Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Çamura düşen cevher



Nice çamura düşmüş cevher gibi kötü alışkanlıkların batağında bulunan, kurtuluş simidi bekleyen nice insan vardır ki samimiyetlerine binaen bir vesileyle kurtuluşa ermişlerdir. Bişr-i Hafî meyhaneden veliliğe yükselmemiş miydi?

Kimseyi hor görmemeli. Gün gelir o hor gördüğümüz kişi bizi de sollayabilir. Akibet önemli. 1999 Marmara Bölgesi depreminde Düzce’de gece saat 3.00’te sallantı esnasında kafa çeken bir sarhoşun balkona çıkıp ezan okumaya başladığına köşemizde dikkat çekmiştik.

Geçen gün Mirac Cami imam-hatibi Ahmet Hoca anlattı: “1970’li yıllarda bir sabah vakti caminin kapısı önünde bir sarhoşla karşılaştık. Ayakta dikilecek takati yoktu. ‘Ben namaz kılacağım’ demesin mi? ‘Peki’ dedik, başını yıkayıp abdest aldırdık. Namazı bizimle kıldı. Hasan isimli birisiymiş. Aksaray’da bir kliniği varmış. Namaz bitince bizim Kumkapı’daki İbrahim Paşa Camiinin perişan hâlini görünce, ‘Hocam, camiyi tamir ettirelim’ dedi. Adam öylesine tevbe etmiş, samîmî bir şekilde dinî hayata yönelmişti ki birgün geldi beni alıp Taksim’de bir yere götürdü. Baktım bir kumarhane. Girer girmez kumarbazlar ayağa kalktılar, ‘Hasan Ağabey, hoş geldiniz’ diye hürmet gösterdiler. ‘Haydi beyler cami tamir ettiriyoruz. Yardım için elleri cebe atın’ deyince herkes kolları sıvayıp yüklü bir para çıkarmışlardı. Camiyi tamir ettirdik. Hasan Bey sonra da istikametini devam ettirdi.”

Dicle kenarında bir kısım gençlerin içki içerek eğlendiklerini gören büyük veli Maruf-u Kerhî eğlenenlerden birinin, “Bize bir duâ edin de içkiyle gark olup gidelim” demesi üzerine verdiği cevap oldukça düşündürücü: “Allah’ım, bu gençlerin gönüllerini bu dünyada hoş tuttuğun gibi ahirette de hoş tut.” Delikanlı anlayamamış. O büyük zat ise şöyle açıklamış: “Allah sizi ahirette hoş tutmak isterse tövbe nasip eder oğlum!”

Fethi Dik arkadaşımızın anlattığına göre Konya’nın büyük âlimlerinden saygın ve heybetli Mustafa Hoca birgün meyhanede kafa çeken gençlerin yanına gitmiş. Gençler onu görünce başlarını yere eğip görmezden gelmek istemişler. Hoca Efendi gençlere, “Evlâtlarım, kendinize yazık ediyorsunuz” demiş. Büyük bir mahcubiyet ve eziklik içinde bulunan gençler tevbe edip doğru yolu bulmuşlar.

Şu veya bu sebeple bataklığa düşmüş insanların bir kurtarıcı el beklediklerini hiçbir zaman unutmamalı.

Sahabenin âlimlerinden Ebu’d-Derda Hazretleri günaha dalmış bir kardeşine kızmayıp sadece acıdığını belirttiğinde, “Nasıl olur?” diye soranlara, “Kuyuya düşmüş bir kardeşinizi, batsın, ölsün, mahvolsun, diye daha mı itersiniz, yoksa onu oradan kurtarmaya mı çalışırsınız?” diye cevap vermiş.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Samimiyet imtihanı



Kuru gürültüler ihtilâlcidirler. Bu gürültüleri meydana getirenlerin başarabildikleri en önemli şey, ortalığı velveleye vermek ve insanların birbirlerini anlamasına engel olmaktır. Boş tenekenin çıkardığı sesler gibi gürültü çıkaran ve güya bir ideali savunmayı üstlenen insanlar, savundukları değerlere aslında hep zarar vermektedirler.

İçi dolu olup kendi naslarına güvenen ve insanlığın var oluşu ile uyumlu olan inanç sistemlerinin hiçbir zaman kuru gürültücülere ihtiyacı bulunmamaktadır. Hatta insanlığa huzur ve bütün âleme anlamlı bir sükûn vermek isteyen sistemlerin en çok zarar gördükleri insanlar, kuru gürültülerle perde olma misyonunu üstlenenlerdir.

Akıl, mantık ve kalb üçlüsünün insanı yücelten beraberliğini yaşamak isteyen insanlar, her zaman gürültünün olduğu mekânlardan ürkmekte ve orayı sakinleştirmenin yollarını aramaktadırlar.

Kör hissiyatlarla yola çıkan insanların bağırışları kafaları karıştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Hamasî nutuklarla ortalığı ayağa kaldıranların uzun vadede hedeflerine ulaşmaları mümkün değildir. İnsan olmanın ağırlığı ile yaşayan ve sahip olduğu hakîkatlerin usûlünce insanlara anlatılması gerektiğini savunan insanlar kazanmaya daha yakındırlar.

Mensubu olmakla insanlık mertebesinin en yücesine ulaşmaya aday olduğumuz İslâm dini, kuru gürültülere ve kör hissiyatlara literatüründe yer vermemektedir. İslâm dini, insanların her şeyden önce, sulh ve selâmet çerçeveli kaideleri dairesinde yaşamalarını hedeflemekte, insanların akıl ve mantık süzgeciyle olaylara bakıp öyle karar vermesini istemekte ve bütün aşırılıklara kalbin aydınlığıyla engel olmaya çalışmaktadır.

İslâm sükûneti emrederken, çıkıp İslâm adına ortalığı velveleye verenler, aslında kendi duygularını, hırslarını tatmin etmeye çalışmaktadırlar. Böylece İslâmın bütün insanlığa hitap eden hakikatlerine perde olmakla, zahiren dost iken aslında düşmanın yapabileceği bir icraatta bulunmaktadırlar.

Daha da meseleyi açmak istersek, bugün güya İslâm adına “Memleket Hıristiyanlaşıyor” diye bağıranları ve İslâm’ın yüce Peygamberine (asm) saldıranlara karşı ölçüsüz mukabelelerle savunmaya çalışanları örnek verebiliriz. Kendi şahsî hayatında İslâmın önceliklerine yer vermeyen ve İslâm inancında imandan sonra en ehemmiyetli bir ibadet olan namaz kılmayı bile ehemmiyetsiz gören bir kısım insanların çıkıp “Din elden gidiyor” diye bağırması ciddiye alınabilir mi?

Yine Peygamber-i Zîşân’ın (asm) insanı insan eden sünnetlerine uymayıp, İslâm dışı bir hayatla gününü gün eden sûreta Müslüman olanların, aşırı tepkilerle İslâmın hiç arzulamayacağı bir yaklaşımla İslâmı ve Peygamberini savunma adına ölçüsüzce bağırmaları samimiyet konusunda inandırıcı olabilir mi?

Kendi içindeki firavuna mağlûp olan insanlar, elbette dışarıdaki bir kısım inanç zıtlıklarıyla mücadele etme iddialarıyla insanları tatmin edemezler. İslâmın yaşama biçimini hayatına geçirmeyen insanlar, güya İslâm adına seslerini bütün dünyaya duyuracak bir şekilde bağırsalar dahi acaba mesuliyetten kurtulabilecekler midir?

Kendi nefsini ıslâh etmeyip dünyanın geçici hevesleriyle günlerini gün edenler, elbette samimiyetleri konusunda insanlara güven veremezler. Hiçbir insan yapmadıklarını insanlara yaptırma ve yaşamadıklarını insanlara yaşattırma hakkına sahip değildir ve olmamalıdır.

İslâmın, en azılı düşmanlara karşı bile “kavl-i leyyin” denilen yumuşak sözle yaklaşma prensibi varken, hiçbirimiz duygularımızla hareket ederek inancımız adına başkalarıyla vuruşma ve çarpışma hakkına sahip değiliz ve olmamalıyız.

Unutmayalım ki duygularımızı ayağa kaldıran ve bizleri fevrî hareketlere teşvik eden şeytanın talebesi olan nefsimizdir. Çünkü nefis her zaman bizleri İslâmca yaşamaktan, İslâmca duymaktan, İslâmca görmekten ve İslâmca hissetmekten uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Bundan daha büyük ihanet olur mu?

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Fikriye Hanımın sır ölümü



Mustafa Kemal'in hayatına giren kadınların "hayat ve hatırât"ı, sır perdesiyle örtülüdür.

Bu örtü, şimdiye kadar bir türlü kaldırılmadı, yahut kaldırılamadı.

Bundan sonrası için de, durum meçhûl. Çünkü, 5816 sayılı "koruma kànunu" var.

Hiç kimse, dünyada emsâli bulunmayan bu kànun maddesinin okkası altına girmek istemiyor.

Hatta, konu hakkında söz ve kelâm serdetmeye ehil olanlar bile, mecburen "yasaklı saha"nın kenar çizgisinde dolaşarak, ancak bir takım bilgiler arz edebiliyor.

Zira, söz konusu kànun maddesinin tatbikinden dolayı canı yanmış pekçok insan var.

Dolayısıyla, ihtiyatlı gitmek, tedbiri elden bırakmamak lâzım. Hani, kahramanlık yapmak ayrı, taslamak ayrıdır. Kahramanlık yapmak için de, mutlaka "Evet, bu yapılana değmeli" diye inanarak yola çıkmalı. Her ne ise...

İki hanım

Mustafa Kemal'in hayatına giren iki önemli kadından Latife Hanımı hemen herkes az–çok biliyor, tanıyor. Hayatı hakkında örtülü–perdeli bilgilere sahip olunsa bile, insanlarımız hiç olmazsa isminden haberdar.

Ancak, önemli diğer kadın olan Fikriye Hanım hakkında ise, insanımızın yarıdan fazlası bilgisiz olduğu gibi, çoğu kimse bu hanımın ismini dahi duymamış; bilmiyor, tanımıyor.

Oysa, onun da bilinmesi ve tanınması gerekiyor. Zira, M. Kemal'in hayatında Fikriye Hanımın da pek önemli bir yeri var.

Ayrıca, bugünlerde yine gündemde.

Meselenin aktüel tarafı şudur: Fikriye Hanıma ait özel eşyalar, onun hayattaki tek yakını ve aynı zamanda yeğeni olan Hayri Özdinçer tarafından TCDD'ye bağışlandı. Üç gün evvel (3 Kasım) bağışlanan eşyaları teslim alan şahıs ise, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım'ın bizzat kendisi. İçinde Fikriye Hanımın yatak örtüsü, kırlenti, fotoğrafları ve Atatürk'ün hediye ettiği tepsisi de bulunan bu eşyaların devir–teslimi için ayrıca bir tören düzenlendi. Törende hem Bakan Yıldırım, hem de yeğen Özdinçer birer konuşma yaptı.

Bu bilgilerden sonra, şimdi de Fikriye Hanımı kısaca tanımaya çalışarak devam edelim...

Bir garip hayat hikâyesi

Fikriye Hanım, tahminen 1887 yılında Selanik'te doğdu. Zübeyde Hanımın ikinci eşi Galip Beyin (Atatürk'ün üvey babası) kardeşinin kızıdır. Genç yaşta bir Mısırlı ile evlendi; fakat, bu evliliği yürütemeyerek tekrar ailesinin yanına döndü.

1923 yılına kadar Çankaya Köşkünde Mustafa Kemal'in yanında kaldı, ev işlerinde yardımlarda bulundu. Bu arada ciğerlerinden rahatsızlandı. Münih'e gitti. Mustafa Kemal'in Latife Hanımla evliliğini öğrenince Türkiye'ye geri döndü. Birkaç gün Çankaya Köşkü'nde misafir edildi. Ama o İstanbul'a yerleşmeye karar verdi; gidecekti.

1924'te Ankara'dan ayrılmadan önce, son kez Mustafa Kemal'le görüşmek üzere Çankaya Köşkü'ne gitti. Fakat başyaver, bu görüşmeye mâni oldu.

Bundan sonraki rivâyetler muhtelif ve karanlıktır. Açıklanan "resmî görüş"e göre, Köşk'teki görüşmenin engellenmesini kendine yediremediği için, Fikriye Hanım tabancayla intihar etmiştir. Aksi görüşe göre de, vurularak katledilmiştir.

Hakikat ise, meçhûldür, perdelidir; tıpkı Latife Hanımın "hayat ve hatırât"ı üzerindeki meçhûliyet perdesi gibi...

Hâsılı, bugüne kadar hiç kimse bu iki hanımın hayat hikâyesini sonuna kadar araştıramamış ve yazamamıştır. Bugün için de değişen fazla birşey yok. İlerisi için durum nedir ve ne tür bir gelişme olur, henüz bilemiyoruz.

* * *

Konu uzmanı olarak kabul edilen Can Dündar, beş yıl önceki bir yazısında, M. Kemal'in Fikriye Hanım ile "alaturka", Latife Hanımla da "alafranga" usûlü evlilik yaptığını belirtiyor. (Köşe yazıları; http://www.candundar.com.tr)

* * *

Ne şekilde öldüğü ve nerede gömüldüğü meçhûl olan Fikriye Hanımın mezar yeri, araştırmacı Eriş Ülger'e göre "Fikriye'nin mezarı Köşk'e çıkarken sol tarafta, bugünkü Kuğulu Park civarında, küçük bir mezarlıkta"dır. (Sabah, 2006/07/18)

Ülger'e göre, Fikriye Hanımı M. Kemal'in emriyle oraya defneden kişi, yaver Salih Bozok'tur. Ülger, bu bilgiyi aynı zamanda arkadaşı da olan yaverin oğlu Cemil Bozok'tan aldığını söylüyor.

* * *

Ankara, o tarihlerde "meçhûl ölümler"in merkezi gibidir. Tıpkı, Ali Şükrü Beyin, Nureddin Paşanın katli gibi. Öyle ki, 1923'te Ankara'da bulunan Üstad Bediüzzaman bile, birkaç kez öldürülmek istenmiş; ancak, buna muvaffak olunamamış.

Bütün bu olayların arka planını sonuna kadar tâkip etmeye, henüz şartlar ve imkânlar müsait görünmüyor.

Yeğen Özdinçer'in sözleri

3 Kasım günü Ankara Garı'nda düzenlenen eşya teslim töreninde bulunan Fikriye Hanımın yeğeni Hayri Özdinçer, gazetecilerin ısrarlı soruları üzerine şu kısa cevapları verme gereğini duyar: "Bizde Fikriye Hanıma ait bazı hikayeler ve hatıralar var. Ancak, bunlar şu anda açıklanacak şeyler değil. Hakkında bilinmeyen şeylerden biri halamın gömüldüğü yer, diğeri ise otopsidir. Bunlar, hiç kimseye açıklanmamıştır. Halama ait eşyalar babama verilmemiştir. İntihar edip etmediği hususunda ise, hiçbir şey söyleyemem." (NBC, Güncel haber)

Günün Tarihi

574 subaya İstiklâl Madalyası

6 Kasım 1922: Ankara'daki Büyük Millet Meclisi tarafından, 26–30 Ağustos tarihlerinde Afyon–Dumlupınar hattındaki Yunan kuvvetlerine karşı muharebeye katılan, buradaki savaşta yararlılık gösteren 574 subaya "İstiklâl Madalyası" verilmesi kararı alındı.

Bu sayı, beraberinde çok önemli mesajlar da veriyor:

* Demek ki, bu büyük savaşa yüzlerce subayımız ve binlerce Mehmetçiğimiz katılmış. Şehit olan subayların dışında, 574 kahraman kurtulabilmiş.

* Demek ki, "tek adam"cı bazılarının binden bire indirgemeye çalıştığı o büyük zaferin şerefi, binlerce askerimize aitmiş.

* Demek ki, yakın tarihimizin gerçekleri, yeni nesillere olduğu gibi yansıtılmıyor.

Madalya kànunu ve sahipleri

"İstiklâl Madalyası" kanunu, Meclis'te 29 Kasım 1920'de kabul edildi.

Bu kànun, 4.4.1921 tarihli Resmî Gazetede şu metinle yayınlandı: "İstiklâl madalyası, bilfiil kıta başında, cephede veya dahilî isyanları teskinde, hamaset ve fedakârlık asarı gösteren erkân, ümerâ, zabitan, efrat ve millî kahramanlar ile cephe gerisinde ulvî maksadın husûlü için mesai ibraz edenlere ve istiklâl–i millî uğrunda feda–yı hayat eden şehitlerin büyük oğluna, yoksa büyük kızına, yoksa pederine, o da yoksa validesine, o da yoksa zevcesine verilir.

***

15 Mayıs 1919’dan 9 Eylül 1922 tarihine kadar süren Kurtuluş Savaşında cephede veya cephe gerisinde kahramanlık gösteren ve fedakârlıkta bulunan yaklaşık 6900 vatandaşa İstiklâl Madalyası verildi.

Aynı madalya, bilâhare Kore Harbi ile Kıbrıs Harbine katılan gazi olmuş askerlere de verildi.

Millet Meclisi tarafından ayrıca İstiklâl Madalyası beratı verilmiş iki de şehir bulunuyor. Bunlar Kahramanmaraş ve İnebolu'dur.

Not: İstiklâl Madalyası, madalya sahibinin vefat etmesi halinde, o kişinin kanunî mirasçılarına devrediliyor.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatımızın gayesi ve nitelikleri



Mehmet Bey: “Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesi Birinci Remizde zikredilen hayatın yirmi dokuz hassası ve özellikleri nelerdir? Açıklar mısınız?”

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl hayatlandırıyor! Şüphesiz O, ölülere de böylece hayat verecektir. O, her şeye Kadirdir.”1 ayetinin bir tefsiri olarak Hay ismini incelediği Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesinde hayatın ve mahiyetinin ne olduğunu yirmi dokuz maddede bildirir. Hay ve Muhyi isimlerinin mühim bir tecellisi olan hayatın yirmi dokuz önemli özelliğini özetle buraya alalım:

1- Hayat; bu kâinatın en ehemmiyetli gayesidir. 2- Hayat; bu kâinatın en büyük neticesidir. 3 -Hayat; bu kâinatın en parlak nurudur. 4- Hayat; bu kâinatın en latif ve en hoş özüdür, mayasıdır, hamurudur. 5- Hayat; bu kâinatın gayet süzülmüş bir çekirdeğidir.

6- Hayat; bu kâinatın en mükemmel meyvesidir. 7- Hayat; bu kâinatı olgunlaştıran en harika mekanizmadır. 8-Hayat; bu kâinatı güzelleştiren en güzel yüzdür.

9- Hayat; bu kâinatın en güzel süsüdür. 10-Hayat; bu kâinatın unsurlarını birleştiren bir sırdır.11-Hayat; bu kâinatın birim ve parçalarının birlik bağıdır.

12- Hayat; bu kâinatın mükemmel oluşunun kaynağıdır.

13- Hayat; sanat ve mahiyetçe bu kâinatın en harika bir ruh sahibi sırrıdır.

14- Hayat; bu kâinatın; en küçük bir mahlûku, bir kâinat hükmüne getiren mucizeli bir hakikatidir.

15- Hayat; bu kâinatın özünü ve özetini her küçük mahlûkta toplayan bir kudret mucizesidir.

16- Hayat; en küçük bir mikro-parçayı en büyük bir kütle kadar büyük kılan, en küçük bir canlıyı bir âlem hükmüne getiren ve sevk ve idare cihetinde kâinatı bölünmeyi, müdahaleyi ve ortaklığı kabul etmez bir bütün haline getiren fevkalâde harika bir İlâhî sanattır.

17- Hayat; bu kâinatın mahiyetleri ve parçaları içinde Hay ve Kayyum olan Allah’ın varlığını, birliğini ve Allah’ın birlik tecellilerini gösteren işaretlerin en parlağı, en keskini, en kesini ve en mükemmelidir.

18- Hayat; Allah’ın sanat eserlerinin hem en gizlisi, hem en görüneni; hem en kıymetlisi, hem en ucuzu; hem en nezihi, hem en parlağı ve en mânâlısıdır.

19- Hayat; sair varlıkları kendine hizmet ettiren nazlı, nazik ve nezih bir Rahmet cilvesidir.

20- Hayat; Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının gayet geniş bir tecelli alanıdır.

21- Hayat; Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok isimlerin cilvelerini kendinde toplayan; rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek, işitmek ve hissetmek gibi tüm duyguların kaynağı olan Allah’ın benzersiz bir hilkatidir.

22- Hayat; bu kâinatın tasfiye ve temizlik yapan, terakki veren ve nurlandıran büyük tezgâh makinesidir. Öyle ki, milyarlarca zerreye ve hücreye yuva olan her canlı vücut, o zerrelerin vazife yapmaları, yaratılış talimat ve emirlerini yerine getirmeleri ve böylece nurlanmaları için bir okul, bir kışla ve bir misafirhane hükmündedir. Hayy ve Muhyî olan Cenab-ı Allah hayat makinesi vasıtasıyla, bu karanlıklı, fani ve süflî olan dünya âlemini latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor ve böylece baki bir âleme gitmeye hazırlıyor.

23- Hayat; iki yüzü, yani mülk ve melekût yüzleri, yani dış ve iç yüzleri parlak, kirsiz, noksansız ve ulvî olan, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Allah’ın kudret elinden çıkan bir müstesna mahlûktur.

24- Hayat; altı iman rüknüne birden bakan ve ispat eden bir yüksek hakikattir.

25- Hayat; Allah’ın varlığını ve benzersiz ve ezelî hayatını gösteren bir yüksek burhandır.

26- Hayat; âhiret yurdunu ve âhiret yurdundaki baki hayatı tam bildiren bir büyük delildir.

27- Hayat; meleklerin hayatlarından haber veren bir nuranî hakikattir.

28- Hayat; peygamberlerin hayatlarına, kitapların hayatı anlamlandırmalarına, Allah’ın kader ve kaza ile hayatı yönlendirmesine pek kuvvetli bakan ve bildiren bir manevî göstergedir.

29- Hayat; bu kâinatın en mühim bir İlâhî maksadı olan şükür, ibadet, hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.2

Üstad Hazretleri hayatın bu yirmi dokuz hassasını ifade ettikten sonra böyle yüksek meyveleri bulunan hayatın Allah’ın Hayy ve Muhyî isimleri için yüksek bir burhan teşkil ettiğini bildirmiş; hayatın gayesini, “rahatça yaşamak, gafletle lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek” olarak görenlerin hayat nimetine, şuur hediyesine ve akıl ihsanına karşı dehşetli bir nankörlük içinde bulunduklarını beyan etmiştir.3

Dipnotlar: 1. Rûm Sûresi: 50 2. Lem’alar, s. 510–512 3. A.g.e., s. 512

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Zihniyetin değişmesi’ni engelleyen kim?



“Uyum paketleri” ile yol almaya devam ettiğimiz AB hedefinde ‘yavaşlama’ olduğu yönündeki tesbitlere hükümet kanadı katılmıyor. Hükümet kanadının beyanına göre, Türkiye ‘üzerine düşen’i yaptığı halde, AB çevreleri ‘bahane’ üretiyor.

Önce şunu tesbit etmekte fayda var: Türkiye’de, “Türkiye’nin AB’ye üye olmasını istemeyenler” olduğu gibi, Avrupa’da da “Türkiye’yi istemeyenler” vardır. Dolayısı ile, “Türkiye’yi istemeyenler”in ‘bahane’ üretmesini işin tabiatı gereği görüp, bu ‘bahane’leri bertaraf etmek için gayret etmek gerekir. Bu da, “Türkiye’nin AB üyeliğini isteyenler”e —içerde ve dışarda— düşen bir görevdir.

Malûm,AB’nin Türkiye’den istediklerinin arasında TCK 301. maddenin kaldırılması ya da değiştirilmesi de var. İlgili madde, düşünce/ifade özgürlüğünün önünde ciddî bir engel. Son aylardaki tartışmalar bunu ortaya koyuyor.

Hükümetin bu maddeyi değiştirme noktasında hızlı hareket etmediği de ortada. Onlara göre bu madde düşünceyi ve ifade etmeyi engellemiyor. Var olan ‘sorun’ sadece hakimlerin yorumlarıyla ilgilidir ve bu yorumlar değişirse madde bu haliyle AB üyeliğine engel olmaz.

Maddenin bu haliyle ‘kalması’nı isteyenler, “Hakaret özgürlüğü olmaz” diyor. (Hürriyet, 5 Kasım 2006)

Doğru, ‘hakaret özgürlü’ olmaz da, bunu isteyen mi var? Yani, “301. madde kalksın/değişsin” diyenler; “Hakaret etmek serbest olsun” mu diyor? Düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü taleplerini; ‘hakarete özgürlük talebi’ gibi anlamak ve bu şekilde yorumlamak kabul edilemez.

Ortada bir vak’a var: Sivil toplum kuruluşları da 301’in bu haliyle yanlış olduğunu beyan ediyor. Meselâ, aralarında TOBB, TÜSİAD, DİSK, Hak-İş ve İKV’nin de bulunduğu 10’a yakın kuruluş “301’in bu haliyle doğru olmadığını” beyan eden bir metne imza atmış. (5 Kasım 2006)

TCK 301’i yanlış bulan sadece bu 10 kuruluş da değil. Daha onlarca, binlerce kuruluş aynı şeyi söylüyor. 301’in en azından mevcut uygulamalara bakılarak yanlış olduğu hususunda bir konsensüs/ umumî kanaat oluşmuş durumda. Öyle ise bu yanlışı düzeltme noktasında niçin ‘inad’ ediliyor?

Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz, bir defa daha tekrarlayalım: Tabiî ki 301’in değişmesiyle her şey hallolmuş olmayacak. Çünkü şu anda ‘uykuda’ olan başka maddeler de var ve istendiğinde o maddeler de ‘meşhur’ olabilir. Kalıcı çare, ‘zihniyetin değişmesi’dir. Bu da üzerinde ittifak edilen başka bir konudur.

Şu beyan da bunu gösteriyor: “Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndeki (AİHM) tek yargıcı Rıza Türmen, AB’nin eleştiri oklarının hedefi olan TCK’nın 301. maddesinin tek başına sorun olmadığını, değişmesi gerekenin hâkim ve savcılar olduğunu söyledi. (...) Avrupa’daki hâkimlerin düşünce özgürlüğü anlayışıyla, Türkiye’deki hâkimlerin düşünce özgürlüğü anlayışı arasında temel farklılıklar olduğunu anlatan Türmen, yasalardan çok bu anlayış farklılığı sebebiyle Türkiye’nin AİHM tarafından tazminat ödemeye mahkûm edildiğini söyledi. (...) Türmen şöyle devam etti: “Türkiye’de her zaman yazdığından, çizdiğinden, söylediği sözden dolayı mahkûm olan yazar, gazeteci var. Yani 301’i kaldırsanız yerine 501’i koysanız yine aynı sorun devam edecektir. Eksik olan şey, savcıların ve hâkimlerin meseleye bakış açıları.” (Sabah, 31 Ekim 2006)

O halde şu soruya cevap aramamız gerekecek: “Zihniyetin değişmesinin önündeki engel nedir, kim ya da kimlerdir?” Bu sorunun cevabı bulunabilirse, belki ‘değişim’ için adımlar atılabilir.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Arkadaşnâme



Arkadaşları olmalı insanın, çeşit çeşit, boy boy, renk renk…

Mektup arkadaşları olmalı, e-posta arkadaşları.

Yol arkadaşları, okul arkadaşları, mahalle arkadaşları.

Tamam MSN arkadaşları da olsun, ama eskimeyen arkadaşları da.

“Bugün canım çok sıkkın” diye arayacağı arkadaşları da olmalı, “nobran” nedir diye soracağı arkadaşları da.

Kimi fizikten, kimi kimyadan, kimi tarihten, kimi siyasetten, kimi fıkıhtan, kimi futbol fikstüründen anlamalı.

Kimi, hangi yemek nerede yenir, nerenin nesi meşhurdur, vişne lekesi nasıl çıkar onu bilmeli.

Kimi, vizyona yeni giren filmlerin, yeni çıkan kitapların, yeni transferlerin, yeni malî yılın kritiğini çıkarabilmeli.

Kimiyle gülmeli, kimiyle derin düşüncelere dalmalı, kiminden teselli bulmalı, kimini teselli etmeli.

Kimi fikirlerimize destek çıkmalı, kimi “Ben bunu daha önce neden düşünmedim” dedirtmeli.

Kimi “dost acı söyler” kıvamında konuşmalı, kimi “Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma” tadında.

Kimiyle kâinat kitabına dair bir kelime okuyup, bir kitap kalınlığında konuşmalı.

Kimiyle her işteki hayırları, kimiyle her hayırdaki türlü işleyişleri tartışmalı.

Kimiyle geçmişin muhasebesini, kimiyle geleceğin stratejisini düşünmeli.

Kimiyle konuşmalı, kimiyle yazışmalı, kimiyle telefonlaşmalı, kimiyle mailleşmeli.

Kimine “titreşim” göndermeli, kimine selam.

Kimiyle bir durakta, istasyonda, hayatın “sadece bilmek zorunda kalanların bildiği yol üstü lokantasında” karşılaşıp, hayatına farklı bir kesit, farklı bir renk, farklı bir koku katmalı.

Kiminin yüzünü, kiminin ismini, kiminin bir sözünü, kiminin bir gülüşünü, kiminin bir bakışını ömrü boyunca unutamamalı.

Kiminin mektuplarını, kiminin e-postalarını, kiminin MSN konuşma kayıtlarını daima saklamalı.

Kimiyle yemek yemeli, kimiyle satranç oynamalı, kimiyle alış veriş yapmalı, kimiyle yürümeli, kimiyle sabaha kadar sohbet etmeli, kimiyle otobüs beklemeli.

Kimi için otobüsün düğmesine basmalı, kimi için yakın gözlüğü olmadığı için gazetesini okumalı, kimine son havadisleri vermeli, kimiyle hiçbir şey konuşmadan öylece oturmalı…

İnsanın arkadaşları olmalı, arasında “en” diyeceği belki bir iki kişi çıkacak bile olsa, farklı yönleriyle seveceği, farklı yönleriyle hayatına yeni değerler katacağı, farklı özellikleriyle kendini zenginleştireceği arkadaşlar.

İnsanın arkadaşları olmalı, daima yanında…

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Toplantının ardından



Geçtiğimiz hafta sonu, Güneşli tesislerimizde gerçekleştirilen sonbahar dönemi umumî temsilciler toplantısında, bir önceki dönemin çalışma ve faaliyet raporu gözden geçirilerek, önümüzdeki döneme ait plan ve hedefler üzerinde duruldu. Verimli görüşme ve müzakerelere sahne olan toplantıda müessese birimleri ile birlikte diğer hizmet organları değerlendirmeye tabi tutuldu.

Toplantının açış konuşmasını Yeni Asya A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Kutlular yaptı. Kutlular, yayınlarımız ve diğer sosyal hizmet birimlerimizi değerlendirdiği konuşmasında, Risâle-i Nur’un bakış açısını hizmetlerimizin her alanına ve ferdî hayatımıza yansıtmanın asıl gayemiz olması gerektiğinin altını çizdi.

Sürekli yenilenmenin ve mevcut faaliyetlerimizi daha iyi organize olabilecek sistemlere dökmenin kâinattaki tekâmül kuralının bir gereği olduğuna işaret eden Kutlular, bu kuralı uygulamanın Nur talebeleri açısından daha bir önem arz ettiğini söyledi.

İstişarenin, Risâle-i Nur mensuplarını başka hizmet gruplarından ayıran önemli bir hususiyet olduğunun altını çizen Kutlular, bunun tüm faaliyet organlarımız için nirengi noktasını teşkil ettiğini belirtti. Mehmet Kutlular, meşveretle alınan kararlara da herkesin sahip çıkmasını ve “ihlâs, sadakat ve tesanüt” düsturları gözetilerek hayata geçirilmesini istedi.

Toplum marjinal görüşlerin tesirinden kurtuldukça, Risâle-i Nur’a olan ilgi ve ihtiyacın arttığını belirten Kutlular, AB sürecinde atılan demokratikleşme adımlarının da yıllardır pekçok bedel ödeyerek savunduğumuz fikirlerin gerçekleşmesi bakımından sevindirici olduğunu dile getirdi.

“Yeni Asya’nın, tüm insanlığa Kur’ân’ın mesajını ulaştırma misyonu ile kendini görevli bildiğini” vurgulayan Kutlular, bünye içinde yer alan yapılanmaların her birinin bu bakımdan önemli bir fonksiyon icra ettiğini kaydetti.

Yeni Asya A.Ş. Faaliyet Raporunu sunan Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı ve müessesemiz Genel Koordinatörü Yakup Erdoğan da 20 Mayıs’ta yapılan ilkbahar dönemi toplantısından bu yana kurum açısından gerçekleştirilen gelişmeleri anlattı. Her birimin altı aylık dönemdeki faaliyetlerini özetleyen Erdoğan, hedeflenen projelerle ilgili bilgi verdi. Müessese açısından yaşanan sıkıntıları da dile getiren Erdoğan, piyasalardaki durgunluk, satışlardaki azalma ve rekabet ortamına dayalı olarak kâr paylarındaki düşüşün; işletme sermayesindeki yetersizlikle birleşerek kendilerine olumsuz bir tablo yaşattığını söyledi. Hedeflenen projeler için yeterli insan kaynağına sahip olduklarını belirten Erdoğan, temsilcilerden maddî ve manevî anlamda destek istedi.

Katılımın yüksek olduğu, sıcak ve samîmî diyalogların yaşandığı toplantıda Yeni Asya Yenilenme Projesi kapsamında üç yıldır yürütülen çalışmalar da görüşülerek karara bağlandı.

Müzakereler bölümünde söz alan temsilciler bölgelerinde yaşanan gelişmelerden örnekler vererek, yayın faaliyetlerinde zaman zaman karşılaştıkları aksaklıkların giderilmesi dileğinde bulundular.

***

Yeni promosyon

Altı yıldır kesintisiz süren kültür kampanyamız farklı kulvardaki bir ürünle devam edecek. Kupon neşrine, 1 Aralık’ta başlanacak olan “Medenî Davranışlar Ve Sosyal Yaşantı-Görgü Kuralları” adlı eser Yeni Asya Neşriyat Araştırma Merkezince hazırlandı. “İnsan ve sosyal davranışları,” “İnsan ve görünüm, ” “İletişim,” “Davranışlar” ve “Aile” başlıklı 5 ana bölümden meydana gelen dört yüz sayfalık eser, toplum hayatında yer alan insanın fıtrî hayat tarzı Sünnet ışığında ele alınmış. Kitapta verilen bilgilerin uygulanabilirliğini sağlamak için de, bölüm sonlarında sorulara yer verilmiş ve böylelikle konuların zihinde kalıcı olması hedeflenmiş.

Hepinize hayırlı haftalar dileklerimizle...

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İlim, sevgi, siyaset, ticaret



Ruhun deveranında, âlemlerin seyri ile birlikte devri de söz konusu. Hiçbir şeyin bize ait olmadığının alâmeti olarak, elindekini devrettikçe, yeni âlemlerin teslimi ve tekrar deveranı ile devrin devamı gelir.

Ruh, akıl ve kalp üzerine tesis edilmiş bir ana sistemin dinamosudur. Onlar onsuz olamaz. Eh-i halin yaşadıkları, öğrenmeyi tahrik eden merak ve isteğini aşan taşkınlık ile şaşkınlığa maruz kalır. Şaşkınlık; bir hayretin, taaccübün ve yenileşme arefesinde silkinmenin teyakkuz haline işaret ettiği gibi tuhaflaşmanın da başlangıcı kabul edilebilir.

Şaşkınlık, bir şaş hali ise duyguların bundaki hissesi şaşakalmaktır. Düşüncelerin bundaki nasibi ise derinleşmektir.

Şaşkınlık aşamasına kadar gelmiş bir ruhun kalbî boyutta duygu yoğunluklu şaşa kalma derecesi, yeni bir ruh haline bürünür. Tasavvufî halin cezbesine varan bu yolculukta, hislerin en hasis hali ile hem hal olunur.

Şaşkınlığın akıl canibinde ise bilme arzusunun harekete geçirdiği daha fazlasını öğrenme dalgınlığı ve dalışı vardır. Bildiğini derinleştirme, anladığını muhkemleştirme ve bulduğunu abideleştirme yolculuğu alır götürür. Tefekkürün sularında okyanuslar ötesi bir genişlikte ve sonuna erişilemez bir derinlikte ilim denizine dalar.

İlim adamları, araştırmacı kimliği ile bu denizde, Bediüzzaman’ın tabiriyle bir “dalgıç” gibidir. Bazen de, Einstein’in dediği gibi “İlim denizinin sahillerinde çakıl taşları ile uğraşan çocuk gibidir.”

İlim ehli, geldiği safhada düşünceye dalar. Gittikçe dalgınlaşır. Ehl-i kalp ise şaşa kalır, gark olduğu son menzilin temaşasında. Biri fikir ırmağında yıkanırken, kaynaktan beslenen suyun verdiği akarlıkla hususiyetini koruyarak ve temizlenerek denize dolar.

Diğeri ise seyr-ü sülûk-u ruhanide devirlik ve seyirlik ne varsa dokunurcasına kalbin göze vuran bakışıyla görür, alır ve bırakır gider. Aklın ve kalbin bu çatallaşan yolculuğunda; dalgınlığın ve şaşkınlığın bir vadide buluşmalarını sağlamak gerek. Tasavvufun tahkike katacağı bir tarikat olmalı. Tahkikin de, tarikata katacağı bir hakikat olmalı.

Bütün manevî cihazlar, artık hakikat dağını tırmanmaya başlamıştır. Zirve, bu iki ana karakterin/mizacın/fıtratın tevhidindedir.

Bilmek acı verirken, seyir dinlendirir. Akıl muhakemenin yol aldırdığı patikalarda zorlanırken, kalp seyrü sefer halinde alemden azade, teyeran eder. Seyran yapar.

Birinin geride kalan ayak izleri, diğerinin ise kaybolan varlığı. Bir tarafta akıl mecrasında boyu aşan derinlikte dalgınlıkla dalarken boğulma tehlikesi yaşanır. Diğer yönde ise kozmik geçiş gibi âlemden sıyrılmış, kendinden geçmiş bir istiğrak halinin sükûneti vardır. İlkinde fırtınalı bir denizde dalgalara tutulma hali, sonrasında ise uzay boşluğunda yer küreyi arkasına alan bir sonsuzluk serinliği vardır.

İlim yolu, tefekkürle hikmetin basamaklarını tırmanıp hakikat dağının zirvelerine doğru giderken, duygu yolu da tepeleri aşıp dağ eteklerini hayal etmenin ve onunla yaşamanın verdiği zirveye ulaşmış gibi süluk olurken, her yeni adım bir tuhaflıkla yaşanır iç dünyasında.

Akılla ilim peşinde giderken dalmak, kalple duyguların akışını ve coşarken şaşkınlığını yaşamak; iki ayrı âlemin devam eden halleridir. Burada hem bir dem var, hem de devran.

Akıl dalıp boğulmaktan, kalp seyeranda şaşırıp kalmaktan kurtulmalı. Bu iki aslî varlık, tevhit edip barışmalı.

İlim denizinde yıkanmayan, seyir âleminde şaşırmayan ticaret ve siyaset ehli ise dikkatli ve teyakkuz halinde görevinin başında olmalı. Dalmak ve şaşmak, yeryüzü gerçeğinin fiiliyat isteyen imar ve imaline manidir.

Dört kategorideki dört meslek; ilim adamlığının ilmi derinlikle dalışı, sanat ehlinin salışı, ticaretin pazarı ve siyasetin idare vasfı birbirine karıştırılmadan birbirini tamamlaması gereken dört fonksiyondur.

İlmin tetkiki, hissin hassasiyeti, ticaretin ölçüsü ve siyasetin adaleti sağlandıkça, beşerin barış arzusu tahakkuk eder. Siyaset ehli dalarsa, idare gemisi batar. Cehalet boy verir. Ticaret ehli dalarsa, fakirlik ve sefalet katar. Pratiği unutur. Teoride kalır.

İkisi şaşarsa; siyasetin körleşmesi ve ticaretin bönleşmesi kaçınılmazdır. Önünü göremeyen yönetim gemisi pusulasız kaldığı gibi, kazanmayı bilemeyen bir dağınıklıkta ise yol alınamaz. Kaynaksızlık gemiyi yakıtsız bırakır.

Dalarken ilim, şaşarken sevgi gelişir; dalmadan ve şaşmadan hususi halin icabına girmeden dirayetle idareyi, meşruiyetle de emeği tesis etmek gerekiyor.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

İnsanın doğru tanımı



Modern hayatın oluşturduğu değerler dünyasında insan ve tanımı aslından çok uzaklara sürüklenmişliğin sıkıntısını yaşamaktadır. Maddî alanın çok sığ ve her unsurun bağlantılarından uzaklaştığı yapı içerisinde varlıklar sadece sınırladıkları maddî alan ile tanımlanmış bu da ferdin hem maddî alana hem de kendine yabancılaşma sonucunu doğurmuştur. Bu yabancılaşma beraberinde bir şaşkınlık ve varlığı doğru tanımlamada gerçekten çok uzaklaşmışlık sonucunu doğurmuş olmalıdır.

Bir yönüyle belirgin özellikler arzeden ve diğer yönüyle bir sonraki anın net olmadığı ve her an beklenenin dışında bir durumla karşılaşma ihtimali olan bir dünyada gelecek çoğunlukla karanlık olarak yer almış bir kavramdır. Genel işleyişe ve sebep ve sonucun büyük çoğunlukla birbirini takip ettiği ve bu halin sürekli olduğu dünyada insanların bilinç altında hep bir belirlilik ve netlik beklentisi oluşmuş gibidir. Belirsizliklerin önemli bir endişe ve huzursuzluk kaynağı olduğuna dair meşhur Çin işkencesi önemli bir örnek olmalıdır: İşkence uygulanan şahsın saçı sıfır numara traş edildikten sonra tavandan belirli aralıklarla soğuk su damlası başına damlatılır. Bunun ardından damlaların aralığı düzensiz hale getirilir. Bir sonraki damlanın geleceği anı kestirememek kişi için tarifi imkânsız bir kaygı, endişe ve huzursuzluk yani ‘anksiyete’ halidir.

Anksiyete genel olarak ferdin psikolojisindeki korku ve endişe halinin karşılığıdır. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin tüm dünyada kabul edilen tanımı ile; “Anksiyete, otonomik sinir sisteminin hiperaktivitesine bağlı somatik belirtilere eşlik eden, korku hissi ile belirli patolojik bir durumdur. Belli bir nedene yanıt olan korkudan ayrılır.”

Yani kişi sinir sisteminde kendi kontrolü dışında işleyen bir sürecin etkisi ile bedeninde korku halinde ortaya çıkan hali korku oluşturacak bir sebep olmaksızın yaşar. Aşırı adrenalin deşarjı ile kalp atımları hızlanır, rengi beyazlaşır, soğuk soğuk terlemeye başlar ve bazan ölüm korkusu yaşar. Aynen köpekten çok korkan birinin yalnız başına köpekle karşı karşıya geldiği andaki beden reaksiyonları ortada hiç bir sebep yokken yaşanır. Bu gruptaki psikiyatrik problemler anksiyete bozuklukları şeklinde adlandırılır ve toplumda oldukça yaygındır.

Bunun arka planındaki temel sebep varlığın işleyişindeki genel belirsizlik hali olmalıdır. Bu belirsizliklerin en başında ve en net şekilde yaşananı hayatın son noktası, yani ölüm anıdır. Ölüm ferdin günlük hayatına aynen Çin işkencesindekine benzer bir belirsizlik getirmekte, çevresinde gözlediği her ölüm vak’ası, işkencede başa düşen damla misali ferdi irrite etmektedir. Yine yakınları ile ilgili endişeler ve insanlığın tamamını içine alan ilgi ve kaygı alanı sosyal bir varlık olan insanı endişeler gerginlikler ve huzursuzluklarla yüzyüze getirmektedir. Bunun alt yapısını oluşturan temel faktör geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan bir endişe olmalıdır. Bu hal ferdin hayata bağlılığı ve yaşama sevinci ibresi anlamına gelen duygu durumunda bir dengesizlik hali oluşturur ve yeni sınıflama ile afektif spektrum bozuklukları adı altında incelenen yeme bozuklukları, alkol bağımlılığı, obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluğu, fibromiyalji, migren, kronik ağrı gibi durumlara yol açar. Yani ferdin başağrıları, kas ağrıları, eklem ağrıları, korkulu rüyaları, panik halleri ve endişeleri gibi pek çok durum aslında geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan endişelerin bedene yansımasından kaynaklanıyor olabilir.

Her an ortaya çıkma ihtimali bulunan depremler, felâketler ve önemli hastalıklar gelecekle ilgili belirsizliğin ve şuur altında var olan endişenin farklı bir boyutunu oluşturmaktadır.

Diğer taraftan insan, emelleri çok ileri uzanan bir varlıktır. Konuşmaya, yürümeye başlamak şeklinde başlayan gelecek hedefleri sınıfı geçmek, üniversiteyi kazanmak, kariyer sahibi olmak, işini büyütmek, dünya ile rekabet etmek gibi noktalara kadar uzanır. Bu hedeflerle ilgilli beklentiler, kayıplar ve riskler de ferdin hayatında önemli endişe ve kaygı sebepleridir. Bu alanlarda da beklentileri ile önüne çıkanların uyuşmamasından kaynaklanan duygu durumu çöküşleri ile de karşılaşabilir. Büyük beklentilerin ardından yaşanan kayıplar ferdi, hayat yolculuğunda ciddî tökezlemelerle karşı karşıya getirebilir.

Sanki insan beklentileri, hedefleri, endişeleri ile varlığın çarkları arasında yuvarlanmakta ve bu dalgalanmalar içinde geleceğini aydınlatmaya çalışmaktadır. Gerçek anlamda bir aydınlık ise hayatın hiçbir döneminde tam anlamıyla sağlanamayacak gibidir. Çünkü, varlığın genel yapısı ve özü buna uygun değildir. İnsan gurbet paradigması şeklinde adlandırılan bir durumun da objesidir. Ruhlar âleminde Âlemlerin Rabbi ile akitleşmiş ve O’nun Rabbi olduğunu kabul etmiş bir ruh bu âlemin çok uzağında ve sahibinden uzakta bir gurbet hali yaşamaktadır. Bu durum evden kaçmış bir genç ya da sahibinden uzaklaşmış bir köle misali gibidir. Şuur altında ve özünde bu suçluluk duygusunun ve kaçmış olma halinin verdiği sıkıntı her insan tarafından bir şekilde hissedilir. Yaşanan endişe, anksiyete ve huzursuzluk hallerinin önemli bir sebebi de bu olmalıdır. Beden için doyduğu yer vatan olan olarak algılanabilirken, ruh kendini hep asıl vatanından uzakta algılamanın sıkıntıları ile yüzyüzedir. Belki de beden maddî âlemin gerekleri ile yüzleşirken ruhun çoğunlukla kendi âlemine gönderilmesi yani kalbin maddî âlemin ve dünyanın dışında tutulması ferdin en ideal ve dengeli konumudur.

Gelecek ve insan konusu ele alınırken yapılması gereken en önemli şeylerden biri zaman ve mekânın şekillendirdiği varlık âleminde insanın konumunu netleştirmek olmalıdır. Her an yeniden şekillenen, gözlemcinin olaylar üzerinde etkili olduğu ve belirsizlik prensiplerinin bir kural şeklinde yer aldığı zerreler denizinin ortasında bir mikro âlem ve sonsuz gibi algılanan bir uzay boşluğunda dev gibi kürelerin ve ateş toplarının ortasında belki bir mikroskobik varlık durumuna indirgenen dünya manzarası oluşturan makro âlem.

Bu konumlardan ele alındığında olayların önemi ve belirginliği çok farklı bir yere oturacaktır. Uzay boşluğundan küçücük bir mavi top şeklinde gözlenen dünyada hayatımızı ve geleceğimizi karartan olaylar muhtemelen çok küçülecektir. Bulunduğumuz konumdan gözlenen netlikler ve belirlilikler varlığın alt katmanlarında ve üst katmanlarında kaybolmakta ve en küçük zerre ile uzay boşluğunu donatan küreler bize karışık gelen ve netlik olmayan haller içinde buluşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan insanın geleceğinden emin olabileceği ve bir sonraki anı emniyet hissi ile karşılayabileceği tek durum zerreyi ve dev küreleri kontrol altında tutan ve kendi bedeninin zerreleri de O’nun kontrolünde olan adaletli, merhametli ve sevgisinin sıcaklığı ile varlığın tümünü kuşatan bir İdareci ve Terbiye Edici Zat’a dayanmak olabilir. Bu ve benzeri özellikleri tarif edilmiş Zat varlığın dışında ve özellikleri maddî varlıkların üstünde onlardan farklı bir konumda, zaman ve mekânın dışında bulunmalıdır. O Zat Kur’ân’ın ve bütün semavî kitapların tarif ettiği Âlemlerin Rabbi’dir. O sema ve yeryüzünün nurudur. En ince ayrıntısından uzayın en uç noktasına, zerelerden yıldızlara kadar her şey O’nun nuru ile gerçek anlamda aydınlanır. İnsanın bu kadar belirsizlikler içinde yaşadığı ve her tarafın belirsizlikler, kaoslar, muğlaklıklar ve insanı yutacak ölçüde büyüklükler ile çevrili olduğu bir maddî âlemde geleceğini aydınlatacak olan da ancak O’nun nurudur.

Varlığın karanlık ve yabancılaşmış görüntüsünü aydınlatıp dost haline dönüştürecek olan yerlerin ve göklerin nuru olan Allah mânâsının kişinin ruh dünyasında hakkı ile yerleşmesidir. Bu yansıma, en doğru ve sağlıklı şekli ile nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile olacaktır. Ferdin sağlıklı tanımı kâinata nur-u Muhammedî ile muhatap olup habibullahtan muhabbettullaha uzanan bir çizgide ancak olabilir. Çünkü varlığın ve insanın ana hamuru şefkat mânâsında varlığa yansıyan kuşatıcı bir muhabbettir.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Kutlay için bir şeyler yapalım



Kutlay henüz üç yaşında. Doktorların yalnızca 45 gün yaşar dedikleri Kutlay, Allah’ın yardımı ve ailesinin sonsuz özverisiyle hâlâ hayatta ve gülümsüyor. Çünkü Kutlay ‘trisomy 13’ hastası. Dünyada sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az görülen bu hastalık, doğum öncesi anneye yapılan üçlü tarama testinde fark edilmemiş. Doğumdan sonra yapılan tetkiklerden anlaşılmış ki bu genetik hastalık, anneden çocuğa geçmiş. Anne ise trisomy 13 taşıyıcısı olduğunu bilmiyormuş.

Kutlay, dünyaya gözlerini açtığında, kalbinde delik olduğu anlaşılıyor ve acilen kalp ameliyatı olması gerekiyor, aynı zamanda damağında da delik var. Yutkunma problemi yaşadığı için sürekli morarıp boğuluyor. Bu şartlar altında Türkiye’de gitmedikleri hastahane, özel doktor neredeyse kalmıyor. Sonunda Acıbadem Hastahanesi’nde kalp ameliyatı başarıyla gerçekleşiyor.

Kutlay şanslıydı, çünkü Rabbim ona doktor bir baba vermişti. Çoğu zaman gittikleri doktorların anlayamadığı durumlarda babası müdahale ediyor durum düzeliyordu. Tükrüğünü yutamadığı için süpürgeden aspiratör cihazı bile yapmıştı babası. Yalnız Kutlay’ın iyileşmesi için, yapılacak o kadar çok şey vardı ki, Türkiye’deki sağlık sistemi bu duruma cevap veremez hale gelmişti. Ne yapıp edip bir yol bulmalı, dünyanın neresine olursa olsun gitmeli diye düşündü ailesi. Kebir ailesinin çocukları için yapamayacakları şey yoktu. Maddi açıdan epey yüklü miktar para harcamışlardı yaşanılan tedavi sürecinde. Şimdi yurt dışına çıkabilmek ve pasaport alabilmek için banka kredilerinin ödenmesi gerekiyordu. Sonunda “Arena” programına katıldılar. Oradan gelen maddî destek sayesinde biraz toparlanıp Amerika’ya Stanford Üniversitesi’nin çocuk servisine gitmek için yola çıktılar.

Amerika’ya gelme sebeplerini kendilerine ait internet sitesinde bakın nasıl değerlendiriyorlar:

“Doktorlar dahil herkes bize ‘İkinci çocuğu düşünün, bu çocuk yaşamaz’ dediklerinde bile biz onun yaşama gayretine hayran bir halde elimizden gelen her şeyi yapmayı hayat gayemiz olarak kabullendik... Bugün Türkiye’de artık tedavisi açısından bir açmaza girdik. Önce ona ‘Nasıl olsa ölecek!’diyerek ilgilenmeyi bile reddeden genelleşmiş bir tıp(!) zihniyetinin verdiği güvensizlikten, sonra da birden fazla bölümün birlikte hareket etmesi gereken multidisipliner bir tedavi yaklaşımının imkânsızlığından dolayı Amerika bizim için “YA HEP YA HİÇ” dediğimiz son umut mekânımız oldu.”

Defalarca kalbi duran ve tekrar hayata döndürülen Kutlay’ın annesi, yaşadığımız her gün Kutlay’ın doğum günüydü diyor gözyaşları içinde. Her gece iki saatte bir uyanıp çocuğuna enjektör yardımıyla yemek veriyor. Çünkü Kutlay ağız yoluyla beslenemiyor. Bir de yürüyemediği ve oturamadığı için de sürekli annesinin kucağında. Şimdi 15 kilo ağırlığında olan bu çocuk için annesi; “Normalde karpuzu ver bana taşıyamam, ama çocuğumu taşıyorum, alıştım artık” diyor.

Şimdi benim komşum olan bu güzel aileyi sizlerle paylaşmamın sebebi, bir taraftan yaşadığımız hayata bakış açımızı bir nebze olsun değiştirebilmek, diğer taraftan da toplumsal yardımlaşmayı kendisine şiar edinmiş okurlarımızın verecekleri maddî destek ile bu aileye yardımcı olabilmek.

Gün geçtikçe daha iyiye giden Kutlay için birşeyler yapalım. (Bilgi için: www.kutlaykebir.com)

06.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Iraklı Şiîler ve Bush



Bush’a yol gösteren şer teorisyenleri ve rehberleri de önce iflas sonra da çark etti. Şer ekseni kavramıyla pandoranın kutusunu aralayan ve dünyayı kanrevana çeviren Neocon liderler Bush’u ayarttıktan sonra şimdi kendisini yüzüstü bırakıyorlar.

Kısmi yenilenme seçimleri arefesinde Vanity Fair dergisine konuşan eski Pentagon danışmanları Richard Perle ve Michael Rubin ile Bush’un eski konuşma yazarı David Frum şu yorumu yaptı: “Irak’ta gördüğümüz şiddetin boyutu gerçekten korku verici. Kötülüğün bu boyuta ulaşacağımı tahmin edemedik. Bugün bulunduğumuz noktayı görebilseydik Saddam tehdidine karşı başka stratejiler düşünmeyi önerirdik. Ancak bir sorumlu aranacaksa bu Başkan Bush olmalıdır... ”

‘Kahin olsaydık bunu yapmazdık’ demişler. Kendilerini kahine benzetmeleri yaptıklarıyla mukayese edildiğinde çok masum kalır. Kabil-i telif değil. Kendileri olsa olsa şer teorisyeni olarak amelleri itibarıyla Şeytan’a benzetilebilirler. Bush’a davranışları da aynen Şeytan’ın ayarttıklarına ve igva ettiklerine karşı davranışını hatırlatıyor. Haşr Suresi 16’ıncı ayet bu konuda bizlere ibretamiz bir tablo sunuyor: “(Onların durumu) şeytanın durumu gibidir. Hani (o), insana ‘İnkâr et’ demişti. (O da) inkar edince: ‘Ben senden uzağım, ben, alemlerin Rabbi olan Allah’dan korkarım! demişti.”

Aynen Perle ve şurekası da Bush’a, ‘savaşa gir, savaş yap’ demişler ve savaş yaptıktan sonra da ‘Biz bu işte yokuz. Bu işten bizzat kendi başına Bush sorumludur’ dediklerini görüyoruz. Savunma Bakanlığı Yardımcılığı ve Pentagon’a 2001-2003 yılları arasında danışmanlık yapan Richard Perle, “Saddam’ı 24 saat içinde devirip Irak’a özgürlük getireceğiz. Saddam, dünyaya karşı en büyük tehdit. Iraklılar’ı kurtacağız” demişti.

Şer teorisyenleri bile çarketti ama hâlâ Türkiye’de burnundan kıl aldırmayan ve çarketmeyen ortakları var. Acaba onlar bu şer teorisyenlerinden daha mı güçlüler, yoksa daha mı inatçılar? Onların Perle gibilerinden daha güçlü çelikten sinirleri olmalı. Arsızlık ve hamakat devası olmayan belalardır. Ahmak akılsız olduğundan bilmeyerek Şeytan’dan da daha büyük suçlar işler. Bundan dolayı hadis diliyle arsıza şöyle seslenilir: “Utanmıyorsan, dilediğini yap...” Akıl yoksunu hamakat sahibi ise sahibi özürdür. Devası ve tedavisi de yoktur. Bush’u öne iten akıllı şerirler şimdi onu geri çekemiyorlar.

***

Bütün hesaplar sarpa sardı. İşgalden sonra kurulan sisteme Sünni ayağı dahil edilemeyince istenilen istikrar sağlanamadı. Bush Irak’ta başarılı olabilmek için Şii ve Kürt kartına sarılmıştı. Kürt kartıyla birlikte bölge ülkelerini karşısına alırken Şii kartıyla birlikte içteki Sünnileri kışkırtmıştı. Şii kartıyla birlikte ABD Irak’a İran nufuzunu da birlikte taşımıştı. Nejad sonrasında İranlı ilişkiler daha da gerilince şimdi bu ‘siyasi teşeyyü’ politikasından çarketmek istiyor, ama hangi limana yaşanacağını da tam kestiremiyor.

Belirsizlik kaosu daha da derinleştiriyor. Neoconların Bush’dan çarkettikleri gibi Bush da Şiilerden çarketmek istiyor. Bunun çeşitli emareleri var. Sünni direnişi siyasi mekanizmaya dahil etmek istiyor, ama bunu yaparken Şiileri daha da yabancılaştırma ihtimali var. Bu, o kadar kolay revize edilebilecek bir politika değil. Şiiler işgalden beri siyaseten güçlendiler. Bir vakıa haline geldiler. Dolayısıyla bu oturmuş dengelerle yeniden oynamak, sonucu belli olmayan yeni bir macera olur.

İsrail’in de kışkırtmasıyla ve Irak’ta bunaldıkça ve bozguna uğrama ihtimali arttıkça ister istemez Amerikan yönetiminin Şiilerle ve İran’la ilişkileri daha da bozulacaktır. İran veya Şii-ABD uyumu Irak’taki istikrara ve Amerikan politikalarının başarısına bağlı. Bu anlamda, Hatemi’nin son olarak ABD’de yaptığı konuşmanın hilafına ABD’nin çekilmesinin Irak’a istikrar getireceğini söylemesi gerçekleri yansıtmıyor. ABD Irak’ta başarısız olursa ve çekilmek zorunda kalacak olursa bunu İran’a pahalıya ödetmek isteyecektir. Dolayısıyla Irak bataklığı derinleştiği nisbette, ABD’nin İran’a darbesi kaçınılmaz olacaktır. Irak yenilgisini ancak bu şekilde kapatmak isteyecektir. Durum henüz bu aşamada değil, ama hızla o yöne doğru evriliyor. Bu itibarla, sadece Amerikan politikalarının başarısı değil aynı zamanda İran’ın Washington’dan ölümcül bir darbe yememesenini de önşartı aslında Sünnilerin bir şekilde sisteme kazandırılmasından geçiyor. Ama bu formüle Sünni olmalarına rağmen hem Kürt sünnilerin hem de Şii politikacıların sıcak bakmadığı anlaşılıyor. Otorite paylaşmak istemiyorlar.

***

Bu çerçevede Amerikan-Şii ilişkileri giderek geriye gidiyor. İpler kopmaya doğru yol alıyor. Maliki ile Bush’un atışması bunun emarelerinden birisiydi. ABD, Şii politikalarının kıvamını tutturamadı. İran’dan tankların üzerinden getirdiği Şiilerin Necef merkezli olarak Kum’a mesafe koyacaklarını zannetmişti. Avucunu yaladı. Ve işbirlikçi ve laik Çelebi ve İyad Allavi de dikiş tutturamadı ve Amerikan politikaları kendisini Şii politikalarının kucağında buldu ve şapa oturdu.

Velhasıl, ABD nükleer program dolayısıyla çatışma ihtimali içinde olduğu İran’a karşı Bağdat’ta güvenilir yeni müttefikler arıyor. Bunun için ABD yeni bir iktidar paylaşım formülü peşinde ama seçenekleri sınırlı. Belki de hiç yok.

06.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004