Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yeni Asyadan Size

Kastamonu Lâhikası çıktı



Renkli, büyük boy Kastamonu Lâhikası da yeni tarzıyla yayınlandı.

Kastamonu Lâhikası, Risâle-i Nur Külliyatı içerisinde Mektûbât isimli eserin 27. Mektub’undan bir bölümü teşkil eder. (Diğer kısımlar Barla ve Emirdağ Lâhikasıdır). Bediüzzaman Hazretlerinin, Kastamonu’daki sekiz senelik sürgün hayatında talebeleriyle yazıştığı mektupları içine alır.

Bu lâhika mektuplarında pekçok konuya temas edilmektedir. Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Risâle-i Nur’un mahiyeti, mesleği ve onunla meşgul olmanın önemi, Risâle-i Nur talebesi kime denir?, talebelerin hizmet tarzları, Müslümanların birbiriyle ilişkilerinde takip etmeleri gereken ihlâs düsturları, takva ve amel-i salih meselesi, şefkat duygusunun istikametli kullanımı, dünyayı ahirete bilerek ve severek tercih ediş, hakikî ve mecâzî olmak üzere iki nefs-i emmare, savaşların neticesinde ölen masum insanların ve çocukların akibeti vs...

Bediüzzaman Hazretleri, “Risâle-i Nur’un en mühim neşir merkezlerinden biridir” diye vasıflandırdığı Kastamonu’ya, 1936 yılında, Eskişehir hapsinden sonra sevk edilir. İki üç ay polis karakolunda misafir edildikten sonra, kendi ifadesiyle “Kastamonu’nun medrese-i Nuriyesi” dediği karakolun karşısındaki bir evde kira karşılığında ikamet etmeye başlar. Burada Denizli hapsine kadar sekiz sene, çok sıkı bir denetim altında adeta göz hapsine mahkûm edilir.

Bediüzzaman, Kastamonu’da geçirdiği süre içerisinde, yukarıda bahsettiğimiz lâhika mektuplarının dışında, bazı eserler de telif etmiştir.

Cenâb-ı Hakkın varlığını, birliğini, kâinattaki mevcudatın dilleriyle ispat eden Ayetü’l-Kübra (7. Şuâ) gibi muazzam bir eser, yine Allah’ın varlık ve birliğine mevcudattan deliller getirdiği Münâcât Risâlesi (3. Şuâ), “Hasbünallahü ve ni’me’l-vekil” âyetinin mânâ, hikmet ve insan hayatındaki önemini izah eden 4. Şuâ ve Ettahıyyatü duâsının bir tefsiri niteliğinde olan 6. Şuâ da burada telif edilen risâleler arasındadır.

Metne ait lügatçenin aynı sayfalarda verildiği Kastamonu Lâhikası'nda indeks, dipnot ve kronolojik bilgiler de yer alıyor.

Risâle-i Nur Külliyatını yeni bir tanzimle yayınlama projesi çerçevesinde; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar, Asa-yı Musa, İman-Küfür Muvazeneleri, Tarihçe-i Hayat ve Mesnevî-i Nuriye ise daha önce satışa sunulmuştu.

***

Ramazan sayfası hatırlatması

Üç ayların girmesi ile Ramazan hazırlıklarının da hız kazandığını belirtmiş, Babıâli’de Yeni Asya ile başlayan ve bugün pekçok gazete tarafından benimsenen bir gelenek halini alan Ramazan sayfamız için bir duyuruda bulunmuştuk.

Ramazan sayfası için yaptığımız çağrımızı tekrar hatırlatmak istiyoruz.

Çağrımız hem geçen yıllarda sayfamıza katkıda bulunan, hem de bu sene için hazırlık yapmış eser sahipleri için geçerli. Ramazan sayfasının mânâ ve muhtevasına uygun çalışmalarınızı Eylül başında elimizde olacak şekilde bekliyoruz. Mümkünse bilgisayar ortamında yazılmış, Ramazan sayfası formatına uygun, kısa, öz ve çarpıcı, tefekküre dayalı düz yazı, şiir ve fotoğraf çalışmalarınızı [email protected] adresine bekliyoruz. Sayfa için hazırlık yapmakta olup da çalışmaları daha sonraki günlere sarkacak olanların da aynı e-posta adresinden bizleri bilgilendirmelerini diliyoruz.

***

‘Kitaba dâvet’te son günler

Yeni Asya Neşriyatın yaz aylarını okuma mevsimi yapmaya katkı sağlamak için gerçekleştirdiği ‘Kitaba Dâvet’ adlı kampanyanın süresi, gördüğü ilgi üzerine 1 Eylül’e kadar uzatıldı. 25 set halinde hazırlanan çeşitli tür ve boyuttaki iki yüzü aşkın kitap ve cd yüzde 60’a varan indirimlerle okuyucuya ulaşan kampanyanın son günleri. Kitaplıklarındaki eksiklerini tamamlamak isteyen ya da dostlarına değerli bir kitap hediye etmeyi düşünenler için bu mükemmel fırsatı kaçırmamalarını tavsiye ediyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar.

28.08.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Askerî söylemler ve siyaset rafinerisi



Canlı yayında Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim törenini izliyorum. Komuta kademesinde bir üst göreve terfi edenlerle, emekliliği dolanların görev devri, en üst düzeyde devlet protokolüne ev sahipliği yapıyor.

Türk Silâhlı Kuvvetlerindeki bu gelenek ve harp okullarının mezuniyet törenleri, her yıl ayrıcalıklı bir şekilde, bazen tören boyunca konuşmaların canlı yayında verildiği bir düzeyde kamuoyuna yansır.

Zaman zaman alışılmışın bir parçası gibi kabul edilen, ancak kamuoyunda tartışmalara sebebiyet veren dozajı yüksek söylemlere de şahit olmaktayız. Bazen de devlet ricali, farklı söylemleriyle ses getirme iradesini bu tür platformlara taşır.

Bu tür kurumsal alışkanlıkların hakim olduğu organlardan biri de yargıdır. Bu kurumların da adlî yıl açılışları veya kuruluş yıldönümleri siyasî muhtevada tepkisel ifadelerin yer aldığı bir tavrı ortaya koyar.

Elbette ki anayasal kuruluşların kendilerini ifade etme, geleneklerini yaşatma ve bunu en üst temsille yansıtma ve yaşatma heyecanları güzel bir âdettir. Diğer resmî kuruluşlara ve organlara fazla nasip olmayan bu dikkat çekici törenlerde yargı ve silâhlı kuvvetlerin, özellikli ve öncellikli hususiyetlerinin, terfi sisteminin farklı olmasından ve fonksiyonlarının etkinliğinden kaynaklanması da kabul edilebilir.

Toplumun kurumsal devlet organlarındaki bu işleyişi görmesi, bilgilenmesi demokratik bir teamülün parçası olarak düşünülebilir.

Benim dikkatimi çeken nokta, bu törenlerin siyasî demeçler taşıması ve konunun dışına çıkacak göndermelere açık mesajların veriliyor olmasıdır.

Nitekim Kara Kuvvetleri Komutanlığı devir teslim töreninde de, siyasî iradenin sarf etmesi gereken ve tartışmaya muhtaç bazı konu ve yaklaşımların çok köşe ifadelere oturtulması, kesin bir dille askerce ifade edilmesi demokratik teamüllere uygun değildir.

Demokratik sistemin oturması ile birlikte komutanların kendi görev ve sorumluluk alanındaki güvenlik unsurları ile ilgili açıklamaları, böylesi bir törende de coşku ve birliği arttırıcı ortak söylemlere ağırlık vermeleri tercih edilmelidir.

Eski ve yeni iki kuvvet komutanının kapsam, hedef, kitle ve kavramsallık anlamında, terörle mücadele kısmı hariç tartışmaya muhtaç siyasî ve sosyal konulara değinmeleri böylesi bir mutluluk töreninde gerekli değildir.

Güçlü bir ordu kadar, güçlü bir ekonomi, güçlü bir parlamento ve onun şahsında hükümetin gerekliliği de inkâr edilemez bir zorunluluktur.

Her kurumun kendi konumu, özelliği ve görev ifasındaki farklılığı kayda değer bir husustur ve yasal dayanaklarında bu noktalar belirlenmiştir.

Ayrıca vurguları ve göndermeleri yapmaya gerek var mı? Daha toparlayıcı olunamaz mı? Resmî söylemlerin çokça ve değişmez bir üslûpla ortaya konması gerekir mi? Acaba bir başka kurum veya kuruluşun mensubu da vatan ve ülke savunmasında canını vermeye kararlı değil mi? Görev farkı, farklılığı doğuracak bir söylem imtiyazına dönüşmeli mi?

Sonra; en üst komuta kademesi, gerek MGK, gerekse Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile yaptıkları görüşmelerde ve değerlendirme toplantılarında bütün açıklığıyla brifing vermekte ve görüşlerini sunmaktadır.

Askerî görüşlerin yürütmeye arzı, rafine şeklinin siyasî iradenin kararlılığı ile kamuoyuna yansıması ve ortak iradenin devlet politikası olarak algılanması daha isabetli ve etkili olur.

Cumhurbaşkanının kamuoyunda tartışma doğuracak ve siyasileri cevap vermeye zorlayan, yürütmeyi sorgulayan konuşmalarını böyle platformlarda yapması yerine, direkt kurumsal zeminlerde dile getirmesi, demokrasinin olgunluk süreci açısından önemlidir.

Emekli olan Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün TBMM başkanı Arınç’ı ziyaretinde yaptığı konuşma, kuvvetler ayrılığının Meclise yaklaşımı açısından çıtası oldukça yüksek bir beyandır ve takdire şayandır: “Siyaset kurumunun güçlenmesi önemlidir. Demokrasi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tek şey” ifadeleri, seleflerine ve bütün aydınlara örnek olmalıdır.

Askerî söylemler, siyasetin rafinerisinden geçmelidir.

28.08.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

İnsanlığın mutlu geleceği



İnsanlık, dünyanın geleceği açısından en önemli kavramlardan biri olma özelliğini taşıyor. Geleceğin dünyası bu kavram etrafında ortak değerler üretebilir ve çatışmaların, menfaat kavgalarının önüne geçecek tanımlar bu çerçevede üretilebilir. Bu anlamda doğru bir insanlık tanımı ırk, coğrafya, kültür ve din farklılıkları gözetilerek ve bütün insanları kuşatacak şekilde yapılmalı ve dünya genelinde yeni değerler ön plana çıkarılmalıdır.

Üretilen ortak değerler etrafında şekillenmeyen barış arayışları sonuç vermemiştir ve vereceğine dair de en ufak bir ümit ışığı gözükmemektedir. Aslında çatışmaların çoğunlukla merkezinde yer alan dinler, özde insanlığı gerçekleştirmek ve doğru insanlık tanımı için gönderilmiş gibidirler. Hepsinin temel hedefi olan güzel ahlâk, Âlemlerin Rabbi’nin yaratma tarzının kula bakan, insanı ilgilendiren boyutu olmalıdır. Bu geleceğin bir köy şekline dönüşmüş dünyasının da ortak zemini olmalıdır. Bu çerçeve de şekillenmiş ve vahyin insanlara ulaştırdığı hakikatler çerçevesinde yeni bir insanlık ve haklar tanımına ihtiyaç her geçen gün biraz daha belirginleşiyor.

İnsan hakları evrensel bir kavram olmalı. Yani dünyanın neresinde olursanız olun bu kavramın sizin dünyanızda çağrıştırdıkları aynı olmalı. Bu kavramı şekillendiren zemin de tüm insanlığın ortak üretimi olan değerler manzumesinden kaynaklanmalıdır. Çünkü kavramın içindeki iki önemli kelime insan ve hak. İnsanlık tanımı en azından yeryüzünün tamamını kuşatan ve bu alanda yaşayan, ortak özellikleri olan bir türü tanımlıyor. Hak kavramı da en azından yeryüzü ile ilgili ve hukuk ile bağlantılı düşünüldüğünde belki kâinatın tamamını kuşatan bir kavram olmalı. Kısacası insan ve hak yan yana kullanıldığında bu kavramın içini evrensel değerler doldurmazsa ortaya çıkacak tanımın sağlıklı olmayacağı açıkça gözükmektedir. Bu sebeple insan hakları ile ilgili insanlığın ortak üretimi olarak kabul edilen bir beyanname evrensel şeklinde tanımlanmaktadır.

Sıklıkla içine düşülen bir yanlışlık kanuna uygunluk ile hukuka uygunluk kavramlarının karıştırılıyor olmasıdır. Bu temel düsturun bizzat hukukçular tarafından, hem de en üst düzey hukukçular tarafından karıştırılıyor olması insanî zaafların değerlerin önüne geçmesinden kaynaklanan bir problem olmalı.

Hukuk bütün insanlığın kendine ait değerlerin üstünde tutması ve onlardan bağımsız olarak geliştirmesi gereken bir kavram. Bu başarılamazsa, hakkın kuvvette olduğu bir dünya düzeni gelişir ki, günümüz insanlığı tam da bu halin getirdiği sıkıntılarla yüz yüze gibidir. Bu sonucun ortaya çıkması kanuna uygunluk ve hukuka uygunluk arasında da bir çatışma doğuracak, kanunların şartlara uydurulması gerekirse hukukun ihlâli, zaman zaman keyfilik ve adalet-izafiye ile şekillenen bir hukuk düzeni doğacaktır.

Dünya genelinde bir değer olarak evrensel tabiî hukuk şekinde adlandırılan İlâhî adaletin yansıması ve adalet-i mahzanın muhafazası için gayret edilmezse bu dünya insanlığının hukukuna karşı büyük bir cinayet olacaktır.

Değerlerin şahsileşmesi insanlık tarihi boyunca ortak ve etkili bir değerler dünyasının oluşmamasının en önemli sebebi olmalıdır. Küreselleşen bir dünyada insanlık ve hukuk dünyanın her ferdine lâzım olacak ve ortak aklın samîmî bir ürünü olarak ortaya çıkması gerekecektir. Eğer bu konu bugün önemsenmezse barışın gerçek anlamda dünyaya hakim olamayacağı açıkça gözükmektedir. Yarınlara güvenle bakmak istiyorsak hedefimiz gerçekten barış içinde bir dünya ise üretebildiğimiz ortak değerler olmalı. Bu değerler etnik kimlik, siyasî eğilimler, kültürel değerler ve tarafgirliklerin dışında kalmalı. İnsanlığın üretebileceği ortak değerlerin başında ve en üst konumunda insanlık ve hukuk yer almalıdır.

Aslında herkes oturup sakin kafa ile düşündüğünde ortak şeyleri hedefliyor. Zulmedenler belki de kendilerince mutlu olmanın arayışı içindeler. Zulme maruz kalanlar da öyle. Oysa sadece kendi mutluluğu ve huzuru için çalışmak ve bu doğrultuda hedefler belirlemek kimseye mutluluk getirmiyor. Mutluluk sadece ortak olarak yaşanabilecek bir hal olmalı. Başkalarının çektiği azabı göre göre insanın en iyi şartlarda bile mutlu olabilmesine imkân yok. İnsan olmak bunu gerektiriyor. Çünkü insan sosyal bir varlık ve başkaları ile hep alâkadar. Dolayısı ile kendi oluşturduğunuz hukukî değerler çerçevesinde bazı uygulamaları meşrû görmeniz pek çok noktada çözüm üretmiyor çözümsüzlüğü daha derin hale getiriyor.

O halde, bundan sonraki dönemde tüm dünya insanlarını içine alan etnik tanımlar ve maksat etrafında bir araya gelmiş din tanımları yapılmalı, insanlığın ve dinlerin ortak hedeflerine yönelinmelidir. Kâinat kitabının son zamanlarda bu doğrultuda yönlendirmeleri daha belirginleşmiş gibidir. Bu noktadan bakıldığında murad-ı İlâhî de bu yöndedir diye düşünebiliriz. Yani fıtrat bunu gerekli kılmakta ve hangi alanda olursa olsun fıtrata uymaksızın mutlu olmak ve bir konuda başarılı olmak mümkün olmamaktadır. Tüm insanlık, fıtratının sesine kulak vermeli ve tevhid hakikatini topyekûn hissetme duâsını birlikte lisanen ve kavlen yapmalıdır.

28.08.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Sohbetlerde kalite



Çok uzun yıllar önce, ben henüz beş yaşındayken annemin peşi sıra takılıp gittiğim misafirliklere, daha doğrusu “ilim sohbetleri”ne kısır ve puf puf kabarmış cevizli kekler yemek hayaliyle gittiğimi itiraf ediyorum. Bu dönem, fizyolojik ihtiyacı fazlasıyla cazip kılan, manevî beslenmenin ne demek olduğunu bilmememdi ve tabiî ki çocuk olmam. Ama bunun hikmeti de yok değil hani. Çünkü baksanıza, Osmanlı Devletinde yapılan sohbetlerin tarihe kaydı bir yiyecek adıyla düşülmüş. (Osmanlı Devletinde “helva sohbetleri” olarak bilinen ilim meclislerinin önemi çok büyüktü. Bu sohbetlerin baş konuğu, edebiyat, müzik ve din alanında söz sahibi olanlardı. Siyasetin konuşulmadığı bu sohbetlerde ilmî mütalâalar yapılır ve ikramlar hiç durmazdı.)

Anlamını çok sonraları kavradığım bu toplantıların vazgeçilmezliği ise “manevî beslenme”yi ve “sürekli yenilenme” esas almasından ileri geliyordu.

Her çesit meslekten, kültürden insanların biraraya gelerek, kendi aralarında konuşmaları, aynı zamanda Peygamberimizin (a.s.m.) bir sünneti olduğu gibi, bu sohbetleri yücelten ise konuştuğumuz konuların kalitesidir.

Sohbetin kalitesi nereden anlaşılır?

Hangi konunun sonuna nokta koyamıyoruz? Hangi cümle konuştukça bambaşka ufukların yolcusu yapıyor bizi? Hangi sözler bizi aşıp da bizden öte bizden âlâ kapıların önünde nöbete duruyor? Bunları sormak gerekiyor öncelikle.

Yaratılış amacı bir mânâda “tekâmül” olan insanın kendini sürekli olarak yenilemesi ve geliştirmesi emredilmiştir. İnsanı diğer varlıklardan üstün kılan bu özelliği, onun hayat boyu “talebelik” ile mükâfatlanmasına sebep olmuştur. Kendi acz ve fakrının farkına varan “İnsan ise, dünyaya gelişinde her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil, hatta yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zaif bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlarından sakınabilir.”(Said Nursî)

Yapılan araştırmalara göre bayanların erkeklere oranla daha fazla konuştukları ispatlanmış, hatta anne karnında çekilen kız ve erkek bebeklerin görüntülerindeki ağız hareketlerinde bile farklılık olduğu tesbit edilmiştir. Cehennemin çoğunluğunu kadınların oluşturacağını bizlere haber veren yüce Peygamber (a.s.m.), “dedikodu”nun ne büyük felâketlere sebebiyet vereceği hakkında bizleri çok önceden uyarmıştır.

Kırsal kesimde, belki hâlâ kırsallıktan terfî edememiş metropollerde bile, köşe başlarını işgal eden, ellerinde el işleri olan kadınlarımızın, gelen geçen hakkında konuşmak, konu komşunun aldığı mobilyaların ya da gittikleri tatil yerlerinin üzerine makale—hatta durun!—kitap yazmak gibi yüce bir görevleri vardır. O konular o kadar uzar ki, günler hatta gecelerce tartışılabilir, sonuçsuz, anlamsız ve yersiz. Maksat günü bitirmek olsun, “Vakit bir türlü geçmiyor” bahanesi arkasına sığınmak olsun. Oysa biliriz ki “Büyük kafalar düşünceleri, orta kafalar olayları küçük kafalar kişileri konuşur.”

Peki Osmanlı saray kadınlarını biliyor muyuz? İstanbul’da yaşayan “Muhteşem İstanbul” kitabının yazarı Gerard de Nerval’ diyor ki: “Saray kadınlarına gelince, bunların gerçekten birer âlim olduklarını söyleyebiliriz ve bu sözümüzde mübalâğa yoktur. Çünkü saraya giren her kadın, tarih, edebiyat, müzik, resim ve coğrafya konularında çok ciddî bir eğitime tabi tutulur. Bu kadınların birçoğu, sanatkâr veya şairdirler.. (Bkz. Gerard de Nerval; Muhteşem İstanbul, Boğaziçi Yay., İst. 1974, s. 82)

Erkeklere gelince, kahvehane köşelerinde bütün günlerini acımasızca harcayan, hesabı sorulacak her anını çöpe atan, ailesine ayıracak zamanı, kahve arkadaşlarına ayıracak zamanından az olanlar biliyorlar mı, 17. asrın ikinci yarısında Kırklareli’yi gören Evliya Çelebi’nin, köprü başındaki çeşmenin yanında bulunan kahvehanede “ilim sohbetleri” yapıldığını söylediğini.

Amerika’da dedikoduya zaman ve de mekân yok. Çünkü insanlar fazlasıyla bireyselleşmişler, birçoğu kendilerine ayırdıkları zamanı kitap okuyarak değerlendiriyor. Biz Türkler kendi aramızda toplandığımız vakitlerde de bir âyetin mealinden ya da bir hadis-i şerifin açıklamasından yola çıkıyoruz. Artık o yolculuk bizi nereye götürürse, ‘ya Nasib’ diyoruz. Sürekli paslaşan sporcular gibi akıl akıldan üstün geliyor, bambaşka diyarlara geçiş yapıyoruz. Gurbetin zorluklarını, uzak kalmaları, “asıl yakınlığın Yaratana olması gerektiği”nin farkındalığıyla ezip geçiyoruz.

Şeyh Edebali şöyle tavsiyelerde bulunurdu:

Kur’ân-ı Kerim’i “güçlü olmak için” okuyun. Hadis ezberleyin. Bildiklerini öğretenler unutmaz. Asıl ölüm, ilimden payını almayanlaradır. Faydalı ile faydasızı bilenler, bilgi sahipleridir.

28.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Perdeyi yırtmak



Yoğun dış gündem arasında, kadın meselesi, ister istemez beni iç gündeme yönelmeye mecbur etti. Çünkü bu mesele dış politikadan da önemli bir ontolojik mesele. Yani varlık yokluk; olmak veya olmamak meselesi. Elbette her dönemde kadın yazarlarımız oldu. Ama son dönemi Cevdet Paşa’nın kızı Fatıma Aliye Hanımdan itibaren başlatabiliriz. Hem şark, hem de garp kültürüyle yetişmişti. Babası kendi eksiğini onda tamamlamıştı.

Kabine üyesi arkadaşlarından Mithat Paşa ile sonu gelmeyen bir tartışmaları vardır. Mithat Paşa der ki: “Günümüzde Fransızca’ya ve kültürüne aşina olmayan devlet adamı olamaz...” Klasik bir medreseli olan dengeli devlet adamı Cevdet Paşa bu sataşmalara şöyle karşılık verir: “Öyleyse Fransa’nın kunduracıları da devlet adamlığı yapabilirler...” Elbette Fransızca veya yabancı dil bilmek kemaliyattandır. İşte Cevdet Paşa bu eksiğini kızı Fatıma Aliyye’de tamamlamıştır. Daha günümüzde Şûle Yüksel Şenler ve İnci Beşoğul gibiler bu bayrağı devralmışlardı.

Ağustos ayına kadın yazarlarımız yine damgasını vurdular. Gündeme damgasını vuran üç yazarımız da maalesef daü’l ümem denilen başkalarının hastalıklarından fena halde etkilenmişler. Özgün bir duruşları olmadığı söylenebilir. Savrulma bu sahada da geçerli. Nihal Bengisu Karaca, Duygu Asena’nın ardından yazdığı makale ile gündeme geldi. Duygu Asena’nın bir erkek projesi olduğu ifadesi büyük gürültü kopardı. Ben de Gülay Göktürk gibi bu ifadeye kaydı ihtiraz şartı koyanlardanım. Tabiî ki benim çıkış noktam farklı. Gerçekten de buradan Nihal Hanıma kontra bir soru sormak gerekirse: Gerçekten de Duygu Asena bir kadın projesi mi olması gerekirdi? Eğer mefhumu muhalifinden hareket edecek olursak Gülay Göktürk’ün işaret ettiği gibi karşımıza şöyle bir sonuç çıkıyor: Burada Asena ile şuuraltı feminizan bir yarış var. Ve özür dilemeci bir üslûp.

***

Bengisu ile Göktürk polemiği devam ederken bu defa da gerçekten de ağırbaşlılığıyla farklı bir yere oturan Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’nun bir tökezlemesiyle karşı karşıya kaldık. İslâmî kesimde erkeklerin Sibel Can’dan etkilendiklerini ve hanımlarının da onun gibi olmasına özendiklerini yazdı. Sosyolojik bir yozlaşmanın aktarımı olarak tesbit doğru. Ama gelen tepkiler, meselenin dallanıp budaklanması, bu uç örneğin (Sibel Can) telâffuz edilmesinin yanlışlığını ortaya koydu. Zaten Sibel Can kendisine öyle bir rol arıyormuş, hemencecik tanımın üzerine atladı ve Nevval Sevindi’den yıllar sonra İslâmî kesimin kadınlarının rol modeli olduğunu doğrulayıverdi.

Bu tesbit belki doğru olmakla birlikte tesbitin kuvveden fiile çıkarılması ve perde önüne getirilmesi eskilerin tabiriyle perdenin yırtılmasıdır. Ve bu tesbitlerin aktarımının yaygınlaştırıcı bir etkisi olması kaçınılmaz. Dolayısıyla vakıayı yaşayanlarla anlatanlar belki farkına bile varmadan aslında aynı kabahatı iki farklı ucundan paylaşmış oluyorlar. Hacivat Karagöz repliklerinde olduğu gibi bu durumda ‘Yıktın perdeyi, eyledin viran’ denilir. Arapça’da da buna benzer bir deyim vardır: “Küşife’l mestur ve vekaa’l mahzur/ gizli açığa çıktı, yasak ortaya saçıldı...” Bâtılı tasvir safî zihinleri idlâl edebilir. Bunun faş edilmesi illa zaruri ise bu doktor titizliğiyle yapılmalıdır. Aksi takdirde, ağızlara sakız ve Hürriyet gibi gazetelere malzeme olursunuz. Bundan hoşlanıyorsanız bu sizin misyonunuzla çelişir.

***

Üçüncü isim ise İslâm dünyasında kadın konusuyla alâkalı bir kadın dizisine imza atan Ayşe Böhürler oldu. Ayşe Arman’a konuşmuş. Bu konuşmayı okuyunca hemen seleflerini ve benzerlerini hatırladım. Mod değişikliğinin yaşandığı 28 Şubat sürecindeki savrulmayı. Ertesinde Ertuğrul Özkök bir Fransız dergisinde değişimin ipuçlarını veren Mustafa Şen’in (MGV’nin eski yöneticilerinden) konuşmasını yazısına misafir etmişti. Gelişmeden memnun olduğu besbelli idi. Orada Mustafa Şen ‘Eşim başörtüsünü açsa karışmam’ demişti. Hiçbir tepki vermeyeceğini ifade ediyordu. Aslında bu tavır YÖK’ün yasak tavrından hem daha cıvık, hem daha tahrip edici.

Ayşe Böhürler, Ayşe Arman’a başörtüsünün kendi tercihi olduğunu ve dinin bir emri olduğuna inandığı için başörtüsünü taktığını söylüyor. Ama Anadolu’dan gelen ve âdet sonucu başörtüsünü örtenlere de sahip çıkmıyor. Bu örtünme şeklinin dinle ve namusla alâkası olmadığını söylemekten maada aynen Mustafa Şen’in üslûbunu taklit ederek; kızının tercihine karışmayacağını ve tercihleri doğrultusunda örtünmelerinin de gerekmediğini söylüyor. Bu indirim karşısında hayrete düşen adaşı Arman “Bunda samîmî misiniz?” diye sormaktan kendisini alamıyor. Ve yarım yamalak dindar diye bir bölümde şu ifadelerine rastlanıyor: “Bir tarafta benim gibi serseri serbest mayınlar var...”

Reklâmdaki dede rolünde Gazanfer Özcan’ın keklere el koyarken ‘Başka bomba var mı?’ diye sorması gibi Hürriyet’in de galiba daha fazla bu tür mayınlara ihtiyacı var. Hayırlı olsun. Ve Böhürler’in bu konuşmasının yayınlandığı aynı günkü Hürriyet’te sözü ‘Teşhirci kadının nihaî zaferi’ başlıklı yazısında Ertuğrul Özkök’ün bir cümlesine bırakalım: “Bu çağın en büyük mücadelesi, inanç ile kadın arasında olacak. Ve kendim kadar eminim ki bu savaşı kadın kazanacak...” Bazı dindar yazarlar da maalesef Ayşe Arman veya Özkök’ün değirmenine su taşıyorlar.

28.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004