"Gerçekten" haber verir 20 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

Sosyal patlama! (1)



Cezaevlerindeki nüfusun resmî rakamlarla yüzbinleri aşarak dolup taşması ve son yedi yılda otuz yılda biriken suçlu sayısının iki katı hükümlü ve tutuklunun ceza infaz kurumlarını doldurması, Türkiye’de toplumun mâruz kaldığı sosyal patlamayı açığa çıkarıyor.

Ve bu durum, “özgürlük” paravanında “ahlâkî aşınma”nın açık bir tezâhürü olarak karşımıza çıkıyor. Zira bütün dünyada, gençliği zıvanadan çıkarmakla toplumların, mânen çökertilerek kültürel emperyalizmin dayattığı tuzağa düşmeleri, ecnebilerin egemenlik ve çıkar projelerine göre pazarlanması, hep bu sinsî içten çökertme metodu ve maksadını taşıyor.

Maksat, insanlığı mânen tahrip etmek. Medya, sinema, tiyatro, opera ve bale gibi araçlarla toplumları ve bilhassa Müslümanları inanç ve ahlâkî çöküntüye uğratmak. Yayın ve kültür kurumlarıyla inanç ve ahlâkta kargaşa türetmek, milletleri mânen ümitsizliğe ve bunalıma sevketmek. Süflî arzuları uyandırıp sefâhetin zebûnu etmek. Ulvî, insanî duyguları dumura uğratmak…

Yetişkinlerde başıboş hevesleri telkin etmek; böylece Müslüman kalplerde ve kafalarda imân yerine şüphecilik tohumlarını ekmek; ve iman zaafıyla dinsiz felsefenin kültür ve kötü alışkanlıklarına, bağımlılıklara teşne hâle getirtmek…

MÜSTEHCENLİK VE ŞİDDETE

CİDDÎ SINIRLAMA…

Zira uluslararası sermaye, kitleleri sâdece tüketim aracı olarak görüyor. Bundandır ki “popüler kültür” perdesinde, televizyonlarda televole kültürü enjekte ediliyor.

Keza karmaşa içinde birbirinden kopuk kalabalıklardan oluşan şehirler, birbirinden habersiz, ilgisiz ve irtibatsız yabanî insanlar ve parçalanmış hayatlar ortaya çıkıyor.

Bu büyük plânın bir parçası olarak Türkiye’de ve İslâm dünyasında, “muhâfazakâr” bilinenlerin dahi “dünyevîleşme” yarışına katılıp bu tür sefîh kitlelere katılması, tehlikenin alârm zillerini çaldırıyor. En “mazbut” âileler bile bu “câzibedâr, sefîhâne ve sarhoşâne şâşaalı eğlencenin câzibesi”ne kapılıp çocuklar ve serseriler gibi ayak uydurmaya uğraşıyorlar.

Özellikle iletişim araçlarının gelişmesiyle, televizyon ve internetin yaygınlaşmasıyla dalga dalga cemiyeti, âileyi, gençleri ve çocukları saran tahribat, toplumu felç ediyor. Aklı başında insanlık çığlık çığlığa…

RTÜK İletişim Merkezine en fazla yerli dizilerdeki şiddet, sigara ve alkol görüntülerinden şikâyetler gelmekte. Buna ek olarak filmlerden reklâmlara kadar her fırsatta müstehcen görüntülere yer verilmekte. Başdöndürücü yerli ve yabancı dizi sağanağında ekranlarda çıplaklık ve müstehcenliği ön plâna çıkaran yayınlar, âile mahremiyetini tehdit etmekte.

Bunun çocuklarda ve gençlerde meydana getirdiği mânevî tahribatın devletin resmî kurumlarınca da itirafı, mânevî dejenerasyonun boyutlarını ortaya koymakta. Çocuklara yönelik yayın ve reklamlar dahi hassas ve körpe zihinlerin psikolojik gelişimlerini etkileyecek şekilde oynatılmakta.

Ne var ki “yolsuzluk iddiaları”na dalan başta RTÜK olmak üzere sorumlu merciler bütün bunları görmezden gelmekte. Sağlık Bakanlığı “sigara yasağı”nın peşine düşmüş; lâkin şans ve talih oyunları sömürüsü, umut tâcirliği yapan çekilişler, bizzat devletin resmî kurumlarınca, devletin güvencesinde yapılmakta.

Vesikalı kumarhanelerin ve online casinoların yıllık cirosu milyar doları aşmış. Tam bir “sanal tuzak” olan internet üzerinden kumar ve bahis oyunları devam ediyor. Tekel’in içki reklamları bütün pervasızlığıyla zihinleri zehirliyor. Ahlâk bozucu müstehcenlik ve şiddete hâlâ ciddî sınırlama ve müeyyide getirilmiş değil…

DİN VE AHLÂK DERSLERİNİN

İÇİ DOLDURULMALI…

Gerçek şu ki bu sürede tıpkı dışa bağımlı politikalarda olduğu gibi yine “değişim” terânesiyle inanç zâfiyeti içinde ahlâkî aşınmaya, kültürel yozlaşmaya karşı hiçbir ciddî tedbir alınmış değil. Kamuoyu “muhâfazakâr iktidar” ve “inanç değerlerine saygılı idâre” görüntüsünde âdeta avutulmakta. Hükûmet bütün bunlardan bigâne; çâre ve çözüm olarak problemleri sayıp dökümünü yapmakla oyalanmakta..

“Muhâfazakâr demokratlık” iddiasındaki siyasî iktidar, çoğu zaman önceki merkez sağ ve muhâfazakâr iktidarlardan farklı olduğunu göstermek adına, “modernlik” kompleksiyle “kadının özgürlüğü”ne kapıldı. “Gençliğin özgürlüğü”, istediklerini yapabilme ve hiçbir ahlâkî değer tanımama olarak algılandı, algılatıldı…

O denli ki “okullarda cinsel eğitim” türü ne olduğu belli olmayan “tedbirler” yine Batı’dan taklit edilen tarzıyla kopyalanmakta. Batı kültürü ve eğlence anlayışı telkin edilmekte. İlkokuldan lise ve üniversitelere kadar yaygın ve vazgeçilmez bir hastalık haline gelen yıl sonu ve mezuniyet baloları bunun bir örneği…

Oysa devletin bir an önce sözkonusu kültürel ve ahlâkî tahribatı durdurması şart. Öncelikle başta okullardaki din kültürü ve ahlâk bilgisi ile rehberlik dersleri olmak üzere, müfredatın içinin doldurulması, gençlerin ve çocukların hiçbir komplekse kapılmadan inanç değerlerine ve kültürlerine sarılmalarının sağlanması icâb ediyor.

Günübirlik, göz boyama şeklî düzenlemelerle değil, eğitim ve öğretimin muhtevasının maddeci felsefe yerine mânevî kültürle, Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “imanın ve güzel ahlâkın dersleri”yle takviyesi gerekiyor…

Aksi halde “muhâfazakârlık” edebiyatıyla bir yere varılamaz; sosyal patlama daha da derinleşir…

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Açılım, katılım, girişim…



Dünyada yaşanan küresel kriz Türkiye’de de artık iyice hissedilmeye başlandı. İşten çıkarmalar, kapanan dükkânlar ve fabrikalar, ödenmeyen çek ve senetler, bir de bunun üstüne elektrik ve doğal gaza yapılan zamlar vatandaşı iyice bunaltmaya başladı. Başbakan IMF ile yılbaşına kadar anlaşma yapılacağını açıkladı, ancak hem işveren, hem de memur konfederasyonları IMF ile anlaşma yapılmaması için ikazda bulunuyorlar. İşsizlik iki rakamlı haneleri geçti. Enflasyon beklenenin üstünde… Yani, ekonomik kriz ülkemize teğet geçmiyor.

Ekonomideki bu kriz, geçen hafta, Meclis’te yapılan bütçe görüşmelerinde dile getirildi. Muhalefet “Kriz var” dedikçe hükümet pembe tablolar çizdi. “Kriz teğet geçecek” demeye devam etti. Baykal, yıllar önce Erbakan’ın kullandığı tablolarla, grafikler kullanarak hükümetin ekonomi politikalarını eleştirdi. Erdoğan da aynı taktikle cevaplarını verdi.

Bütçe görüşmelerinden birkaç not aktaralım. Hani hep denilir ya, “nerede o eski günler” diye… Meclisteki bütçe görüşmelerini takip ettiğimizde de “nerede o eski bütçe görüşmeleri” cümlesi aklımıza geldi. Eskiden basın localarında oturacak yer bulunamaz, merakla görüşmeler takip edilirdi. Ama bu seneki görüşmelerin gazeteciler, Genel Kurula gelip görüşmeyi takip eden gazetecilere “bir sataşma falan oldu mu?” diye sorduktan sonra olumsuz cevap alınca “Hiç hareket yok. Amma can sıkıcı konuşmalar” diyerek dışarı çıktılar. TBMM eski Başkanı Bülent Arınç da “Geçmiştekilere bakınca insanın ‘böyle bütçe görüşmesi mi olur’ diyesi geliyor” diyerek bu görüşe katılıyor.

Görüşmelerde sadece Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın esprili konuşması ve Başbakan ile DTP’li milletvekillerinin atışması oldu. Bunlar da olmasa, bütçe görüşmeleri gayet sakin geçti, bile denilebilirdi.

Görüşmelerde dikkat çeken başka bir görüntü ise, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın konuşmalarında idi. Alıştığımız Baykal’dan farklıydı. Orhan Veli’nin “Beni bu havalar mahvetti” şiiri ile süslediği konuşmasında ne laikliğin tehlikede olduğundan, ne rejim tehlikesinden bahsetti. Sadece hükümeti ekonomi konusunda eleştirmekle kaldı. Öylesine ki, Bakan Unakıtan’ın CHP’ye dönerek, “Beni iyi dinleyin, belki değişirsiniz. Çarşaf-marşaf değişiyorsunuz biraz. İyi şeyleri almaya bakın” sözlerine bile cevap vermedi. Bu da “açılıma” devam ettiğinin göstergesi miydi, bilemiyorum.

Yeri gelmişken, “açılım”, “katılım”, yoksa Baykal’ın yeni söylemi ile “girişim” tartışmalarının bu haftaki seyrine bir bakalım...

Hükümet kanadı Baykal’ın bu “açılımı”ndan hayli umutlu. Baykal açılımlarını izaha devam ediyor. Bir taraftan “meşhur çarşafa rozet takma” töreninin perde arkasını açıklarken, aslında kendisinin “türbanlı” birilerini beklediği, ancak çarşaflılar gelince de rozeti takmamazlık etmediğini açıklıyor, diğer yandan, “Toplumda zannettiğimden çok daha derin bir saflaşma varmış, onu gördüm” diyerek itiraflarda bulunuyor. Akşam’dan İsmail Küçükkaya’nın aktardığına göre Baykal, Ahmet Hakan’a “Bende çarşaf açılımı var. Ahmet de modernlik açılımı. İkimiz de birbirimize doğru ilerliyoruz” diyor.

Ancak şüphe duyanlar da yok değil. Bunlardan birisi de Bahçeli… Devlet Bahçeli’nin medyanın Ankara temsilcileriyle yaptığı kahvaltılı sohbet toplantısında Baykal’ın yeni stratejisini sorgularken, “Bu bir açılım mı, yoksa katılım mı? Katılım ise buna kimsenin bir diyeceği yok, açılım ise bu ne anlama geliyor? Acaba Türkiye nereye götürülmek isteniyor?” cümlesine aynı sertlikle Baykal’ın cevap vermesi, bu konunun daha çok su götüreceğini, Mart ayına kadar tartışmanın devam edeceğini gösterdi.

Bahçeli’nin bildiği bir şey mi var, yoksa bir şey mi imâ ediyor kestiremiyoruz. Ancak Baykal’ın “MHP muhatabımız değil” diyerek bu sorulara cevap vermekten kaçamayacağı da ortada...

* * *

Baykal açılımlarına devam etse de, “çarşaf açılımının samimiyeti” hâlâ sorgulanıyor. Bu konuda en ilginç sözleri Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu söyledi. “Karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar” atasözünü hatırlattıktan sonra “Karakolda doğru söylediğini gördük” dedi ve ekledi “Bakalım mahkemede şaşacak mı?” Gündoğdu, bir de söz verdi. “Eğer karakolda da (yani mahallî seçimlerden sonra da) bu açılımlarına devam ederse, bir plâket vereceklerini açıkladı. Bakalım Baykal, milletin huzuruna çıktığında ne karşılık alacak?

Mahallî seçimler yaklaşırken, Türkiye bir taraftan ekonomik krizi daha fazla kazasız-belâsız atlatmaya çabalarken, diğer taraftan da açılımın neticesini tartışıyor.

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Şeytanın hilesi varsa mü’minin de tövbesi var



Hayat bir yol. İnsan bir yolcu. Kimi yeri dardır, kimi yeri geniş hayat yolunun... Yokuş da ağır, düzde temkin gerek. Her işin başı sağlık... İman ve sağlık olmadan, ne varlık olur, ne dirlik, ne de birlik...

Yürüme bilmeyen yolu bozar, söyleme bilmeyen sözü. İçimizde bir dost, bir düşman vardır. Nefstir adı. Ateş gibidir. Sobanın içine koyarsan ısıtır. Lâmbaya koyarsan ışıtır. Dilini bilen çözer, üstüne biner nefsinin. Binmesine izin vermez nefsinin kendisine. Nefse ibadet dedin mi, ayak sürer, akıl hocası şeytandır; ondan ders alır.

Ağır yük, serkeş eşeği nasıl yola getirirse, güzel işler, Allah için çalışmalar da ne kadar artarsa, nefs elinden o kadar rahat eder insan. Boş kalınca felâket başlar; araba sağa sola yalpalar. İyisi mi işi baştan sıkı tutup, yolunu yolcusunu iyi bilmeli, bellemeli insan. Tâ ki, büyük bir kayıpla karşılaşmasın hayat yolunda. Büyüklerin sözleri de büyük, dinlemeli, öğrenmeli...

Yarını bekleyen bu günü yaşayamaz. Nefsin ve şeytanın işi, acelede ve yarınlarda oyalamada gizli. Gözünü açmalı ki insan, sermayesini sinsi düşmanına kaptırmasın. Kabiliyetin okulu yoktur. Ama insan, tecrübe ile, akıl sahiplerinden istifade ile, bunu elde edebilir.

Ümitsizlik, en büyük hastalığı bu asrın. İçten kemirir kurt gibi insanı. Günahlarla beslenir, vehimle güçlenir. Allah’ı bilen, şeytana karşı durur. Aklı başında olan, bir elini tövbe ve istiğfara, bir elini duâ ve tevekküle verir. Huzuru bulur.

***

Direksiyon başındaki şoförün küçük bir hatâsı, bazan büyük bir felâkete sebep olabilir.

Mânevî dikkatsizlikler de, ruhî hayatımızın ölümüne ve hattâ ebedî hayatın kaybına bile yol açabilir.

Ömür dediğimiz ne ki, 60-70 senelik bir dünya hayatı. Bunu olağanüstü bir gayretle korumaya çalışırız. Oysa ki, ebedî olan ahiret hayatımızı korumak için ise, çok daha büyük bir gayret sarf etmemiz gerekmez mi?

Ancak bütün bu dikkat ve gayretlere rağmen, yine de şaşma ve yanılma kabiliyetinde olan insanın günah ve hatâdan tamamen kurtulması mümkün değildir. Bu takdirde yapılacak iş, derhal düştüğü yerden kalkmak ve hatâdan dönmektir. Çünkü şeytanın mühim bir hilesi, insana kusurunu itiraf ettirmemek, ona kusurunu kusur olarak göstermemektir. Tâ ki, istiğfar ve Allah’a sığınma yolunu kapasın. “Kusurunu itiraf ederek istiğfar eden, istiâze eder. İstiâze eden (Allah’a sığınan) ise, şeytanın şerrinden kurtulur.”

Şeytan, insana günah ve kusurunu itiraf ettirmemek veya küçük göstermek sûretiyle daha büyük günah ve kusurları işlemeye sevk eder.

Ondan sonra da, “artık hayra kabiliyeti kalmadığını, iyice bozulduğunu, yola gelse de bunun bir fayda temin edemeyeceğini” telkin ederek onu ümitsizlik girdabına yuvarlar. Şeytanın bu hilesine karşı, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde mü’min kullarına yardım edeceğini vaat etmekte ve Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemesini ikaz buyurmaktadır. (Zümer Sûresi, 53)

İşte, Cenâb-ı Hak, şeytanın telkinlerine kapılarak günaha düşmüş mü’min kullarının elinden sonsuz rahmetiyle tutup kaldırıyor ve onlara af kapılarını açıyor. Kendi kusur ve günahını Cenâb-ı Hakk’ın dergâhında itiraf ederek af dileyen insanı, Allah’ın rahmeti boş çevirir mi? Nitekim boş çevirmeyeceğini birçok âyet-i kerimeyle vaat etmektedir.

Onun affı sadece günahkârlara, zindandakilere ve belli bir kitleye de mahsus değildir. Hem her zaman geçerli, hem de bütün insanlığı kuşatacak kadar geniştir.

En büyük felâket, günahlarının ağırlığı altında ezilerek ümitsizliğe düşmek ve hakka dönme imkânını ebedî olarak kaybetmektir.

Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, mü’min kullarını rahmet ve fazlıyla ümitsizliğe düşmekten ve şeytana tâbî olmaktan kurtardığını açıkça ifade buyurmaktadır:

“Eğer Allah’ın nimet ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, pek azınız müstesnâ, muhakkak şeytana uyup gitmiştiniz.” (Nisâ Sûresi, 83)

Yine Cenâb-ı Hak, mü’minleri “işledikleri günah sebebiyle Allah’ı anmaktan vazgeçmeyip, günahlarında ısrar etmeyen kimseler” olarak tarif etmektedir.

“Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak günahlarının bağışlanmasını isteyenler. Günahları ise, Allah’tan başka affedecek kim vardır? Ve onlar, yaptıkları günahta bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve ağaçları altından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Güzel ameller yapanların mükâfatı ne güzeldir.” (Âl-i İmran Sûresi, 135-136).

İnsan, günahından sıkılıp Allah’tan af dileme hassasiyetini kaybettiği noktadan itibaren büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Yoksa, insan olarak hiçbirimiz günahsız değiliz. Bilerek veya bilmeyerek, küçüklü büyüklü pek çok günahın içine her zaman giriyoruz. Burada birinci derecede önem taşıyan şey, günahın farkına varabilmek, günahı günah olarak görebilmek ve bundan dolayı Allah’ın af ve rahmetine sığınmak ihtiyacını duyabilmektir.

Unutmamak gerekir ki, Allah’ın rahmetinden istifade edebilmek için O’nun rahmetine müracaat etmek gerekir. Meselâ Cenâb-ı Hak “şifâ verici” mânâsındaki Şâfi isminin de sahibidir; bu ismiyle hastalıklara şifâ verir. Fakat bir hastanın “Cenâb-ı Hak nasıl olsa Şâfi’dir, benim şifamı verir” diyerek hiçbir tedbire başvurmaması halinde, hastalığın tedavisi değil, daha da kötüleşmesi muhtemeldir. Ve böyle bir insanın, Allah’ın Şâfî isminden fazla ümitlenmeye hakkı yoktur.

Bunun gibi, Cenâb-ı Hak, Tevvâb, Afüvv, Gafur ve Rahîm gibi, affetmeyi, bağışlamayı, tövbeleri kabul etmeyi ve merhamet etmeyi ifade eden isimlerin de sahibidir. Fakat insanın bu isimlerden nasibini alabilmesi için, o isimlerin gerektirdiği şekilde hareket etmesi icap eder.

Cenâb-ı Hak nasıl olsa affeder diyerek günahların içine dalıp gitmek, insanın günahlar karşısındaki hassasiyetini kaybettirir. Ve insan, zamanla günahını günah olarak görmez hale gelir. İşte bu, günahın kalbi kaplaması hâlidir. (Burada kalp ile kastedilen şey, mânevî hayatımızın merkezidir; yoksa göğsümüzün ortasındaki et parçası değildir.) Günahını kabul etmeyen ve günahı karşısında Allah’ın af ve rahmetine sığınmak ihtiyacını hissetmeyen kimse ise, İlâhî rahmete liyâkatini kaybetmiş demektir.

İnsana günahlar karşısındaki hassasiyetini kaybettiren başlıca sebeplerden biri de, günah seline kendilerini kaptıran insanların artık o selden kurtulma ümitlerini kaybetmeleridir. İslâm âlimleri bu ümitsizliği, şeytanın en önemli hilelerinden biri olarak değerlendirir. Oysa ki bir insan, bir kısım büyük günahları da işlese, hemen iman dairesinden çıkıvermez. Onun nefsine mağlûp olması, imansızlığının değil, hislerine, nefsine ve şeytana bir anlık yenik düşmesinin bir neticesidir.

Bu yenilgiler üst üste tekrarlanır ve günah bir alışkanlık haline getirilirse, bu defa şeytan “Sen artık adam olmazsın; Allah senin tövbeni kabul etmez” şeklindeki telkinlerle insanı ümitsizliğe atmaya çalışır.

Halbuki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de açıkça şöyle buyurmaktadır: “Ey kendilerinin aleyhinde, günahta haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O Gafûr ve Rahîm’dir.” (Zümer Sûresi, 53)

Bir hadis-i kudsîde de Allah’ın “Rahmetim gazabımı geçmiştir” (Müslim, Tövbe: 3) buyurduğu belirtilir.

Hz. Peygamber Efendimiz (asm), kullarının tövbe ve istiğfarı karşısında Cenâb-ı Hakk’ın duyduğu (kendisine has) kudsî lezzet ve memnuniyeti şu hadîslerinde dile getirirler: “Öyle bir kimse ki, çorak, boş ve tehlikeli bir arazide bulunuyor. Beraberinde devesi vardır. Devesinin üzerinde de yiyecek ve içeceği yüklenmiş. Derken uyur. Uyandığında bir de bakar ki, devesi gitmiş. Devesini aramaya koyulur. Bir türlü bulamaz. Açlıktan ve susuzluktan perişan bir vaziyette iken kendi kendisine şöyle der: ‘Artık ben ilk bulunduğum yere gideyim de, ölünceye kadar orada uyuyayım.’ Gider, ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar.

“Bir ara uyanır. Bakar ki, devesi yanı başında duruyor. Bütün azığı, yiyeceği ve içeceği de devenin üzerindedir. İşte Allah, mü’min kulunun tövbe ve istiğfarı ile, böyle bir durumda olan kimsenin sevincinden çok daha fazla sürûr ve lezzet alır.” (Şüphesiz ki, bu lezzet, bizim tattığımız lezzet ve sevinçlerle en küçük bir alâkası olmayan, Cenâb-ı Hakk’a mahsus, ifade etmekten âciz olduğumuz kudsî bir lezzettir. Bunu idrâk etmemiz mümkün olmadığı içindir ki, bizim idrâk edebileceğimiz cinsten bir hâdiseye benzetilerek bir hakikat anlatılmak istenmiştir.)

Bir başka hadis-i şerifte de “istiğfar eden bir kimsenin günde yetmiş defa dahi günahını tekrar etse, yine günahında ısrar etmiş sayılmayacağı” belirtilir. (Müsned 5:130; Darimî, vitr: 36.)

Şu halde, işlenen günahlardan ve nefse mağlûbiyetten dolayı ümitsizliğe düşen kimse, Allah’ın kendisine verdiği bunca fırsatı kendi ayağıyla geri tepiyor demektir.

Hz. Ali de (ra) buna işareten şöyle der: “Beraberinde kurtuluş reçetesi olduğu halde helâk olan kimsenin durumuna hayret ediyorum. O reçete de istiğfardır.”

Yine Hz. Ali Efendimize nispet edilen bir başka söz de şöyledir: “Cenâb-ı Hak herhangi bir kuluna istiğfarı ilham etmişse, ona azap etmemeyi murat etmiştir.” (İhyâ-i Ulûm, 3:162)

Bu konuda bir âyet meali:

“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.” (Furkan Sûresi, 77)

Evet günah ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin daha büyük olduğunu unutmayıp, ümitsizliğe düşmemeliyiz. Ve şu hadise kulak vermeliyiz:

Hz. Ebû Said’den (r.a.):

Allah Resûlü (asm) buyurdu:

Şeytan dedi ki:

“Yâ Rabbi! İzzetin hakkı için Senin kullarını son nefeslerini verinceye kadar aldatmaya devam edeceğim.”

Rab Teâlâ buyurdu ki:

“İzzetim ve Celâlim hakkı için kullarım Benden af dileyip günahlarının bağışlanmasını istedikçe, Ben de onları affedeceğim.” (Ebu Ya’lâ)

Son söz:

Sevgili Peygamberimizin (asm) müjdeli hadislerinden bir gül demeti takdim edelim:

Hz. Aişe’den (ra):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“Allah (cc), sizlerden birisi için hayır yoluna ya da sadaka olarak verdiği bir lokma veya bir hurmayı öyle büyütür ki, evlâdınızı ya da bir tayınızı büyüttüğünüz gibi büyütür. Ve bu bir lokma kıyamete kadar büyüye büyüye Uhud Dağı gibi olur.” (Dare Kutni)

...

Hz. İbni Mesud’dan (r.a.):

Allah Resulü (asm) buyurdu:

“Kıyamet günü ümmetimden bir adam hesaba çekilmek üzere huzura getirilir. Ancak kendisinin Cenneti hak edecek kadar bir sevabı bulunmaz. Allah (cc) buyurur ki:

“Onu Cennete sokun. Çünkü bu insan, aile fertlerine karşı çok merhametli idi.” (İbni Asakir)

...

Allah Resulü (asm) buyurdu:

Allah (c.c.) buyurur ki:

“Ey insanoğlu! Sen bana duâ ettiğin ve rahmetimden ümitlendiğin sürece, sendeki günahlara rağmen, seni bağışlar ve onlara hiç aldırış etmem.

“Ey Âdemoğlu! Günahların yerle gök arasını kaplayacak bir çokluğa ulaşsa bile, bunların ardından benden af dilersen, hiç aldırmadan seni bağışlarım.

“Ey Âdemoğlu! Bana, yer dolusu günahlarla gelsen dahi, sonra bana hiçbir şeyi ortak (şirk) koşmadan huzuruma çıksan, hiç şüphesiz seni, yer dolusu rahmet ve bağışlarla karşılarım.” (Tirmizî)

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kriz ve AB



Başbakanın yakınlarda “İnişe geçti” dediği, ama bizi yeni yeni sarsmaya başlayan ekonomik kriz her geçen gün daha da büyüyen bir kâbus gibi üzerimize çöküyor.

Aylardır krizi küçümseyen, “Bizi teğet geçecek, en az etkilenen ülke Türkiye olacak” beyanlarıyla vakit geçiren hükümet yetkililerinin, hâlâ tekrarlamaya devam ettikleri bir söz var:

“Bünyemiz eskisi gibi zayıf değil. Yapılan reformlarla daha sağlam ve dayanıklı hale geldik.”

Demek ki, eğer Ecevit’le Bahçeli’nin Anasol-M hükümeti iş başındayken yakalandığımız ve cumhuriyet tarihinin küçülme rekorunu yaşadığımız 2001 krizinden sonra yapılan kısmî reformlar olmasaymış şimdi de halimiz harapmış.

Bunların ötesinde, bizi eskiye nisbeten daha muhkem hale getiren asıl faktörün AB sürecinde yapılanlar olduğunu ise Ali Babacan söyledi.

17 Aralık 2004’e kadar AB adayı, o tarihten 3 Ekim 2005’e kadar Brüksel’den müzakere tarihi almış ve ondan sonraki süreçte de resmen üyelik müzakerelerine başlayan bir ülke olmamızın hem iç dengelerde, hem de dışarının bize bakışında meydana getirdiği olumlu değişim, ekonomide de önümüzü açan gelişmeleri tetikledi.

AB süreci dünya ile entegre olmamızın yolunu açarken, kalıcı yatırım için gelen yabancı sermaye akışı hızlandı. Devletin ekonomideki ağırlığını azaltıp, hür teşebbüsün faaliyet alanını genişleten reformlar iktisadî hayatı canlandırdı.

Ama bu alanda da yapılanlar, demokratikleşme reformlarında olduğu gibi, yapılması gerekenlerin yanında devede kulak mesabesinde kaldı; arkası getirilemediği için bir yerde tıkandı.

Devlet eliyle birilerini zengin etme mekanizması olarak işleyen ihale düzenini çağdaş AB kriterlerine uygun şekilde ıslah etmekten kaçınılması; yerli ve yabancı girişimcileri canından bezdiren bürokratik formalitelerin mâkul düzeye çekilemeyişi gibi olumsuzluklar devam etti.

Keza, genel bütçede, görünen ve görünmeyen kalemleriyle en önemli masraf hanelerinden birini oluşturan savunma harcamalarının azaltılamaması da ciddî bir handikap olarak duruyor.

Bu konunun krizle bağlantısını Prof. Seyfettin Gürsel “Ekonominin krizden çıkışı üç siyasî sorunun çözümüne bağlı. Çünkü para Ege, Kıbrıs ve Kürt sorunu için savunmaya gidiyor. Bu üç sorun çözülürse savunma harcamaları azalır” (Neşe Düzel, Taraf, 15.12.08) sözleriyle kuruyor.

Savunma harcamalarının azalması ise, asker üzerindeki sivil kontrolün sağlanmasına bağlı.

Şimdiye kadarki AB raporlarında defaatle ve ısrarlı bir şekilde vurgulanan bu hususun gereği ne yazık ki şimdiye kadar bir türlü yapılamadı.

Bu konuda yapılanlar, 2003 yazında Meclisten geçen kısmî MGK reformuyla sınırlı kalırken, asker-sivil ilişkilerinin yapısal temelinde neşter vurulmayı bekleyen temel sorunlara hiç yaklaşılamadı bile. Aktütün saldırısıyla su yüzüne çıkan sınır karakolu ve golf skandalları, bu durumu ele veren hazin örneklerden sadece birkaçı.

Netice olarak, sadece ekonomiyi ilgilendirenlerin değil, siyaset alanındaki demokratikleşme reformlarının da tamamlanmayıp eksik ve yarım bırakılması, ekonomiyi kırılganlaştırıyor.

Çünkü yine Gürsel’in ifade ettiği gibi:

“Ekonomik ve siyasî reformlar yapılamayınca Türkiye büyüyemeyecek ve işsizlik artacak...”

Onun için Türkiye, kriz olayını yalnızca ekonomik boyutuyla değil, siyasî ihtilâtlarıyla da birlikte bir bütün olarak görüp değerlendirmek ve yapılması gerekenleri o çerçevede kapsamlı bir bakış açısıyla tesbit ederek gereğini yapmak gibi kaçınılmaz bir zorunlulukla karşı karşıya.

Ne yazık ki AKP, başından beri böyle bir bakış açısına sahip olamadı ve ya asıl niyeti farklı olduğu, ya da olayı doğru anlayıp takipçisi olma kapasitesine sahip olmadığı için, aldığı oyların hakkını veremeyerek tarihî bir fırsatı kaçırdı.

Türkiye’ye tam altı sene kaybettirdi.

Bakalım, daha da kaybettirecek mi?

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hep beraber normalleşelim



MÜSİAD’ın iki ayda bir düzenlediği Genel İdare Kurulu toplantısının sonuncusu İzmir Çeşme’de yapıldı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, toplantının misafir konuşmacısıydı.

MÜSİAD üyeleri her GİK toplantısında bir bakanı misafir ederek, yaşadıkları sıkıntıları birinci elden bakanlara ulaştırıyorlar. Elbette çok önemli konular dile getiriliyor ve varsa tesbit edilen uygulamalardaki hatalar daha sonra düzeltiliyor. Nitekim Bakan Faruk Çelik de bu toplantının faydalı olduğunu hatırlatarak, geçmişte yapılan bazı düzeltmelere de işaret etti. Toplantı, yaşanan ekonomik kriz ortamında gerçekleştiği için haliyle söz alan bütün şube başkanları krizle ilgili tesbitlerde bulundu. MÜSİAD şube başkanlarının ortak talebi şu: Hükümet, rantiyeciyi değil; üretici KOBİ’leri desteklesin!

Çoğunluğu KOBİ ölçeğinde işletmelere sahip olan MÜSİAD üyeleri, bankalardan yana da şikâyetler dile getirdiler. “Artık bankaların oyuncağı olmak istemiyoruz. Lütfen, sözde değil özde üretici KOBİ’lerden yana olun” diye talepte bulundular.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının görev alanı geniş ve haliyle çok sayıda şikâyetlere konu oluyor. Meselâ yine son günlerde tartışılan özel hastahalerdeki muayene ücretleri ve eczacıların şikâyetleri de gündeme geldi. Üyeler arasında eczacılar ve sağlık mensupları da olduğu için yaşadıkları ve çoğumuzun da haberdar olduğu konuları Bakan Çelik’e aktardılar.

Elbette sağlık sektörü çok büyük bir sektör ve çok sayıda da suiistimallere konu olan bir saha. İyi bir denetim yapılamadığı zaman bütçeyi eriten bir konu. Bakan Çelik de yaşanan sıkıntılardan haberdar olduğunu, ama kalıcı çare için biraz daha zamana ihtiyacı olduklarını ifade etti.

Bazı KOBİ sahipleri de bir yandan işsizlik olduğunu, öte yandan da kalifiye eleman bulmakta zorlandıklarını söylediler. Bu, sadece KOBİ’lerin değil, aslında bütün Türkiye’nin problemi. Beraberinden gizli işsizlik de var. MÜSİAD GİK toplantısında bütün bu problemler dile getirildi ve çareler arandı.

MÜSİAD şube başkanları, Bakan Çelik’ten “tebdil-i kıyafet” yaparak bir gün herhangi bir eczahanede çalışmasını istediler. Ancak bu şekilde, yaşanan sıkıntıları bizzat görmek mümkün olur ve çareler de bulunur. Bir eczacı, “Sayın Bakanım. Eczahaneme gelenlerden muayene parası istiyorum ve izah etmekte zorlanıyorum. Hükümet hakkında sarf ettikleri sözleri burada aktarmaktan sıkılırım. Keşke gelip kendiniz görseniz de çare bulsanız” diyerek eczanesine dâvet etti.

Bunca şikâyet ve eleştirileri dinleyen bakan Faruk Çelik de hem eleştirilere hak verdi, hem de önemli bir çağrıda bulundu: “Sadece kendi sıkıntılarınızı dile getirmek yetmiyor. Türkiye normalleşecekse, hep beraber normalleşmeliyiz” dedi. Çelik dikkat çekici bir örnek de verdi: “Siyasî destekle genel müdür olan ve bu görevde 6 ay çalışan bir kişi, bütün iş hayatında genel müdürlük yapmış gibi değerlendiriliyor ve ona göre emekli olup ona göre maaş alıyor. Bu adaletsizlik değil mi? Ama hiçbir kişi ‘Hayır bu benim hakkım değil’ demiyor. Dolayısıyla 6 ay genel müdürlük yapan emekli olunca çok yüksek maaş alıyor. Ama bir işçi, çok daha zor şartlar altında yıllarca çalıştığı halde düşük emekli maaşı alıyor. Hep birlikte normalleşmeliyiz. Haksızlıkları sona erdirmeliyiz.”

Doğru, normalleşme fertten başlamalı ki cemiyete de yayılabilsin...

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Mü’min ve münafıkı ayırt eden namaz



Hayat, sabah

namazıyla başlıyor

Semt camisinde sabah namazı kılıyoruz. İmamla beraber dört beş kişiyiz.

Bir yabancı caminin bu halini görse, bu ibadet yerinin, bir azınlık topluluğa ait olduğunu zannedecek. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir semt camisinde, sabah namazında, birkaç kişinin cemaat olması, apaçık bir kaybetme manzarasıdır. Buna nefsin galebesi demek daha doğru olur.

Neyse ki birazdan şehir, namaz için yanan ışıklarıyla, derin sessizliğinden sıyrılıp, uyanıyor. Ve şehir, sabah namazında Mü’min kimliğini gösteriyor.

Namaz saatleri

ihya saatleridir

Her biri bir inkılâp başı olan namazlar, zamanın güneşleri olarak, hayatın vazgeçilmezleridir. Onun için gün, sabah namazıyla başlıyor. O, ihya oluyor.

Sabah namazı,

büyük kazanç kapısıdır

Sabah namazı, kazancı büyük olduğundan, nefis ve şeytanın en çok uğraştığı namazdır. Sabah namazının iki rekât sünnetinin dünya ve içindekilerden daha değerli olması, durumu özetlemeye yetiyor.

Terk edilen birazcık uyku, terk edilen şeytan, terk edilen dünya rahatı karşılığında, sadece Allah için kalkılan sabah namazı, dünya ve ahiret saadetine vesiledir. Zaten insanda, her iki dünya saadetini kazanabilecek cihazat vardır.

Kul, Allah için neyi terk ederse;

Allah da kuluna öyle mukabele eder

İnsanı, Rabbi karşısında önemli kılan şey, Rabbi için neler yapıp, yapmadığıdır. Rabbini razı edecek davranışlar, O’nun rızasını kazanmayı netice verecektir. Onun için Allah’ın kuluna ihsan ettiği ve edeceği nimetler, kulun Allah için terk ettikleriyle alâkalıdır. Yani imkânı olduğu halde, Allah için haramı terk eden bir kula Allah, Cehennemi haram kılacaktır. Yine Rabbi için dünya/lıkları terk eden kula da, Cenneti verecektir. Peki sabah namazı için, beş dakikalık bir uykuyu terk etmeyen bir kula, Rabbi nasıl mukabele edecektir?

Uyanış saatinde uyumak,

mahrumiyettir

Her sabah yeni bir diriliş başlıyor. O saatte kuşlar, böcekler ve diğer mahlûkat dahi oldukça yoğun bir hareketlilik içerisindedir.

Halife-i arz makamındaki insanın, bu saatte uyanık olmaması düşünülemeyecek bir mahrumiyettir. Evet, gün, sabah namazıyla başlıyor. Hayatın da nasıllığı, sabah namazından anlaşılıyor.

Hazret-i Peygamber (asm), ‘Mü’minler sabah namazının faziletini bir idrak edebilseydiler, mescitlere yürüyerek değil, sürünerek giderlerdi.’ demiştir.

Sabah namazının çiçekleri sadece mü’minlerdir.

Münafıkların sabah ve yatsı namazı kılamadıkları ifade edilir.

Öyleyse camileri, mescitleri, hiç değilse evleri sabah ve yatsı namazlarında şenlendirmeliyiz.

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Faiz belâsından kurtuluş yolunda



Geçtiğimiz Perşembe günkü gazetelerde ABD Merkez Bankasının (Fed) yüzde 1 olan gösterge faiz oranını yüzde 0,25’e indirdiği belirtiliyordu. Fed’in 30 Nisan’da yüzde 2’ye çektiği gösterge faiz oranını, 8 Ekim’de yarım puan daha indirerek yüzde 1,5’e, 19 Ekim’de de yüzde 1’e, 8 Ekim’de Avrupa, İngiltere, Kanada ve İsveç Merkez Bankaları da faiz oranlarını yarımşar puân düşürmüşlerdi.

Nice tecrübeler yaşayan insanlık nihayet faizin ne kadar tehlikeli, korkunç bir felâket olduğunu, bu yüzden nice kişilerin, kuruluşların perişan hallere düştüğünü anlamaya, görmeye başladı. Demek fıtrat fıtrî olmayanı kabul etmiyor. Demek bir fıtrata dönüş söz konusu.

İslâm da fıtrat dini değil midir? Şu halde insanlık fıtrat dini olan İslâma dönüyor, yöneliyor. Bediüzzaman Hazretleri yüz yıl kadar önce insanlığın dinsiz kalamayacağını, çektiği acı faturalar sonucunda dine yöneleceğini belirtmiş; akıl, ilim ve fennin hükmettiği istikbalde, aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân’ın hükmedeceğini belirtmişti.1 Demek Kur’ân kendini dinletiyor, hükmetmeye başlıyor.

Medeniyet birkaç asırdır koyduğu bir kısım kanun ve prensiplerle insanlığın huzur ve rahatını bozagelmiş, Avrupa’da bir kısım büyük olaylara sebep olmuştu. Bunun sebebi zenginlerle fakirler arasındaki dengenin bozulup zenginlerde bulunması gereken merhamet ve şefkatin kaybolması, “Ben tok olayım da, başkası açlıktan ölürse ölsün bana ne!” anlayışıyla zulme, ahlâksızlık ve merhametsizliğe girmesi, “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışıyla da fakirleri kin, haset ve çarpışmaya sevk etmesiydi. İslâm ise “Ben tok olayım da, başkası açlıktan ölürse ölsün bana ne!” şeklindeki sakat anlayışı zekât; bencillik ve merhametsizliğin ifadesi olan “Sen çalış ben yiyeyim” anlayışını da faizi yasaklayarak kökünden kesip atmış, her iki tabakayı uyuma, huzura kavuşturmuştur.2

Fâiz İslâm öncesi olan Cahiliyye döneminde de yaygınlaşmış; kavgalara, kargaşalara sebep olmuş, kimini inletirken, kimini de kat kat alıp oturduğu yerden servet üstüne servet katma gibi bir hazır yiyiciliğe itmiş, toplumun taşıyamayacağı bir kambur hâline gelmişti.

Bugün de fâizle iflâh olmuş kişi, toplum ve millet gösterilemez. Fertleri, toplumları, milletleri kemiren, içten içe çökerten, koca koca kuruluşları iflâsa sevk eden bir âfet faiz. İslâm beşerin saadeti için faizi yasaklıyor; yerine getirdiği zekât, fitre, sadaka ve çeşit çeşit yardımlarla fakirin elinden tutmayı emrediyor; toplumu huzura, barışa sevk ediyor.

Kur’ân, fâizin malın bereketini giderdiğini, zekât ve diğer hayırların ise malı bereketlendirdiğini, arttırdığını bildirir. Fâizi helâl sayanı kâfir olarak niteler3 ve şöyle buyurur: “Fâiz yiyen kimseler Kıyamet gününde kabirlerinden, şeytan çarpmış kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Bunun sebebi, onların, ‘Alış veriş de fâiz gibidir’ demeleridir. Halbuki Allah alış verişi helâl, fâizi ise haram kıldı.” 4

Peygamberimiz (asm) de fâize karşı kesin tavrını koymuş, onu kazançların en kötüsü olarak nitelemiş,5 helâk edici6 yedi büyük günah arasında saymış,7 fâiz yiyenlerin Cennet nimetlerinden tatmaya hakları olmadığını bildirmiştir.8

İnsanlığın bu gerçeği anlaması için bunca sıkıntılar çekmesi mi lâzımdı?

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şamiye, s. 33. 2- Sözler, s. 372-373; Mektûbât, s. 264-265. 3- Bakara Sûresi: 276. 4- A.g.s, 275. 5- Câmiü’s-Sağîr, 2:175. 6- Buharî, Vesâyâ: 23; Müslim, Îman: 144. 7- Müslim, Îman: 145. 8- Câmiü’s-Sağîr, 1:469.

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cilbab ve hükmü



Özlem Hanım: “Cilbab ne demektir? Şekli nasıldır? Hükmü nedir? Bu hususta âlimlerin görüşleri nelerdir?”

Cilbab, lügatte, vücudu tepeden tırnağa kadar örten ridâ, kisve ve her türlü dış örtüdür. Kadının giyimine önem veren Kur’ân, bu giyimin biçimini çoğulu “Celâbîb” olan “cilbab” kelimesi ile gündemimize taşımış ve Müslüman kadının baştan ayağa bir dış örtü ile örtünmesini “farz” olarak hükme bağlamıştır. İlgili âyet şöyledir: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dışarı çıkarken üstlerine cilbablarını (dış örtülerini) almalarını söyle. Bu, onların hür ve nâmuslu bilinmelerini ve bundan dolayı incitilmemelerini daha iyi sağlar. Allah bağışlar ve merhamet eder.”1

Ümmü Seleme (ra) anlatır: “Bu âyet nazil olduğunda Ensar kadınları geniş siyah kisveler giydiler.”2

Hazret-i Hafsâ (ra) anlatır: Kız kardeşim sordu:

“Yâ Resûlallah! Birimiz cilbab bulamadığı için cilbabsız çıksa bir mahzuru var mıdır?” Allah Resûlü (asm):

“Arkadaşı cilbabını ona versin, o da hayırlı bir işe öyle çıksın” buyurdu.3

Cilbabın şekli ve biçimi üzerinde yoğunlaşan âlimler, teferruâtta ihtilâfa girmiş olmalarına rağmen, esas meselede ittifak etmişlerdir. Cilbab; Kâmûs’a göre, kadınlara mahsus “üstlük” denilen geniş bir elbise; İbn-i Abbas’a göre, vücudu baştan sona örten şey; İbn-i Cerîr’e göre, peçe; İbn-i Kesîr’e göre, baştan omuzlara ve vücuda doğru düşen bir örtü; El-Cevherî’ye göre, çarşaf gibi bürünülen şey; İbnü’l-Esîr’e göre, kadının başını, sırtını ve göğsünü örttüğü etek ve uzun üstlük; El-Merâğî’ye göre, kadının gömleğinin ve başörtüsünün üzerinden büründüğü çarşaf; Elmalı’ya göre, baştan aşağıya örten çarşaf, ferâce ve dış kisvedir.4

Yirmi Dördüncü Lem’ayı cilbab âyetinin tefsirine tahsis eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, teferruâttan çok, “esas ve temel” üzerinde yoğunlaşır ve açık saçıklığa karşı kadının örtünmesinin, yaratılışının zorunlu bir gereği olduğunu, kadın fıtratının örtünmeyi iktizâ ettiğini kaydeder. Üstad Bedîüzzaman, kadının örtünmesi meselesini “tesettür” ana başlığında dört mühim hikmetle izah eder:

Birinci Hikmet: Tesettür kadınlar için fıtrîdir. Kadınların fıtratları ve yaratılışları tesettürü ve örtülü bulunmayı gerektiriyor. Kadını ecnebî erkeklerin göz hapsine mahkûm eden sebepse, ref’-i tesettürdür, yani örtünmeyi kaldırarak açılmaktır.

İkinci Hikmet: Ebedî hayatta da kocasının hayat arkadaşı olan kadın; kocasının kendisine karşı ebedî aşkını, ilgisini ve alâkasını ancak tesettürde sebat ederek ve örtünerek sağlayabilecektir. Yani yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil; ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde de kocasının ciddî hürmet ve içten muhabbetini kazanmasının tek yolu, örtünerek ve tesettüre riâyet ederek güzelliklerini ve zîynetini yalnız kocasının nazarına tahsis etmesi, muhabbetini ve sevgisini yalnız kocasına hasretmesidir. İnsanlığın muktezâsı budur. Yoksa açılmakla kadın kazandığını zannetse de, aslında pek çok kaybetmektedir.

Üçüncü Hikmet: Bir âilenin saadeti eşler arasındaki karşılıklı emniyet, samîmî hürmet, içten saygı, derin sevgi ve fedâkârâne muhabbet ile sağlanır ve devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık ise, o emniyeti bozar, o karşılıklı derin hürmeti ve içten muhabbeti kırar.

Dördüncü Hikmet: Açık-saçıklık güveni bozar ve âile saadetini dağıtır. Tesettür ise nâmus ve iffetin muhafazası için önemli bir ameldir. Açık-saçıklık fuhşiyâta teşvik eder. Tesettür ise meşrû evliliğe kapı açar. Toplum hayatının saadeti, terakkîsi ve gelişmesi ise fuhşiyatta değil; meşrû evliliklerle kurulan mes’ût aile yuvalarındadır.5

Görüldüğü gibi Bedîüzzaman Hazretlerinde cilbab, “tesettür ve geniş örtünme” mânâsında ele alınmış, işlenmiş ve açık-saçıklık kültürüne ve göreneğine karşı müdafaa edilmiştir. Öyleyse cilbab için teferrûatı, İslâm esaslarına göre şekillenmiş olan “İslâmî örfe” bırakmamız daha uygun olacaktır. Bulunduğumuz çevrede cilbab hususunda “Müslümanlar arası örf” nasıl teşekkül etmişse, buna itimad ederek uygulamamız halinde İnşaallah Cenâb-ı Hakk’ın emrine ittiba etmiş oluruz. Doğrusunu Allah bilir.

Dipnotlar:

1- Ahzâb Sûresi, 33/59

2- Sâbûnî, 11/382

3- Buhârî, Hayz, 23

4- Elmalı, Hak Dîni Kur’ân Dili, 6/3927

5- Lem’alar, s. 197-200

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir iman ve hidayet yolcusu: Sanatçı Yaşar Alptekin (1)



Bundan dört yıl kadar önce iman ve hidayet dairesine giren sanatçı Yaşar Alptekin'in mukaddes beldelere gidip hac fârizasını yerine getirmesi, şu günlerde medyanın daha bir ilgi odağı haline geldi. Birçok medya organı ve özellikle televizyon kanalları, onunla ilgili haber yaptı, uzun söyleşilerde bulundu.

Kimileri olanı biteni olduğu gibi yansıtmaya çalışırken, kimileri de kasıtlı bir çarpıtma ile sanatçıyı karalamaya, onu hiç de hak etmediği bir zan ve töhmet altına sokmaya tevessül etti.

Biz de az–çok tanıdığımız değerli sanatçının son yaşadıklarını medyadan takip ettik, kendi konuşma ve beyanlarını dinledik, sıkıntılarını fark ettik, sevinçlerini hissettik ve bu çerçevede bazı düşünce ve mülâhazalarımızı hem sayın Alptekin'le, hem de sizlerle burada paylaşmak istedik.

Sabancı'nın cenaze namazında büyük bir "inkılâb" yaşadı

Halen kırk yedi yaşında olan Yaşar Alptekin, aslen Tekirdağ Şarköylü'dür. Sanat camiâsına dansçı, manken ve oyuncu olarak katıldı. Kısa zamanda büyük şöhret kazandı ve aranan bir sanatçı oldu.

Şân ve şöhreti gibi maddiyatı da yerindeydi. Bu minval üzere yıllar birbirini kovaladı, gitti.

Ne var ki, içinde büyük bir mânevî boşluk hissediyordu. Üstelik, bunu hiçkimseyle paylaşamıyordu. Çünkü, çevresinde dinden, mâneviyattan anlayan, yahut bu gibi şeylerden söz eden kimseler pek yoktu.

İç dünyasındaki arayış hissi ise, aynen devam ediyordu. Bir sevk–i İlâhî ile, aradığı hakikati 2004 yılının Nisan ayı ortalarında buldu.

* * *

12 Nisan 2004 tarihinde, İstanbul Fatih Camiinde, Türkiye'nin en zengin işadamlarından biri olan Sakıp Sabancı'nın cenaze namazı kılındı. Sanatçı Alptekin'in dünyası da, işte o gün hayret ve hayranlık uyandıran bir ruhî ve bedenî inkılâp ile o gün değişti.

Çeşitli röportajlarında ve bilâhare kaleme aldığı "Namazla Yeniden Doğdum" isimli kitabında anlattıklarına bakılarak, o tarihte yaşadıklarını şu şekilde özetlemek mümkün...

Cenaze merasim programından bir gün önce tevâfuken haberdar olan Yaşar Alptekin, insiyakî bir duyguyla bu merasime katılmayı arzu eder.

Hemen bir arkadaşını arar ve yardımcı olmasını ister. Çünkü, o güne kadar namaz kılmakla, camiye–cenazeye gitmekle hiç işi olmamış. Dolayısıyla, Fatih Camiinin nerede olduğunu dahi bilmiyor.

Neyse, ertesi gün gelir ve arkadaşıyla birlikte Fatih Camiine giderler. Sakıp Sabancı'nın cenaze namazını ise uzaktan seyretmek durumunda kalırlar.

İşte tam o esnada hiç umulmadık bir şey olur. Yaşar Alptekin, etrafa nazar gezdirirken, tam bir huzur ve huşû içinde duâlar eden yaşlıca bir teyze dikkatini çeker. Ona dikkatle bakar. Bakarken düşünür, düşünürken de iç dünyasında bir kaynama başlar. Bütün zerratı lerzeye gelir, baştan ayağa titrediğini hisseder.

Aniden, evet âniden basiret gözü açılır ve kendisi de namaz kılmayı, ibadet etmeyi arzu eder. Bu arzusunu arkadaşına anında iletir: "Bana namaz kılmayı öğretir misin?" der. Arkadaşı ise, "Kafana saksı mı düştü? Sen ne diyorsun?" tarzında mukabele eder.

Ne var ki, mesele son derece ciddidir. Hayatın geçici ve fâni olduğu bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır. İşte, tabuttaki şahıs. Dünya serveti itibariyle zengin mi zengin. Ama, bunun faydası işte buraya kadar. Peki, ya ötesi? Ötesi ne yapmak lâzım? Mutlaka birşeyler yapmak lâzım...

Bütün bu duygu ve düşünceler, Yaşar Alptekin'i almış, başka âlemlere götürmüş. O âlemde, artık sırf maddî ve dünyevî şeyler yok. İbadet var, mâneviyat var, mukaddesat var. Bunlara yönelmeli ve ona göre yeni bir hayata başlamalı.

Kesin kararlıdır. Bunları yapmaya koyulacak. Arkadaşından bir kez daha yardım ister: "Bu akşam gelip bana namazı öğretir misin?" der.

Meselenin ciddiyetini kavrayan arkadaşı, isteğine uyar ve evine giderek dediğini aynen yapar. Abdesti, namazı ona öğretir.

Sanatçı, gecenin geç saatlerinde farzları öğrenmeye ve hatta tek başına tatbik etmeye başlamıştır. İçi içine sığmaz olmuştur. Gözleri de artık uyku tutmaz olmuştur. Şafağın sökmesini, namaz vaktinin girmesini bekler, gidip sabah namazını camide kılmak ister.

Uyuyamayınca, gecenin bir vakti yürüyerek Kozyatağı Mehmet Çavuş Camii'ne gider. Ancak, vakit gecenin bir yarısı olduğu için, cami kapalıdır. Oracıkta henüz kimsecikler yoktur. Beklerken, bir yandan da korkuyla karışık tereddütler içindedir: "Beni tanıyanlar tarafından ya reddedilir, kovulursam? Ya, 'Senin gibilerin burada ne işi var!' azarına mâruz kalırsam?" diyor, kendi kendine...

Neyse ki, korktuğu başına gelmez. Uzun süre bekledikten sonra, cami kapısına doğru Hızır gibi bir zât gelir. Gerisini şöyle anlatır Alptekin: "Ak sakallı, ak saçlı, kırmızı süveterli bir dede gelip beni içeri aldı. Rabbimin huzuruna ilk gelişimdi. Ezan okundu, tüm vücudum, hücrelerim titredi. Unutamadığım bir namaz kıldım. Bu camide ilk namaz kılışımdı."

İşte, bu tarihten sonra iç dünyası gibi, iş dünyası da değişmeye başlar, Yaşar Alptekin'in. Kimi ona delirdi gözüyle bakar, kimi de haline akıl sır erdirmekte zorlanır.

Ne var ki, bu bir sevk–i İlâhî'dir. Bir hidayete mazhariyet meselesidir. Rabbim isterse, bir anda yazı kışa, kışı yaza çevirir. O isterse, İbn–i Hattab'ı bir gün içinde hak ve adâlet timsâli olacak bir Ömer'e (ra) döndürür. O'nun yanında hiçbir zorluk yoktur. Ancak, O'nun bütün işlerinde hikmet dolu sırlar vardır.

İşte o sırlı hikmetlerden biri de, sanatçı Yaşar Alptekin'in hayatında tecelli etmiştir. Başkasının bunu anlamaması, o mânânın tecellisine perde teşkil etmez.

....................................

Bir sonraki yazıda, aziz din kardeşimiz Yaşar Alptekin ve onun durumunda olanlara önemli bazı tavsiyelerde bulunmak arzusundayız.

20.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yöneticileri sorgulama cesareti ve şeffaflık



Bugün, sıkıntısını çektiğimiz en önemli meselelerden birisi, siyâsî kirlilik ve şeffaf yönetim biçiminin olmayışıdır. Bunun sebeplerinden birisi, çeşitli bulaşıcı hastalıklar gibi intişar eden istibdattır. Bizim de bu baskıya boyun eğmemizdir, yöneticileri sorgulamayışımızdır.

Diktatörlük, baskı, sadece askerî ve idarî olmaz. İlimde, eğitimde, aile hayatında, toplumda da istibdatlar vardır. Zaten bu istibdatların birleşmesinden hâsıl oluyor siyâsî istibdat. “Taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir”1 der Bediüzzaman. Yani, “İlmen, mesele budur ve başka bir yolu yoktur” diye dayatıldığından, onlar da “Başka yollar da vardır” diyerek saptılar ve kendilerini başka yerde buldular. Bediüzzaman bir meseleyi anlattığında, “Mesele budur, başka yolu yoktur!” demez. “Yüzer hikmetlerinden birisi budur!” diyerek ilmî hürriyet meydanını açmıştır. Siz çocuğunuzu evde, okulda susturursanız, büyüyünce de çok susuyor ve hak aramasını bilmiyor. Cehaletle hak aranmadığında da, en hamiyetli kişiler müstebit oluyor.

İslâmiyetin, tarih boyunca, bu hususta da hârika örneklerin sergilenmesine zemin hazırladığını ve en demokratik, hür, şeffaf devlet anlayışını yerleştirdiğini görürüz. Hulefâ-i Râşidînin birincisi ve hakikî reis-i cumhurlardan Hz. Ebûbekir, reis-i cumhur, yâni mü’minlerin emiri, halîfesi seçildiği zaman şu meâlde bir nutuk çektiğini hepimiz biliyoruz:

“Ey insanlar, ben sizin başınıza yönetici seçildim, ama sizden daha hayırlı bir kimse değilim. Eğer davranışlarımda, uygulamalarımda, hareketlerimde doğru yaptığımı ve söylediğimi hissederseniz bana yardımcı olun; hak ve hakikatten saptığımı görürseniz hatalarımı doğrultunuz. Sizin içinizde zayıf olarak bilinen kimseler, onun hakkını diğer kişilerden alıncaya kadar o kişi, benim yanımda kuvvetlidir. Sizin güçlü bildiğiniz kişi de benim yanımda zayıftır, tâ ki, onun elinden gasbetmiş olduğu hakkı alıp gerçek hak sahibine verinceye kadar. Ben sizin halifeniz olarak, sizinle ilgili uygulamalarımda Allah ve Resûlüne itaat ettiğim müddetçe bana itaat edin. Şâyet Allah ve Resûlüne isyan edersem; benim, size, bana itaat edin deme hakkım yoktur.”

Karşısında hazır bulunan topluluktan bir kişi kalkar, der ki: “Ey Ebû Bekir! Peygamberin halifesisin, seni seçtik, yöneticimizsin, emîri’l-mü’minînsin, şunu bilesin ki, en ufak bir eğriliğini görürsek şu kılıçla doğrulturuz.” Hz. Ebû Bekir konuşmasının sonunda Allah’a şöyle hamdeder:

“Ebû Bekir’in maiyyetinde hatasını kılıcıyla doğrultacak fertleri bulunduran Allah’a hamd olsun.”

Müslümanların Devlet Başkanı Hz. Ömer (ra) hutbe irâd ediyor. Vatandaşın biri topluluğun huzurunda ayağa kalkıp itiraz ediyor:

“Seni dinlemiyorum ya Ömer!”

“Neden?”

“Hepimize ganimetten bir parça kumaş düşmüştü; ben elbise diktiremedim. Görüyorum ki, senin sırtında elbise var. Bu nereden geliyor?”

Devlet reisinin çehresinde kızgınlığın hiçbir alâmeti yok. Mütebessim bir çehre ile oğluna sesleniyor: “Kalk, cevap ver ey Abdullah!”

Abdullah, “Payıma düşen kumaş parçasını babama verdim.”

Sahabî, “Şimdi konuş, dinleyeceğim ya emire’l-mü’minîn!”

Ömer bin Abdülaziz halîfe olunca, halka ilk hitâbesinde şöyle dedi: “Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah’ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim...”2

Ancak hassasiyet göstermemiz gereken husus şudur: Sorgulamak, şeffaf yönetim istemek, hukukunu bilmek ve hak aramak başka bir şey; cerbeze ile tenkit etmek, hakaret etmek, hatta yalan ve iftira yapmak başka bir şeydir. Birincisi vazife; ikincisi zulüm ve günahtır!

Dipnot: 1- Münâzarât, s. 22.; 2- İbni Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 5334, (Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s. 133.)

20.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır