Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Dâüssıla hissiyle



Yetmişli yılların sonlarıydı.

İstanbul’da ilk defa katıldığımız bir okuma programında, Lem’alar’dan başlamıştık okumaya. Yirmi Altıncı Lem’a’ya gelip On Üçüncü Rica’yı okuyunca Üstadın ‘Sergüzeşt-i hayatının mühim bir levhasını’ yerinde yaşama hevesine kapılmıştık.

Bediüzzaman mezkûr levhada “İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaâlı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim” diyerek Van’a gittiğini yazıyordu.

Onun ‘Vatanım’ dediği yeri biz de kendimize vatan addetmiştik, ama bildiğimiz bir diyar değildi Van. Orada tanıdığımız insanlar yoktu. Mahallî örf, âdet, geleneklere ve şiveye de yabancıydık. Buna rağmen, o bahsi her okuyuşta ruhumuzu saran Van’a gitme iştiyakı arttığı için şartların zorluğuna, imkânlarımızın azlığına aldırmadan dâüssıla hissiyle çıkmıştık yola.

Otobüsle yaptığımız uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından gece vakti Van’a indiğimizde etraf zifiri karanlık, sessiz ve tenhaydı. Mahmur, ürkek ve tedirgin hareketlerle içinde bulunduğumuz şartlara intibak etmeye çalışırken, orta yaşlarda bir adam selâm vererek yanımıza gelmiş ve ‘Siz buraların yabancısısınız galiba?’ demişti.

Biz ‘Yabancı değiliz aslında’ diyerek kendimizi Vanlı saydığımızı anlatmaya çalışınca, o da, ancak hemşehrilere gösterilen itinalı bir ilgiyle, kimlerden olduğumuzu, gecenin o vaktinde orada ne aradığımızı sormuştu.

“Biz Nur Talebesiyiz. Buraya Said Nursî’nin yaşadığı menzilleri gezip görmeye geldik” deyince hemen toparlanıp hürmetkâr bir tavır takınmış ve ‘Seydanın talebeleri bizim şeref misafirimizdir’ diyerek evine dâvet etmişti.

Dâvetine teşekkür ederek Nur Talebelerinin kaldıkları yere gitmek istediğimizi, orayı tarif etmesinin evinde ağırlamak kadar makbule geçeceğini söyleyince, gecenin o vaktinde önümüze düşerek şehrin öte ucuna kadar yürümüş ve ‘Medrese’ dediği eve getirmişti.

Vakit gece yarısını çoktan geçmesine rağmen, orada da kardeş samimiyetiyle karşılanmış, ev sıcaklığında ağırlanmıştık. Hepsiyle hepimiz ilk defa karşılaştığımız halde, en ufak bir yabancılık çekmemiştik.

Van’ın toprağı insanı gibi temiz, insanı toprağı kadar mütevazı idi. Buna bir de havasının berraklığı, suyunun duruluğu, gıdasının lezizliği eklenince, her gelen, her hâline hemen intibak edebiliyordu.

Nitekim biz de birkaç saatlik uykuyu, namazı ve kahvaltıyı müteakip uzun bir günü daha yaşamaya hazır hâle gelmiştik. Bunu gören arkadaşlar kavurucu sıcakları nazara alarak “Seher serinliğini değerlendirelim” deyince, hemen harekete geçmiştik.

On Üçüncü Rica’yı seyahat rehberi addettiğimiz için, biz de Bediüzzaman gibi yapmış ve ‘Her şeyden evvel Horhor denilen medreseyi ziyarete’ gitmiştik. Önceleri bazı metruk binalar, bakımsız bahçeler gezeceğimizi tahmin ederken, şehir içi ve kale dibi mevkiini gördükten sonra bunun olmayacağını anlamıştık.

Gerçekten de Horhor Medresesinin bulunduğu tahmin edilen yere vardığımız zaman, Van Kalesini üzerinde taşıyan yekpâre taş kütlesinin dibindeki bir delikten akan suyun çıkardığı ‘hor, hor’ seslerinin dışında o ismi tedai ettirecek bir şey bulamamıştık.

Gerçi Bediüzzaman’ın ‘Bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da musibet yüzünden mânevî şehid’ diye tavsif ettiği talebelerinin ekseriyeti orada medfun olduğundan, onların ruhlarının o esnada bizimle birlikte olduğuna inanıyorduk, ama gördüğümüz manzaranın dehşeti inancımızın hazzını hissetmemize fırsat vermemişti.

Aslında o toprakların, Urartularla Asurlar arasında meydana gelen savaşlardan bu yana pek çok beşerî taarruza maruz kaldığını öğrenmiştik. Asrın başlarında vuku bulan Rus istilâsı sırasında Ermeni mezaliminin yaşandığını da biliyorduk. Fakat insanın bu kadar tahripkâr olabileceğini tahmin edememiştik.

Aradan yarım asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ bir tek ağacın bile yeşermediği, bütün Müslüman hânelerinin hâk ile yeksân olduğu, Rüstempaşa ve Kurşunlu külliyelerinin ve pek çok caminin, hanın, hamamın enkaz yığını haline geldiği harabezârı gördükten sonra, şehri o hâle getirenlerin, insanlara neler yapmış olabileceğini düşününce insanlığımızdan utanmıştık.

Kalbimiz, ‘Binler gözüm olsa beraber ağlayacaktı’ diyen Bediüzzaman’ın kalbi kadar derinden sızlamasa da, onun gibi biz de ‘vatanımızda gurbetin en dehşetlisini’ yaşamış ve onun ‘hakikaten dost, kardeş, enis talebelerini ve fedakâr arkadaşlarını’ rahmetle anarak kaleye tırmanmıştık.

Kayalık sarp ve yüksek, taşlar kaygandı. Düşmemek için bastığımız ve tuttuğumuz yerlere dikkat ederek mağaralara geldikten sonra, aşağıya baktığımızda gözlerimiz kararmaya, başımız dönmeye başlayınca anlamıştık Bediüzzaman’ın o yıllarda orada yaşadığı hadisenin dehşetini.

O mağaraları inziva menzili olarak kullanan Bediüzzaman, bir gün oraya inerken ayağı kayıp uçuruma düştüğü anda ‘Dâvâm!..’ diye haykırınca, âdeta gaybî bir el tarafından harika bir şekilde aşağıdaki mağaranın içine çekilerek kurtulmuştu.

Onun o zaman hayatından aziz bildiği ve hayatî tehlike anında bile dilinden düşürmediği dâvâsı, Kur’ân’ı tefsir edip imanın intişarını sağlayarak insanlığı ebedî felâketten kurtarmaktı.

İnsanların içinden, Ermeni çeteleri gibi önüne gelen her eseri yakıp yıkan, masum insanları katleden, hayvanlara, bitkilere yaşama fırsatı vermeyen tahripkâr zalimler de çıkmıştı; Bediüzzaman gibi, zalimlerin bile kadınlarını, çocuklarını, yaşlılarını koruyan merhametli ve şefkatli kahramanlar da...

O tarihî hadiseleri yaşandığı yerlerde tahattur ederken, bizim de onun eserleri sayesinde imanımızı kurtardığımızı hatırlayınca, insan nevinin içinden öyle müstesna şahsiyetlerin yetiştiğini anlamış ve onun yaptığını yaparak ‘Nevimizle iftihar etmiştik.’

Biraz sonra, onun yaptığı bir başka hareketi daha yaparak ‘kalenin iki minare yüksekliğinde, medreseye nazır tepesine çıkıp’ oturmuş ve güneşin Erek Tepelerinin arasından doğuşunu seyrederek hislerimizi teskin etmeye çalışmıştık.

Ardından, yanımızda getirdiğimiz Risâlelerden o mahalde yaşanıp yazılan bazı bahisleri okuyarak, artık mutad hâle gelen dersimizi yaptıktan sonra, nazarımızı muhayyilemizin peşine takmış ve ovayı temâşâya başlamıştık.

Yüzü sadece Mayıs, Haziran aylarında yeşerip renklenebilen yüksek ve çıplak dağların arasında, yeşilin her tonunu bünyesinde barındırıp meyvenin, sebzenin her çeşidine sinesinde yer veren münbit bir vadiydi burası.

Bölgenin en güzel yerlerinden biri olduğundan, tarih boyunca nice kanlı savaşlara, elim hadiselere sahne olmuş ve dağlardan göle doğru çağlayan bu yeşil coşkuya nisbet zaman hep kan kızıllığında akmıştı.

Bu kanlı akışın son safhasını teşkil eden ve ‘Rus istilâsı denilen dehşetli sel belâsında’ Bediüzzaman da yer almıştı. Önce, talebelerinden müteşekkil milis alayının başına geçerek Pasinler cephesinde savaşmış, ardından yaptığı ani baskınlarla Rus birliklerinin hızını keserek Müslüman ahâlinin Van’dan çıkarılmasını sağlamıştı.

Kendisi şehit oluncaya kadar Van Kalesini müdafaa etmek istediği halde, Tahir Paşanın oğlu ve yeni vali Cevdet Beyin ısrarı üzerine Gevaş tarafına doğru çekilerek, göç eden kafileleri korumuş ve korkunç bir katliâmın daha yaşanmasına fırsat vermemişti.

O hadiseleri değil yaşamak, hatırlamak bile ruha haşyet vermeye yetiyordu. Kalenin başında başlayan bu hazin temâşâ ve tahattur safhası, güneş yükselip gölgemizi cirmimiz mesabesinde küçültünceye kadar devam etmişti.

Aslında hep hazin hatıraları tedaî ettirse de kaleden manzarayı seyre doyum olmuyordu, ama biz harâbezârı bir daha gezerek şehrin mamur ve müferrah zamanlarını da bir nebze hayal etmek maksadıyla kalkmıştık.

Kaleden inmek, çıkmaktan daha zor olduğundan, biz oraya gelinceye kadar gezeceğimiz menzilin üzerinden kalenin gölgesi çekildiğinden sıcağa fazla tahammül edememiş ve sığınacak gölge aramaya koyulmuştuk.

Gölge çekildikçe koyulaşmış, biz takip ettikçe yorulmuştuk, ama yine de ona İşkodralı Tahir Paşanın konağında ulaşmış ve işlemeli ahşap kanatları her an misafirleri karşılamaya hazır olan bahçe kapısından girip, ağaçların serin gölgesinde biraz soluklanmıştık.

Üzerine zamanın gölgesi düştüğü için, konak da kale içindeki hânelerden farklı değildi. Yıkık, dökük, çökük, virane, metruk, mezbelelik gibi harâbezârı tedaî ettirecek her türlü sıfatı taşıyordu.

Fakat gölgeleriyle serinletip, meyveleriyle tebessüm eden meyvedar ağaçlar, ‘Bize de dikkat et, harâbezâra bakıp durma’ dedikleri için, bir de o nazarla bakıp hiç değilse hayâlen mesrûr olmak istemiştik.

Van’da, hâlâ Bediüzzaman’ın hatıralarını saklayıp, izlerini taşıyan tek mesken olan Tahir Paşanın konağı, Osmanlı devletinin dağılmasından sonra uzun zaman hamisiz kalınca Nur Talebeleri tarafından sahip çıkılmış.

Vali konağı olması hasebiyle mülkî idarenin, mahallî erkânın ve eşrafın da teşvikiyle geniş bir bahçe içinde yer alan iki katlı binayı aslına uygun şekilde yenilmişler, bahçeyi de yeniden imar ve tanzim ettirmişler.

Konağın ifa ettiği tarihî misyonu da nazara alarak alt katına sohbet salonları, okuma odaları, kütüphâne ve hizmet mahalleri yaparken, üst katını müze şeklinde tanzim etmişler. Müzenin bir bölümünü Bediüzzaman’ın hatıralarına, bir bölümünü Ermeni mezalimine, diğer yerlerini de Van’a has el san’atlarına, yemek çeşitlerine ve sair mahallî değerlere ayırmışlar.

Bediüzzaman’a ayrılan salonun ortasına yerleştirilen çift cepheli geniş masanın bir yüzüne onun orada telif ettiği İşarâtü’l- İcaz tefsirinin ilk nüshaları ve savaş esnasında at sırtında yazdığı sayfalardan bazı örnekler konmuş.

Bu teşhir masasının diğer yüzünde ise, İngiliz müstemlekât nazırının Kur’ân’ı hedef alan sözlerini haber yapan gazete yerleştirilmiş. Karşısındaki duvara da onun o haberi okuyunca söylediği, ‘Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir güneş hükmünde olduğunu ispat edeceğim’ sözleri yazılmış.

Salonun duvarlarında yer alan gömme dolaplarda Molla Said’in mahfuzatında yer alan ve zaman zaman tekrarladığı doksan cilt kitap ve Horhor Medresesinde okutulan ders notları yerleştirilmiş.

Camekân hâline getirilen duvarlarından birinde, Bediüzzaman’ın ve talebelerinin Van savunmasında kullandığı silâhlar sergilenmiş, pirinç levhalar üzerine orada şehit düşen talebelerinin isimleri yazılmış.

Konakta, eski sohbetleri hatırlatacak şekilde muayyen zamanlarda ilmî, dinî, edebî sohbet toplantıları tertiplenmekte, her gün isteyen herkesin iştirak edebildiği Nur dersleri yapılmakta...

Van seyahatinin bu safhasını ‘Tahirpaşa Konağında hâlâ günün her vaktinde her gelen karşılanıp ağırlanmakta’ diyerek bitirmeyi çok isterdim.

Heyhât!.. Konak bahsi muhayyel bir maceradan ibadet.

Fakat, ham bir hayal değil. Zîra hâlâ gerçekleşme imkânı var.

09.07.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (02.07.2006) - Okuma zamanı

  (25.06.2006) - ‘Mevlâ görelim neyler...’

  (18.06.2006) - Konuşma ve yazma üzerine

  (11.06.2006) - Bir boğaz safâsı

  (04.06.2006) - 'Nurun muallimi'

  (28.05.2006) - Menzilden menzile

  (21.05.2006) - ‘Zalimler için yaşasın Cehennem’

  (14.05.2006) - Said Nursî ve İstanbul

  (07.05.2006) - Sıddık Süleyman

  (30.04.2006) - ‘2011’e doğru

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004