Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hüseyin GÜLTEKİN

Yasaklar hep bize mi?



Bu memlekette bütün keyfîlikler, bütün yasaklar sanki yalnız ehl-i din için işletiliyor. Bütün mantıksız uygulamalar, çoğu zaman hiçbir haklı dayanağı bulunmayan kanunlar yalnız dindarlara uygulanıyor. Onların özel hayatına karışılıyor, saçına sakalına karışılıyor, başörtüsüne müdahale ediliyor, ibadetine taatine sınırlamalar getiriliyor.

Dinî yaşantıya biraz mesafeli olan vatandaşlara herhangi bir yasaklama, herhangi müdahale yok bu ülkede. Giyim kuşamlarında, fikir ve düşüncelerini açıkca beyanda, özel hayatlarını yaşamada hiçbir sınırlama, hiçbir engelleme olmadığı gibi, bazan da açıkça destek ve teşvik var benim ülkemde.

Hatta kanunî müeyyideler olduğu halde, söz konusu olan dindar kesimin dışındaki insanlar ise, bu kanunî müeyyideler kesinlikle işleme konmaz. Bu yönde bir uygulama kesinlikle olmaz.

Sözgelimi bu devlet, vatandaşının manevî değerlerini, ahlâkî yapısını, ruh sağlığını korumakla vazifeli değil mi? Bu değerleri hiçe sayan, bu değerleri rencide eden, bu değerleri dumura uğratan insanlara karşı bir kanunî yasaklama yok mu yasalarımızda?

Bilebildiğimiz kadarıyla bu meyanda bazı kanunî müeyyideler ve bazı sınırlamalar mevcuttur. İçişleri Bakanlığı bünyesinde bulunan ahlâk masası birimi, genel ahlâka mugayir bütün fiil ve davranışları engellemekle vazifelidir. Yani devlet bu yöndeki vazifelerini bihakkın yerine getirmekle vazifelidir. Ama gelin görün ki devletin ilgili birimlerinin bu yönde en küçük bir uygulamasına bugüne kadar şahit olmadık. Bu meyanda herhangi bir işleme ve takibâta rastlamadık, duymadık.

Bundan bir süre önce misafir bulunduğum bir akrabamın komşusunun düğününde yapılan rezalete şahit oldum. Adamlar apartmanların giriş kapılarından başlayarak sokakların ortalarına varıncaya kadar içki masalarını dizmişler. Yüksek sesli, pespaye bir müzik eşliğinde bu içki âlemi, gece yarılarına kadar devam etti. Apartman sakinlerinin sarhoş sataşmaları korkusundan dışarı çıkmaları mümkün değil. Sarhoş nârâları ortalığı çınlatıyor. Uyumak mümkün değil. Artık mecburen polisi aramak zorunda kaldım. Polise bu durumun kanunsuz olduğunu, bundan rahatsızlık duyduğumuzu, gecenin bu saatinde buna müsaade edilmemesini söyleyince, polis bana ne gibi bir cevap verse beğenirsiniz? “Kardeşim sen hiç evermedin mi? Hiç düğün yapmadın mı? Adamlar ömründe bir düğün yapıyorlar, bırakalım eğlensinler, ne olur yani?” demez mi?

Güzel ve yerinde bir cevap değil mi? Memleketimin idare makamındaki vatandaşına karşı insan hakları, hak hukuk noktasındaki bakış açısını ve duruşunu gösteren sadece bir örnek. Benzeri örnekler diz boyu.

Her türlü pespayeliğin, her nevî şirretliğin işlendiği insan manzaralarındaki şu tırmanışa, şu gidişata bakın. Hiçbir sınır tanımayan, plaj kıyafetiyle, yatak kıyafetiyle sokakları ablukaya alan şu müstehcenliğe, şu pespayeliğe, utanma duygularınız elveriyorsa bir bakın bakalım.

Bir dağ başında dahi yapılması belki abes olan şu yeni yetmelerin kızlı erkekli yol ortasında herkesin gözü önünde sergiledikleri rezaletlere ar damarınız müsaade ediyorsa bakın bakalım.

Evet ben şahsen ruh sağlığımı korumak için dışarı bile çıkmıyorum. Velâkin memleketimdeki şu insan manzaralarını görüp de vicdanı sızlamayan, hayıflanıp üzülmeyen insanlar var mı acaba?

Gerçekten bu gidişâta dur diyecek bir mercî, bir makam yok mu bu ülkede? Biz biliyoruz ki bunlara yasak getirecek, bunları men edecek kanunlar, yönetmelikler var. Hani uygulayıcılar nerede? Hani sözde muhafazakâr hükümet yetkilileri nerede? Aslında bu problemi halletmek için yetkililerin öyle çok dindar, öyle çok muhafazakâr olmalarına da gerek yok. Cesur ve kararlı bir kanun uygulayıcı olabilmek yeterli aslında.

Toplumdaki dejenerasyon ve yozlaşma, sokak ve caddelerde gördüklerimizden de ibaret değil. Burada gözümüze çarpan çirkin insan manzaraları, bozulmanın perde arkasındaki dehşetli boyutunun sadece küçük bir parçası.

Gözden kaçan veya bizim görebilme imkânı bulamadığımız toplumdaki manevî çöküntü ve çürümenin gerçek yüzü maalesef içler acısı bir durum arz ediyor.

İlgililere duyurulur...

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Cihangir’de gurûb vakti



“Git bu mevsimde, gurub vakti Cihangir’den bak!

Bir zaman kendini karşındaki rü’yaya bırak!

Som ateşten bu saraylarla bütün karşı yaka

Benzer üç bin sene evvelki mutantan şarka.”

Yahya Kemal, böyle diyordu Hayal Şehir şiirinde.

Aslında bu bir hitap değil dâvetti. Şair muhataplarını Cihangir’e çağırıyor ama oradan ziyade Üsküdar’ı anlatıyordu. Çünkü Cihangir, İstanbul’da Üsküdar’ın en güzel göründüğü yerlerden biriydi.

Bunu bildiğim için o şiiri her okuyuşta şaire hak vermekle birlikte Cihangir’e ve Âsitane’ye biraz haksızlık ettiğini düşünürdüm. Çünkü karşıdaki rüyalar ve som ateşten saraylar önce fecir vakti Âsitane’de husûle gelir, akşam ancak ondan sonra Üsküdar tarafına aksederdi.

Şairin, kendini Üsküdar rüyalarına kaptırarak Cihangir’i, Âsitane’yi gözardı ettiği kanaatine bir de şiirdeki âmirâne hitap eklenince hislerim incinir ve çok istediğim halde o dâvete icabet etmezdim.

Uzunca bir aradan sonra şiiri tekrar okudum. Şairin maksadının herhangi bir yeri nazara vermekten ziyade tenezzüh ve temâşâ ehli insanların gurub vakti Cihangir’e gelip önlerine açılan muhteşem manzaraya bakarak muhayyilelerini renklendirmelerini sağlamak olduğunu anladım.

Manzumedeki âmirane ifadelerin, bir İstanbul meftunu olarak münhasıran bana yapılmış ‘Hâlâ gitmedin mi, daha ne duruyorsun?’ tarzında sitemkâr bir tariz olduğunu hissedince hemen harekete geçtim.

İlk durağım Taksim’di. Oradan, Sıraselviler Caddesini takip ederek Çukurcuma semtine geldim. Bir zamanlar caddeye adını veren sıra selvilerden de, ahâli Cuma günleri mesireye gittiği için o adı alan semtteki tabiî güzelliklerden de hiçbir eser kalmadığını görünce adımlarımı hızlandırdım.

Cihangir Caddesi boyunca kasvet kusan binaların ve simasının seciyesi silinmiş insanların arasından bin bir güçlükle geçerek Cihangir Camii’nin bahçesine kendimi zor attım.

Bahçede soluklanırken merakla etrafıma bakarak şairin sözünü ettiği büyüleyici rüyaları ve som ateşten sarayları aradımsa da benzerleri her yerde bulunan ve içinde oturanlara bile huzur vermeyen apartmanlardan başka bir şey göremedim.

Mekânın hârikulâde bir manzarası vardı. Fakat binalar öylesine sık ve yüksek yapılmıştı ki, semtin bütün cephesini bir duvar gibi kapatmış ve insanların kahir ekseriyetini o güzel manzaradan mahrum bırakmıştı.

Muhite asla yakışmayan bu hantal, kaba, zevksiz binalardan ziyade onları oraya diken muhteris müteahhitlere ve diktiren bencil maliklere acıyarak nazarımı yere çevirip semtin tarihini tahattura başladım.

Zîra Cihangir de akşam vakti Üsküdar’ın ‘som ateşten’ saraylarını aratmayacak kadar ateş renkli manzaralara sahipti. Üstelik bunlar sadece cama vuran gurub manzaralarından ibaret yansımalar değil, tarihte yaşanmış yürek yakıcı gerçeklerdi.

Zaten semtin bânisi, genç yaşta kaybettiği evlâtlarının acısı ile yüreği yangın yeri hâline gelen Sultan Süleyman; adını aldığı kişi de çok sevdiği ağabeyi Şehzade Mustafa’nın, babasının otağında katledilmesine şahit olmanın ıztırabına dayanamayarak Halep’te ölen Şehzade Cihangir’di.

Onların yürek yangınları kabirlerinde de devam ediyor olmalı ki bu semt zaman içinde beş, altı büyük yangın geçirmiş ve yamaca serpiştirilen paşa konakları, eşraf köşkleri, camileri, mescitleri üzüm bağları, fındık bahçeleri ile tamamen yanmıştı.

Yangınlardan sonra konaklar ve köşklerle birlikte bu cami de imar edilmişti ama her seferinde şekli değiştirildiği ve hünkâr mahfili, sıbyan mektebi, türbe, tekke gibi yeni müştemilât eklendiği için Mimar Sinan’ın elinden çıkan aslî şeklini kaybetmişti.

Gerçi bunların hepsi yangınların izini silmek ve semt sakinlerini mümkün olduğu kadar o hâlet-i ruhiyeden uzak tutmak için yapılmıştı ama mahallin mazisini bilenlerin yüreğinden hissî bir kor hiç eksik olmamıştı.

Bu tarihî hadiseleri şairin de çok iyi bildiği muhakkaktı. Lâkin o muhataplarını semtin bu veçhesini tahatturdan ziyade ufka bakan cephesini temâşâya dâvet ettiği için buralarda bir yerde enginlere açılan menfezlerin olabileceğini düşünerek caminin kıble tarafına doğru yürüdüm.

Her adımda, bin adımlık mesafe katedip farklı zamanlardan geçmişim gibi değişik hâller yaşayarak buruna yaklaştığımda, hayal ve rüya gibi hatları her an değişen, değiştikçe güzelleşen manzaralar açıldı önüme.

San’at camiasının, mahalleye adını veren bu camiden neden ‘Cihannüma Camii’ diye söz ettiğini o zaman daha iyi anladım. Çünkü caminin balkonumsu bahçesi gerçekten insana cihanı gösteriyordu.

Aslında iki cephesi vardı Cihangir Camii’nin. Biri berzaha müteveccihti, diğeri arza münazırdı. Berzah cephesini biraz önce tarihî hadiselerden ve mezar taşlarına akseden sessiz sadalardan bir nebze tefekkür ettiğim için arza döndüm ve temâşâya başladım.

Yeryüzünde, bir bakış açısına iki kıt’ayı sığdıran belki de tek yerdi burası.

Sağ tarafta Avrupa Kıt’ası, sol yanda Asya Kıt’ası vardı. Avrupa’nın eli mesabesindeki tarihî yarımadada bütün ihtişamıyla Âsitâne uzanıyor, Asya’nın asil çehresini ise Üsküdâr şekillendiriyordu.

İkisinin arasında ise Marmara, Boğaz ve Haliç kaynaşıyordu. Bu öyle bir kaynaşma idi ki, dünyanın başka yerlerinde ancak ayrı ayrı seyredilebilen dalgalı, akıntılı ve durgun su manzaralarını Cihangir’den her zaman hem tek tek, hem de birlikte görmek mümkündü.

Marmara’nın kükreyen dalgalarının, Boğaz’ın coşkun akıntılarının ve Haliç’in durgun sularının burada birbiriyle imtizaç ederek meydana getirdikleri su hareketlenişlerini dünyanın başka bir yerinde görmek mümkün değildi.

Bu müstesna manzaraya bir de balıkçı kayığından mavna motoruna, şehir hatlarından tur vapurlarına, tren vagonları taşıyanlarından araba taşıyanlarına, büyük yük tankerlerinden turistik transatlantiklere varıncaya kadar her türlü deniz vasıtasının geçişleri de eklenince manzara ruhu ihtizaza getirmeye yetiyordu.

Martılar genellikle neşeli çığlıkları ve sakin süzülüşleriyle yer alıyordu bu manzarada, karabataklar suya bir anda dalıp uzun süre sonra aynı yerden çıkışlarıyla. Balıkçıllarsa gemilerin geçmesiyle sersemleyen balıkları yakalayıp havada yiyişleriyle.

Zîra su burada yalnız hayat vermekle kalmıyor, aynı zamanda hayat da buluyordu.

Buradan bakan bir gözün görüş menziline giren Yakacık dağları, İstanbul tepeleri, Kadıköy ovası, Üsküdar vadisi, yarımadalar, adalar, küçük koylar, büyük limanlar ve engin ufuklar, manzaraya hayat veren bu su zenginliğini kara unsurlarının çeşitliliği ile tezyin ediyordu.

Bunların hepsi aynı anda görünse de aynı ölçüde temâşâ edilemeyeceğinden, herhangi birinden diğerine geçerek nazarı derinleştirmek için başı hafifçe kaldırıp sağa sola, yukarıya aşağıya doğru bakmak yetiyordu.

Hülâsa Cihangir, birbiri içinde açılarak cihanı gözler önüne seren daha pek çok tabiî ruhî manzaraya münazırdı.

Ama hepsine tek renk hakemdi.

Ateş rengi!..

Her gün fecirle başlardı bu tabiî yanış. Güneşin ilk ışıkları, önce Âsitâne’nin altın alemlerine vurur ve her kubbe şerareli bir çerağ olur, her minare parlak alevli meş’ale endamıyla gün boyu yanar dururdu.

Bütün parlak zeminler, şeffaf cisimler o alevden şala bürünmeye hazır olduğundan meş’alelerden çıkan şerareler camları tutuşturur, vitraylere akseder, çinilerde yansır ve ışığın feri arttıkça bu zahirî yangın yayılırdı.

Güneş biraz yükselince ateş suya düşer ve sular da yanmaya başlardı. Böyle bir yanışa camlardan daha müheyya olan sular bu tulu’ allığını bağırlarında açılan hatt-ı zerrinler vasıtasıyla içlerine çekip kendilerinin bir parçası hâline getirirlerdi.

Bu yanış, kuşluk vaktine kadar gittikçe azalarak devam ederdi.

Kuşluktan itibaren camlar silinir, sular durulanır ve kızıllık an be an azalırdı. Yorgun zihinler, durgun dimağlar tam maviliği bütün tonlarıyla idrak etmeye hazırlanırken güneş guruba meyleder ve manzara tekrar tabiî allığına sarınırdı.

Zira, zaman yine yangın zamanıydı. Âsitâne, değişik yerlerde korların parladığı sönmüş bir yangın yerini andırırken Üsküdar’da açık sarıyla başlayan renk hareketlenişleri koyu kızıllığa doğru akardı.

Necip Fazıl’ın da ‘Akşamları camlarında yangın çıkan Üsküdar’ diyerek ifade ettiği gibi yine alemlerde, camlarda başlayan bu yangın, bütün binaları ‘som altından’ teşekkül eden ‘Peri kâşâneleri’ hâline getirdikten sonra suya aksederdi.

Havası, suyu, dağı, denizi, canlısı, cansızı, bitkisi, hayvanı ile bütün mevcudât bu ateş tablosundaki yerini alıp manzarayı itmam edince, fecir ve gurub yanışını temâşâya müheyya nazarlar o tarafa dönerlerdi.

Çünkü insan zihninde genellikle soğutma, söndürme mânâsını tedai ettiren suyun, renk itibariyle de olsa alev alev yanışını seyretmek, ruhu esrarlı bir ürpertiyle sararak hisleri mest etmeye yeterdi.

Kırmızının bütün tonlarını birbiri içinde tenevvür ettiren böyle bir renk tufanının ilk inikasları manzara meftunlarının göz bebeklerine değdiği anda ateş mecra değiştirir ve camlarda sönüp sularda soğurken ruhları sarıp sarmalamaya başlardı.

İnsan, yanışın sadece temâşâ hazzının yaşandığı bu tablo içinde bedenen yer almasa da ruh kendini her hâli ile o renkli iklimin içinde hisseder ve lâlî havayı soluyarak nefes nefes renk değiştirirdi.

Bu büyüleyici iklimden nasibini alan ruhlar bir süre sonra gaybî yanışa ünsiyet peyda etmeye başlayınca manzaranın hazzı azalmaya yüz tutardı ama o sıralarda ayın doğması ile yangının yeni bir safhası başlardı.

Genellikle güneş göze, ay ruha hitap ettiğinden mehtabın tutuşturduğu yangınlar tulu’ ve gurub vakitleri kadar şiddetli olmasa da hisler, hayaller üzerinde çok farklı tesirler hasıl ederdi.

Eğer ay doğmaz veya doğsa da hava şartlarından dolayı suya aksetmezse, geceye pıhtılaşmış kan rengini andıran ürkütücü bir karanlık hâkim olurdu ama o da fazla uzun sürmezdi.

Önce semanın derinliklerinden inen ince yıldız ışıkları delerdi bu kasvet karanlığını. Ardından fecr-i kâzip sökerek hassas mizaçların manzaraya intibak etmelerini sağladıktan sonra yerini fecr-i sadıka bırakırdı.

O zaman mutad manzara aynı minval üzere tekrar yaşanmaya başlardı.

Tıpkı insanın buraya ilk ayak bastığı üç bin yıl önce de yaşandığı gibi.

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Yazmak üzerine



Yazı; aynaya yansıyanı yansıtmaktır. Gördüğünüzü fotoğraflama, dinlediğinizi öğrenme ve bunları bir başkasına ulaştırma sorumluluğudur.

Yazmak için her anın bir uyarıcı karakteri vardır. Empati kadar, yazılan konunun içinde yaşıyor ve yaşatıyorsunuzdur.

Anlamaya dayalı bir çaba ve farklılığın içinde size özgü parçayı yakalama sürekliliğidir. Eleştiride yaralamamak, analizde objektif kalmak, çözümde makul olmak kolay olmuyor.

Dikkat isteyen vicdanî sorumluluk, yazarlık ve gazetecilik, insanlık değerleri ile çatışmamalı. İnsanı ve olayları konu görmekten ziyade, onların penceresinden insanî algılama ve onun yaşadığı şartlardan bakmaktır.

Yazılan unutulmaz. Zamanın arşivinde korunur. Size döner bir gün. Hayatı doğru okumak, doğru dokunmak, hissetmek, aklın süzgecinden geçirmek, hedef kitlesini dikkate almak ve daha ötesi her zaman inandığını yazmak, ona elbise giydirmek, yazıları farklı kılar.

Yazarın duygu akışını, farklı bakışını, özgün yaklaşımını içine alan ve ayıran yazılar daha uzun ömürlüdür. Mesajın ve çıkarılan dersin etkinliği ile yazı kalitesi veya kalıcılığı ölçülür.

Yazı yazarken, sayısal etki yerine doğru etki esas olmalı. Kendimizi sevdirmek yerine insanların sevmesini sağlamak olmalı. Okuyucu, kendinden gördüğü bir söylemin içine girer ve onunla yaşar. Yazıyı ona yakınlaştırmak, ona ait kılmak ve aradan çekilmek, başarılması gereken bir sanattır.

Yazmak, sonu gelmeyen öğrenmenin ifadesi ve zevk halidir. Muhteva, beynin üretimini, gözlemin inceliğini, kıyasın kriterlerini ve yaklaşımın anlaşılabilirliğini içinde saklar. Okuduğunuz fotoğrafların vazgeçilmez karelerini ve yaşanan etki alanında etkileşimin kodlarını yakalamayı sağlar.

Yazı, anlamanın ve ders çalışmanın ödevidir. Çoklu düşünme ve görüş teatisinin farklı eleştirilerini hazmetme duyarlılığıdır.

Yazı yazmayı heyecan ve mutluluk haline getirince, konu ve konuk problemi olmaz. Her kesit, birkaç konunun kopyalarını verir. İçerik zenginleşmesi, çeşitlilik yakalama ve kendi üslûbunu bulma arayışı içinde mesleğe dönüştürme ustalığı, ciddi fikrî yoğunluk ister.

Yazmak, doğum öncesi bir hazırlık gerektirir. Faydasına inanıyorsak yazmak, doğruysa düşünmek ve önceliğimize oturan konulara ağırlık vermek, öncelikli strateji olmalıdır.

Yazıyı, gergef gibi işlemek ve çözüm farkımızı veya sentez kabiliyetimizi ortaya koymak, yazma şevkini arttırır.

Yazmanın sürekliliği, öğrenmenin metodolojisi ve araştırmanın keyfiyeti ile bunu yazıya dökme ihtiyacının beklediği sonucu birlikte değerlendirme ve bunu iç dünyamızın aynası ile dışa yansıtma arzusu yazı yazarken dinlendirir ve sonrasına yönlendirir.

Yazmak, depoyu doldurmak ve dolu depodan beslenmekle mümkün olur. Bir anlamda bilgi, görgü, ilgi, empati, paylaşım ve analizi bir anda beynin karargâhından geçirme gayretidir.

Yazının bütünlüğünde kaybolan güzelliklerin ayrıntılarına her zaman dönememek, ayrıntıya girildiğinde ise bütünü yakalayacak bir makale hacminde gündemin içinde ve size özgü kalıbı yakalamak, çok zor ve yazmanın en derinleşen ve anlaşılmayı bekleyen tünelinden geçme hassasiyetidir. Bazen bir yazı, bağımsız bir eser gibi genişletilmeyi ve yazılmayı sizden talep eder.

Hissederek yazmak, yaşayarak düşünmek, anlatarak öğrenmek ve bunları resimleyerek dramatize etmek, keyifli okuma sempatisi vermek, yazı üretmenin ve tasarımı orijinal kılmanın değişik yöntemleridir.

Zihnindeki kurguyu yazı dilinde edebî örgü ve amaca uygun terminoloji ile psikolojik uygunluğun hoş ve rahat akışı içinde tasarlayarak yazmak, bunun ardından her defasında “Daha farklı ne yapabilirdim?” sorusu ve iyileştirme muhakemesi ile olgunlaştırmak, demlendirmek ve kıvam vermek daha çok sabır ve soğukkanlılık isteyen bir odaklanmadır.

Yazarken yeni çağrışımların misafir olma ısrarları ve konuya dahil olma talepleri karşısında, uygun olan misafir düşünceleri dikkate almak ve diğerlerini ayırıcı nezakette başka bir konunun malzemesi olarak tutmak; arındırmayı ve barındırmayı iç dünyamızda aynı anda yapma zorunluluğu karşı karşıya getirir.

Yazmak bir tutkuya dönüşmüşse, yazmaya ihtiyaç duyuyorsanız ve yaptığınızı ciddiye alıp geliştiriyorsanız; turpun büyüğü heybededir ve fikrî inkişafınız önünüzdedir. Onu yakalama çabası, her adımda sonrasını bulma merakı ve kendini yeterli görmemenin teşvik edici dozajı içinde yazının ruhu kendini bulur.

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Turizmdeki hâlimiz



Kısa bir Ege turu yapmak bu sene de kısmet oldu… Eh… O halde gördüklerimizden hareketle, turizmimizin kendimizce bir fotoğrafını çekelim…

Öncelikle yollar… Karayolları… Her yıl bir öncekinden daha güzel ve modern hâle geldikleri kesin… Öyle ki bir ara eşime; “normal bir insan bu yollarda kaza yapmak için uğraşsa zor başarır…” deyiverdim… Gerçekten çoğu noktalarda “duble yol”larımızda artış var… Ama elbette yeterli değil ve turizm sezonunda bu inşaat, kazı gibi tozlu-topraklı işlerin durumu daha iyi plânlanmalı…

Yalnıııız! Bilhassa şehir giriş çıkışlarındaki bilgilendirme ve yönlendirme tabelâlarında daha kapsayıcı ve yönlendirici olunması şart. Bazı şehirlerimizin giriş ve çıkış noktalarındaki bu tabelâlarda yol üzerindeki ilk ilçe veya il değil de –meselâ- sadece “Ankara- İstanbul” diye bir tabelâyı görmek yeterli olmuyor…

Bu arada mola noktalarındaki lokantaların kaliteleri arasında (hizmet anlayışı ve başta temizlik açılarından bakınca) uçurumlar olması da dikkat çekici… Bildiğin kadar tercih yapıyorsun ama… Her yeri de bilebilmen mümkün değil… Onun için galiba teftişlerin sıkı ve ciddî olması şart…

Turistik bölgelerimizdeki insan unsuru…

Turistik beldelerimizdeki yemekli yerlerin bütünün adının, bölgeye hâkim olan yabancı ülke dilinde seçiliyor olmasından, konuştuğunuzda o ismi koyan işletme sahibi de memnun değil… Ama… Turizmi, “yabancıya benzemek” olarak algılayan mantıktan kendilerini kurtaramıyorlar…

Meselâ şirin beldelerimizden Didim, neredeyse tamamen İngiliz kolonisi gibi…

Birkaç esnafla “mösyö” hitabı yüzünden şaka yollu tartıştım… İkaz etmeye gayret ettim ama… Ne mümkün! Dükkândan içeri giren herkesi “yabancı” kabul eden bir mantıkla başlıyorlar hitaba… Kapı önlerinde müşteri davet eden gençlerin hemen hepsinin üzerinde İngiliz millî takımı futbolcularının formaları var… İş yerlerinin isimleri de İngilizlerin sempatisini çekecek (?) türden seçilmiş zaten.

Özellikle lokantalarda yabancılara özel (?) fiyatlar uygulandığını da söylemek mümkün!

Tabi bir önemli nokta da çarşılar…

İstanbul’da Kapalıçarşı-Sultanahmet ekseninde yapacağınız kısa bir tur; Kuşadası, Marmaris, Didim, Bodrum vb. bölgelerdeki çarşıları dolaşmanızla eşdeğer… Aynı giysiler, aynı hediyelikler… Arada değişen tek şey yerin adı ve sizin kılık-kıyafetinize verecekleri değer… Çünkü üzerinde etiket olmayan birçok malın fiyatını sorduğunuzda, şöyle bir sizi süzüyorlar ve ondan sonra, “sen …….. ytl ver!” diyorlar… Aynı malı soran bir başka müşteriye ikinci satıcının başka fiyat söylediğini duymak için biraz dikkatli olmak yeterli…

Didim pasajındaki Kulp’lular…

Turistik beldelerimizdeki insan unsurundan bahsederken altını çizmemiz gereken bir gerçek var… Hemen hemen her tatil beldemizdeki lokanta, cafe, restoran, giyim dükkânları ve hediyelik eşya satanların çoğunu güneydoğulu insanlarımız oluşturuyor…

Didim merkez çarşısında ayakkabı, terlik satan genç bir esnafla aramızda geçen diyaloğu ise sizlerle “yorumsuz” olarak paylaşmak istiyorum…

-“Buralı değilsin galiba birader…”

-“Evet ağabey… Diyarbakırlıyım… Kulp’tan!”

-“Diyarbakır Kulp nereeee Didim nere?”

-“Ah ağabey… Bizim Kulp’ta bir kaplıcalar vardır… Allah inandırsın orayı bi görseniz bi daha Didim neymiş? Hayatta buralara gelmez, her yıl Kulp’a gidersiniz…”

-“İyi de kardeşim… O zaman sen niye bırakıp geldin o güzellikleri de orada kalıp bu düzeni orada kurmak istemedin? Orayı da Didim gibi yapmak noktasında hiç çaba gösterdin mi?”

-“Bi kere buralara geldik ağabey… Ama hakikaten Kulp’un güzellikleri buralardan fazladır…”

-“Bak canım kardeşim… Ben buraları gelip rahat rahat geziyorum… Ama çok istememe rağmen dediğin bölgelere gezmek için gitmeye cesaret edemiyorum… Oralardaki hareketin durması lâzım… Oraların da Didim kadar güvenli olması lâzım ki ben de o zaman rahat rahat meselâ Kulp’a da gidebileyim…”

-“Haaaa… O dediğin başka iş ağabey! Onu hiç karıştırma!”

Didim’deki Kulplu kardeşimle başkaca bir şey konuşmadık… Sadece son olarak komşularının nereli olduğunu sordum ve pasajdaki esnafta çoğunluğun Diyarbakırlılarda olduğunu öğrendim…

Akşam saatlerinde bir turist kadınla yakınlık kurabilmek adına yapılanları ise hatırlamak bile “Anadolu delikanlısı” sıfatı adına işlenen bir cinayet olarak tüylerimi diken diken etmeyi sürdürüyor…

Son bir not… Bodrum’a oldum bittim mesafeliyimdir ve sevmem… Ama bu yıl kısa bir Bitez iskânımız oldu. Türkülere geçmiş hikâyeleriyle ünlü o güzelim beldenin plajının ortasındaki bir mescid dikkatimi çekti… Plajın ortasındaki bu mescidin belli bir cemaatinin olması, hele hele Cuma vaktinde avludan yola kadar taşıp saflar oluşturulması, -kim ne derse desin- milletimizdeki imanın varlığını göstermesi açısından başlı başına ibretlikti… Sevindiriciydi…

Kim “korsan”, kim “imparator”?

Yıllar önce Rauf Tamer usta Tercüman’da, bugünkü “televole” mantığının ilk işaretlerini sezmiş olmalı ki “ahlâk” anlayışındaki yozlaşma ve çifte standardı anlatmak için şöyle bir yorum yapmıştı: “Bir erkekle bir kadın Zeytinburnu’nda nikâhsız olarak birlikte olurlarsa fuhuş yapmış olurlar… Bir erkekle bir kadın Nişantaşı’nda nikâhsız olarak birlikte olurlarsa aşk yaşamış olurlar!”

Bu çifte standart ve yozlaşma, Rauf ustanın tesbitinden çeyrek yüzyıl sonra aynıyla vâki… Hem de sadece kadın-erkek ilişkilerinde de değil… Spordan siyasete, iş ilişkilerinden uluslar arası siyasete kadar her alanda…

Yıllarca “Hitler zulmünün mağdurları”nı oynayan İsrail’in yöneticilerinin bugünkü câniliklerini anlamamıza da yardımcı olacağını sandığım küçük bir anekdotu paylaşalım sizinle…

St Augustine, Büyük İskender’in esir aldığı bir korsanın hikâyesini anlatır…

İskender korsana;

-“Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?” diye sorar.

Korsan; 

-“Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?” diye cevaplar… Ve sürdürür;

-“Ben sadece küçük bir gemiye sahip olduğum için ‘korsan/hırsız’ diye adlandırılıyorum. Sen ise aynı şeyi çok büyük donanmayla yaptığın için ‘imparator’ diye adlandırılıyorsun.”

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah’ın sınırları



Mehmet Şenyiğit: “Had cezası ne demektir? Kur’ân’da var mıdır? Bu konuda genişçe açıklama yapar mısınız?”

İnsan eşref-i mahlûkattır. Şerefli yaratılmıştır ve yeryüzünün halifesi kılınmıştır. Şerefini ve hilafet makamını korumakla emrolunmuştur. Yüce İslam dini insanın şerefini korumak ve insanı dünyada ve ahirette mutlu kılmak için gönderilmiştir.

İnsanın dünyada ve ahirette mutlu olması, insanın faydasına olan şeyleri yapmasına, zararına olan şeylerden sakınmasına bağlıdır. Bunun için de insanın şu beş şeyi koruması gerekir: 1-Dinini, 2-Irzını (iffetini), 3- Aklını, 4- Neslini, 5- Malını. İşte İslâm Dini, insanın bu beş değerli kıymetini korumak ve yeryüzünden fesadı kaldırmak için bir takım kanunlarla, bir takım emir ve yasaklamalarla gelmiştir. Bu yasaklara Allah’ın haram hudutları, yani yasak sınırları denmektedir.

Her bir yasak sınır çizgisine had denmiştir. Bunların hepsine birden ise hudut denir. Haddin çoğulu huduttur. Sınır çizgisini, yani kırmızı ışığı geçenler için Kur’ân’da cezalar tayin edilmiştir. Bunlara had cezaları denmektedir. Tayin eden Cenâb-ı Allah’tır. Had cezasını uygulama yetkisi de devlet başkanında veya onun adına hâkimlerdedir. Başka kimselerin had cezasını uygulama yetkisi yoktur. Başka kimseler had cezalarını uygulamaya kalkarlarsa duyguları karışır ve zulmetmiş olurlar.

Had cezalarının hikmeti, kişinin işlediği günaha benzeyen veya günah cinsinden bir cezayı çekerek günahından pişman olması, tövbe etmesi, kendisini ıslah etmesi, günahından bağışlanması ve derecesinin yükselmesidir. Böylece Allah’ın huzuruna günahsız veya günahı bağışlanmış ve derecesi yükselmiş olarak gitmesi gaye edilmiştir. Bundan dolayı had cezası Müslüman olmayana uygulanmaz. Müslüman olmayanlar kendi kanunları ile yargılanırlar.

Günahların bir kısmı kişi ile Cenâb-ı Allah arasında gizli bulunmaktadır. Bir kısmı kul hakkını ihtiva etmektedir. Bir kısmı da sosyal içerikli olup toplum hukukunu ilgilendirmektedir. Had cezası toplum hukukunu ilgilendiren günahlar için söz konusudur.

Kul ile Cenâb-ı Allah arasında gizli bulunan günahlar için tövbe, kul hakkını içeren günahlar için hakkın ödenmesinden sonra tövbe, sosyal içerikli olup toplum hukukunu ilgilendiren günahlar için de had cezasının uygulanmasından sonra tövbe etmesi teklif edilmiştir. Meselâ: “Helâk edici yedi şeyden sakınınız: 1- Allah’a şirk koşmak, 2- Sihir yapmak, 3- Haksız yere adam öldürmek, 4- Yetim malı yemek. 5- Faiz yemek. 6- Düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak. 7-Zinadan masûm olup hatırından bile geçmeyen Müslüman kadına zina iftirası yapmak”1 hadisinde yedi ayrı günahtan söz ediliyor. Bunlardan bir kısmının günahından arınmak için doğrudan tövbe, bir kısmının günahından arınmak için de had cezasını uygulayan kurum varsa, uyguladıktan sonra tövbe etmesi ile kişinin günahları silinmektedir.

Eğer had cezasını uygulayan bir kurum yoksa kişinin doğrudan tövbe etmesi teklif edilir. Bu durumda tövbe kişinin günahının bağışlanması için inşallah yeterli bulunmaktadır. Fakat ıslah olmayan kişi için, had cezasını uygulayan kurumların bulunmadığı yer ve zamanlarda, had cezasına benzer bir cezanın kader-i İlâhî tarafından takdir edildiği çok görülmüştür. Çünkü had cezası Allah’ın adil hükmüdür. Eğer uygulanmazsa, iş kader-i İlâhîye kalır. Kişi tövbe ederse, cezadan kurtulur. Tövbe etmeyip ıslah da olmazsa, ameli cinsinden bir cezaya kaderce çarptırılır. Meselâ iftira atan, iftiraya uğrar.

Allah’ım!

Senin şu mahlûkun ve kulun; hem âsî, hem âciz, hem gâfil, hem câhil, hem hasta, hem aşağılık, hem günahkâr, hem riyâkâr, hem bahtsız, hem efendisine varmak istemeyen bir köle hükmünde olduğu halde, bunca yıl dünyada bir firârî gibi yaşadıktan sonra pişmanlık duyarak Senin kucağına gelmek istiyor! Senin rahmetine baş koymak istiyor! Hadsiz günah ve hatâlarını itiraf ediyor! Sana yalvarıyor, yakarıyor, duâ ediyor, niyaz ediyor! Eğer merhametinle onu kabul etsen, acıyıp bağışlasan, zâten o Senin şânındandır. Çünkü Sen, Erhamürrâhimîn’sin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin! Senden başka hak Ma’bud yok ki, ona ilticâ edilsin!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar:

1- Buhârî, 2615

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İş ve yarış



Kur’ân, “Sonra o gün bütün nimetlerden sorulacaksınız” (Tekâsür Sûresi) buyurur.

En güzel organ, duygu ve yeteneklerle donatılan, en mükemmel bir şekilde beslenip büyütülen insanoğlunun elbetteki başıboş ve sorumsuz olması düşünülemez. Her türlü nimetten sorguya çekilmesi gibi tabiî birşey olamaz.

Başta sahabe olmak üzere Kur’ân’ı en iyi anlayan ve yaşayan herkes bu sorumluluğu hissedegelmiştir. Ömrü boyunca bu duygudan bir an için olsun ayrılmayan ilim sahibi Ebu’d-Derda, Rabbinin, kendinden, nasıl hareket ettiğini soracağından korktuğunu söyler; der ki: “‘Bildiklerinle neler yaptın?’ diye sorulur bana. Sonra da bir kısım şeyleri emreden ve yasaklayan âyetlerin gereğince amel edip etmediğim sorulur. Emredici âyetler emirlerine uymadığıma, yasaklayıcı âyetler de yasaklara uymadığıma şehadet ederler.”

Bütün mesele İslâmı çok iyi öğrenmek, hayata geçirmek, gereğince emel etmek ve hep bunun şuuruyla yaşamak.

Birgün Huzeyfetü’l-Yemanî Medain’de vali iken halka yaptığı bir konuşmada âyetle kıyametin yaklaştığına dikkat çekip, “Bugün hazırlık, yarın da yarış günüdür” demişti. Ebû Abdurrahman es-Sülemi de oğluyla birlikte toplulukta bulunmaktaydı. Oğlu babasına sordu: “Ne yarışı baba bu? Yarın halk yarış mı yapacak?” “Hayır evlâdım, amellerde yapılan bir yarış bu, cennete yapılan yarış.”

Evet, bugün amellerde hazırlık yapıyoruz. Yarın da yarışa gireceğiz.

Dünyayı bir misafirhane, kendini bir misafir ve yolcu olarak gören sahabe hep göç halinde olduğumuzu düşünürdü. Utbe, valiliği döneminde birgün halka şöyle seslenmişti: “Sizler bu dünyadan sonsuz bir âleme göç etmektesiniz. Öyleyse göçünüzü, elinizdeki imkânları en iyi şekilde değerlendirip, öyle yapın.”

Yolcu, misafir ve göç! Hiç unutulmaması gereken hakikatler! Hele iş ve yarış!

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Bir dünya istiyorum



Bir dünya istiyorum.

Kimsenin kimseye yan bakmadığı, zulmün yok olduğu, gözyaşlarının dindiği, kanın akmadığı, sevginin hâkim olduğu, saygının egemen olduğu tam demokrasinin hayata hâkim olduğu...

Bilen, öğrenen, okuyan, yazan, inşâ eden bir insanlık istiyorum.

Ehl-i imanın şuurlu ve maddeten de yüksek bir mertebede olmasını istiyorum. Dünyanın huzurunu bozan insanların cezalandırılmasını istiyorum.

İsterim, ülkesi sulh ve sükûn içinde yaşayan insanları, kimse bu dünyayı kimseye cehennem haline getirmesin.

Şöyle bir bakın! Hristiyan dünyasında böyle bir dert var mı? Hayır yok.

Onlar iyi bir ders aldı ikinci cihan harbinden.

Yaktılar, yıktılar, harap ettiler. Bu onlara çok pahalıya mal oldu.

Ama sonunda onlar da bunun çare olmadığını anladılar.

Burada işin büyüğü Müslümanlara düşüyor.

Elin Amerikalısı ne hakla gelsin de senin ülkendeki insanları tavuk gibi öldürsün?

Ama sen buna zemin hazırlar isen bunun yolu açılır.

Cehalet, zaruret, ihtilâf...

Yüzyılın başında Said Nursî bu tesbiti yapmıştı.

Bu üç ana umde giderilmedikçe, İslâm dünyasının yaraları dinmez...

Bu isteğimi tekrarlıyorum:

Bir dünya istiyorum. Üzerinde farklılıklardan doğan ayrılıklara rağmen beraber yaşanılan bir dünya olsun.

Çocuklar ağlamasın, hastalar sızlamasın.

Âmâların dünyası tekrar kararmasın.

Caniler ile beraber, canilere yol verenlerin de sonu olsun.

Bitsin artık bu çile. Muhabbet devam etsin.

Bütün nefret ve kin, hevâ ve heves üzerine hareket edenlerin üzerine olsun.

Ben herhalde ahireti anlatıyorum.

Bu dünyada her şeyin süt-liman olması herhalde zor.

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ey, katiller! Küçücük Hasanlar size ne yapabilir?



İsrail kana doymuyor, kan akıttıkça “kan emici vampirler” gibi, daha çok kan almak için saldırıyor, saldırıyor… Yeni doğmuş bebekler, henüz 2-3 yaşına girmiş çocuklar ağızlarında emzikler, dünyadan bihaber şekilde ölümü tadıyorlar. İsrail, gözü dönmüş bir şekilde kundaktaki bebekleri bile katlediyor.

İnsanlıktan hiç nasibini almamış İsrail askerleri uçaklarla, tanklarla, toplarla minicik bedenlerin üzerine bomba yağdırıyor, kan kusuyor…

***

Gazetelere bir fotoğraf yansıyor. İnsanların kanını donduran bu fotoğraflarda İsrail ordusu, katliâmı gerçekleştirdikleri bombaların üzerine, ilkokul çocuklarına “Ölümünüz için sevgilerle… Ölüm bir anda gelecek” sözlerini yazdırıyor… Körpecik beyinleri daha bu yaşta kin ve nefret duygularını aşılayarak…

Daha ölümün ne olduğunu bilmeden, belki de oyun sanarak yazıyorlar bu sözleri…

Bilmiyorlar ki, üzerine “ölümünüze sevgilerle “ yazdıkları bu bombalar, biraz sonra yaşıtları olan günâhsız Lübnanlı çocukları paramparça edecek, bu dünyadan alacak…

İnsanlık bu kadar mı öldü dünyada?

Bunu yaptıranlar hiç düşünmezler mi, bombalar bir gün dönüp de çocuklarını vuracaklarını… Onların çocukları ölse, hiç mi yürekleri sızlamayacak…

“İki askerimizi kaçırdılar” diyerek Gazze ve Beyrut’u yerle bir ederken, bu katliâma küçük çocukları da âlet ediyor İsrail…

İsrail ordusunun Tel Aviv ve Hayfa başta olmak üzere, birçok bölgeden ilkokul çocuklarını toplayıp cephaneliklere getirdiği haberlere yansıyor. Sonra bu çocukları, şiddetin içine çekmek için her birinin eline kalem veren ordu yetkilileri, onlardan bombaların üzerlerine “intikam” duygusu ile mesajlar yazmalarını istiyorlarmış…

İsrailli ilkokul öğrencileri, belki de henüz ne anlama geldiğini bilmediği kelimeleri yan yana yazıveriyorlarmış: “Ölümden kaçış yok…”

İnsanın kanını dolduran bu görüntüler bitmiyor. Çocuklar kendilerine öğretilen başka kelimeleri de yazıyorlar o kan kusan bombalar üzerine: “Sevgili Lübnanlı ve Filistinli çocuklar, ölümünüze sevgilerle”… “Ölüm bir anda gelecek ve birçoğunuz bunu anlayamayacak”… “Bizim askerlerimiz suçsuz yere işkence gördü. Bunun bir cezası olmalı”… “Ölümden kaçış yok…”

***

Ve daha nice kin ve nefret dolu kelimeler yazılıyor ABD yapımı bombaların üzerine…

Belki de bu bombalardan birçoğu Lübnan’ın Kana kasabasında 37 günahsız çocuğun sığınıkta annelerin kucağında, kiminin ağzında emzikleri, kimi derin uykuda iken ölmelerine sebep oldu…

Kana şehri kana bulandı; kin ve nefret dolu kelimelerin yazıldığı bombalarla…

37 çocuğun öldüğü İsrail’in Kana köyü katliâmından kurtulan 7 kişiden biri olan 4.5 yaşındaki Hasan’ın babası, insan olan herkesin yüreklerini dağlayan şu sözleri söylüyor: “Bu çocuk kime ne yapabilir? Bu psikolojiyi nasıl atlatabilir? Ne istediler bizden? Bir çocuğumu öldürdüler. Hasan o geceyi hiç unutamayacak…”

Dünyaya bu feryadı haykıran babanın, 7 yaşındaki kızı Zeynep ise, Filistin’in kahpe kurşunları ile gözlerini kapıyor…

***

Bu insanlık ayıbına rağmen, öldürülen masum ve günahsız çocukların görüntülerine gördükten sonra bile, dünyanın birçok ülkesi hâlâ İsrail’i “haklı” buluyor ve vicdanları kanamadan destek veriyor…

Kana’da yapılan bu insanlık dışı katliâmı dahi kınayamayan bir Birleşmiş Milletler dünyanın önünde duruyor.

Ağzında emzikli bebeler, yavrusu kucağında anneler, nineler, dedeler öldürülürken, dünya hâlâ seyrediyor…

Ey, katiller! Küçücük Hasanlar, Zeynepler, Ahmetler size ne yapabilir?

Yıllardır bölgede kan ve gözyaşı döktüren “terörist devlet”i durduracak bir sağduyu cephesi yok mu?

06.08.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Büyülendiniz mi?



"Yemin olsun ki, onlar Allah'ın kitabı yerine 'sihir'i tercih eden kimsenin ahirette hiç nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini ne kötü bir şey karşılığında satmış olduklarını keşke bilselerdi."

(Bakara Sûresi, 102.)

Medyada, büyü, peri, cin gibi gizli güçlerle ilgili son yıllarda ne kadar yoğun bir tahşidat yapıldığını fark ettiniz mi?

Öyle ki, artık sadece cahil halk değil, aydın (!) tabakası da bu işe merak sarmış durumda. Medyumlar, falcılar, büyücüler, artık yazar kasa kullanır oldular! Medyadan hepsini takip etmek mümkün.

Günümüz ilim çevrelerince büyü, metafizik, yani fizik ötesi bir ilim dalı. Duyularımızla idrak edemediğimiz varlıkları, güçleri ihtiva ediyor. Yani bilim dışı(!) Bilimin bir şeyi 'gerçek' olarak kabullenebilmesi için elle tutulup, gözle görülmesi, laboratuvarda inceleyebilmesi gerek.

SIĞINAK SURELER

Dinimize göreyse büyü bir "hakikat" ve "imtihan vesilesi." Büyü, Peygamber Efendimize (a.s.m.) bile yapılmış. Onun yine bir mucizesi olarak, nerede, ne şekilde büyünün yapıldığını haber vermiş ve büyüyü bozmuş. "Muavvizeteyn" yani "kendisiyle Allah'a sığınılan iki sûre" anlamına gelen Felâk ve Nas sureleri bu hâdise üzerine indirilmiş. Peygamber Efendimiz, İhlâs Sûresiyle birlikte bu iki sûrenin okunduğunda, insanı her türlü kötülükten koruduğunu haber vermiş.

Büyü, aslında gördüğümüz ve görmediğimiz tüm şerir mahlûklardan Allah'a sığınmak, Ona yakın olmak için bir sebep ve perde.

BÜYÜ İLE BÜYÜMEK!

İşte çağdaş bilim adamlarının, bilim dışı kabul ettikleri bu hakikat, medya organlarınca garip bir şekilde gündemde tutulmakta.

Yani bir taraftan âdeta, bilim putlaştırılırken diğer yandan bilim dışı kabul edilen güçler putlaştırılmakta! Geçenlerde İslâmı kabul eden Kanadalı araştırmacı yazar Fred Reed'in tabiriyle "Eski putlar yeniden ihya edilmekte!"

Çocuklarımız, masum filmler (!) diye rahatlıkla seyrettirdiğimiz Superman ve Örümcek Adam gibi insan üstü güçlerle donatılmış kahramanların maceralarını, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mucizelerinden daha detaylı bilmiyorlar mı? Onların bilgisayar oyunlarıyla meşgul olup, oyuncakları, resimli giysileri, vs. ile gururla dolaşmıyorlar mı?

Televizyonlarımızdan garip korku filmleri haricinde tatlı cadılı, sihirli annemli filmler, diziler hâlinde resmi geçit yapmıyor mu?

Çocuklarımızın bir gördüğünü, duyduğunu unutmayan zihinleri her şeyi depoluyor, mayalıyor ve (eğer dikkatli bir ebeveyn değilsek) ilerde ne mi oluyor?..

Satanist gençlerin, nasıl ortaya çıktığını düşünüyorsunuz? "Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmemiş gençleri" muhatap alarak Gençlik Rehberi'ni kaleme alan Bediüzzaman Hazretleri, medya karşısında bir nevi büyülenen çocuklarımızı ve gençlerimizi görüp de yazmış gibi değil mi?

DÜNYAYI SARAN SALGIN HASTALIK

Aklı tamamıyla gözüne inmiş, eliyle tutup beş duyusuyla hissedemediği her şeyi inkâr eden bir anlayışla, gizli güçlere âdeta tapan birbirine zıt iki anlayış, günümüzde bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayılmakta.

Birbirine taban tabana zıt, ama tevhid anlayışına muhalefette birleşen iki zıt kutup bunlar...

Büyü okulu öğrencisi Harry Potter'ın maceralarını anlatan kitaplar yayıncısının söylediğine göre, "İngiltere'de İncil'den sonra en çok satan kitaplar" durumunda.

Bristol Üniversitesi tarih profesörlerinden Ronald Hutton'a göre tarihin tozlu raflarından kadın figürleri indirilmeye başlanmış bile. Büyü ve kadın figürleri ilginç bir ikili!

Beyaz Büyücüler Derneği Başkanı Kevin Carlyon ise büyünün "dünyanın en hızlı yayılan inanç sistemi" olduğunu vurgulayarak aileleri uyarıyor. Özellikle de ergenlik döneminde çocukları olanları.

Zaten artık, etkisi olmayan Kiliseyse bu durumdan rahatsız. Evangelist Kilisesinden rahip Ojel Edwards, büyücülerin şeytanı bir kahraman olarak sunduklarını ve kabul edilebilir bir hâle getirdiklerini söylüyor. (24. 6. 2003, Yeni Asya gazetesi)

İSLÂMA HAMİLE AVRUPA,

AVRUPA'YA HAMİLE OSMANLI

Bu tesbiti asrın başında Bediüzzaman Said Nursî yapmış ve zaman da zaten tefsir etmiş. Ülkemiz her ne kadar hâlâ AB üyesi olamasa da, yaklaşık yüzyıldır Avrupa'dan gelen her değere ayırt etmeksizin sarılmış. Sonuç ortada! Bizim bütün iyi hasletlerimiz orada, Avrupa'nın bütün kötü hasletleri de bizde!

Avrupa'da düşünen kafalar, çağdaş Batı medeniyetinin artık putperest bir kültüre dönüştüğü neticesine ulaşarak, Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitini doğrulamakta. Uzmanlar, çağdaş Batı medeniyetinin sanki Hz. İsa (a.s.) gelmeden önceki Roma dönemini yaşadığını belirtiyorlar. Tamamen hayattan lezzet almaya yönelik lüks bir hayat modeli, iktidar düşkünü, tabiatı ilâhlaştıran, insanları putlaştıran bir anlayış; modası, sineması, çizgi filmi, müziği, perisi, cini, büyüsü ile toplum hayatında dal budak salmakta.

Tarihte koca bir imparatorluğu yıkan bu faktörler, bugünün mimsiz medeniyetini de yıkacak!

Dini ne olursa olsun, bu manevî salgın hastalıkların kaynağını fark edenlerin, tevhid anlayışında birleşip işbirliği yapmasından daha mantıklı ne olabilir ki?

06.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004