Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Ele geçen görüntüler!



“İşte Türkiye’nin konuştuğu cami” başlığıyla verilen haber, gerilim filmlerini aratmayan bir müzikle ekrana sürülüyor.

İnsanı ürpertmek için ellerinden gelen her kurgu yapılmış.

Show TV Haber Özel ekibi, İsmailağa Camiinde kalbinden bıçaklanarak öldürülen emekli imam Bayram Ali Öztürk’ün son nefesini verirken çekilmiş görüntülerini ekrana getirdi.

Görüntüler nedense birkaç gün sonra ekrana servis ediliyor.

Haberde sık sık “Görüntüleri ele geçirdik” gibi ifadeler kullanılıyor. Eğer doğruysa, bu “başarılı bir habercilik...”

Ancak Türkiye’nin şartları gözönüne alındığında, “başarılı bir habercilik” sözkonusu bile olamaz. Dolayısıyla, “ele geçirme” yok, kesinlikle “bir elden gönderme” var.

Görüntülere göre, cami içinde kalbinden bıçaklanan Bayram Ali Öztürk’ü cemaat avluya çıkarıyor. Bu arada içerde bir kargaşa sürüyor. Haberde bu “linç” diye geçiyor.

Yine görüntülerde kalabalık çaresizlik içinde imamın çevresinde toplanmış. ‘Ambülans!’ diye feryat ediyor. Bir kısmı da nabzını kontrol ediyor.

Haber, İsmailağa Camiinin etrafındaki insanların görüntüsüyle kapanıyor. Oradaki insanları adeta rencide eder gibi...

Provokasyonla ne elde ettiler bilemeyiz... Ama bu tür haberlerle, insanların akıllarında istenmeyen görüntü bıraktıkları kesin.

AVŞAR’IN MEKTUBU

Hülya Avşar öksürse gündem oluşturuyor.

Şehit analarına seslendiği mektupla yeni bir gündem oluşturarak, kendinden söz ettirmesini bildi.

Kusura bakmayın, ama ben bu konuda onu samimi bulmuyorum.

Çünkü peşinde koşturduğu görsel ve yazılı medya onun bu hareketini ballandırarak kullanacak, kullandı da.

Avşar, şehitleri gölgede bırakacak açıklamalarla gündem oluşturma gayretini bir kenara bırakmalı.

Özel hayatına özen göstermeli önce.

Mektubun bir satırında;

“Hiçbir şeye konsantre olamıyorum” diyor. Yani hanımefendi “çalışamıyor..”

Lütfen, bu konuyu istismar etmeyin!

İNCE ÇÖPDEMİR

“Gerçeğin Ta Kendisi” (NTV) tam gaz devam ediyor. Kadir Çöpdemir, yeni yayın döneminde yeni haliyle ekranda.

Doğrusu, eski hali daha mı sevimliydi? Şişmanlık konusunu ele aldığı bölümde hayli incelmiş gördük.

Demek ki, şişmanlar bir “sevenini” ve “kalesini” daha kaybetti.

İKBAL YUVADA

İkbal Gürpınar, Kanal D’nin umutla transfer ettiği isimlerdendi. Gürpınar çizgisini kaybetmeden yayın hayatını sürdürdü. İstikrarlı çizgisi ona rating getirmeyince, Kanal D yönetimi kapıyı gösterdi.

Yeni yayın döneminde Samanyolu TV’de “Sabah Neşvesi” adlı programla izleyici karşısına çıkacağı haberlerini okuduk.

Gürpınar, “Ağlamaların, hakaretlerin ve dramların aksine programın izleyiciye umut olacağını” söylüyor.

Programda, “İnsanlara olumlu şeyler anlatacağız. Çünkü kavga, gürültü, dedikodu insanların bağışıklık sistemini bozmuş durumda. Biz insana hayatı zehir eden programlardan farklı bir içerikle çıkacağız izleyicinin karşısına. Onların tam tersine, programımız umut programı olacak” diyor.

Haydi hayırlısı!

REKABET PROGRAMLARI

Yine yayın döneminde şarkıcı Emel Müftüoğlu’na sabah programı yaptıracak (Emel’ce Sabahlar).

Daha önce TRT’de, sonra TV 8’de program yapan Müftüoğlu, şimdi TGRT ekranlarında.

Yeni yayın döneminde özel kanallar, sabah yayın yapan kadın programları için kıran kırana rekabete girecek gibi görünüyor. Bakalım kim, hangi programcı sezonu “başarıyla” kapatacak?

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hâlâ imanımızı tahkikleştiremedikle-rimizden miyiz?



İslâmın öngördüğü imân; genel, taklidî, sathî, yüzeysel, gelenek ve göreneğe dayalı değil; aklî/mantıkî, ilmî, vicdanî, kalbî delillere dayanan güçlü bir iman türüdür. Ki, insan ancak akıl ve bâliğ olunca mükellef, yani sorumlu olur. Bu da, aklî delillere dayanarak İslâmiyete girmeyi gerektirir.

Tahkikî imân; zihnin bilgi merhaleleri olan “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, tasdik, iltizamdan” geçtikten sonra oluşan ve “ilmel-yakîn (ilim seviyesinde), aynel-yakîn (gözlem, müşahede seviyesinde), hakkelyakîn (tecrübe ve yaşama seviyesinde)” mertebeleri bulunan imân, itikad, inançtır. Gerçek imân; akıl, ilim, fikir, araştırma, tahkik, tetkik, inceleme, gözlem, müşahede, sentez ve muhâkeme ile elde edilir.

Gerçek imana şöyle ulaşabiliriz: Aklî, mantıkî, ilmî inceleme, araştırma ve derin tefekkürle, kesin belge, bulgu ve delillere dayanarak ulaşılır. Her şeyi Allah’a dayandırmakla beraber, her şeyin üstünde bulunan Ulûhiyetin (İlâhlığın, yaratıcılığın) mühürlerini, Rubûbiyetinin (atomdan galaksilere, tüm kâinata kadar terbiye ediciliğinin) damgalarını ve kaleminin ince nakışlarını (yine atomdan kâinat sayfasına kadar her varlığın ayrı bir şekil, desende oluşunu); Onun sonsuz isim ve sıfatlarını bu yansımalarda okuyarak Onu bilmek, tanımak, Onu kabul etmek, Ona inanmaktır. Aynı şekilde, sair iman esaslarını da araştırıp, düşünüp, tefekkür süzgecinden geçirdikten sonra kabul etmektir.

Bu tür imân yalnız kuru bir bilgi/ilimle değil, yüksek bir tefekkür ile elde edilebilir. Evet, akıl, kalb, vicdan, idrak, şuûr gibi duyguların ve lâtifelerin de payı vardır. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif sinirlere, muhtelif bir surette taksim edilip tevzi olunuyor. İlimle gelen imân meseleleri dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecesine göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, lâtifeleri kendine göre birer hisse alır, emer. Eğer onların hissesi olmazsa böyle bir imân noksandır.1

İman-ı tahkikî ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha yerinden oynatılamaz. Meselâ, “sekerat denen ruhunu teslim etme zamanında şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Ancak, tahkikî imana bir zarar veremez. Çünkü, tahkikî iman yalnız akılda durmuyor. Hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı yok olmaktan korunuyor.

Gerçek imana ulaşmanın bir yolu da keşif ve şahit olma ile gerçeğe ulaşmaktır. Bu yol ehass-ı havas denilen en yüksek seviyedekilere özeldir. Müşahadeye, görmeye dayalı bir imandır. Ki, pek çok imanı hakikatlerin yansımaları görülür.

Bir diğer tahkikî iman yolu da, vahiy sırrının feyziyle, delillere dayanarak ve Kur’ân’î metodu, yani, ispat ve tahkike dayalı bir tarzda akıl ve kalbin birleşmesiyle, hakkalyakin (bizzat içine girerek, yaşayarak anlama) derecesinde bir kuvvetle zaruret ve apaçık dereceye gelen bir ilmelyakinle iman hakikatlerini tasdik etmektir.

Bu ikinci yol, Risâle-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatidir.2 Yani, tahkikî imanı kazandıran bir sistemdir. Ve isteyen herkes, o eserleri mütalâa ederek, müzakere ederek veya dikkatle dinleyerek tahkikî imanı elde edebilir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 318.;

2- Kastamonu Lâhikası, s. 18.

08.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif meseleler



Erzurum’dan okuyucumuz: “1- İki çocuğu olanlar çocuklarından birisine Peygamber Efendimizin (asm) adını koymazlarsa şefaatinden mahrum kalırlar diyenler var. Doğru mudur? 2- Zübeyir ne anlama geliyor? Kötü anlama gelen isimler değiştirilmeli mi?”

1- Çocuklara güzel isim vermek çocuğun babası üzerindeki haklarındandır ve sünnettir. Sünnet çerçevesinde Peygamber Efendimizin (asm) isimleri, sair peygamberlerin isimleri ve güzel mânâlar ifade eden isimler verilebilir. Çirkin mânâlara delâlet eden isimler verilmez.

Ancak iki çocuğu olup, bunlardan birine Peygamber Efendimizin (asm) isimlerinden birini vermeyenin şefaatten mahrum kalacağı tarzında bir ölçü, bir vücûbiyet, bir ceza ve bir müeyyide Din-i Mübin-i İslâmda yoktur. Bu sözde abartı vardır. Güzel dinimizde abartılara yer yoktur.

Çocuklarımıza “güzel mânâlara” delâlet eden isimler vermemiz sünneti ihya açısından önemlidir ve yeterlidir. Sünnet-i Seniyyeyi ihya edenlerin ise inşallah şefaate ulaşmaları umulur.

2- Güzel isim koymayı tavsiye eden Peygamber Efendimizin (asm) kötü anlamlı veya yanlış anlaşılabilecek isimleri daha güzelleriyle değiştirdiği doğrudur. Meselâ; Harb, Savaş, Acı, Yesâr (sal), Hazn (zor), Asram (kesen), Afire (çorak arazi), Benû Zinye (zinâ oğulları), Şeytan isimlerini anlamsız ve çirkin bularak; Melikü’l-Emlâk (Meliklerin Meliki) ismini Allah’ın gazabını çekeceğini haber vererek—çünkü Allah’tan başka meliklerin Meliki yoktur—; Rebâh (kâr), Necih (kurtulmuş), Bereket isimlerini yanlış anlamaya müsâit bularak çocuklara verilmesini tavsiye etmemiştir. Meselâ, “Bereket orada mı?” diye sorulduğunda, “Bereket yok!” denirse yanlış anlaşılır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bunlardan “Harb” ismini “Selm” (barış) adıyla, “Hazn” adını “Sehl” (kolay) adıyla, “Asram” adını “Zür’a” (eken) adıyla, “Benû Zinye” adını “Benû Reşde (dürüst oğulları= adıyla değiştirmiştir.1

Üstad Bedîüzzaman da sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin; “Zîver” olan ve “süs, ziynet ve bezek” anlamlarına gelen ismini, “yazılmış kitapçık ve risâle” mânâsında bulunan “Zübeyir” adı ile değiştirmiş ve böylece “ismi daha iyisiyle değiştirme” sünnetini ihya etmiştir.

Zübeyir ismi, “yazılı levha, mektup ve kitap” mânâsında olan ve Hazret-i Dâvûd’a (as) inen mukaddes kitabın adı olan “Zebur” ismi ile aynı kökü paylaşmaktadır.

Demek oluyor ki, ilk bakışta yanlış anlaşılabilecek veya yanlış mânâlar çağrıştıran isimleri daha güzelleriyle değiştirmek sünnettir.

***

Kıbrıs’tan okuyucumuz: “Cenâb-ı Hak rızkımızı tayin ettiği halde neden çalışmak zorundayız?”

Çalışmak zorundayız. Çünkü:

1- İnsanız. Çalışmakla yükümlüyüz.

2- Çalışmak helâlinden istemek mânâsında bir fiilî duâdır. Haram kazançtan Allah’a sığınmak ve kazancın helâlini istemek bizim vazifemizdir.

3- Kendisinin ve çoluk çocuğunun helâl rızkı için alın teri dökenleri Cenâb-ı Allah sever.

4- Çalışmak Allah’ın emri ve bütün Peygamberlerin sünnetidir. Cenâb-ı Hak Kur’ân’da, “İnsan ancak çalıştığına erişir”2 buyurur.

5- Kazancımızdan başkalarını da yararlandırmak, başkalarına yardımcı olmak, başkalarını yedirmek, içirmek, giydirmek ve derdine derman olmak büyük sevaptır. Bu sevap ise çalışmakla elde edeceğimiz helâl kazanca bağlıdır.

Hazret-i İsâ’dan (as) sonra gelmiş salihlerden olan Cercîs Aleyhisselâm helâl mal kazanmak için hiç durmadan ticâret eder, çalışır, kazanırdı. Herkesin zekâtını hesapladığı yıl sonu gelince o malının zekâtını değil, sermayesini hesaplar ve fakirlere dağıtırdı. Derdi ki:

“Benim çalışmam, pazarlara gidişim ve ticâretim ancak fakir fukara içindir. Eğer o maksadım olmasa bütün malımı fukaraya yağma ettirirdim.”3

6- Rızkın tamamen Allah’ın ikrâmı olduğunda şüphe yoktur. Rızkın tek zerresi bile bizim mülkümüz değildir. Yaratıcısı biz değiliz. İkrâm eden biz değiliz. Allah’ın yeryüzünde yarattığı rızkı Allah’ın bize hîbe ettiği âzâ ve organlarımızla kazanıyoruz. Bizi ve sahip olduğumuz tüm kuvvetleri yaratan Allah olduğu gibi, bize çalışma gücü veren de, kazancımıza bereket veren de, bizi rızıkla doyuran da hiç şüphe yok ki Cenâb-ı Allah’tır. Helâlinden kazanmakla, helâl yerlere harcamakla ve şükretmekle vazifeli olan ise bizleriz.

Öyleyse bizim çalışmamız, rızkı Allah’ın verdiği hakikati ile çelişmez.

Dipnotlar:

1- Taç, 5/815- 836

2- Necm Sûresi, 53/39

3- Taberî, 3/174

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Şehir merkezlerindeki büyük tehlike



Birkaç il hariç Türkiye’nin bütün il ve şehir merkezlerini gördüm. Özellikle başta iç Anadolu bölgesi olmak üzere bazı illere çok defalar olmak üzere, yüzlerce ilçeye sayısız köy ve mezraya gittim, seminerler, konferanslar verdim ve gönül sohbetlerinde bulundum. TV ve radyolarında konuştum, toprak köy meydanlarından görkemli salonlara kadar halka hitap ettik ve halen de imkânlar muvacehesinde devam etmekteyim ve bununla huzur-u İlâhiye gitmek istiyorum.

Bu büyük temaşa ve maratonun içinde, yüzlerce can alıcı tesbitlerim var. Bunların bir tanesi şehir içindeki stadyumlardır. Yani futbol maçlarının oynandığı üstü açık futbol sahalarıdır. Bu futbol maç sahaları Türkiye’de 81 ilin ve 924 ilçenin maalesef üzülerek ifade ediyorum il ve ilçe merkezlerinin çoğunlukla tam merkezlerindedir. İstikbali ve Türkiye’deki nüfus artışını göremeyenler ve hissedemeyenler veya tefekkür dünyası çok dar olanlar bu stadları arzulanmayan yerlere yaptırmışlardır. ‘Yaptırdık da ne oldu?’ veya ‘Şehir merkezinde olsa ne olur?’ diyenlere, bu sahalardan akseden koro halindeki galiz küfürler şamar gibi tokattır. Daha uykudan uyanmayanlar varsa o başka..

Bu makaleyi daha geç zamanda yazmak istedim. Fakat bu Üç Aylar içinde idrak ettiğimiz mübarek Miraç Gecesi Pazar gününe isabet etti. Bu mübarek günde Türkiye’nin 75 bin resmî, 30 bini aşkın kadrosuz camisinde ve mescidlerde, binlerce vakıfta, evlerde, vs. yerlerde herkesin ağzında Allah kelâmı, ‘Medet ya Rabbülâlemin’ sadaları afak-ı semavatı çınlatırken, şehir merkezlerindeki bu top sahalarında koro halindeki ahlâk dışı bağırmalar ruh ve kalbimde derin yaralar açtı. Sabahında yağmur bile yağmadı…

Büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Hazretleri 1911 senesinde Şam Emeviye Camiinde verdiği hutbede bütün İslâm dünyasına yüksek ahlâkı tarif ederken “yüksek ahlâkın menfaat-ı şahsiye değil, menfaat-ı umumiye olduğunu” kendi üslûbuyla anlatıyor. Çokları yüksek ahlâkı bilmiyorlar. Çokları menfaat-ı umumiyeyi bilmiyorlar. Cumhuriyet tarihinde ilk defa bu yıl Diyanet İşleri Başkanlığı “Maçlarda küfür olmasın” diye hutbe okutturdu.

Burada iki sistemin çöktüğünü görüyorum. Birincisi eğitim sistemi, ikincisi şehir imar planı.

Şehir ve ilçe merkezlerindeki stadyumlardan koro halinde çıkan ve önü alınamayan küfürler çökmüş sistemin bariz belgesidir. Hata üstüne hata yapılmaktadır. Nedir onlar? Bu stadyumların etrafında onbinlerce nüfus vardır, bunların çoğu çocuklardır. Bu yaşlarda o stadlardan gelen koro halindeki küfürleri ezberliyorlar, hem de zorla. Çünkü sesi kesemezsin. Bunun vebali kime aittir. Soruyorum, nerede yüksek ahlâk ve menfaat-ı umumiye?

Çıkış yolu yok mu? Elbette var o da şudur: Belediye reisleri ve o şehrin milletvekillerinin en birinci görevleri şehir ve ilçelerin dışına yeni stadlar yapmaktır. Başlayan yerler de var.

Birçok il ve ilçe merkezlerinin dışı tamamen düz arazi. Hava meydanlarını şehir dışına çekiyorsun da, futbol sahalarını neye şehir dışına çekmiyorsun? Küfürleri milletin dinlemesi mecburi midir? Hem de Üç Aylarda. Millet vatandaş sizden bunu bekliyor. Bunlar sizlerin aslî görevinizdir. Koro halinde küfürler şehir merkezinde olamaz..

Peki bu stadlar ne olacak? Buralar bay ve bayanlar için yürüyüş merkezleri olacak. Buraların üstü perdelenecek ve seri konferanslar, konserler verilecek ve düğünler yapılacaktır. Halkın istihdamına çok elverişli cazibe merkezleri ve münbit zeminler olacaktır.

Başkasını ve hem de gayr-ı ahlâkî olarak rahatsız etmek hukuka aykırıdır. Dünyanın medenî ülkelerinde üst katta ağlayan bir çocuk için mahkemeye gidilmiştir. 2006 yılında Almanya’da yapılan Dünya Kupasının tezahüratları kaç kişiyi rahatsız etti. Çünkü maçların yapıldığı sahalar tamamen şehir dışında ve hem de çok yerde ses duvarları var ve küfür olayları da yok, maçlardan 15 gün önce Almanya’da idim, bunları gördüm. Şimdi birileri çıkıp ‘Sporda çağı yakaladık’ diyebilir mi? Eğer derlerse gülünç hale düşerler... İşte manzara bu, öyle ise, gelin enkazı birlikte kaldıralım. Ahlâk yarası çok büyük tehlike..

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tartışa tartışa doğruyu buluruz



Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın “Adlî Yıl açılış konuşması”ndaki beyanları ilgi gördü. Arslan’ın, “Laikliği benimseyenleri dinsizlikle suçlamak ne kadar yanlışsa, Cumhuriyete bağlı olup dinin gereklerini yerine getirenleri suçlamak da o kadar yanlıştır” demesi ve laikliğin tanımının yapılmamış olmasını hatırlatması yeni tartışmalar başlattı.

Arslan, konuşmasının bir bölümünde şöyle demiş: ‘’İnsandan başka hiçbir varlığın dini yoktur. Ne insanlar tarafından oluşturulan kurum ve kuruluşların, ne de tüzel kişiliği olan devletin dini olamaz. Devletin laik olması ilkesini benimseyenleri dinsiz olarak suçlamak ne kadar yanlışsa, Cumhuriyete bağlı olan ve dinin gereklerini de yerine getiren kişileri çeşitli sıfatlarla suçlamak da bir o kadar yanlıştır. Bu tür yaklaşım ve değerlendirmelerin, ülke bütünlüğüne, birlik ve beraberliğine zarar verdiği ve kutuplaşmaya neden olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.’’ (AA, 6 Eylül 2006)

‘Laikliğin’ bütün dünyada bir tanımı olduğu halde, Türkiye’de kabul edilebilir bir tanımının olmaması ciddî bir çelişki değil midir? Laiklik, okul ders kitaplarında ‘din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak tanımlanır, ama uygulama çok farklı. Laiklik birileri tarafından —maalesef— ‘her türlü dinî gelişmeyi engellemek’ olarak yorumlanıyor ve böyle de uygulanıyor. Tartışma da zaten bu noktada çıkıyor.

Bu konuda ‘uzman’ olan pek çok isim, Türkiye’deki laiklik uygulamalarının Fransa’dan daha ‘katı’ olduğu hususunda hemfikir. Böyle bir ‘laikliğin’ halkın büyük ekseriyeti Müslüman olan Türkiye’ye uyum sağlaması mümkün mü? Mümkün olmadığı yakın ve uzak tarihimizin şahitliğiyle sabittir.

Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın başlattığı tartışmaya DSP Genel Başkanı Zeki Sezer de katılmış. İzmir’de konuşan DSP Genel Başkanı Sezer, şöyle demiş: ‘’Sol öteden beri yanlış anlaşıldı, ama kendini yanlış da anlattı. Bizim de hatamız var. ‘Sadece laiklik, sadece ulusal birlik’ diyerek yapılan politikalar, hem laikliğe, hem ulusal birliğe, hem de ülkenin genel politikalarına zarar veriyor en azından yarar getirmiyor. Laikliği korumak, ulusal birliği korumak, toplumun karnı açsa kolay olmuyor.’’ (AA, 7 Eylül 2006)

Anlaşılan, “bir kısım medya” Yargıtay Başkanı Arslan’ın konuşmasını beğenmemiş. Konuşmayı, “Yargıtay Başkanı’nın ‘laiklik’ sürprizi” başlığıyla vermiş olmaları bunu göstermez mi? (Milliyet, 7 Eylül 2006)

Gerek Arslan’ın ve gerekse DSP Genel Başkanı Sezer’in bu tesbitleri haklı tesbitlerdir. Yanlış laiklik tarifi ve uygulaması, en başta ‘laikliğe’ zarar veriyor. Milletin bu tabirden ürkmesine ve küsmesine sebep olunuyor. Laiklik, ‘inançların şemsiyesi’ olarak yorumlansa ve öyle de uygulansa problem kalmayacak.

Bu ve benzeri tartışmaların neticesinin hayırlı olmasını dileyip, bekleyelim...

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Keşke demeden önce



Resepsiyona gelirken biraz durgun bir hali vardı Başbakanın.

Ancak Yargıtay Başkanı Osman Arslan ile birlikte yüksek yargı mensuplarının arasına karıştığında yüzü gülmeye başladı.

Adlî yıl resepsiyonundan söz ettiğimin farkındasınız herhalde.

Asker ve hariciye gibi yargı mensupları da AKP türü muhafazakâr partilere karşı mesafeli duruyorlar.

Bundan birkaç yıl önce bir adlî yıl resepsiyonunda Fazilet Partisi Genel Başkanı sıfatıyla Recai Kutan’a karşı tavırlarını hatırlıyorum da Erdoğan’a gördüğü ilgi karşısında yüzünün gülmesi daha anlamlı geliyor. Önceden sadece Adalet Bakanı şöyle bir uğrar, geçerdi resepsiyon salonundan. Çünkü sabahki açılış programında irticadan başlayıp laikliğin tehlikede olduğundan çıkan Yargıtay Başkanlarının CHP Kurultaylarına rahmet okutan konuşmaları sebebiyle zaten, soğuk bir hava eserdi.

Basın ezberi bozulmasın diye Yargıtay Başkanı Arslan’ın konuşmalarını da, “laiklik uyarısı” anonsu ile geçti. Hem uyarı, hem eleştiri vardı. Ancak tek taraflı değil dengeli uyarıları da vardı.

Başbakanın adlî yıl resepsiyonunda ilgi görüp, millî maç olmasına rağmen bir saate yakın bir süre kalmasını sağlayan, Devlet Konukevinin bahçesinde konuklarla tek tek tokalaşıp, sohbet ederken aldığı teşekkür olmasın. Yüksek yargı mensuplarının eşleri, maaş zammından dolayı Erdoğan’a teşekkür ettiler.

Mehmet Uygun Yargıtay Başkanı olduğu sırada, “Vicdanla cüzdan arasına sıkıştık” demişti. Yüksek yargıya yapılan yüksek zamla cüzdan dolunca vicdanlar da rahatlamış…

Resepsiyona katılım her zamankinden farklıydı. Bunda Başkan Arslan’ın her kesimle diyalog kurmaya çalışan tutumu etkili olmalı. Yüksek yargının başkanları mesafeli olalım derken bazen kendilerini çok kasıp, tepeden bakan, asosyal bir imaj veriyorlar. Ağzını açsan azarlayacak gibi bir tavırları var. Osman Arslan bunun dışında, diyaloğa önem veren bir başkan.

Bir dönemler Uzan’ların televizyonunda yönetici olduğu sırada Erdoğan aleyhinde karalama kampanyası düzenleyen gazeteci Fatih Çekirge de resepsiyondaydı. AKP iktidarının ilk günlerinde, “Bunlar iktidar olduğu sürece medyada bana hayat hakkı yok” diyen Çekirge birkaç yıl medyadan uzak kalmıştı. Kısa bir süre önce Hürriyet gazetesindeki köşesiyle geri döndü. Resepsiyonda Erdoğan’la sohbetlerini izledim, kendisini Pınarhisar Cezaevine uğurlarken yürekli yazılar yazan Ahmet Taşgetiren’in yazı yazmasını engellerken, Çekirge’ye bayağı ilgi gösterdi.

Tezkereyle ilgili değerlendirmesini de o sırada yaptı. “İran’ın nüfuzunun arttığı söyleniyor, sen kabuğuna çöreklenirsen, artar tabiî” dedi. Hani İran’la bir rekabet söz konusu değildi. Hani Şiî hilâline karşı oluşturulmak istenen bir Sünnî kalkanının içine yuvarlandığımız yorumları komplo teorisiydi.

Başbakan bu açıklamaları yaparken, Pakistan Büyükelçiliğinin resepsiyonunda Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın açıklamalar yaptığı haberi geldi. Tabiî hepimiz, Erdoğan’ın, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” şeklindeki talihsiz sözüne cevap verip vermediğini merak ediyorduk. Meslektaşlarımız sormuş, ama konuşmak istememiş. Ama ne söylenmesi gerektiğini de öğretmiş oldu. “Onların her türlü tepkisinin bizim başımızın üzerinde yeri var. Ateş düştüğü yeri yakar. Onun için ne söylenirse söylensin o şehit analarının ellerini öperim.” Bu söz hangi acılı şehit ailesinin acısını hafifletmez.

Resepsiyon da biz siyasileri takip ederken, yargı muhabirleri ortalarda gözükmüyorlardı. Meğer onlar daha mühim bir işin peşindeymiş. Her horoz kendi çöplüğünde ötermiş. Öyle oldu.

“Mustafa Birden konuştu” sözü kulağıma çalınca, neyi kaçırdığımı anladım. Danıştay’a yapılan menfur saldırıdan yaralı olarak kurtulan 2. Daire Başkanı Mustafa Birden desem işin önemini anlarsınız.

Aytaç Kılınç hakkındaki türbanla ilgili yasakçı kararı aldığı gibi, etrafını çizip, çerçevesini belirlemek de Birden’e düştü. Geç oldu ama çok da iyi yaptı. “Bu karar sadece o olayı ilgilendirir” dedi Birden. Sözleri aynen şöyle: “Bu karar bir kişiyi ilgilendiren karar. Sokaktakileri örneğin, Tarım Bakanlığı’ndaki mühendise bunu uygulayamazsınız. Hastanede çalışan bir doktora, dışarıda giyinen bir doktora uygulayamazsınız. Bu sadece bir davacının, verdikleri bir müdürlüğün geri alınmasına ilişkin bir karar…”

Açıklamalarından sonra gördüm Birden’i. Etrafı yüksek yargı mensuplarıyla çevriliydi. Yani bu öyle köşede bucakta yapılan bir değerlendirme değil. Türbanla ilgili kararından sonra karanlık bir suikaste maruz kalmış birisi olarak daha sert konuşması beklenmez mi?

O acısını içine gömüp, kin ve nefretle değil, kararının çerçevesini belirleyip, abartma ya da önemsememe gibi bir tehlikeye maruz kalmamasını sağladı. Tabiî kulak verilirse...

Danıştay kararı üzerine sokakları dahi yasaklı alan ilân eden Cumhurbaşkanı Sezer ile CHP’nin, Birden’in, “Bu tamamen dışarıda olan, çarşıda pazarda, şurada, burada olan bir bayana uygulanacak karar değil” sözlerine de kulak vermesi gerekiyor.

Sezer ve Baykal, herhalde Birden’in laikliğe olan inancından şüphe edecek değiller.

Resepsiyonun yapıldığı bahçede meslektaşlarımdan Birden’in açıklamalarını dinlerken, “Başkan keşke o zaman konuşsa da bu kadar gerilim yaşanmasaydı” diye hayıflanmadım değil. Sanıyorum siz de keşke daha önce olsaydı demekten kendinizi alamadınız...

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB süreci ve Lübnan



Hükümetin AB sürecinde yavaşladığı eleştirilerine özellikle Başbakanın sert ve öfkeli tepkiler verdiğini defaatle gördük.

Dışişleri Bakanı da bu eleştirileri kabul etmedi, ama üslûbu daha mutedildi. Dahası, geçen yasama döneminde bunlara zımnen hak verdiği anlamına gelen bir adım attı:

9. reform paketini gündeme getirdi ve bu pakette yer alan düzenlemelerin Meclis tatile girmeden önce kanunlaşacağını söyledi.

Ama ardından, Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü, paketin o takvim içerisinde çıkmasını “eğer mümkün olursa” kaydına bağladı.

Ve sonuçta Gül’ün değil, Çiçek’in dediği oldu. Pakette yer alan kanunlardan sadece birkaçı Meclisten geçti, diğerleri kaldı.

Buna mukabil, TMK’da aynı şeyin yaşanmasına müsaade edilmedi. TMK çıktı, reform paketi beklemeye alındı.

Brüksel'in bu duruma tepki göstermesi üzerine evvelâ Gül, sonra Erdoğan yarım kalan 9. reform paketini tamamlamak için Meclisi erken açacaklarını söylediler. Hattâ bunun için “19 Eylül” diye tarih de verdiler.

Ama Lübnan’a asker meselesi bu sözü unutturmuş görünüyor. Çünkü tezkere için Meclisi 5 Eylül’de apar topar toplayıp istenen kararı çıkarttılar. Sonra da oturumu yöneten Başkanvekili Nevzat Pakdil, “1 Ekim’de tekrar toplanmak üzere” toplantıyı sona erdirdi.

Buna rağmen hükümet 19 Eylül’de bir olağanüstü toplantı çağrısı daha yapar mı?

Yapabilir. Yapması da lâzım. Çünkü bu noktada verilmiş bir söz var. Dahası, Ekim ayının ilk haftasında açıklanması beklenen ilerleme raporu öncesi 9. paket en azından Meclisten çıkmış olmalı ki, rapora aksetsin.

Gerçi söz konusu paketin tatminkâr ve beklentilere cevap verebilecek bir muhtevaya sahip olduğunu söylemek de mümkün değil. Ama hiç değilse görüntüyü biraz olsun kurtarmak açısından nisbeten işe yarayabilir.

Çünkü çoktandır gözlenen, dikkat çeken ve giderek daha fazla eleştirilen tablo şu:

Hükümet AB’yi iyice boşladı. Buna karşılık Lübnan işine sarıldı. “AB dururken niye Lübnan?” eleştirisini ise şu mantıkla cevapladı:

“Lübnan’a giden ülkeler AB’nin lider ülkeleri. Fransa, İtalya, Almanya. Onlar giderken biz gitmezsek ciddî bir kırılma olur. İlerleme raporu da çok sert çıkar.“ (Hürriyet, 4.9.06)

“En yetkili ağız”ın Fatih Çekirge’ye söylediği bu sözler ne ölçüde gerçeği yansıtıyor?

“Lübnan’a asker göndermek” de kaşla göz arasında AB kriterleri arasına mı girdi?

Tabiî, öyle birşey yok. Nitekim AB uzmanı Cengiz Aktar, daha önce Bosna’ya AB gücüyle birlikte asker gönderdiğimizi, ama bunun üyelik sürecine olumlu veya olumsuz bir etkisi olmadığını vurguladı. (Akşam, 5.9.06)

İlerleme raporunun muhtevasını belirleyecek olan kriterler belli. Bunların önemli bir kısmı, Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonunda benimsenen raporda tekrarlanıyor.

Hükümete düşen, bu kriterlere göre, bilhassa demokratikleşme reformlarını sürdürmek olmalı. Bunlarda ipe un sererken, “Reformları aksattık, ama Lübnan'a asker gönderdik” gibi mugalâtalarla oyalanmak değil.

08.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Lübnan çeşitlemesi



SEYMOUR M. HERSH Lübnan savaşının önceden planlandığını ve Amerikalıların İsraillileri bu meyanda kışkırttıklarını yazmıştı. İhtimal ki doğrudur. Bununla birlikte aslında İsrail’in 2000 yılında çekildiği Lübnan sınırı nispeten istikrarlı idi. Karşılıklı güvenlik ihlâllerine pek rastlanmıyordu. Tartışmalı Şaba Çiftlikleri dışında aslında iki ülke arasında bir toprak ihtilâfı da yok. Üstelik İsrail, Lübnan’da başını belaya da sokmak istemiyor. Bundan dolayı Hizbullah’ın 11/12 Temmuz’da İsrail’in derinliğine girerek 8 askerini öldürmesi ve ikisini esir alması İsrail’i beyninden vurdu. Bundan dolayı o sırada danışmanlarıyla veya kurmaylarıyla Gazze saldırılarını görüşmekte olan Olmert’in Lübnan haberini duyması üzerine ani karar verdiği biliniyor. Bu, Amerikalıların İsrail’i Hizbullah üzerine kışkırtmadığı anlamına gelmez. Ama zamanlaması kesinlikle Hizbullah’ın saldırısıyla bağlantılıdır.

İsrail Hizbullah’ın füzelerini tehdit olarak görse de aslında onun ötesinde Lübnan’la bir alıp veremediği yoktur. Sadece istediği orada dost bir yönetimin işbaşında olmasıdır. Bu açıdan Olmert yönetiminin Lübnan saldırısının görünmez hedeflerinden birisi Hizbullah ile diğer Lübnanlılar arasında bir iç savaş çıkartmak olduğu gibi burada rejimi değiştirerek daha İsrail yanlısı bir rejimi işbaşına getirmek olduğu da söylenmişti. Ama ani hareket ettiği ve kendisine güvendiği için İsrail hesap hatası yapmış ve gafil avlanmıştır. Kendisine çok güvenmesinin kurbanı olmuştur. Öfkeyle kalkan, zararla oturur misali böyle olmuştur. Hizbullah’ın eyleminden sonra ‘Bunu İsrail’e kimse yapamaz’ diyerek orantısız bir tepki göstermiş ve bununla caydırıcılığını bir kez daha ortaya koymak istemiştir, ama tersi olmuştur. Bu bakımdan, Türk askerinin de katılacağı barış gücü büyük ölçüde güvende olacak. Zira İsrail ağzının payını almıştır ve bir kez daha saldırmak için çok ince eleyip, sık dokuyacaktır. Hizbullah ise böyle bir saldırının Lübnan için yıkım olduğunu biliyor ve bundan dolayı savunma pozisyonunda kalacağını söylüyor. Bunlar dikkate alındığında Timur Göksel’in de yerinde dediği gibi risk asgari düzeyde olacaktır. Bu da katlanılır bir durumdur.

***

Hizbullah’la ilgili kaygılarında BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Türkiye’deki tezkere muhaliflerinden daha hassas olduğu görülmüştür. Öyleyse bizim muhalefet kimin adına bu kadar hassasiyet gösterdi? Hizbullah’ın silâhsızlandırılmasının kendi işleri olmadığını kati bir dille ifade ederken bu yöndeki ısrarın problemin çapını daha da genişleteceğini söylemiştir. Çok biliyorsa gelsin bunu İsrail ABD ile birlikte yapsınlar. Oraya gidecek güç ise Antony Lahd gücü değil tarafsız güçtür.

Türkiye’deki tezkere muhalifleri çok ilginç, kraldan fazla kralcı idiler. Lübnan da bile Ermeniler dışında bu kadar tezkere muhalifi yoktu. Sanırsınız ki bu tezkere barış gücü için değil, savaş gücü içindi. Bundan dolayı da Bush ve Blair bile savaş kararını bizdeki Lübnan tezkeresinden kolay almıştır. Bölgede Türk askeri değil, Blair istenmiyor. Hem Filistinliler, hem de Hizbullah tarafından.

Tezkere öncesinde İstanbul’da tezkere muhalifi bir toplantıya katılmıştım. Orada bulunanlardan bazıları Lübnan’da bulunan gazeteci Murat Utku’dan Timur Göksel’in konuşmalarını fazla yansıtmamasını, zira onun asker celbine taraftar olduğunu söylüyordu. Bu hususta peşinen ve kategorik olarak taraf olmuşlar ve bu anlayışlarına uymayan verilerin sansür edilmesini istiyorlardı. Aynı şeyler Sefer Turan’ın da başına gelmiş. Fadlallah’ın ‘Bilâkis Türk askerini istiyoruz’ demesine kızan çokları neden bu görüşmeyi yayınladığını sormuşlar. Sansür istiyorlarmış. İktidar veya muhalif olunur, ama gerçeklerden kopuk olarak olmaz. Bu ancak ülkeye ve de bölgeye zarar verir. Muhalefet bu meselede kelimenin tam anlamıyla çuvallamıştır.

***

Başbakan’a ‘Anan’ı da al git’ diyenler herhalde Annan’ın Ankara’daki destek konuşmasından derin bir hayal kırıklığına uğrayarak ifadeyi ‘Annan’ı da al git’e çevireceklerdir. Gerçi bu hususlarda başbakan meramını anlatırken Kasımpaşalılıktan da taviz vermiyor. “Askerlik yap gelip yatma yeri değil” deyince millet onu güncelleştirerek şuna çevirdiler: ‘Lübnan, yan gelip yatma yeri değildir’. Evet süreçte böyle kazalar da oluyor. İsrail en fazla Lübnan’ın güneyi ile Beyrut’un güneyini vurdu. İkisi de Şii kesimi. Beyrut’un güneyine kenar mânâsında Dahiye diyorlar. Ama Türk tv kanalları Dahiye’ye dahiyyeye çevirdiler. Bunu bilmeden yaptılar, ama ihkak-ı hak oldu. Zira dahiyye kurban demektir ve gerçekten de Dahiye son saldırılarda İsrail’in kurbanı yani dahiyyesi oldu.

08.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004