Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

İstanbul’u mesken tutmak



İstanbul, kurulduğu zamandan beri insanların hayallerini süsleyen bir yer.

Tarih boyunca, bu şehri bilen veya varlığından haberdar olan devletler, milletler hâkim olmak maksadıyla ordular düzüp seferlere çıkmışlar. Soylar, sülâleler, aileler ve fertler de mesken tutmak için hep oraya doğru göç etmişler.

Zamanın değiştiremediği ender isteklerden biriymiş bu. Asırlar geçmiş, devirler değişmiş, nesiller başkalaşmış, ama bu istek değişmemiş ve insanlar İstanbullu olma hayalleri kurmaya devam etmişler.

Bilhassa Anadolu’da artan yoksulluğun ve Balkanlardan, Kafkaslardan başlayan göçlerin de tesiriyle yollara düşen insanlar ‘Taşı toprağı altındır’ diyerek ‘tası tarağı toplayıp’ İstanbul’a ‘kapağı atmaya’ çalışmışlar.

Kimi evini, barkını, yurdunu, yuvasını terk etmiş; kimi eşini, dostunu, çorunu, çocuğunu bırakmış; bazısı aile büyüklerinin zoru veya izniyle ayrılmış, bazısı bir yolunu bulup gizlice kaçarak İstanbul’a gelmiş.

Başlangıçta hiçbirinin farklı bir niyeti yokmuş. Hepsi köyünün, kasabasının değerlerini zihninde İstanbul’a taşımış. Pek çoğunun maksadı başını sokacak bir ev alıp küçük bir iş kuracak kadar para kazanarak geri dönmekmiş.

İlk zamanlar, yapma çiçeklerle bezeli İstanbul hatırası taklarının önünde resimler çektirmişler, renkli kâğıtlara hasret dolu mektuplar yazmışlar ve harçlık kabilinden bir miktar para ile birlikte köylerine göndermişler.

Birkaç yıl geçtikten sonra düğünlerde, bayramlarda seyranlarda gidip gelindikçe hediyeler götürmüşler, sıla-i rahim yapamadıkları zamanlarda turnalarla selâmlar yollayarak hasret tazelemişler.

Ne var ki İstanbul hayatına âşinâ oldukça niyetleri değişmiş, hedefleri başkalaşmış. Zamanla terk edilenler unutulmuş, bırakılanlar hatırlanmaz olmuş. İş güç, meslek meşrep sahibi olup kılık kıyafet düzüldükten sonra da İstanbul’u mesken tutup yurt, yuva kurma hevesi başlamış.

Şartlar, her türlü menhiyat, işret ve sefahat hâllerini yaşamaya müsait olduğundan, işin içine his, heves, nefis, heva da girince içlerinden yolunu şaşırıp kendini kaybedenler çıksa da çoğu hedefine ulaşıp hayallerini gerçekleştirmiş.

Lâkin İstanbul’da gerçekleşen her hayal, Anadolu’da nice hayallerin yıkılmasına sebep olmuş. Ümit yerini hüsrana bırakmış, vuslat faslını bekleyen yürekler hasret yeliyle yanıp kavrulmuş ve geriye içli hıçkırıklar, yanık feryatlar kalmış.

Bağrı yanık bir aşık da çıkmış, gönül tellerini hüzün hislerine göre akort etmiş, yüreğinin en ince, en titrek yerini koparıp mızrap yapmış ve tellere dokunup perdeleşen dertlere parmak basarak o hicranı türküleştirmiş.

“Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun?

Gördün güzelleri beni unuttun,

Sılaya gelmeye yemin mi ettin?

........

Gayri dayanacak özüm kalmadı,

Mektuba yazacak sözüm kalmadı

Gençlik gitti dönmene lüzum kalmadı.”

***

Bir hasret türküsü bu.

Hasret ve hüzün hâli havasından hiç eksik olmayan Anadolu’da, her biri yaşanmış acı bir hayat hikâyesinin neticesinde terennüm edilen ve yaşandığı halde söylenemeyen pek çok hadiseyi de içine alan yüzlerce benzerinden sadece biri.

Fakat bunun hepsinden farklı bir yanı var. Zîra bu türkü, zorluklar ve zaruretlerle boğuşan çilekeş Anadolu kadınının, mutluluğun mekânı olarak bilinen ve bir zamanlar gerçekten öyle olan İstanbul’a bakış açısını ifade ediyor.

İstanbul, tıpkı Anadolu’ya davrandığı gibi muamele etmiş Anadolu kadınına da. Sırtını ona dayamış, verimiyle beslenip emeğiyle gelişmiş, ihtiyaç zuhur ettiğinde yari, oğlu, kardeşi, babası gibi canından aziz bildiği en değerli varlıklarını askere çağırarak elinden almış ve kahir ekseriyetini geri vermemiş.

Bununla da kalmamış, onu ihmal etmiş, hor görmüş, küçümsemiş.

Buna rağmen, genellikle doğup büyüdüğü muhitin hudutları içinde yaşayan, ölünce de oraya gömülen vefakâr, cefakâr Anadolu kadını hiç gitmediği, görmediği İstanbul’a da, güzellerine de fazla gücenmemiş.

‘Umumî hiçbir şey yoktur ki, bazı hususî durumları olmasın’ kaidesince, her şeyiyle bilindiği zannedilen Anadolu kadınının da kendine has özellikleri, güzellikleri, maharetleri, meziyetleri ve benzer hususiyetleri varmış.

Elbette o zaaflarının yanı sıra bu meziyetlerini de çok iyi biliyormuş ama onun bu cihetini asıl bilmesi ve takdir edip sevmesi gereken yâri, zaruretler sebebiyle gittiği İstanbul’da geliş gayesini unutarak zahirî cazibeye kapılıp gayra nazar ettiği için serzenişe, siteme, hatta kahra müstahak olduğunu düşünüyormuş.

Lâkin, taife-i nisâ tecessüsü ile güzelliklerini takdir ettiği İstanbul güzellerinin, bir süre sonra hasretliğinden bıkıp kapı dışarı edeceğini, onun da çar-nâçar sılaya döneceğini hissederek küfür, kahır ve bedduâ yerine içli bir serzenişle yüreğinin yangınını bir nebze söndürmeyi tercih etmiş.

Böylece güzel bir insanlık örneği göstermiş.

İstanbul güzellerinden bîzar olanlar, yalnız Anadolu’dan gelen delikanlıların geride bıraktıkları yavukluları değilmiş. Bazıları da İstanbul’a gidip bir süre kaldıktan sonra geri dönerken mutlu bir yuva kurma hayalleriyle gönül verdiği bir güzeli Anadolu’ya götürmüşler.

Zaman geçip güzellerin zahirî cazibesi ile birlikte onlara meftun olanların hayranlık hisleri de zeval buldukça başlayan şikâyetler çok geçmeden nedamete dönüşmüş. Onlar da hüsranlıklarını titreyen teller eşliğinde terennüm etmeye çalışmışlar.

“İstanbul’dan gelin aldım köyüme götürdüm

Ama gelin değil ben, başıma belâ getirdim.”

Geriye yanan yüreklerin savrulan külleri mesabesindeki bu türküler kalmış.

Aslında nazarlar zahire teveccüh etmeye başlayınca yaşanmış bütün bunlar. Güzellerin ve meftunlarının bu zaaflarını zamana hâkim olan telâkkiler de tahrik edince hayata iradeden ziyade hisler yön vermeye başlamış.

O zaman, insanla birlikte İstanbul’un da tılsımı bozulmuş.

***

“Hep halkının etvârı pesendîde vü makbûl,

Derler ki biraz dilberi bî-mihr ü vefâdır.”

Şair böyle tavsif etmiş asıl İstanbul insanının evsafını.

Birinci mısrada ‘Halkının bütün tavır ve hareketlerinin beğenildiğini, sevildiğini takdir edilip örnek alındığını’ söylerken; münhasıran İstanbul güzellerine hasrettiği mısrada onların da aynı vasıfları taşıdıklarını ama biraz şefkatsiz, sevgisiz ve vefasız olduklarını ihsas etmiş.

Fakat şair bu vefasız sıfatını, güzellerin bazı beşerî zaaf ve kusurlarından şikâyet kastıyla değil, güzelliklerinin kadrinin, kıymetinin bilindiğini ifade etmek maksadıyla kullanmış.

Gerçekten de güzelliklerinin mükemmelliğini müdrik olan İstanbul güzelleri, güzelliklerine lâyıkıyla mukabele edebilecek muhabbet ehli meftunlar bulamayacaklarını düşünerek kimseyle muhatap olmazlarmış.

Güzelleri bilmeden, tanımadan sevmeye kalkan ve her fırsatta sevgilerini izhar etmeye çalışan aşıklarsa, muhabbetlerine ayniyle mukabele görmemelerini vefasızlık telâkki ederlermiş.

Onların bu müstağnî tavırlarının sebebini sadece benliğini muhabbet meclislerine bende ederek olgunlaştıran şairlerle İstanbul’un hususî ikliminde itina ile yetiştirilen ‘İstanbul efendileri’ bilirler ve mukabele beklemeden severlermiş.

Beşeriyetin tezyinatı sayılan bu müstesna insan tipi İstanbul gibi çok az bulunan münbit zeminlerin mutedil iklimlerinde ender yetiştiğinden devlet bu mekân ve insan insicamının korunmasına hususî bir itina gösterirmiş.

O kadar ki, bir kişi İstanbul’a geldiği zaman nereden ne maksatla geldiğini, kimlerin yanında kalacağını kayıt altına alınır, onun geliş maksadına münasip bir süre kalmasına izin verilir, süresi dolduğu zaman da şehirden çıkarılırmış.

Şehre sonradan yerleşecek ailelerde ise hanedan hususiyetini hâiz hâller aranırmış.

Bir aile İstanbul’un herhangi bir muhitine yerleşmek istediği zaman şehremini o ailenin şeceresini çıkarır, ailenin içtimai durumunu ve sosyal seviyesini inceler, daha önce ikamet ettiği yerlerdeki ahaliden, esnaftan, eşraftan ve mahallî âmirlerden bilgi alınırmış.

Toplanan bilgileri ailenin yerleşmek istediği mahallin şartlarıyla mukayese eder, halkın din, inanç, itikat, örf, âdet, gelenek gibi hususiyetlerine uygunsa ve kendisi de münasip görürse izin verirmiş.

Aile fertlerinin o mahallenin sakini sayılabilmesi için bunlar da yetmezmiş. Aile oraya yerleşmeden önce mahalle sakinleri haberdar edilir ve iki tarafa da belli bir intibak etme süresi tanınırmış.

Sürenin sonunda mahallin eşrafı ve ahâlinin ileri gelenleri toplanıp ailenin durumunu müzakere ederler, yakın komşularının kanaatlerini sorup görüşlerini alırlar ve hepsi müsbet kanaat beyan ettiği takdirde mahallenin kütüğüne kaydederlermiş.

Bu hususta asıl muteber olan şeyse, aile fertlerinin isimlerinin, mahalledeki akranlarının gönüllere kaydedilmesiymiş. Bunun için muayyen bir süre konmazmış ama herkes birbirinin her hâli ile ilgilendiğinden çok fazla zaman da almazmış.

Ancak bu gibi merhalelerden geçtikten sonra kazanılan İstanbullu olma vasfı, öyle büyük bir mazhariyet sayılırmış ki, insanlar bu sıfatı Bilâd-i Mukaddese dışında başka hiçbir mekân mensubiyetine değişmezler ve nesiller boyu iftiharla taşırlarmış.

Hatta Yahya Kemal’in dediği gibi yeniden dünyaya gelseler yine İstanbul’u mesken tutmak isterlermiş.

“Gelmekçün ikinci bir hayâta,

Bir gün dönüş olsa âhiretten,

Her ruh açılıp da kâinâta,

Keyfince semâda bulsa mesken,

Talih bana dönse, nâzikâne,

Bir yıldızı verse mâlikâne,

Bîgâne kalır o iltifâta,

İstanbul’a dönmek isterim ben.”

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Zihnimizin yapısı ve imanımızı güçlendirme



Dimağımızın merhalelerini ve bilgiyi nasıl özümsediğini anlarsak, imanımızı da o derece özümser ve güçlendiririz. İman nasıl oluşur? Taklidî, geleneksel iman tahkikîye, gerçek ve güçlü imana nasıl ulaşır? Meselenin bu cephesini anlamak için zihnimizin yapısını ve merhalelerini tahlil etmeliyiz. Zihnimiz/dimağımız nasıl bir yapıya sahiptir ve nasıl işler? Bilgi, düşünce, nesne/obje ve soyut düşünceler zihnimizin hangi basamak, hangi kademelerinden geçerek kesin kanaat, inanç ve imân olur?

Aslında çok girift, komplike bir fabrika veya canlı bir saray gibi değerlendirebileceğimiz insan duygularında (beyin, akıl, kalp ve vicdânında) muhteşem faaliyetler, işlevler, fonksiyonlar kompleks bir yapı olarak biribirine bağlanmıştır. Dimağ, zihin de bunlardan birisidir. Çok boyutlu bir varlık olan insan yapısı üç temel kategoride ele alınır:

1- Zihin (düşünce),

2- Kalp (duygular)

3- Ve nefs (psiko-fizyolojik yapı).

Zihin, akıl, delil ve muhakemeye dayanarak sonuca varır, mutmain olur; akl-ı selîm veya akleden kalb olarak icraatını yapar. Kur’ân’ın tabiri olan “akleden kalb”1 şöyle açıklanabilir:

Beynimiz soyut ve analitik zekânın; kalbin ise duygusal zekânın üretim merkezidir. Burada üretilen duygu taşıyan sinyallerin beynin limbik sistemine taşındığı buradan da beyin üzerinden hissîn duygusal cevabın vücuda ve dış âleme yansır. Kalp ile beyin arasındaki çift yönlü muhabere ağını oluşturan, yani, beyinden bağımsız, kendine has, kompleks ve esrarlı 40 bini aşkın, adına “kalpteki beyin” denen bir sinir sistemi bulunduğu ve beyinle dört kanal üzerinden iletişim kurduğu tesbit edilmiştir. İşte “akleden kalp” bu olsa gerek. Kalbin maddî gücü, kanı 3 metre yukarıya sıçratacak çaptadır. Manevî gücü ise, bir mesaji kâinatın bir ucundan diğer ucuna, hatta metafizik âlemlerin derinliklerine gönderecek kadar güçlüdür.

Diğer taraftan kalbe ilham edilir o da sezer, keşfeder ve psiko-fizyolojik açıdan da duygusal bağlantıları kurar. Nefs ise, itici gücü oluşturur ve duyular vasıtasıyla malzeme toplanmasında psiko-fizyo-biyolojik görev alır.

Bir bilgi ve düşünce; dimağımıza düşer düşmez, hemen kesin bir kanaat ve inanç hâlini almaz. Yukarıda sıraladığımız zihnî kademelerden geçerek en son merhalede kanaat ve hakikî imân olur. Bilgi, ilim, obje ve düşünceler; duyular vasıtasıyla alınır, zihnin merhalelerinde yoğrularak senteze tâbi tutulduğunda pek tabiî olarak her merhalede farklı sonuçlar çıkar. Henüz hayâl, tasavvur veya akıl terazisine düşen bir bilgiyi; imân, itikad zannedebiliriz.

Halbuki; hayâl kademesindeki bilgi başka bir şey, tasavvurda başka, akılda, tasdik veya iz’ân’da bambaşka bir sonuç alınır. Tıpkı, insan; anne rahminde “cenin”, doğduğunda “bebek”, az büyüdüğünde “çocuk”, geliştiğinde “genç”, olgunlaşıp yaşlandığında “kâmil bir ihtiyar” adını aldığı gibi, bilgi, düşünce ve objeler de zihnimizin basamaklarında farklı olabilir. Ancak, çoğu kez bunları karıştırırız.

Bilgi, obje/nesne, olay ve soyut düşünceler zihnimizin “Uygun tepkiler, şuûrlu “zihnî oluşumlara” bağlı olduğu psikolojik bir tesbittir.2 Zihnimizin basamakları “tahayyül” (hayal etme), “tasavvur” (tasvir etme), “taakkul” (akıl terazisine vurma), “tasdik” (doğrulama), “iz’ân” (anlama, kavrama, idrak etme), “iltizam” (taraf ile teslim olma) teknelerinde tahlil edilir, senteze tabi tutulur, yoğrulur ve en son kademe “itikad” (imân, yüksek inanç, kesin kanaat”3 kademesinde servis yapılır; kalp, vicdân gibi duygularımıza mal edilerek özümsenir, meleke/mahâret hâline getirilerek pratiğe dökülür.

Dipnotlar: 1. Kur’ân, Hac, 46.; 2. Prof. Dr. Özcan Köknel, Prof. Dr. Kurban Özuğurlu, Prof. Dr. Güler (Aytar) Bahadır, Psikoloji, s. 14.; 3. Sözler, s. 647

03.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Hüseyin GÜLTEKİN

Ehl-i dinin en çok sıkboğaz edildiği devreler



Milletimizin kahir ekseriyeti dindar ve dine samîmî taraftar olduğundan, seçimlerde çoğunlukla kendine yakın olan, yani dindar siyasîlere reyini verdi.

Yani kendisi tam dindar olmasa dahi, sandık başında, dinî değerleri ön plana çıkartan, öyle görünmeye çalışan siyasetçilere reyleriyle destek vermekte tereddüt etmedi. Dinî değerlere yabancı, manevî değerlere mesafeli duran siyasî kadrolara ise hep mesafeli durdu. Onlara rey vermediği gibi, zaman zaman aleyhinde bulunmaktan da geri durmadı vatandaşımız. Yani bir yerde, siyasî kadroları değerlendirmede, onlara destek olup olmamadaki tek ölçüsü ve tercihi, dinî değerler ve dinî yaşantılarının olup olmaması oldu.

Dinî yaşantının haricindeki özellikler, kabiliyetler, kariyerler, tecrübeler hiç nazara alınmadı veya bu gibi özelliklere en son sıralarda pay ayrıldı.

Peki milletimiz siyasîleri niçin bu şekilde tercih etti? Dindar veya dine taraftar siyasî kadrolar başa gelirse, dinî hayatı daha kolay, daha serbest bir şekilde yaşayabilme imkânına kavuşulur diye. Yani “İbadetlerimizi daha rahat yaparız. Şimdiye kadar bize uygulanmakta olan kanunsuz ve haksız uygulamalar son bulur. Başörtüsü yasağı, İmam Hatip Lisesi mezunlarına yapılan haksızlıkları kaldırırlar. İçki, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklara bir çare getirirler, ahlâkî çöküntüye karşı kalıcı tedbirler alırlar...” gibi beklentiler sebebiyle, dinî argümanları işleyerek milletten destek talebinde bulunan siyasî kadrolara, millet tam ve güvenilir bir itimatla reyini vererek, hükümet olma imkânı sağladı.

Böyle parlak ve inandırıcı vaatlerle milletten tam destek alarak hükümet olma imkânını elde eden bu sözde dindar siyasî kadrolar ne yaptı peki?

İsterseniz yakın tarihimizden günümüze kadar, iktidar olma fırsatını yakalayan, milletimizin dindar ve muhafazakâr olarak tanımladığı hükümetlerimizin, bu meyandeki iş, icraat ve başarılarına tarafsız bir gözle bir bakalım. Seçim meydanlarında en tesirli, en iddialı oldukları dinî değerler ve manevî sahadaki icraatlarından neleri sayabiliriz gerçekten?

Yeni İlahiyat fakülteleri, yeni İmam Hatip liseleri, yeni Kur’ân kursları açmak, yeni camiler inşâ etmek, cami ve Kur’ân kurslarının ihtiyacı olan imam ve hoca kadrolarının tayinlerini gerçekleştirmek, muhafazakâr etiketli hükümetlerin öncelikli ve önemli icraatlarından olsa gerek.

Tarafsız bir gözle baktığımızda, günümüzdeki mevcut hükümetimizin dinî sahadaki icraatlarında hiç de iç açıcı bir durumda olmadığını, herhalde siyasî bir saplantı içinde olmayan her insan kabul eder.

Din eksenli, muhafazakâr unvanlı hükümetlerimizin hiçbirisi, değil dinî eğitim veren okullarımızın sayısını artırmak, eski hükümetlerin açmış oldukları onca okulların kapatılmasına seyirci kalmaları, yıllardır hocası olmadığı için kapalı durumda bulunan binlerce camiye imam tayinindeki aczleri çoğu ehl-i dini hayal kırıklığına sokmuştur.

Ve enteresandır, bugüne kadar dinî sahada, manevî hizmetlerde en büyük hizmeti ve emeği, belki hiç de dindar sayılmayacak veya en azından dine ve dindarlara hizmet vaadiyle gelmeyen Demokrat hükümet kadrolarının yapmış olması da ayrıca câlib-i dikkattir.

Şu söylediklerimiz mücerred birer iddia olmayıp, yakın tarihimizin canlı şahitleriyle ispatlanmış hakikatlerdir. Dindar insanların dinlerini rahatça yaşadıkları, rahatça bir nefes alabilme imkânını buldukları yıllar, öyle çokça dindar görünmeyen, fakat hürriyet ve insan haklarını ön planda tutan iktidarlar zamanında olması; buna mukabil en çok rahatsız edildikleri, en çok haksızlığa ve hakarete uğradıkları, en çok sıkboğaz edildikleri devreler de dine ve dindarlara daha serbest hayat vaadiyle, dinî değerleri kullanarak işbaşına gelen dindar görünümlü hükümetler zamanında vuku bulması kaderin bir cilvesi olsa gerek.

Ehl-i din olarak kaderin bu tecellîsi üzerinde iyi bir durum değerlendirmesi yapmamız gerekir diye düşünüyorum.

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kalplerin mühürlenmesi



Bolu’dan Ahmet Bey: “Kalplerin mühürlenmesi ne demektir?”

Bakara Sûresinin konuyla ilgili âyetlerini meâlen hatırlayalım:

“Kâfirleri uyarsan da, uyarmasan da birdir; onlar inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinde de perde vardır; büyük azap onlar içindir.”1

Âyette kalplerin ve kulakların mühürlenmesi, küfür sıfatı zikredildikten sonra telâffuz edilir. Öncelikle buradan; küfür sıfatının kalplere tek başına zulmet ve karanlık vermeye yeterli olduğu anlaşılır. Küfür karanlığına düşen bir kalp insafsızdır, merhametsizdir, duyarsızdır, taşlardan daha katıdır. Küfür karanlığı içinde bocalayan kulaklar ise, etrafında sayısız varlıkların hal veya söz diliyle Allah’a olan yakarışlarını, zikirlerini ve tesbihlerini işitmezler, duymazlar; hakka karşı duyarsızdırlar; hakikata karşı ilgisizdirler. Bu inat onlarda âdeta kemikleşmiş; âdeta karakter haline gelmiştir.2

Allah Resûlü (asm) Mekke’de zor şartlarda bütün müşriklere on iki yıl hakkı tebliğ eder ve fakat müşriklerden çok fazla inat ve inkârla beraber akıllara durgunluk verecek ölçüde eziyet ve hakaretler görür; kendisine az denecek sayıda bahtiyar iman eder. Hicretten sonra Medine’de ise büyük coşku ve heyecanla karşılanmakla beraber, Medîneli Yahudilerden de bu def’a beklenmedik kin ve husûmetle karşılaşınca insanların hak dine karşı bu menfî direnişleri üzerine çok hüzün duyar. Çünkü onun (asm) öyle şefkatli ve re’fetli bir kalbi vardır ki, bütün insanların topyekûn iman etmesini, topyekûn hakka gelmesini ve neticede topyekûn Cehennem’den kurtulmasını büyük bir arzu ve iştiyakla istemektedir. Bir tane Allah kulunun bile Allah’ın vahiy dairesinin dışında kalmasını istemez; bundan büyük ıztırap duyar. Oysa insanların çoğu, taşlaşmış kalplere sahiptirler ve imanın inceliğini, nezaketini ve zarafetini kavramamaktadırlar. Cenâb-ı Hak, Resûlünün (asm) bu hüzünlü hâli üzerine bu iki âyeti nazil buyurarak bir nevî tesellî veriyor. Bu âyetlerden birincisinde geçen, “Uyarsan da, uyarmasan da birdir; onlar iman etmezler” ifadesinden, “uyarı” görevinin yapılmasının neticesiz olacağı mânâsını çıkarmak doğru olmaz. Çünkü Allah Resûlü (asm), yine Kur’ân’ın ve hatta aynı Sûrenin, “Doğrusu biz seni hak ile müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen Cehennemliklerden sorumlu tutulmayacaksın! ”3 beyaniyle müjdeci ve uyarıcı olarak görevli bulunmaktadır. Bu durumda, yukarıda geçen âyet Allah Resûlüne (asm) uyarı görevi esnasında mahzun olmaması gerektiğini; çünkü onların kalplerinin katılaşmış bulunduğunu; küfür onların karakterlerine işlemiş ve artık vazgeçilmez bir alışkanlık halini almış olduğunu; uyarı görevinin ötesinde, inanmamalarından ötürü üzüntü duymaması gerektiğini vurgular niteliktedir.

Hemen ardından gelen âyette ise onların kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmiş olduğunu, gözlerinde de bir perde bulunduğunu beyan ederek; onların kalplerinin, kulaklarının ve gözlerinin hakka kapalı bulunduğunu “bir vakıa tesbiti” sadedinde beyan eder. Yani onlar kendi tercihleriyle küfre girmişler, kendi tercihleriyle hakkı dinlememektedirler, kendi tercihleriyle küfürde kalmaya devam etmektedirler. Seni dinlemezlerse üzülme, kendini yıpratma; sen insanların tabiatlarını ve alışkanlıklarını değiştiremezsin; zaten değiştirmekle de mükellef değilsin, mânâsını vurgular mahiyettedir.

Bu âyetler, insanların çoğunluğu neden fitne-fücurda, günah ve haramlarda boylu boyunca gömülmüşler, küfür ve isyan içinde yaşayıp gidiyorlar ve hakkı dinlemiyorlar, diyen tüm ehl-i hak için de büyük bir manevî moral ve tesellî kaynağı teşkil etmektedir. Zira günümüzde de insanlar hakkı dinlememektedirler; günümüzde de birçok insanın kulakları kapalı, gözleri perdelidir; günümüzde de insafsızlık, vicdansızlık ve merhametsizlik diz boyudur; had safhadadır! Bu gün de hak ve hukuk çiğnenmekte, imansızlık girdabında insanlık şerefi payimâl edilmektedir. Bütün bunlar, insanların içinde bulundukları imtihan sırrının da bir gereğidir.

O halde bütün bunlarla beraber, ehl-i hak için ümitsizlik yoktur; karamsarlık yoktur; çıplak uyarı ve tebliğ görevinin ötesinde, hayal kırıklığı olmamalıdır.

Kalplerin mühürlenmesi teriminden, “isteseler de hidayete gelmeyecekler” mânâsını çıkarmak da doğru değildir. Her ne kadar hidayet, Cenâb-ı Hakkın takdir ve dileğiyle mümkün olsa da; kul ne kadar katı yürekli ve haşin tabiatlı olursa olsun; tevfik ve hidayeti istediği takdirde, Cenâb-ı Hakkın ona hidayeti nasip etmesi ve muvaffakiyet vermesi, Rahmetinin şe’nindendir. İslâmiyet öncesi katı yürekli ve haşin Ömer’le; Müslüman olduktan sonra âdil ve cesur Ömerü’l-Faruk (ra), bu mes’elede bize örnek olarak yeter.

Cenâb-ı Hak tevfik ve hidayetini üzerimizden eksik etmesin; âmin!

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, 2/6-7

2- Bedîüzzaman, İşârât’ül-İ’câz, S.71

3- Bakara Sûresi, 2/119

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Ya Mevlânâ!



Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Mevlânâ'nın doğumunun 800. yılı sebebiyle 2007 yılını "Dünya Mevlânâ Yılı" olarak ilân etti.

Bunun ardından da bir telâşedir başladı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı ile girişimciler Mevlânâ için bir dizi programı gündemlerine aldılar. Hazırlıklar çerçevesinde, Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu 2007-2008'de dünyanın önemli şehirlerinde 310 konser verecek.

Bu arada İran da kutlama hazırlıklarına başlayarak “Mevlânâ bizimdir. Size de ne oluyor?” havasıyla Türkiye'yi eleştirdi. Zaten öteden beri “Siz Türkler Mevlânâ'yı sahipleniyor, Horasan'ı da Erzurum'un kazası sanıyorsunuz” diyorlardı…

Mevlânâ konusunda bile yapılabildiğine göre, şu milliyetçilik gerçekten ilginç bir hastalık!

Oysa ki Mevlânâ'yı Mevlânâ yapan sır, zamana ve mekâna hükmettiği için onun sesi 800 yıl öncesinden bugüne ulaşabiliyor, dünyanın dört yanından insanlar onun fikirlerini rehber alabiliyor…

Nasıl dayanacağız?

Stephen Hawking, ALS olarak adlandırılan sinir hastalığı yüzünden tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kalan ünlü bir İngiliz fizikçi. Tedavisi olmayan hastalığı sebebiyle Hawking tek elini kullanabiliyor ve bilgisayar destekli bir sistem aracılığıyla iletişim kurabiliyor.

Hawking geçenlerde, Guardian gazetesinde okuyucularına şu soruyu sormuş: “İnsan soyu, politik, sosyal ve çevre problemleriyle dolu bir kaosun içinde bulunan dünyada yüz yıl daha nasıl dayana-bilir?”

Bu soruya iki gün içinde 16 bin e-posta gelmiş. Mesajlarda yüzdelik sırasına göre cevaplar şöyle gruplanıyor:

Allah'a güveniyoruz.

Teknolojiden ümitliyiz.

Uzayın ya da denizlerin derinliklerine göçebiliriz.

Başka diyarlara göçme fikrini, “Bu kadar mükemmel bir dünyayı mahvettikten sonra, göçmek bu kadar kolay mı? Orayı da bozmayacağımız ne malûm?” sorusuyla eleştirenler de mevcutmuş.

Cambridge Üniversitesinde Profesör olan Hawking, verdiği seminerlerde insanoğ-lunu bekleyen kaosa (ki biz inananlar kıyamet diyoruz) çözüm olarak Ay'da ya da Mars'ta koloniler kurulmasını tavsiye edi-yor. Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabında, Big Bang'ın "yokluktan var olma" anlamına gelmediğini ileriye süren Hawking, materyalist bir bakış açısına sahip.

“Yoktan var eden” Zâta inanmayınca, geleceği bilimin de tesbitiyle kesin olan Kıyamet Günü’nden kaçış senaryoları artacağa benziyor…

Yaratıcının mülkünden kaçacak yer var mı?

Objektif habercilikmiş…

Akşam, kandil programına gitmeden önce TV'den ana haber bültenini takip ediyorum. Sıra kandil haberine geliyor. İstanbul Eyüp Sultan Camii'nden canlı yayına katılan bayan spiker, “Bu gün kandil sayın seyirciler. Müslümanların kutsal günü. Müslümanlar bugünün kutsiyetine inanıyorlar ve geceyi ibadetle geçiriyorlar. Hz. Muhammed'in semaya yükseldiğine inanıyorlar…” diye “Onlar… Müslümanlar…” üzerine kurguladığı haberin ruhta buz etkisi oluşturan sunumunu yapıyor.

Yaşadığı toplumun değerlerine bu denli yabanî düşen bir yayın anlayışı “objektiflik” kılıfına sığmıyor, sığamıyor!

Sınırları olmalı insanın…

“Sinema filmleri insanların bilinçaltına inebilmenin en iyi yollarından biri. Ürünü, filmin öyle bir sahnesinde kullanırsınız ki, izleyici o sahneye olan beğenisiyle birlikte, bilinçaltına o sahnede kullanılan ürünü de beğeni olarak atar.” “Örtülü reklâm” uzmanı Ralph Watson mesleğinin sırrını anlatırken, medyada bilinçaltımızla çocuk oyuncağı gibi nasıl oynandığının da altını çizmekte aynı zamanda. Dikkat ederseniz, değil yetişkinlere yönelik filmlerde, çizgi filmlerde bile çocuklarımızın taptaze bilinçaltına aşırı tüketim, reankarnasyon, çok tanrılı din inancı gibi bir dolu batıl kavramın hoyratça atıldığını fark edersiniz.

O halde, ne yapmalı da iç dünyamızı kesret dairelerinde boğulmaktan kurtarmalı?

Sınırlarımızı belirlemek, seçici olmak, yani her önüne geleni okuyup seyretmemek, çocuklarımıza da bunu telkin etmek en tutarlı yol olsa gerek.

Kur’ân ve Sünnette belirtilen “kulluk sınırları”ndan daha etkili bir yol biliyor musunuz?

Talihleri varmış...

Büyük buluşlara imza atan bilim adamlarının çocukluğunu anlatan bir kitabı bitirdim geçenlerde…

İlginçtir. Thomas Alva Edison, ilkokula başladığından kısa bir süre sonra algılama yavaşlığı sebebiyle okuldan uzaklaştırılır. “Onlar senin ne kadar zeki olduğunu anlayamadılar” diyen annesi zaman zaman özel öğretmenlerin de yardımını alarak çocuğunun eğitimini üstlenir.

Bugün kullandığımız elektrik ampulünü ve sesi kaydedip yineleyebilen gramofonu Edison geliştirir.

“1500 deneyde de başarısız oldum” diye dertlenen asistanını “1500 yolun geçersiz olduğunu ispatladığını düşünsene!!!” uyarısını yapacak kadar hayatı bir başka açıdan okur!

Einstein'ın çocukluğu da bundan farklı değildir. Einstein konuşmaya o kadar geç başlar ki, gelişiminden şüphelenilir. O da ailesinin desteğiyle eğitimini tamamlar.

Günümüz teknolojisinin bugünkü seviyeye gelmesinde bu iki bilim adamının büyük payı var. Bu hayatları okuduğunuzda zihninizde beliren şey şu:

Eğer onlar bugün yaşasalardı, özürlü çocuklar olarak kabul edilip, büyük bir ihtimalle ilâç tedâvisi destekli özel eğitime tâbi tutulurlardı. Ve neticede sıradan, standart bir insan olurlardı.

Malûmunuz, insanları standartlara uygun yetiştirme konusunda çağımız tarihte hiçbir devirde olmadığı kadar mahir!

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Mevlânâ’yı anmaya hazır mıyız?



Bilindiği gibi UNESCO, her yılı kültürel bir programa ayırıyor ve dünya çapında kutlanmasını sağlayacak faaliyetlere imkân sağlıyor.

Bu çerçevede 2007 yılının “Mevlânâ yılı” ilân edilmesiyle birlikte gerçekleştirilecek faaliyetler sebebiyle her yönüyle bir hareketliliğin olacağı kuşkusuz. Olacağı kuşkusuz olmaya kuşkusuz da… Nasıl olacağı son derece kuşkulu!

Sizce de öyle değil mi?

Daha önce de benzer bir faaliyet Yunus Emre adına yapılmıştı… Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanlığının, resmî ve özel kültür kurumlarının, kültür adamlarının elinden gele gele; “Yunus Divanı”nın, matbaacılık açısından farklı kalitelerde baskıları yapmak, “Yunus Emre Oratoryosu’nu” hatırlatmak gelmişti… Bir de en geniş katılımlısı Eskişehir’de olmak üzere, Yunus Emre adına, çeşitli çapta toplantılar, paneller, konferanslar düzenlenmişti…

Çağımızın en temel tanıtım araçlarından olan sinema / TV ise hiçbir biçimde kullanılamamıştı, kullanılmamıştı.

Evet… 2007’de UNESCO tarafından Mevlânâ yılı olarak ilân edildi…

Şu anda duyabildiğimiz tek ciddî çalışma, Konya Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından yürütülen “Mevlânâ filmi” projesi… Yine Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından Mesnevî’nin, 20 dilde basılıp dağıtılmakta olduğunu biliyoruz… Bir de kitapçı vitrinlerini “Mesnevî’den seçme hikâyeler” ortak adıyla dolduran farklı kalınlıktaki kitaplarda artış olduğunu görüyoruz… Kalitesini gündeme getirmeden…

Tabiî bu durumdan istifade edip, yıllardır Mevlânâ’nın adı etrafından farklı çabalarını sürdürme gayreti içinde olan gruplar da içinde “Mevlânâ” adı geçen kitapları aralara sıkıştırıp “kuş” avlama gayreti içindeler…

Eeee… Daha 2007’ye çooook var!

Bekleyip görelim, o ulu gönül ustasına lâyık olacak neler yapacağız yıl boyunca!

“Sema” kime yakışır?

Elbette Mevlânâ’dan bahsedince “Mevlevîlik” ve “sema” kavramları da peşpeşe geliyor gündeme…

Mevlânâ’nın “Gel…” dâvetine uyduğunu belirtip, ona bağlı olduğunu söylemekle yetinmeyip, “Mevlevî’yim” diyenlere sıkça rastlamak mümkün! Tabiî her fırsatta “sema” dönenlere, dönülmesini isteyenlere de… Bu konuda 3 yıl önce bu sütunlarda sizinle şu satırları paylaşmıştım. Hatırlamanın tam sırası:

“Semazenlik yapan kadınlar ve uluorta her fırsatta dönen semazenlerle ilgili yakınmalar üzerine az da olsa uyarılarda bulunanlar, fikirler ileri sürenler de oluyor elbette. Ama sanırım bu konuda en ehil kişiye kulak vermemiz daha doğru olacak.

Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken; ‘Bir adam: diye sordu.’ diyor.

Semayı kimlerin yapabileceğinin, ya da sorudaki biçimiyle, semanın kimlere yakışacağının cevabını Sultan Veled’den, ana kaynaktan alalım da uluorta sema edenler bir düşünsünler ettiklerini…

Söz Sultan Veled’de: ‘Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ‘ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrıya yaklaşmaktır.

“Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.

“Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.

“O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise, küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.’”

“Neme gerek!”

Günümüze pusula olabilecek bir olayı da paylaşmak istedim sizinle… Sözüm meclisten dışarı efendim… Yarası olanlar gocunsun!

Kanunî Sultan Süleyman ile büyük İslâm âlimlerinden Yahya Efendi sütkardeştirler.

Yahya Efendi, duâsı kabul olan, kerâmet ehli bir zâttır. Bir gün Kanunî Sultan Süleyman, Osmanoğullarının sonunun nasıl olacağını Yahya Efendi’ye sormak ister. Bu isteğini de bir kâğıda şu şekilde yazarak kendisine gönderir:

“Ağabey! Sen İlâhî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de biz Osmanoğullarının akıbetinin ne olacağını haber ver. Nesli kesilip yok mu olacak? Eğer öyle olacaksa bunun sebebi ne ola?”

Soruyu okuyan Yahya Efendi sadece şu cevabı yazar ve padişaha gönderir:

“Kardeşim! Neme gerek!

Cevabı okuyan Kanunî hayretler içerisinde kalır ve hemen kayığa binerek bugünkü Yıldız Parkı’nın yanında bulunan dergâha gider. Soru sorup da cevap alamamanın üzüntüsüyle süt ağabeyinin yanına çıkan Kanunî Sultan Süleyman üzüntü içerisinde;

“Ağabey, bu ne iştir? Sualimize cevap vermediniz. Yoksa bir kusur mu işledik?” der.

Yahya Efendi;

“Biz cevap verdik! Ancak bunu sizin anlayamamanıza şaşarız” deyince, Kanunî hayretle yine sorar;

“Nasıl cevap verdiniz?”

Yahya Efendi verdiği cevapla ilgili şunları söyler Kanunî Sultan Süleyman’a:

“Bak kardeşim! Bir devlette haksızlık ve zulüm yayılır, bunu işitip görenler de derlerse, mâni olmazlarsa; bir koyunu kurt değil de çoban yerse, bunu bilenler de hakikati söylemezse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp, bunları taşlardan başkası işitmezse, işte o zaman neslinin yok olmasını bekle. Hazineler boşalır, asker itaat etmez, işte o zaman yok olmak zamanıdır.”

Padişah, işittiklerinin hüznü, ağabeyinin duasını almış olmanın huzuru içerisinde oradan ayrılır.

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Amerika hedefine ulaştı!



ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, yaptığı son değerlendirmede, “Irak’ta iç savaş şartlarının oluştuğunu” bildirmiş. (AA, 1 Eylül 2006)

Raporda, ülkedeki saldırıların son 3 ay içerisinde, önceki 3 aya göre yüzde 15 arttığı ve bu dönemde, ölen Iraklı sayısının da yüzde 51 yükseldiği ifade edilmiş. Aynı raporda, şartlarıın iç savaşa dönüşmesinin önüne geçilebileceği de ileri sürülmüş.

Irak’ı işgal edenler Amerikalılar olduğuna göre, oradaki gerçek durumu da en iyi onlar bilir! “İç şavaş şartları oluştu” diyorlarsa, inanmak lâzım. Ancak Amerika, Irak’ı işgal ederken ‘demokrasi ihraç edeceğim’ dememiş miydi? Bu beyânıyla ya gerçek niyetini gerçekleştirmiş oldu, ya da “Artık hedefime ulaştım, Irak’tan çekilebilirim” demek istiyor.

Son üç ayda ölen Iraklıların sayısının yüzde 51 artması da vahim durumu ortaya koyuyor. Hâlâ Büyük Ortadoğu Projesi’nden medet umanlar bir daha düşünsün!

*

Ciddi soru

Lübnan’a Türk askeri gönderip göndermeme konusundaki tartışma devam ediyor. Benzer tartışmalar Irak konusunda da yapılmış ve meşhur 1 Mart tezkeresi TBMM tarafından reddedilmişti.

Tartışmalar devam ederken, asker gönderip göndermeme konusunda ‘ciddî sorular’ gündeme taşındı. AKP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez’in gündeme taşıdığı sorulardan bazıları şöyle: “*ABD’nin ve Fas hariç hiçbir Arap ülkesinin asker vermediği Barış Gücünün tarafsızlığı nasıl tesis edilecek? *Asker göndermek büyük devletlerin işiyse ABD, Çin, Rusya neden asker göndermiyor? *Harekâtın finansmanını kim sağlayacak?” (Vatan, 2 Eylül 2006)

Bu soruların makul cevapları verilebilse iyi olacak...

*

İslâmî petrol olur mu?

ABD Başkanı George W. Bush, ‘çam devirmeye’ devam ediyor. Yaptığı açıklamalardan birinde, ‘İslâm düşmanlığını’ körüklercesine ‘İslâmî faşizm’ tabirini kullanmış. (Yeni Asya, 2 Eylül 2006)

Bu duruma tepki gösterenlerden biri de ABD’deki en büyük İslâmî birlik olan ‘’Kuzey

Amerika İslâmî Topluluğu’’nun başkanı Ingrid Mattson olmuş.

Topluluğun ilk kadın başkanı olan Mattson, topluluğun kongresinde yaptığı konuşmada, bu ifadeyi uygunsuz, rahatsız edici bulduğunu ve İslâmın yanlış anlaşılmasına katkı yapacağını belirmiş.

Ülkede ‘’İslam korkusu’’ yayılmasının sakıncalarını vurgulayan Mattson, ‘’İslâmî faşizm’’ yerine ‘’terörizm, suç, şiddet’’ gibi ifadelerin kullanılması gerektiğini, terörizm ve İslâmın bir arada ele alınmasının, Müslümanlarca anlayışla karşılanmayacağını söylemiş.

Mattson’un şu örneği de çok manidar: ‘’İslâm ülkelerinden gelen ürünler ‘İslâmî ürün’, ‘İslâmî petrol’ diye adlandırılmıyor.’’

“İslâmî terör” ifadesi “İslâmî bilmiyor ve tanımıyorum” cümlesinin bir açıklaması olsa gerek!

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Ne yapsam acaba?



Yaşlı adam üniversiteyi yeni bitirmiş gence sordu:

“Oğul ne yapacaksın?”

Genç:

“Bilmem ki? Ne yapsam acaba? Bir teklifin var mı?”

Yaşlı adam uzun uzun sakallarını sıvazladı ve derince dalarak önce önüne, sonra uzağa uzanan bir yarım daire çizdi kafasıyla... Sonunda bir şey söylemesi gerektiğini fark etti:

“Var. Önce ne yapmak istemediğini düşün. Onların listesini yap.”

Genç birden canlandı:

“Bu çok kolay. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor amca.”

Yaşlı adam, tebessüm ederek yerinden hafifçe doğruldu:

“Bak evlât! O zaman düşünme gitsin. Senin için en iyisi dinlenmek.”

İçinden, “Ne yapıyorum ki?” diye geçiren genç, yine de saygı kabilinden:

“Peki amca. Tavsiyene teşekkür ederim.”

Genç, dinlenmeyi düşündüğünde, yorgunluğunun arttığını anladı. Zira işsizlik yorgunuydu. Sıkılmanın verdiği isteksizlik vardı. Gerçekten ciddî bir iş yapmıyordu. Çalışmadan düşündükçe de, daha fazla sıkılıyor ve kendi unutma çemberinde boğuluyordu.

Yine de tersten okumalıydı yaşlı adamın söylediklerini. Psikolojisini çözen cevaplar vermişti. Anlamlı ve uyarıcı mesajlarını düşünmeye başladı. Kendini toparlamaya çalıştı. Ancak ruh hali çok perişandı. Dağınıktı. Kendini disipline edememenin açmazını yaşıyordu.

Başarılı olacağına olan inancını kaybetmişti. Gerekçelere sığınıyordu sürekli. Ne istediğini bilmediğini söylerken, ne istemediğine gelince, başarısızlıklarına “istememe”yi gerekçe yapıyordu.

Ne istediğini bilmeyen, ne istemediği konusunda ne kadar sağlıklı düşünebilirdi?

Yaşlı adam ayrılırken; genç kendini toparlayarak saygı hamlesi yaptı: “Sizi biraz daha dinlemek istiyorum. Anlamak istiyorum... Yardımınıza ihtiyacım var...”

Yaşlı adam, “Yardımınıza ihtiyacım var...” cümlesindeki isteği kavradı ve sıcak bir dönüş yapıp, gençle tekrar yüz yüze gelince:

“Hizmet etmem için bilmem lâzım” dedi.

“Seni dinlemeliyim” sözü, genci umutlandırmıştı. Sevecenlik yüzüne aksetmişti. İçindeki ilginin arttığını gördü. Yıllar yılı, kendisinin dinlenmediğini düşününce ve anlaşılmaktan uzak yaklaşımlara maruz kalışını hatırladıkça, bir film şeridi gibi yaşadıkları gözünün önünden geçti.

Şu an için kendisini dinlemeye hazır bilge bir tecrübenin yanında bu diyalogû başlatmanın mutluluğunu yaşıyordu.

***

Yaşlı bilge, tebessüm ederek ve “Gel evlât” sıcaklığıyla gençle göz göze buluşunca, tavsiye bekleyen gözlerin ışıltısını yakalamıştı. Bu ilgi bekleyen ve bilgi isteyen gence çok mesaj yüklemek yerine, özet ve özel birkaç teklifte bulunmayı yeğlemişti. Böylece zihne kapı açmayı ve sonrasını düşünmeye bir başlangıç yapmayı tercih etmişti. Diyaloğun kalitesini ilerletmek buna bağlıydı.

Yaşlı bilge, nefesinin fark edilen hırıltısıyla uyarıcı sinyalini verircesine gence dönerek;

“Sevginin kanallarına ulaş. En çok ne yapmak istiyorsan, onları sırala. Neden istediklerinin cevabını bulmaya çalış. Sonrasında ‘Bunları yapmam mümkün mü?’ sorusuyla ödevlerine yoğunlaş...”

Genç, büyük bir dikkatle zihnine nakşettiği bu tavsiyelerden hareketle ileri atıldı.

“Peki sonra?”

“Sonra, sonra gelecek.”

Koyulaşan sohbette, torun-dede muhabbeti, şefkatin kollarında edep içinde saygıyla uzayıp gitti.

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kafa karışıklıkları giderilmeli?



Geçen haftanın gündemini iki konu belirledi. Bunlardan birisi TSK’daki “nöbet” değişimi, diğeri ise Lübnan’a asker gönderilmesi…

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, asker gönderilmesine karşı olduğunu açıklamasının üzerinden henüz iki gün geçmeden Bakanlar Kurulu, AKP MKYK ve dar çerçevede “mini zirve” yapıldı. Ardından hükümetin Birleşmiş Milletler “Barış Gücü” çerçevesinde Lübnan’a asker gönderilmesi konusundaki “tezkere”yi görüşmek üzere Meclis’i 5 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağırması ile tartışmalar hız kazandı.

Başta Meclis’in 19 Eylül’de açılması ve asker tezkeresini görüşmesi öngörülüyordu. Meclis’in erken toplanmasının gerekçesini açıklayan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bunun BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 6 Eylül ziyaretiyle ilgisi olmadığını söylüyor. Ve “Ancak ne kadar erken davranırsanız, arzu ettiğiniz görevi ve yerini seçme ihtimaliniz artar. Biz de ilk seçen olmak istiyoruz. Sokağı süpürseniz bile yeriniz fark eder, aşağı doğru süpürmek daha kolaydır” şeklinde açıklıyor. “Süreci çok dikkatli yürüttüklerini” söylüyor Gül, “Gittiğim her ülkeye yanımda mutlaka Genelkurmay ve MİT’ten temsilci götürdüm. Onlar da gerekli incelemeyi yaptı. Bu sayede basacağımız yeri bizim kadar iyi bilen az ülke vardır diyebilirim” şeklinde de ekliyor.

***

Tezkere’nin görüşüleceği günün akşamı Türkiye’ye gelecek olan BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın İsrail’in, 5 bin BM Barış Gücü askeri bölgeye geldiğinde, Lübnan’daki tüm askerlerini geri çekmiş olmasını “umduğunu” söylemesi kayda değer. Bir de Annan’ın Lübnan’ı ziyaretinde protesto edildiği de gözlerden uzak tutulmamalı.

Şu anda Lübnan’da yaklaşık 2 bin 500 BM askeri bulunuyor. Bu sayının birkaç hafta içinde iki katına çıkacağı bildiriliyor. Avrupa Birliği Lübnan`a gönderilecek barış gücüne 7 bin asker gönderecek. Türkiye’den gidecek asker sayısının ise bini geçmeyeceği yetkililerce bildiriliyor.

Salı günü tezkerenin kabul edilmesinden sonra “Başkomutan Sezer”in ne yapacağı konuşuluyor. Zira, “Asker gönderilmesine karşıyım” diyerek tutumunu belli eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in yetkileri tartışılıyor. Meclis’in yurt dışına asker gönderme kararları Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulmuyor. Buna rağmen İçtüzükte, “Kararı Cumhurbaşkanı uygular” hükmü bulunuyor. Hükümetin, muhtemel bir itirazın önüne geçmek için tezkereyi “ayrıntılı” yazmayı hedeflediği de belirtiliyor.

Öte yandan, başkent kulislerinde “tezkere senaryoları” da konuşuluyor. Lübnan’a asker tezkeresinde Meclis’teki sandalye dağılımının iktidarın işini kolaylaştırdığı gözleniyor. “Ret” oyu verebileceklerin 20-25’i geçmeyeceği tahminler arasında. 355 milletvekili olan AKP’nin, 81 milletvekili fire verse de tezkereyi Meclis’ten geçirebileceğini ortaya çıkıyor. Görünen o ki, tezkere Meclis’den rahatlıkla geçebilecek gibi gözüküyor.

***

Son bir not aktarmak istiyorum:

İsrail’in Ankara Büyükelçisi Pinhas Avivi’nin Hürriyet’ten Fatih Çekirge’ye verdiği beyanatta, (28.08.2006) tıpkı Bush’u işgalin gerekçesini açıklarken söylediği “oraya demokrasi götüreceğiz” şeklindeki sözlere benzer, “Bu savaş İsrail’le Lübnan savaşı değildir. Bu savaş, özgür dünya ve demokrasi ile İran rejimi arasındaki savaştır” demesi de asıl niyetini ortaya koyuyor. Avivi’nin “Ve tabii oraya gidecek Türk askerinin muharip olmaması yanlış olacaktır. Ya gönderilmemeli ya da gönderilirse kendisini savunabilecek bir muharip güç olmalı. Tahran her an Hizbullah üzerinden bölgeyi ateşleyebilir” demesi de kafaları karıştırıyor.

Avivi birde diyor ki, “Hizbullah silahsızlandırılmalı…”

Bu sözün ardına TBMM Dışişleri Komisyon Başkanı Mehmet Dülger’in, “Barış gücünün Hızbullah’ı silahsızlandırma görevi olmayacak’ açıklamasının bir sözden ibaret olduğu ve yazılı bir güvence anlamı taşımadığını” söylemesini getirdiğimizde İsrail Büyükelçisi’nin sözünün ne anlama geldiği daha net ortaya çıkıyor. Bu anlamda Türkiye bu gibi endişeleri de dikkate alarak adım atmalı.

***

Lübnan’a asker tezkeresi Salı günü görüşülecek. Yarın AKP parti grubu Meclis’te gece geç saatlerde topluyor. 1 Mart tezkeresinde “şok” yaşayan hükümetin daha dikkatli davrandığı görülüyor. Ancak kamuoyunun kafası halen karışık... Riski “hayli düşük” olduğu söylenen bu görevde Türk askerinin ne tür görevler yapacağı iyi anlatılmalı, askerin oraya niye gideceğinin gerekliliği izah edilmeli. Çünkü, Türk halkının büyük çoğunluğu -haklı olarak- bölgede kan ve gözyaşı döktüren İsrail’e hiç mi hiç güvenmiyor. Herkesin kafasında her zaman olduğu gibi “İsrail’in barış gücünü” sabote edeceği görüşü hâkim.

Kafalardaki soru işaretleri, tereddütler giderilmeli, kamuoyu aydınlatılmalı.

Elbette ki, Türkiye’nin bölgesindeki gelişmelerde de dışarıda kalması düşünülemez…

03.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kehanet gerçekleşiyor mu?



Bölgede Büyük İsrail mi gerçekleşme şansına sahip yoksa bölgenin yeniden taksimi mi? Elbette İsrail’de kimileri, tasavvur ve temenni dairesinde Büyük İsrail düşünü görüyorlar. Bununla birlikte bu fantazinin kuvveden fiile çıkması ve imkân dairesine yükselmesi mümkün değil. Hayal olarak, hayal aleminde kalarak kuvveden fiile çıkamayacaktır.

Ancak bir de B planı var ki bu da Bernard Lewis gibilerinin düşlediği Ortadoğu’nun yeniden taksimidir. İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’yu taksim etmişlerdi. Şimdi ise ABD ve İsrail Ortadoğu’yu İngilizlerden sonra ikinci kez parçalamak istiyorlar. Plana Pentagon da destek veriyor. Bu Ortadoğu’nun yeniden parçalanmasının zaruretini gündeme getirenlerden birisi Bernard Lewis idi. Bunu Pentagon dergisinde yazmıştı. Daha sonra Ralph Peters yine Pentagon dergisinde ikinci kez bu meseleye parmak bastı. Ortadoğu halklarına hiç sormadan hayalindeki Ortadoğu’yu çizdi. Churchill gibi yine cetvelle.

Bölge ırki ve mezhebi sınırlara göre yeniden bölünüyor. Gerçekten de bu çizilenlerin irhasatı yaşanmaya başlandı bile. Irak fiiliyatta üç parçaya bölünmüş durumda. Barzani sonunda Irak bayrağının indirilerek Kürt bayrağının göndere çekilmesini emretti. Irak’ta bir iç savaşı ve bölünmeyi uzak gören Bush’dan ise ses seda çıkmıyor. Aslında 1991 yılında Irak’ın bölünmüş olması gerektiğini ve bu fırsatı kaçırdıklarını Holbrooke bizzat ifade etmişti. Şimdi bu çark dönüyor ve kuvveden fiile yani imkân dairesine çıkıyor. Aslında Holbrooke doğru söylememiş. 1991’de bölünmenin temelini atmışlar. Bu 2003’te defacto hale geldi. Hukuki zemin kazanması biraz daha zaman alabilir.

***

Bu bağlamda, ABD’nin eski Hırvatistan Büyükelçisi ve Irak konusunda uzman olan Peter Galbraith, Irak’ın kuzeyindeki yerel Kürdistan yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesinin kaçınılmaz olduğunu ve Türkiye için en iyi stratejinin, Kürtlerle ilişkileri iyi tutmak olacağını söyledi. ABD’nin başşehri Washington’da bulunan Ortadoğu Enstitüsü’nde bir konuşma yapan Galbraith, Irak’ın bölünmüş bir ülke olduğu gerçeğinin de kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak, “Irak zaten bölünmüş durumda. ABD yönetimi de aksini iddia etmiyor veya Irak’ı yeniden birleştirmeye çalışmıyor” demektedir.

Tarih saati ileriye doğru çalışıyor. Irak’ta bütünlük sağlayabilmek için “tek bir millet anlayışı” gerektiğini, ancak bu anlayışın da da Irak’ta var olmadığını söyleyen Galbraith sözünü şöyle bağlamış: “Kürtler, Irak’ın bir parçası olmak istemediklerini zaten en baştan belirtmişti. 1991 yılından bu yana zaten bağımsız bir Kürdistan var.”

Kirveliğini Amerikalılar yapıyor. Şiiler de müttefikleri Barzani’ye ses çıkarmıyorlar. Zira sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Bu bölünmeden en fazla zararlı çıkacak olan taraf ise Sünniler. Ralph Peters ise gelecekte Sünnilerin yeni bir Finike Devleti pozisyonundaki Suriye ile birleşebileceklerini öngörüyor. Iraklı Sünni milletvekili Salih El Mutlak, Irak’ın kuzeyinde Irak bayraklarının indirilerek Kürt bayraklarının çekilmesi talimatını veren Kürt liderlerini sert bir dille eleştirerek, Kürt liderlerini Irak’a hakaret etmekle suçlamıştır. El Mutlak, “Bugün zorla alınan, başka bir gün zorla yeniden dikilir” demiştir. Haysiyetlerini, halklarını ve topraklarını koruyabileceklerini söyleyen El Mutlak konuşmasını şöyle sürdürmüş: “Hiç kimse, bir başkasının toprağından küçücük bir parça bile alabileceğini tahayyül etmesin...”

***

El Mutlak gibiler birlikten bahsederken vakıa bölünmekten yana seyrediyor. Bunu da herkes görüyor. Şiî kesimlerde de federasyoncuların gücü artıyor. Newsweek dergisinin yazdığı gibi sözün bittiği yerde Sistani’nin ağzını bıçak açmazken şimdi Şiî camiada söz ve güç federasyoncuların ve misilleme ve intikam ateşiyle yanıp tutuşan milislerin eline geçmiş durumda. ABD ise Ralph Peters’in öngördüğü gibi Arapçı Şiileri kollarken İran’ın Irak’taki kolları da Arapçı Şiileri veya Şuubiyeci şiileri avlamakla meşgul. Gemide tepişme devam ederken gemi su alarak yoluna devam ediyor. Ama nereye? Kayalara veya diğer adıyla bölünmeye doğru hızla gittiği bir gerçek.

Pentagon bir iç savaş ihtimalinden söz ederken Bush iyimser bir havada konuşuyor. Ama hava kötümser. Yine NYT’nin haberine göre, mezhep kavgalarının sonucu olarak Irak’taki Iraklı kayıpları keskin bir şekilde tavana vuruyor (Iraqi Casualties Are Up Sharply, Study Finds, 2 September, 2006). Artık Sistani’nin zaptu rapt (restraining) politikası iflas etmiş bulunuyor. Ve Iraklılar bu kardeş kavgasının ateşinden güvenli bölge olarak gördükleri Kürt bölgesine kaçıyorlar. Bereket Arap ve Kürt politikacılarının bozduğunu hadiseler düzeltiyor.

Ralp Peters’in öngörüleri neredeyse bir bir çıkıyor. Selefleri Sudan’ı ikiye taksim ederken üçe bölünme riskiyle karşı karşıya. Güneyden sonra bir de Darfur meselesi ortaya çıktı.

Peters Belucistan’ın da İran ve Pakistan’dan ayrılarak bağımsız bir devlet olmasını öngörüyor. Özgür Belucistan. Nitekim onun kehanetini doğrular bir şekilde Belucistan’da büyük olaylar yaşandı. Polisin bağımsızlık peşindeki Beluci Lideri Nevab Ekber Bugti’yi öldürmesi üzerine büyük bir arbede yaşandı. İngiliz basını Müşerref’in koltuğunun sallanmakta olduğunu yazdı. Arapların ‘fi unki’ zücaca’ dedikleri gibi olaylar bıçak sırtında veya iğne deliğinden geçiyor. Bütün bunlar hayal demeyin. Bir zamanlar Singapur Malezya’nın bir parçasıydı. Daha dün Doğu Timor da Endonezya’nın. Belki deprem olmasaydı sırada Açe bölgesi vardı. Neden Belucistan, Darfur veya Kuzey Irak farklı olsun ki? Bunun böyle olmaması için herkesin müspet yönde çalışması lâzım.

03.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004