10 Mayıs 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nimetullah AKAY

İhlâs ve uhuvveti yaşayabilmek


A+ | A-

İslâm güneşinin ahirzamandaki önemli bir parıltısı olan Bediüzzaman Said Nursî’nin telif etmiş olduğu “Risâle-i Nur” eserleri, her Müslümanın şiddetle muhtaç olduğu hakikatlerin izahlarını içinde bulundurmaktadır. Zamanın, fikirleri karmakarışık hale getiren husûsiyetine karşı, bir İlâhî inayet olarak bu eserler ehl-i imanın imdadına gönderilmiştir. Burada İslâm nimeti, zamanın idrakine uygun bir şekilde insanlığın istifadesine sunulmaktadır.

On yıllardır istifade ettiğimiz bu eserlerin, insanlara hem dünya, hem de ahiret saadetini kazandıracak özelliklere sahip olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz. Ancak imanı kuvvetlendiren ve İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşamaya sevk eden bu eserlerle meşgul olanlarla elbette nefis ve şeytanlar uğraşmaya devam edecektir. Bu sebeple hiç tahmin edilmeyen durumlarda bile imtihanı kaybetme ihtimalinin bulunduğunu aklımızdan uzak tutmamamız gerekir.

Korku ve ümit ortasında yaşamaya çalışmak ve “Allah’ın rızasını kazanma” hedefinden şaşmamak için elimizden geleni yapmamız gerekir. Bunun için Risâlelerde vaaz edilen kuvvetli düsturları hayatımıza geçirmekle kendimizi nefis ve şeytanların tasallutundan kurtarabiliriz.

Şüphesiz hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken düsturların başında “İhlâs” gelmektedir. İhlâs bütün amellerimizde İlâhî rızanın olmasını gerektirir. Nefis ve şeytanların tetiklediği duygularımızla hareket yerine, akıl ve kalb birlikteliğinin oluşturacağı akl-ı selimle hareket etmek ve Kur’ân’ı ve Peygamber-i Zîşan’ı (asm) yaşantımızın bütün karelerinde rehber edinmek temel hedef olmalıdır. Bu durumda “Bir zerre ihlâslı amelin, batmanlarla ihlâssız amelden daha evlâ olduğu” gerçeğini her zaman hatırımızda tutmamız gerekecektir. Şüphesiz ihlâs imtihanını geçen insanlar hem dünyada, hem de ahirette gerçek saadeti bulmuş olacaklardır.

Amellerimizin ihlâslı olup olmamasının hakemi vicdanımız olmalıdır. Kalbimizde geçen en ince ve küçük duyguları bile bilen Rabbimizden hiçbir haletimizi gizleyemeyeceğimizi unutmamamız gerekir. İhlâssız amellerin hiçbir değerinin olmayacağını unutmayıp, ihlâslı ameller işlemeyi ana maksat yaparsak, nefis ve şeytanların tuzaklarına düşmeden istikamet üzere yolumuza devam etme imkânımız olabilecektir Allah’ın inayetiyle...

Risâle-i Nur’da geçen önemli düsturlardan bir tanesi de “Uhuvvet” düsturudur. Bu düstur, bütün ehl-i imana kardeşliği şiddetle tavsiye etmektedir. Çünkü ehl-i imanın kardeşliği Allah’ın emridir ve Kur’ân’ın “Bütün mü’minler kardeştir” hükmüyle sabittir. Allah için birbirini sevmek, Müslüman kardeşini kendinden üstün görmek, kendimiz için istediğimizi Müslüman kardeşimiz için de istemek ve bu kardeşlerimize muhabbetle yaklaşmak bizim ana hedeflerimizden olmalıdır. Bediüzzaman Hazretleri bunun ile ilgili “Uhuvvet Risâlesi”ni telif etmiş ve mesleğimizde “Fenâfilihvan” (kardeşlikte fani olmak) düsturu olduğunu beyan etmiştir. Allah düşmanlarının ve dünyayı fesada vermeyi kendine hedef ittihaz eden insî şeytanların çokça bulunduğu bir dünyada, İslâm’ın aydınlığıyla yaşamaya çalışan insanlarla uğraşmak elbette insafla bağdaşmayacaktır.

Ben bu yazımda bugünlük sadece “İhlâs” ve “Uhuvvet” düsturlarına dikkat çekmek istedim. Şüphesiz “İhlâs” düsturunu iyi anlamak için “Lem’alar” isimli eserden 20. ve 21. Lem’aları, “uhuvvet” düsturunu iyi anlamak için de “Mektubat” isimli eserin 22. Mektubu’nu çokça okumamız ve anladıklarımızı hayatımıza geçirmemiz gerekir.

Risâlelerde, bizlerin istikamet üzere bir Müslüman olabilmemiz için, İslâm’ın bilhassa günümüzde bize çokça lâzım birçok düsturu ikna edici bir şekilde izah edilmektedir. Bütün bunları sırf okumuş olmak için değil, anlayıp hayatımıza geçirmemiz için okumalıyız. Temel hedefimiz, İslâm’ı en güzel bir şekilde anlayıp hayatımıza geçirerek Allah’ın rızasını kazanmak ve Peygamber Efendimizin (asm) sünnet-i seniyyesine uyarak ona lâyık ümmet olmak olmalıdır. Aksi takdirde dünyanın Allah’ın rızası dışındaki hiçbir ameli, makamı, mevkisi bizi kurtaramayacaktır.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Gösteriş ve riyadan şirke yol var


A+ | A-

Dinî kaynaklardan bazı hakikatları, bazı dikkat çekici ikazları öğrenince ehl-i din olarak işimizin hiç de kolay olmadığını anlıyoruz. İmanla bu fani dünyadan göçüp, dar-ı saadeti kazanmanın rahmet-i İlâhiyeden ümit kesmemekle beraber pek de kolay olmadığını öğreniyoruz.

Meselâ; bir çoğumuz Efendimizin (asm) “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Bundan başka günahları ise, dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşana gelince, artık o haktan uzak bir sapıklıkla sapmış gitmiştir” hadis-i şerifindeki tesbitlere bakınca, en büyük günahlardan olan ve Yüce Allah’ın kesinlikle affetmeyeceği “şirk” gibi bir günahtan çok uzaklarda olduğumuzu zannederiz. Yani Allah’ın tek olduğunu, eşi ve benzeri bulunmadığını bütün zerratımızla ifade eder ve öylece inanırız. Ve dolayısıyla şirk diye tarif edilen ve Allah’a ortak koşmak diye tanımlanan böyle bir dehşetli günahı işlemekten kendimizi çok emin biliriz.

Lâkin ehl-i din olarak, çoğumuzun aklına, “gizli şirk” diye tâbir edilen Allah’a ortak koşmakla eş anlamlı olan bu tehlikeli durum gelmez. Bünyesinde riyayı, gösterişi, ‘desin’leri, teveccüh-ü nâsı barındıran hal ve tavırların bir nevî “gizli şirk” olduğunu ve mü’minler için asıl tehlikenin bu gibi durumlar olduğunu bilmemiz gerekir. Bilmenin ötesinde, ibadet ve taatlerimizde, amel ve hizmetlerimizde bu gibi tehlikeleri dikkate almakta gerekli titizliği gösterebiliyor muyuz?

İbadetlerimizde, taatlerimizde, her türlü amelimizde rıza-i İlâhîyi nazara almadan, insanların takdir ve tahsinlerini, iltifat ve övgülerini beklemenin, alkış ve medihlerine itibar etmenin beraberinde getireceği “gizli şirk” gibi insanın ebedî hayatını mahvedecek bir tehlikeyi asla göz ardı etmemek gerek.

Bu meyanda, Efendimizin (asm); “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a ortak koşmalarıdır. Ben güneşe, aya ve puta tapacaklarını söylemiyorum. Fakat Allah rızası dışında yapılan amelleri ve gizli arzuları kast ediyorum” hadis-i şerifindeki dikkat çekici uyarı ve ikazları çok iyi okumalı diye düşünüyorum.

Bu gibi tehlikeleri çok iyi gören Bediüzzaman Hazretleri, ibadetin ruhu olan ihlâsı kazanmak için talebelerine İhlâs Risâlesi’ni lâakal on beş günde bir defa okumalarını ısrarla tavsiye ediyor. İhlâsın ehemmiyetine işaret ettikten sonra, ihlâsı kıracak esbaptan yılandan, akrepten kaçındıkları gibi kaçınmaları noktasında talebelerine işarette bulunuyor. Ayrıca onun neden yalnız ve yalnız Allah’ın rızasını esas aldığını; onun dışındaki her türlü takdir ve iltifattan, medih ve övgüden kaçındığını, bu noktada talebelerine niçin sürekli ikazlarda bulunduğunu çok iyi anlıyoruz.

Bu noktada, Bediüzzaman’ın, ‘bir cemaatin sa’yleriyle (çalışmalarıyla) vücuda gelen semerâtı, o cemaatin reisine vermenin bir nevî şirk-i hafî olduğunu’ vurguladığını da unutmamak gerek. Ayrıca müellif-i muhteremin “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman esbab şirkine inkılap eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile, yani halıksızlığa incirar eder. El-iyazü billah” (Mesnevî-i Nuriye, s. 155) tesbitini de ehl-i dinin iyi okuması gerekir.

Riya ve gösterişin tehlikelerini, en bariz şekilde, Efendimizin (asm) şu tesbitlerinde görüyoruz: “Kıyamet günü, aleyhinde ilk önce hüküm verilecek olanlar şunlardır: Herkes onu şehit olarak biliyor. Allah’ın huzuruna getirilen bu adama, yüce Allah, verdiği nimetlere karşı neler yaptığını sorar. Adam; ‘Ya Rabbi, Senin yolunda cihad ettim ve sonunda şehit oldum’ deyince, Allah (cc) ‘Yalan söylüyorsun. Bilâkis sen cesaretlidir, kahramandır denilmek için savaştın. Nitekim hakkında böyle söylenmiştir’ buyurur. Sonra bu adamın cehenneme atılması için emir verilir. Bu defa ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkalarına öğretmiş başka bir adam huzura getirilir. Cenâb-ı Hak, adama verdiği nimetlerini hatırlatır ve bu nimetlere karşı neler yaptığını sorar. O da; ‘Senin rızan için ilim öğrendim, Kur’ân okudum, öğrendiklerimi başkalarına da öğrettim’ deyince Yüce Allah: ‘Yalan söyledin. Sen âlim denilmek için öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Gerçekten sana bunlar söylendi’ buyurur. Ve ‘Bunu Cehenneme atın’ emrini verir. Başka bir adam getirilir. Yüce Allah’ın her çeşit maldan bolca verdiği ve çeşitli ihsan ve ikramlarda bulunduğu söylenir. Bu nimet ve ihsanlara karşılık neler yaptığı sorulur. O da kendisine verilen bu nimetleri yâd ettikten sonra, bunları verilmesi gerekli yerlere Allah rızası için dağıttığını söyleyince, Yüce Allah; ‘Yalan söyledin. Bilâkis sana cömert kimsedir desinler diye verdin’ der ve ‘Atın bunu cehenneme’ diye emir verir Cenâb-ı Hak. Sonra Efendimiz (asm) Ebu Hureyre’nin (ra) dizine vurup, “Ey Ebû Hureyre. Bu üç kimse, kıyamet günü, cehennemin, aleyhlerinde kabaracağı Allah’ın ilk üç mahlûkudur” buyurur.

Cenâb-ı Hak’tan hepimizi, bütün ehl-i dini “şirk-i hafî”ye kapı aralayacak her türlü riya ve gösterişten uzak kılmasını temennî ediyorum.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Peygamberlere imanın sağladığı huzur


A+ | A-

Hayvanlar dünyaya gelir gelmez bir-iki saat veya bir günde hayat şartlarına intibak ederler. İnsan ise, ancak iki senede ayağa kalkabiliyor, 15 yaşına kadar kâr ile zararını kavrayabiliyor. Hayatının sonuna kadar da hayat şartlarını öğrenmeye muhtaç! Bunun sebebi, insanın dünyaya gönderilmesinin asıl gayesi, ilim tahsil etmekle tekâmül etmek ve duâ etmektir. Şu hâlde, insan öğretmensiz/öndersiz/rehbersiz kalamaz. Çünkü akıl ve zekâ her şeyi çözmeye yetmez.

• Peygamberler, insan-kâinat, yani eşya ve varlık münasebetlerini, aradaki koordineyi de getirdikleri mesajlarla sağlamaktadırlar.

• İnsan daima kendisinden üstün, akıllı, zeki, ahlâklı, dürüst, doğru, güvenebileceği, günahsız birisini rehber edinmek ister. Peygamber’e inanmayanlar, filozofların veya akıllı geçinen insanların peşine takılır, neticede de dalâlet ve sapıklıklar bataklığında kendilerini bulurlar. İnsanlık tarihinde günümüze kadar akıp gelen iki yol, bu gerçeğe parmak basar. Birinci ve tek emniyetli/huzurlu yol, peygamber yolu. İkincisi de, İlâhî hakikatlere sırt çeviren inkâr, dalâlet ve sapıklık uçurumu...

• Peygamberlere iman olmazsa, insanlık karamsarlığa/ümitsizliğe/bunalımlara düşer, hayatları zindana döner. Ahiret hayatı olduğu gibi, dünya hayatı da peygamberlere imanla aydınlanır.

Dolaylı veya direkt “vahy”in mahsulü olan hadis-i şerifler de binlerce fennî, ilmî, edebî, ahlâkî, içtimâî, siyasî, idarî incelik ve nükteleri, güzellikleri ihtiva eder. Ki, tefekkürden ilme, yemekten içmeye, uyumaktan temizliğe; eğitimden evliliğe, ruh/nefis terbiyesinden tekâmüle kadar hayatın bütün safha ve sahalarına dair Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’nin ibraz etmiş olduğu mu'cizevî bilgilerdir. Onlar, yüzlerce cilt kitaplarda tasnif edilmişlerdir. Ve asırlardan beri, insanlığa kaynaklık etmektedirler.

• Hukukun, mimarînin, san'atın kaynağı din/vahiy olduğu gibi, teknik ve teknolojinin de kaynağı dindir. İlk Peygamber Hz. Âdem’den (as) son resul Hz. Muhammed’e (asm) kadar gelen 124 bin peygambere vahiy gönderen Hâdi-i Mutlak, insanlığa hem maddî hem manevî hidayet vesileleri / kılavuzlar göndermiştir. Elçilerini manevî ilerleme cihetinde birer imam gönderdiği gibi, yine insanların maddî yükselmeleri suretinde dahi, o peygamberlerin her birisinin eline bazı harikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstat etmiştir. Onlara mutlak olarak uymayı emrediyor...

Bütün medeniyet, yükseliş, mükemmellik ve kültür değerleri, semâvî dinler ve peygamberler eliyle insanlığa hediye edilmiştir. Medeniyet tarihi, insanlığın inkişaf ederek bugünkü durumu bulmasında dinin (vahiy) en mühim bir âmil/unsur olduğunu gösteriyor zaten... Hatta felsefe ve hikmetin içerisinde görünen fazilet, genel güzellik ve ahlâkî değerler, insanî esaslar da, güneşin doğmasıyla ondan yayılan ve aydınlanan gece âleminin nurları gibi, peygamberlik güneşinin doğmasıyla insanlığın fikir ve kalplerinde doğan akisler ve parıltılardır. Hakikatli felsefe ve hikmetin fen ve san'at üzerinde görünen bu ışıkları, Kur’ân güneşinin ve nübüvvet kandilinin insanlık âleminin akislerinden ve cilvelerinden doğmuştur. Avrupa ve Amerika’dan getirilen fen ve san'at da, gerçekte yine İslâm’ın malıdır.

10.05.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sorulara cevaplar (1)


A+ | A-

Bu hafta, bilhassa siyasî ve içtimaî hayatımıza dair bize ulaşan suallere, tenkit ve itirazlara seri halinde cevap vermek arzusundayız.

Benzer sorulara sizlerin de zaman zaman muhatap olduğu kanaatindeyiz.

Bu arada, sizlerin ayrıca cevabını aradığınız suâller, yahut cevap verilmesini istediğiniz hususlar varsa, onları da bugünden itibaren tarafımıza iletmenizi istirham ediyoruz.

İnşaallah, arkadaşlarımızla birlikte bütün suâllerin üstesinden gelmeye çalışırız. Gayret bizden, tevfik Allah'tan.

* * *

Suâl: Siz de biliyorsunuz ki, Bediüzzaman Hazretleri "Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti" demiş, şeytandan kaçarcasına siyasetten de kaçınarak Allah'a sığınmıştır. Buna rağmen, siz nasıl olur da siyasetle ilgileniyorsunuz? Bu bir tezat değil mi?

Cevap: Hayır, ortada tezat teşkil edecek herhangi bir durum yok.

Zira, 30–35 yıllık bir kesintinin ardından, Üstad Bediüzzaman'ın bizzat kendisi "Üçüncü Said" nâmıyla 1948–49 senesinden itibaren yeniden siyasetle ilgilenmiş, bu meselede birçok lâhika mektubu neşretmiştir. Bir kısmı mahrem tutulan bu mektupların ekserisi meydandadır, umumun istifadesine açıktır, bakılabilir.

Bununla beraber, Üstad'ın yeniden ilgilenmiş olduğu siyaset, şeytanla özdeşleştirmiş olduğu o "tarafgirlik siyaseti" değildir. Tenzih ederiz.

Hatırlatmakta fayda var: Bediüzzaman, 'Euzubillahimineşşeytâni vessiyaseti' sözünü, II. Meşrûtiyet yıllarında sarf etmiş. Bu tavrının gerekçesini ise, özetle şu mânâda açıklıyor: "Tarafgirlik hissinin siyasetçiliğe karışması. Tarafgir siyasetçilerin şeytanı melek, meleği şeytan gibi göstermeye çalışması." (Emirdağ Lâhikası, s. 237)

İşte, böylesi bir siyasî anlayıştan ömür boyu kaçınan Üstad Bediüzzaman'a iktidaen, biz de her daim kaçınıyor ve şerrinden de Allah'a sığınıyoruz.

Kaldı ki, siyaset zemini, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren, adeta şeytanın melâbegâhı ve oyun sahasına çevrildi. Yani siyaset, bir bakıma şeytanın emrine sokuldu ve farklı hiçbir temayülün hayat bulmasına dahi müsaade edilmedi.

Böylesi bir durumda, siyasetle ilgilenmenin geçerli bir mantığı zaten olamazdı.

Siyaset, ne zaman ki, vatan ve milletin mukadderatında bir mânâ ifade etmeye, yahut tesirli bir rol kazanmaya başladı, Üstad Bediüzzaman da o zaman, kalben olduğu gibi fiilen de terk etmiş olduğu siyasete bakma gereğini duydu.

Bakarken de, "sırat–ı müstakim"in dışında giden ifrat ve tefrit ehlinin yanlışlarına dikkat çekerek, "âkil sıddıklar"a yol göstermeye çalıştı. Doğrudan aktif siyasetin içine girmedi; dost ve talebelerine doğru adresi tarif ile o adrese yardım etmeleri ve istinat noktası olmaları tavsiyesinde bulundu. (Age)

Zira, siyaseten de mükellef olduğu bir vazifesi vardı; onun gereğini yapmak durumundaydı. (Tarihçe–i Hayat, s. 490)

* * *

Suâl: Siz siyâseten nerede duruyorsunuz? Hangi kulvarda gidiyorsunuz?

Cevap: Biz aktif siyasetin içinde değiliz. Ayrıca, partilerin vitrinini biz tayin etmiyoruz. Yani, lider ve yönetim kadrolarını biz seçmiyoruz. Her partinin kendi tüzük kuralları var.

Bu ayrımı yaptıktan sonra, şunu da ifade edelim ki: Siyâseten doğru yerde durduğumuza ve doğru bir istikamette gittiğimize inanıyoruz. Bu da, çizgi ve misyon olarak yine Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Ahrar ve Demokrat" çizgisidir.

* * *

Suâl: Sizin tarif ettiğiniz yerde bazı yanlış adamlar da var. Buna ne dersiniz?

Cevap: Biz doğru yerde durmakla mükellefiz. Aynı yerde yanlış kişilerin de bulunması, bizim orayı terk etmemizi asla gerektirmez. Şahıslara endeksli olunur mu hiç?

Hem, zahirde bazı doğru adamlar var ki, bize göre yanlış yerde duruyor, yanlış bir istikamette gidiyor.

Dolayısıyla, yanlış yönde giden doğru adamların peşine takılmaktansa, bazı yanlış adamlara rağmen doğru yerde sebat edip durmayı tercih ederim.

Öncelikli vazifem, doğru yolun yolcularına yardım etmek ve onlara "nokta–i istinad" olmaktır.

Ayrıca, şuna da inanıyoruz ki: Siyasetin doğru adresine doğru ve liyâkatli adamlar gelip kuvvet teşkil ettiklerinde, "Ahrar ve Demokrat" hareketi şâha kalkacak ve iktidar mevkiinde dine, vatana, millete hizmete devam edecektir. Vaktiyle, hizmet ettikleri gibi...

Hâsılı, Ahrarların yeniden uyanıp dirilmesinin, bilhassa bizlerin "vahid–i sahih" mânâsındaki tavır ve yaklaşımıyla doğrudan irtibatlı olduğuna inanıyoruz.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 10 Mayıs 1919

İtilaf Devletleri temsilcileri, 10 Mayıs 1919'da Paris'te yaptıkları toplantıda, Yunanistan'ın İzmir'i işgal etmesi kararını verdi.

Yunan Başbakanı Venizelos'a sür'atle iletilen bu karar, Venizelos tarafından da aynı sür'atle Yunan kara ve donanma komutanlıklarına emir sûretinde bildirildi.

Hemen işgal hazırlıklarına başlandı. Bu arada, İngiliz ve Fransız donanmasından da dolaylı destek sağlanarak harekete geçildi.

Fiilî işgal, 15 Mayıs günü başladı. Direnişler, kanlı şekilde bastırıldı. Hükûmet binasını ele geçiren işgalciler, binanın balkonundan işgalci ülkelerin bayraklarını sarkıtarak poz verdiler ve meydandaki asker–sivil topluluğa hitap ettiler.

İzmir'in işgali, İstanbul başta olmak üzere, Anadolu'nun pekçok yerinde protesto edildi ve istilâcılara karşı şanlı bir millî direniş hareketi sergilendi.

İşgalin görünürdeki en önemli gerekçesi, bölgede yaşayan Rum nüfusunun Türk nufüsundan sayıca fazla olduğuydu.

Ancak, asıl maksat başkaydı. Zira, işgal İzmir'le sınırlı kalmadı. Kısa sürede, Bursa, Eskişehir, Kütahya ve Afyon'a kadar uzanan Batı Anadolu'nun büyük bir kısmı işgal ve kanlı çatışma alanına döndü.

Bölgede, üç sene müddetle her iki taraftan da çok büyük can kaybı meydana geldi.

İzmir'in işgali, 9 Eylül 1922'ye kadar devam etti.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ruh Rabbimin emrindedir


A+ | A-

Salih Sütlüoğlu: “Ruh nedir? Mahlûk mudur, yani yaratılmış mıdır, değil midir? Ruhun özü ve hakikati nedir?”

Ruhun ne olduğu Resûlullah Efendimiz’e (asm) sorulmuş; Allah Resulü (asm) soruyu vahye havale etmiş ve Cenâb-ı Hak’tan şu vahiy gelmiştir: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabb’imin emrindendir. Size o ilimden ancak az bir şey verilmiştir.” 1

Bize ruh bilgisinden az bir şey verildiği bildirildiğine göre, ruhla ilgili ulaşabildiğimiz bilgilerin çok fazla olmadığını başta teslim edelim. Yukarıdaki âyeti tefsir ederken ruhun tanımı üzerinde önemle duran Bedîüzzaman Saîd Nursî (ra), der ki: “Ruh; zihayat, zîşuur, nuranî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami, hakîkattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kânun-u emridir.” 2

Tanımdan yürümeye çalışalım: Ruh hayat sahibidir. Ruh şuur sahibidir. Ruh nuranîdir. Ruha vücûd-u haricî giydirilmiştir. Yani, bu ilâhî emre, haricî bir hüviyet ve mahiyet kazandırılmıştır, hususî bir kapsamlılık ve bütünlük verilmiştir.

Burada, “haricî vücut” kavramı içinde meleklerin her birinin ayrı özelliklere sahip olduğunu, cinlerin her birinin müstakil mahiyetinin bulunduğunu ve insanların her birinin hususî birer hüviyete sahip olduğunu anlamak mümkün. Her bir insana dünyaya gelişinde giydirilen, dünyadan gidişinde soyulan ve Kıyamet Günü tekrar giydirileceği vaad olunan vücut gömleğini bu “haricî vücud” kavramı içinde düşünmemelidir. Çünkü bu cismanî vücut ayrı bir lütuftur; dünyaya ve kıyamete mahsus bir gömlektir; ölümle soyulduğunda ruh yine latîf cildi ve misâlî bedeni içinde dünyâdan berzâh âlemine ayrılır.3

Bedîüzzaman’ın tanımına göre, ruh camidir; yani, derinlik ve bütünlük sahibidir; geniştir, kapsamlıdır, Cenâb-ı Hakkın ekser isimlerine mazhardır, hadsiz lâtîfeleri ve duyguları bünyesinde barındırır, bir küçük âlem gibidir, cismâniyetle birleştiğinde kâinatın bir fihristesi ve özeti mahiyetindedir.4

Yine Üstad Bedîüzzaman’ın tarifinden hareket ettiğimizde görürüz ki: Rûh hakîkattardır; yani varlığı doğrudan Allah’ın emrine dayanır; sebep olan-sebep olunan ilişkisi olmadan her rûh doğrudan doğruya kendi Hâlık-ı Kerîm’inin, kendi Sâni-i Hakîm’inin emir ve irâdesinden gelmiştir. Hayal değildir. Rü’yâ değildir. Efsane değildir. Mitolojik bir unsur değildir. Allah’ın emrine istinad eden hakikî bir vücuda ve varlığa sahiptir.

Keza, ruh, külliyet kesb etmeye müstaiddir; yani, dar kafesine sığmaz o, kabına sığmaz, gömleğini yırtar, toprağını yarar, bütün kâinatı ardına alır, sadece kâinatın Sahibine muhatap ve müteveccih olur, sadece kâinatın Sahibine yönelmekle huzur bulur; Allah’ın mülkünde sınır tanımaz, hudud tanımaz; bir inkişaf etti mi, bir açıldı mı, bir uçtu mu yıldızlar, güneşler, ulvî âlemler ona dar gelir.5

Nihayet ruh, âyetin de bildirdiği gibi, kânun-u emridir; yani Cenâb-ı Hakkın emrinden gelmiş bir kânundur, bir namustur, bir paket programdır, bir hususî versiyondur, bir mahsus tabiattır; bir büyük hakikatin çekirdeği, nüvesi ve özüdür.

Melekler de ruhanî varlıklardır. Kur’ân’ın, Hazret-i Cebrail (as) için “Ruh” 6, “Rûhu’l-Emin” 7, “Rûhu’l-Kudüs” 8 gibi saygı ve ihtiram ifadeleri kullanmış olması Hazret-i Cebrail’in (as) vazife ve makamının üstünlüğünü göstermekle beraber, mahiyet olarak da ruhanî olduğunu gösterir.

Ruh, Allah’tan bir emirdir. Allah’ın “Âmir”, “Mürîd”,“Muhyî”, “Alîm”, “Kadîr”, “Hakîm”, “Semî’”, “Basîr” gibi isimlerin ve bilemediğimiz bir çok Esmâ’nın mazharıdır. Yaratılmış bir hakikattir.9

Ruh, ait olduğu varlığı kimlik ve kişilik olarak niteler. İnsan ruhunun vazifesi Cenâb-ı Allah’a iradesiyle ve şuuruyla olarak kulluk yapmaktır. Cenâb-ı Allah kuluna dilediği kadar yaşama süresi verir, dilediği an kulunun ruhunu teslim alır. Kul Azrail’in eliyle berzah âlemine gittiğinde, istese de, istemese de Cenâb-ı Allah’a teslim olmuş olur.

Dipnotlar

1- İsrâ Sûresi, 17/85.

2- Sözler, S.478.

3- a.g.e. S.478.

4- Sünûhât, S. 15.

5- Lem’alar, S. 238.

6- Kadir Sûresi, 97/4.

7- Şuara Sûresi, 26/193.

8- Bakara Sûresi, 2/87, 253; Mâide Sûresi, 5/110; Nahl Sûresi,16/102.

9- Barla Lâhikası, s. 141.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Tabiat Risalesi


A+ | A-

Bu sezonun son hediyesi olarak vereceğimizi geçen sonbaharda duyurduğumuz, önceki hafta bu köşede tekrar hatırlattığımız ve Cuma’dan itibaren anonslarına başladığımız Tabiat Risalesi için de geri sayım başladı.

Bilindiği gibi, bu eser, inkârcılığın en önemli dayanaklarından biri olan tabiatperestlik fikrini, kökünden yerle bir ediyor.

“Madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcut sanatlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor” deyip, bu “vücuda geliş”in izahı için aklen dört yolun bulunduğuna işaret ediyor:

* Ya sebepler icad ediyor,

* Ya kendi kendine oluyor,

* Ya tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.

* Ya da bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle vücuda geliyor.

Üstad bu ihtimalleri sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor:

“Madem aklen bu dört yoldan başka yol yok. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-i kabil (imkânsız, geçersiz) oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure ve bilbedahe (mecburen ve açık bir şekilde), dördüncü yol olan tarîk-ı vahdaniyet (bir, tek ve benzersiz olan Allah’a götüren yol) şeksiz, şüphesiz sabit olur.”

Ve eserin devamında, evvelki üç yol, inkârcılarda itiraza mecal bırakmayan aklî ve mantıkî delil ve izahlarla çürütülüp, dördüncü şık olan “Bir olan Allah yarattı” esası ispat ediliyor.

Öyle ki, bu izah ve ispatlardan sonra, inkârcı tabiatperest teslim olup şöyle diyor:

“Şimdiye kadar yanlış gittiğimiz yol hem yüz derece muhal (imkânsız), hem gayet zararlı ve nihayet derecede çirkin bir meslek olduğunu itiraf ediyorum. Sâbık (geçmiş) tahkikatınızdan, zerre miktar şuuru bulunan anlayacak ki, tabiata icat vermek mümtenidir, muhaldir (imkânsızdır). Ve herşeyi doğrudan doğruya Vacibü’l-Vücuda (Varlığı kesin ve reddedilemez olan Allah’a) vermek vacipdir, zarurîdir. ‘Elhamdülillahi ale’l-iman’ (İman nimeti için Allah’a hamd olsun) deyip iman ediyorum.”

Eserin devamında, iman eden eski tabiatperestin, zihnini meşgul eden “Önemsiz şeylerde sebeplerin icada müdahaleleri Allah’ın rububiyet saltanatına ne zarar verir, bundan dolayı saltanatına bir noksanlık gelir mi?” şeklindeki iki şıklı sualine yine ikna edici bir cevap veriyor.

Son kısmında ise üç sual cevaplandırılıyor:

1. “Çok tembellerden ve târikü’s-salâtlardan (namazı terk edenlerden) işitiyoruz. Diyorlar ki: ‘Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecr edip (sakındırıp) Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor?”

2. “Her mevcut, her cihette, her işinde ve herşeyinde (...) meşiet-i İlâhiyeye (Cenab-ı Hakkın iradesine) ve kudret-i Rabbaniyeye tâbi olması çok azîm (büyük) bir hakikattir, (...) dar zihinlerimize sığışmıyor. Halbuki gördüğümüz bu nihayet derecede mebzuliyet (bolluk), hilkat ve icad-ı eşyadaki (varlıkların vücuda getirilip yaratılışındaki) hadsiz sühulet (kolaylık), (...) o hakikat-ı azîmeyi (büyük hakikati), en makbul ve en mâkul bir mesele olduğunu gösteriyorlar. Bu kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

3. “Şu zamanda çok ileri giden feylesoflar diyorlar ki: ‘Hiçten, hiçbir şey icatedilmiyor ve hiçbir şey idam edilmiyor; yalnız bir terkip, bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.”

Bu üç sualin de geniş izahlarla cevaplandırıldığı eser, netice olarak, “tabiatı bırakıp hakikate geçen zat”ın şu sözleriyle sona eriyor:

“Cenab-ı Hakka zerrat (zerreler) adedince şükür ve hamd ve sena ediyorum ki, kemal-i imanı (kâmil imanı) kazandım; evham ve dalâletlerden kurtuldum ve hiçbir şüphem de kalmadı. Elhamdülillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemali’l-iman. (İslâm dini ve kâmil imandan dolayı Allah’a hamd olsun.)”

İşte Tabiat Risalesi bu kuvvete sahip bir eser.

Dikkatle ve anlayarak okuyan inkârcı, materyalist ve tabiatperestleri imana getiriyor; ehl-i imanın da imanını güçlendiriyor.

Onun için bu esere, inansın veya inanmasın, herkesin ihtiyacı var.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Korkunç yasağa karşı cesur çıkış


A+ | A-

Yıllardan beri söylüyoruz, sona ermediği sürece yıllarca daha söylemeye devam edeceğiz ki Türkiye’yi idare edenlerin yaptığı en büyük yanlış, başörtüsüne yasak uygulamaktır. Bu öyle bir yasak ki, hem kanunsuz hem de insafsız... Büyük çoğunluk bu yasağa karşı, ama yasakçıların inadı da inat! Dünya yıkılsa, Türkiye’nin ekonomisi ve sanayisi çökse; onlar için hiç fark etmez, yeter ki yasak devam etsin!

Peki bu haksız, hukuksuz ve kanunsuz başörtüsü yasağı böyle sürüp gidebilir mi? Gidemez, gitmemeli ve İnşallah gitmeyecek. Çünkü başörtüsü yasağına karşı çıkanlar ve sona ermesini isteyenler sadece başı örtülü olanlar ve aileleri değil, başı açık olanlar da artık bu yasağın ‘korkunç’ olduğunu ifade ediyorlar. Kanunsuz yasağa cesaretle karşı çıkan isimlere bir ilâve daha var: Lale Mansur.

Arkadaşımız Hasan Hüseyin Kemal’e yaptığı açıklamada Mansur şunları söylemiş:

*Daha önce, gençken başörtüsü ve çarşaf benim için kabul edilemez bir şeydi. Ancak Anadolu’yu gezdikçe durumun farkına vardım. (...) Başörtüsü konusunda tartıştığımız bir arkadaşım var. (...) Sonuçta düşünce tartışması yapıyoruz bu da çok normal…

*Benim de bir reaksiyonum vardı. Daha sonra gördüm ki çok değişik insanlar var. Beyin olarak geniş görüşlü biri başörtülü olabiliyor. İnanç başka bir şey, onu sorgulayamazsınız. Avrupa’da Katolik bir çok insan var. İnsanlar ne şekilde yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamalılar. Ben başörtüsüne destek olarak birlikte fotoğraf çektirenlerden biriyim. Eğer başımı kapatmam gerektiğine inansaydım beni kimse tutamazdı!

*(Soru: Üniversitedeki başörtüsü yasağına ne diyorsunuz?) Korkunç… Korkunç… Bizde, kendisini başkasının yerine koymak çok eksik bir duygu. “Onun yerinde olsaydım, onun doğduğu çevreye doğsaydım, onlardan biri olsaydım” anlayışının tam tersine müthiş bir ötekileştirme var.

Şunu görmek lâzım ki, Lale Mansur gibi isimler de başörtüsü yasağını ‘Korkunç... Korkunç...’ olarak adlandırmaya başladıklarına göre yasağın devam etmesi mümkün değil. Ama daha da önemli olan bir nokta şudur: Mansur ne diyor? “Eğer başımı kapatmam gerektiğine inansaydım beni kimse tutamazdı!” Bu çok önemli bir ifade. Bir inanç, bir kararlılık göstergesi. “Eğer başımı kapatmam gerektiğine inansaydım beni kimse tutamazdı!” diyenlerin sayısı her geçen gün arttığına göre başörtüsü yasağında direnenler kaybetmeye mecbur ve mahkûmdurlar.

Şu da çok önemli ki, bu yönde görüş beyan eden ve yasağı savunanlara karşı cesur çıkışlara imza atanların sayısı her geçen gün artıyor. Bununla birlikte, bu konularda asıl konuşması gerekenlerin nisbeten sustuğu ve ‘inzivaya çekildiği’ de bir gerçek. Dünün ‘mücahit’lerinin işi oluruna bırakması normal midir? Sanki başörtüsü yasağı uygulanmıyormuş gibi davranmak, milyonları mağdur eden haksız ve kanunsuz yasak karşısında sessiz kalmak Türkiye’yi idare edenlere yakışmıyor.

Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan bu ‘korkunç yasağa’ karşı cesur çıkışların devamının gelmesini ve yasağın bir an önce bütün neticeleriyle birlikte sona ermesini temenni ediyoruz.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Et, enflasyon,faiz


A+ | A-

Nisan ayı enflasyon rakamları açıklandı.

Yıllık bazda enflasyon tüketici fiyat endeksiyle yüzde 10,19, üretici fiyatlarıyla da yüzde 10,42 oldu.

TÜİK verilerine göre aylık enflasyon TÜFE’de yüzde 0,60, ÜFE’de yüzde 2,35 olarak gerçekleşti.

2010 yılının ilk dört ayında enflasyon TÜFE’de yüzde 4,55, ÜFE’de yüzde 6,69’a ulaştı.

Rakamlar…

Sizleri daha fazla boğmayalım.

Anlaşılıyor ki enflasyon çift haneye demir attı.

Önümüzdeki aylarda yukarıları zorlayabilir.

Üretici fiyatlarındaki yüksek artışın yanı sıra çekirdek enflasyonun geldiği seviye tedirginliğe sebep oluyor.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ise iyimser.

Enflasyon seyrini normal buluyor.

Bakana göre:

Ekonomideki toparlanma ve et fiyatlarındaki artış, enflasyon ateşini yülseltiyor.

O zaman şu soru akla geliyor:

Ekonomileri toparlanan diğer ülkelerde enflasyon ne alemde?

Cevabını biz verelim.

Gelişmekte olan bütün ülkelerde bu yıl enflasyonun artması bekleniyor.

Ama…

Türkiye’nin eline su dökemezler.

Yine şampiyonluğa oynuyoruz.

Rakiplerimiz,

Venezüella, Rusya, İzlanda…

Büyüme rekorları kıran Çin’de TÜFE’de artış yüzde 5’in altında.

Bunu birileri izah etmeli.

Kırmızı etin enflasyona etkisine gelince;

Son bir yılda dana ve sığır eti fiyatı yüzde 50, koyun ve kuzu eti fiyatı yüzde 65 artmış.

Enflasyonu 1,7 puan yukarı çekmiş.

Yetkililerin beyanı böyle.

Peki et fiyatları neden yükseliyor?

Tarım Bakanı Mehdi Eker’e göre müsebbipleri “spekülatörler”…

Aylardır halka pahalı et yediren bu spekülatörler kimlerdir?

Açıklayın.

Sırtımızdan ne kadar kazanç sağladılar?

Bu kazancın vergisini ödediler mi?

Devletin sorumlu makamlarını işgal edenler ortaya bir lâf atıp, kenara çekilemezler.

Gereğini yapmalıdırlar.

Spekülatörlerin fiyatları belirlemedeki etkileri nedir, bilemeyiz.

Ancak sorunun temelinde arz talep dengesizliğinin yattığını rahatça söyleyebiliriz.

Nüfusumuz artıyor…

30 milyon turisti de ekleyin.

Buna karşılık büyükbaş ve küçükbaş sayımız giderek azalıyor.

Köyden şehire göçler, Doğu ve Güneydoğu’daki meraların terör dolayısıyla yasaklanması, yem fiyatları ve diğer girdi maliyetlerinin yüksek olması, et ithalatı, devletin yeterli teşvik ve desteği esirgemesi hayvancılığımızı baltalamıştır.

Sonuç…

Halkımız gelir seviyesi düşük olmasına rağmen diğer ülkelere göre en pahalı eti yiyor.

Daha doğrusu yiyemiyor.

Dar gelirli, emekli, köylü uzaktan seyrediyor.

Yükselen et fiyatlarını frenlemek için Et ve Balık Kurumu 23 bin 500 ton ithalat yapacak.

Geçen hafta açılan ilk ihale iptal edildi.

Bunlar geçici çözüm.

Hayvancılığımızı geliştirecek daha radikal tedbirler alınmalı.

Enflasyona dönersek;

Riski gözardı etmeyelim.

Bakınız geçen hafta Hazine açtığı ihale ile 6,6 milyar TL borçlandı.

Bileşik faiz işlem bazında Eylül 2009’dan bu yana en yüksek seviye olan yüzde 9,66’yı test etti.

Enflasyon faizleri tetikliyor.

Faizlerdeki bir puanlık artış bir avuç rantiyecinin cebini dolduruyor.

Bütçe dengelerini bozuyor.

Enflasyonun bir sebebi de psikolojik.

Özellikle siyasî istikrar korunmalı, gerilimler ve belirsizlikler giderilmeli.

Referandum ve seçim arefesinde tansiyon düşürülmeli.

Diyoruz da…

Kimin umurunda.

Mecliste yumruklar konuşuyor.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Demokrasiye müdahâleye karşı…


A+ | A-

Kamuoyunda “Anayasa değişikliği” ve peşinden gelen referandum süreci daha yeterince tartışılmadan son günlerde artan çatışma ve şehid haberleri, unutulan “açılım” ve terörle mücadele tartışmalarını alevlendirdi.

Ancak Meclis’te özellikle 12 Eylül darbesini koruyup kollayan “darbe anayasası”nın “geçici 15. maddesi”nin kaldırılıp, darbecilerin yargılanmasının önünü açacak “zamanaşımı”nı kaldıran herhangi bir yasal düzenleme eklenmemesi, darbe-ara dönem ve siyaset ilişkilerini sözkonusu ediyor. Millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in kapısına kilit vuran, hükûmetleri alaşağı eden, siyasî partileri kapatan darbelere karşı duruşları ve darbe dönemlerinde muvazaa siyasî oluşumları, yeniden gündeme getiriyor…Bu bakımdan, 12 Mart ve 12 Eylül’e karşı verilen asil demokratik mücadelelerle, darbecilerle işbirliği içindeki siyasetin teslimiyetçi kırılmaları, ibretlerle dolu… Meselâ, 12 Eylül darbesinin hemen ardından CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze’nin ABD Başkanı Jimmy Carter’a telefon açıp, “Bizim çocuklar başardı (Our boys did it” müjdesi(!), demokrasiyi katleden ve inkıtaa uğratan diğer darbe ve muhtıralarda olduğu gibi 12 Eylül darbesinin arkasında kimlerin olduğunu deşifre etmekte. Darbe öncesi, millî güvenlik danışmanı Zbıgnıew Brezinski’nin Carter’a, “Türkiye’de, tıpkı Brezilya’da olduğu gibi bir askerî darbenin en iyi çözüm olduğu” tavsiyesi, bunun en açık delillerinden…

“DARBECİLERİN İZNİ”YLE…

Keza “İhtilâl konseyi”nin başında bulunan Evren’in, darbe hükûmetinde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı atadığı Özal’a muvazaa partisi kurdurması ise, bir diğer işâret.

12 Eylül’ün ilk seçimleri öncesinde Ankara’dan ABD’ye dönen Dışişleri Bakanı Aleksandır Haig’e, Almanların “Amerika Sunalp’ı mı destekliyor?” sorusuna, “Hayır, Amerika Özal’ı destekliyor” cümlesi de bu gerçeğin ifâdesi. (Ercan Deva, Şifre: k.ö.ş.k, 110-127)

Nitekim 12 Eylül darbesinin silâh zoruyla kapattığı Adalet Partisi kadrolarının, 143 parlamenterin büyük bir coşku ile çatısında toplandığı Büyük Türkiye Partisi’nin de “kapatılacağını” önceden söyleyen Özal’ın dediği çıkar. İktidara geleceği aşikâr olan bu partinin “AP’nin devamı” gerekçesiyle 11 gün sonra kapatılıp, ihtilâlin Millî Güvenlik Konseyi’nin 79 sayılı kararıyla aralarında Demirel ve Çağlayangil’in bulunduğu 12 eski parlamenter ile BTP kurucularının Zincirbozan’a zorunlu ikamete tabi tutulurlar…

1983’ün başlarında Amerika’da lobi faaliyetlerine katılan Özal’ın dönüşünde Evren’i ziyaret ederek “parti kurma” düşüncesini kendisine açıp “tek endişesinin kuracağı partiye izin çıkmaması” olduğunu arz etmesi; “Amerika’da düşündüm; eski partilerle hiç ilgisi olmayacak, eskilerin devamı olmayacak” teminatını verip, “Benimle ilgili kararınızda bir değişiklik var mı? Onu öğrenmek isterim” diye “izin” istemesi, bu dönemin içyüzünü açıklayan önemli olaylardan…

Ve Evren’in “Hayır, yok; isterseniz parti kurabilirsiniz” cevabı üzerine, Özal’ın “seçimi kazanmaları halinde ‘iktidar olup olamayacakları” sorusuna, “Elbette iktidar olursunuz” güvencesini vermesi, sürecin işleyişini su yüzüne çıkarmakta. Sonradan olanlar mâlûm. 6 Kasım 1983 seçimlerinde Özal’ın “icâzetli” partisi tek başına seçimi kazanır. Üç günlük tereddütlü ve heyecanlı bekleyişten sonra Köşk’e dâvet edilen Özal, Evren’i sol kolunun dirseğinden yakalayıp kendine doğru çekerek yanağından öper. Bu ani hareketle nasıl tepki vereceği belli olmayan Evren’le Özal arasında gerilen ipler normale döner ve buzlar erir…Sadece kurdurduğu üç partiye “izinli-muvazaalı seçim” sonrası ilk buluşmada Özal’ın Evren’e söyledikleri ise mâlûm; “Sayın Cumhurbaşkanım. Sizin emrinizdeyim. Elbette 12 Eylül doğrultusunda hizmet vereceğiz. Sizin direktifleriniz bize daima rehber olacaktır. Partimiz, 12 Eylül sâyesinde var olmuştur…” (a.g.e.)

“E-MUHTIRA” HÂTIRASI…

Enteresan olanı, 20 yıl sonra içinde bulunduğu “millî görüş” siyasî geleneğinden koparak “gömlek değiştirdikleri” ve “yenilikçi” olarak “hiçbir partinin devamı olmadıkları” iddiasıyla parti kuran Erdoğan’ın, “ikinci Özal” olarak övülmekten hoşlanması. Her fırsatta “Özal’ın yolunda” olduklarını tekrarlayan ve Demirel’i atlayıp Özal’la yanyana afişlerini seçim afişlerinde astırması. Daha da enteresanı, başından beri, tıpkı Özal’ın “siyasî yasaklar”ı savunması gibi “eskileri” suçlaması ve 12 Eylül’ün yargılanmasına soğuk bakması…

Bu açıdan Milliyet’te Devrim Sevimay imzasıyla yayımlanan haberde, Hasan Cemal’in “Türkiye’nin Asker Sorunu” adlı kitabındaki “e-muhtıra” hâtırası önem kazanıyor. 27 Nisan 2007’de Çankaya’daki Dışişleri Konutunda, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu dolayısıyla yorucu ve gergin bir gün geçiren Gül’ün, geceyarısı televizyonlarda sözkonusu “e-bildiri”nin okunması üzerine, apar topar evden çıkarken yakın bir dostunu arayıp “Eğer bana birşey olursa âilem sana emânet” dediğini aktaran H. Cemal, “e-bildiri”nin açık bir müdahâle olduğuna ve demokrasiye suikast olduğuna dikkat çekiyor. Başbakan Erdoğan’dan bazı bakanlara kadar, birçok iktidar partisi sözcüsü de “27 Nisan e-bildirisi”ni “muhtıra olarak algıladıklarını” anlatıyorlar…

Ne var ki tıpkı 12 Eylül darbesinin yargılanmasında olduğu gibi, AKP siyasî iktidarı, “muhtıra” ve “demokrasiye müdahâle” olarak gördüğü “e-bildiri”yi de “savcılar”a havale etti, ediyor; yargılanması için hiçbir şey yapmadı, yapmıyor…

Bu da en enteresanı…

10.05.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Dış politikada verimli bahar


A+ | A-

Mayıs ayı Türkiye için hareketli bir ay olacak. Suriye Devlet Başkanı Esad’dan sonra 11 Mayısta Medvedev Ankara’ya geliyor.

Medvedev’in Suriye ziyareti öncesi Esad’ın Türkiye’ye gelmesi, peşinden Medvedev’in gelmesi, bu üç ülke arasında çeşitli alanlardaki işbirliğinin hızlanacağının göstergesi. Suriye ziyaretinin, Obama’nın Suriye’ye yaptırımları bir yıl daha uzatma kararından hemen sonraya denk gelmesi ise anlamlı. Rusya, küresel Ortadoğu oyunu içinde var olduğunu ispat etmek için bu fırsatı değerlendirmeyi planlıyor. İran kozunu, uluslar arası kamuoyunun nükleer programa yönelik tepkileri yüzünden çok rahat kullanamayan Rusya, Suriye üzerinden Ortadoğu’ya müdahil olduğunu göstermek istiyor. Suriye, Gürcistan savaşı esnasında, Rusya’yı destekleyen nadir ülkelerden birisi olmasıyla, Rusya’nın dostluğunu kazanmış görünüyor. Bu ziyarette gündeme gelen en önemli konunun Rusya’nın Suriye’nin Tartus şehrinde bir deniz üssü kurma talebi. Eğer bu talep kabul edilirse, Rusya tarihî bir hayalini gerçekleştirmiş olacak.

Türkiye ise, gerek Suriye ile sıcak ilişkileri ve gerekse İran’a bu sıkıntılı döneminde gösterdiği dostluk ile bölgeye ilişkin hesapları olan herkesin mutlaka dikkati alması gereken bir ülke konumunda. Özellikle de İsrail’e karşı iki yıldır gösterilen tepkili tavır ile, geleneksel İsrail yanlısı politikanın terk edildiğinin gösterilmesi, bölge ülkelerinin Türkiye’ye olan sempatisini arttırdı. Irak’ın bütünlüğünü koruması için çaba göstermesi, Lübnan’la iyi ilişkiler kurması, Batı komşularına sıcak mesajlar vermesiyle bölgedeki itibarını pekiştirmeye çalışıyor.

Rusya ile karşılıklı olarak vizelerin kaldırılması, ticarî ilişkileri geliştirmeye yönelik bir iyiniyet gösterisinden ibaret. Zira vize alınmasında sorun yaşanmıyordu. Ancak bu adım bile, Rusya’nın Türkiye ile dostluğa ve işbirliğine önem verdiğini gösteriyor. Ekonomik ilişkiler bakımından Rusya çok önemli. Halen 40 milyar dolarlık ticaret hacmiyle Rusya, Türkiye’nin en önemli ticarî ortağı.

Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde mesafe kaydetmeye çalışırken, öbür yandan bölgesinde farklı diplomatik hamlelerle yeni açılımlar yapmaya başladı. Avrupa Birliği’nin özellikle Yunanistan krizi ile sarsıntıya girmesi, ülkemizin küresel krizde yıkılmayan finans sektörü ve inşaat sektörüyle öne çıkması, AB yetkililerini Türkiye’ye karşı tavırlarını yeniden gözden geçirmeye teşvik edebilir. Başka bir yazımızda ele almayı planladığımız, Avrupa’yı sarsan Avro krizinin, aslında uluslar arası sermayeyi Türkiye’ye çekebileceği ve bu fırsatın iyi kullanılmasının ülkemizi önemli bir ekonomik güce dönüştürebileceği hususu da çeşitli çevrelerde dile getirilmeye başlanıldı.

Dış politikada bu tür gelişmeler olurken, içeride yaşananları izlemek insanı üzüyor. Milletin iradesine yönelik kirli oyunlara her gün yenilerinin eklenmesi, terörün yeniden can yakmaya başlaması, siyasetin yumruklaşmalar ve belden aşağı vurmalar ile gittikçe irtifa kaybetmesi, ülkemizin dışarıda yükselme trendi içinde olan itibarına gölge düşürebilecek üzücü gelişmeler. Umarız ülkemiz bu kirli oyunları tezgâhlayan şer odaklarından kısa sürede kurtulur ve bölgesinde daha güçlü adımlar atabilen bir güç haline gelir.

10.05.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım