zulmetten, karanlıktan, havadan, sudan, sesten, kokulardan, esîrden, elektrikten ve sâir latîf ve akıcı maddelerden yaratılmış olan hayat, şuur ve ruh sahibi mahlûkları Kur’ân’ın, “melâike, cin ve rûhânî” olarak adlandırdığını bildirir.3

İnsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler halinde yaratıldığı ve Cenâb-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabb’imizsin yâ Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor.4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan rûhunun5, dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde—eğer sâlih ruhlardan ise—Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur.6

Diğer taraftan Kur’ân’da Hazret-i Cebrâil’in (as) bazen “ruh”7, bazen “rûhu’l-emîn”8 ve bazen “rûhu’l-kudüs”9 sıfatlarıyla anıldığı da bir gerçektir. Binâenaleyh, “rûhâniyât” tabirinden yalnız insanların ruhlarını değil; insanlarla birlikte dumansız ateşten, ışıktan, nurdan, karanlıktan, sesten, kokulardan, elektrikten, havadan, esîrden ve bilmediğimiz akıcı ve hoş maddelerden yaratılan ve cismânî olmayan ruhâni mahlûkları anlıyoruz. Bu kavramın içine insan ruhu girebileceği gibi, muhtelif cinsleriyle melekler ve cinler de girmektedirler.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 162, 163, 467, 469

2- Tirmizî, Zühd, 7

3- Sözler, s. 469

4- A’râf Sûresi, 7/172( Tefsîri için bakınız: Sözler, s. 105)

5- Sözler, s. 35

6- Lem’alar, s. 230

7- Kadr Sûresi, 97/4

8- Şuarâ Sûresi, 26/193

9- Nahl Sûresi, 16/102

18.12.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Üçüncü Dünya Savaşı!



İki Cihan Savaşı görmüş bir dünyanın, bir savaş daha yaşaması oldukça acı neticeler doğuracağı malûmdur.

Geçmişte elli milyon insanın mahvına, milyarlarca maddî imkânın zayi olmasına sebep olunmuştu.

Fakat savaşın şekli değişmiştir. İnsanları canlı canlı mahveden nice düşmanlıklar yaşanmıştır.

Başta uyuşturucu ve sarhoş eden içkiler, çekici eğlenceler, haram muâmelelerden çıkan olumsuz hayat halleri, bir nevî üçüncü dünya savaşı gibi neticeler doğurmaktadır.

Ahlâkta ve hayatta yaşanan bu olumsuzluklar, geçmişte Mançur ve Moğol çapulcularının tahribinden daha dehşetli bir tarzda hayata hâkim olmuştur.

Gaddar medeniyetin, zâlim propagandanın, acımasız burjuvanın baskıları masum halkı perişan etmiş, hayatın tadını ve tuzunu kaçırmıştır.

Aslında yaşanan bu hâl, bir nevî üçüncü dünya savaşıdır.

Bu üçüncü dünya savaşının ateşini söndürecek olan, insanlığa umumî barışı ve saadeti getirecek olan yegâne çare Kur’ân-ı Hakîm’in taze ve şaşmaz ölçüleridir.

Bundan yaklaşık elli-atmış yıl önce Eşref Edip Fergan’ın Sebilürreşad adlı dergisinde Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile yaptığı mülakatta, Bediüzzaman’ın söylediği sözler çok mânâlı ve önemlidir:

Eşref Edip’in bir sorusuna karşı şu cevabı veriyor:

“Dünya büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garp (Batı) cemiyeti içinde bir hastalık, bir veba, bir taun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî (bulaşıcı) illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum...”

Bu şekilde devam eden sözleri bizler elli yıldır yaşıyor ve görüyoruz.

Üçüncü Dünya Savaşı’ndan kurtuluş ancak Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hakikatlerine sarılmaktan geçer.

18.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır