Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Hayırlı ekonomi

Hayırlı Ekonomi, Schumacher’in 70’lerin ortasında ABD’de verdiği bir dizi konferanstan derlenmiştir. Kitabın çıkış noktası, bir çok açıdan, "Küçük Güzeldir", "Aklıkarışıklar için Klavuz" adlı kitapların bir uzantısı olmaktan çok, yansımasıdır. Bir bütün olarak alındığında, Hayırlı Ekonomi, Schumacher’in teknoloji seçiminin zengin olsun, fakir olsun her ülkenin karşı karşıya bulunduğu en kritik seçimlerden biri olduğu şeklindeki dâvâsını tamamlıyor ve belirginleştiriyor. Fakir ülkeler, şayet kırsal kitlelere kendilerini fakirlikten kurtarma şansı verilecekse, ihtiyaçlarına ve kaynaklarına uygun teknolojieri—vasat teknolojileri—temin etmelidir; zengin ülkeler ise daha küçük, fazla sermaye gerektirmeyen, hammade taleplerinde daha az haris ve çevreye şiddet saçmayan yeni bir teknoloji ihtiyacını çok daha fazla duyuyor. Bu tesbitlerden harekete yazar, nezih bir hayat standartına ulaşma yolunda fakir ülkelere yardım edilmesi; zengin ülkelerin daha mütevazi, şiddete dayanmayan, sürdürebilir bir hayat tarzı için çalışması gerektiğini savunuyor. (Hayırlı Ekonomi, Schumacher, İz Yayıncılık)

E. F. Schumacher, Hayırlı Ekonomi (Good Work) adlı kitabında ince ama derinlikli tesbitlerde bulunur. Bu meyanda, bizim şu çağdaki duruşumuzu tarif için, yeni evlenecek bir kız ile otuz küsûr yıl evli bir hanım arasında geçen bir konuşmayı zikreder. Bir yolculuk esnasında karşılaşan bu iki hanımdan, genç olanı diğerine “Evlenmek üzereyim. Siz ise uzun süredir evlisiniz. Bu kadar zamandır kocanızla nasıl geçinebildiniz?” diye sorar. Yaşlı kadının cevabı “Gerçekten çok kolay!” şeklindedir: “Ben önemsiz şeylerle ilgileniyorum, kocam da önemli şeylerle ilgileniyor.” Ne ki, bu cevap genç kızın merakını tatmin etmez. “Bana biraz örnek verir misiniz?” ricasında bulunur. Yaşlı kadın, bunun üzerine, ilgilendiği ‘önemsiz işleri bir bir sıralar: “Gelirimizi nasıl harcayacağımızla, çocukların hangi okula gideceğiyle, taşınıp taşınmayacağımızla ve nerede oturacağımızla.. ben ilgileniyorum.” Bu cevap karşısında hayrete düşen genç kız, uzayıp giden bu liste karşısında “Allah aşkına!” diyecektir, “Peki kocanız nelerle ilgileniyor?” Yaşlı kadın, bunun üzerine, kocasının meşgul olduğu ‘önemli şeyleri sıralamaya başlar: “Çin Birleşmiş Milletler’in üyesi olsun mu, olmasın mı? Washington’daki hükûmet nasıl reformdan geçirilmeli? v.s.”

Schumacher, tahlilinde üzerimize farz olan işleri bırakıp üzerimize farz olmayan işlerle uğraşmanın bizi sevk ettiği nihaî durumu şöyle dile getirir: “Doğru şeyi yapmıyorsak, yanlış şeyi yapacağız ve dolayısıyla tedavinin değil, hastalığın parçası olacağız demektir.” 

Ekonomi bilimine 20. yüzyılda ahlâkî değerleri katan ilk ekonomist olma ünvanına sahip, John Kenneth Galbraith, şöyle diyor. “Zenginler fakirlere yardım etmeli; gelir dağılımı adil olmalı; çevre bu kadar çok tahrip edilmemeli; silâhlanmaya ayrılan bu servetler temel ihtiyaçlara harcanmalı, zengin ülkeler fakir ülkelere yardım elini uzatmalı” gibi birçok “ahlâkî öğüt”te bulunuyor. İki yazar da benzer görüşleri dile getiriyorlar.

Bizim inancımız zenginle fakir arasındaki meseleleri koyduğu kural ve kaidelerle temelden çözmüştür. Sosyal güvenlik alanında İslâmın getirdiği en büyük yardımlaşma ve teminat tedbirlerinden biri ve en önemlisi zekâttır. Bediüzzaman, bu konuyu açıklarken, toplumdaki kavgalar ve fesadın asıl kaynağı olarak şu iki kelimeyi ifade etmektedir: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne”, “İstirahatım için zahmet çek, sen çalış ben yiyeyim.” Birinci kelime ben merkezciliği, ikinci kelime de çıkarcılığı sembolize eden düşünce ve davranış kalıplarıdır. Bediüzzaman birinci kelimeye karşı zekât kurumunu vurgulayarak zenginin fakiri düşünmesini; ikinci kelimeye karşı da üretmeden para kazanmayı sağlayan paranın satılmasını, yani faizi onaylamayarak reçetesini sunmaktadır. Zenginin yoksula yardım ve şefkatle yaklaşmasında, yoksulun servet düşmanı olmamasında, kin, öfke, nefret hissetmemesinde bu düşünce sisteminin önemini vurgulamaktadır.

Doğru şeyi yapmazsak, yanlış şeyi yaparız. Hayatın her safhasında insanlar ve  devletler doğru olanı yapmalılar. Bugün bütün sıkıntıların sebebi yapılanların yanlış olduğundandır. Doğru, insanı ve toplumları huzura ve mutluluğa götürendir. Doğru zekâtı vermektir, sadaka vermektir. Doğru, Kur’ânı fert ve toplum hayatında yaşamaktır.

Mehmet Abidin KARTAL

07.10.2006


Sevgili Osman Alper de gitti dünyadan

Koca bir çınar, ömrünü Nur’a vermiş tavizsiz hayat. Sevgili Kürt Osman, sessiz sedasız şu fani dünyadan göçüp gitti... Allah gani gani rahmet eylesin.

Geçen sene, yani bir sene yirmi gün evvel sevgili hanımı, bizim de sevgili ablamız Ümmihan Hanımefendi vefat etmişti.

Kürt Osman denilmezse kimse onu tanıyamaz. İhlâs yüklü, Risâle-i Nurlara gönül vermiş, ümmî, okuma yazması yok, ama tam bir Nur Talebesi, nur âbidesi...

Esasen onun vasfını sevgili Hüseyin Gültekin kardeşim tam çizmiş. Biz ise yarım asırdan fazla onunla geçirdiğimiz günlerdeki unutulmaz hatıraları sevgili nur kardeşlerimize aksettireceğiz.

Karakollar, takipler, tutuklamalar onu aslî vazifesinden hiçbir zaman alıkoymadı. Ekseri 1960’dan sonraki yıllarda, dershane ve evler takipten kurtulamıyordu. Bir baskı, bir istibdat vardı o kara günlerde. O günlerde Malatya’da ümmî, okuma yazması olmayan Osman Ağabeyimiz gibi on kişi ya vardı, ya yoktu... Onlarla, bu kudsî hizmeti yere düşürmeden buralara kadar elden ele getirdik hamdolsun. Şimdi onlar hepsi kabrin öte tarafında. Allah hepsine ganî ganî rahmet eyleye.

Bir keresinde Osman Ağabeyimizi polisler almışlar; savcılık, sorgu hakimliği derken, sorgu hakimi soruyor: “Kaç tane çocuğun var?” Osman Ağabey diyor ki; “Beş tane.” “Öyleyse seni beş altı ay hapiste yatırayım da, çocuklarına kim bakacak?” Sevgili Osman Ağabeyimiz, bakın hakime ne diyor: “Hakim Bey! Benim okuma yazmam yok, kardeşler okuyor, ben dinliyorum. Ama siz beni beş altı ay hapiste yatırırsanız, Cenâb-ı Hak sizin gibi bir hakimin kalbine merhamet bırakır, siz de gider benim çocuklarıma bakarsınız.” Hâkim Bey hem gülüyor, hem de beraati veriyor.

Kürt Osman hepimizin ağabeyi idi. Bir yanlışımızı görse, bize kızsa, ihlâslı samîmî olduğu için onu hoş karşılar, baş tâcı ederdik.

Yanılmıyorsam 1960’tan sonraki yıllarda, yine ümmî bir ağabeyimiz, üç erkek çocuğunu, sünnet olma zamanı geldiği halde maddî imkânsızlıklar sebebiyle sünnet yaptıramıyor. Dershanede vakıf olan bir kardeşimiz, sırf iyi niyetle çocukları bir güzel sünnet ettiriyor, sonra da onları bir taksiye koyup eve götürüyor. Çocukların babası ağabeyimiz, bir kızıyor bir kızıyor ki kimse üstesinden gelemiyor. Ortalık darmadağın. Biz de sevgili Kürt Osman ile bir hediye alıp, çocukları görmeye niyet ediyoruz. Ne var ki ağabeyimizin böyle kızgınlık hâlinden dolayı, kimse güvenip çocukları görmeye gidemiyor. Sevgili ağabeyimiz Osman, kolları sıvayıp doğru ağabeyimizin evine gidiyor. Allah rahmet etsin, o da kabrin arka tarafına gitti. Osman Ağabeyimiz bir kızıyor ve diyor: “Çocuklar büyümüş, o kardeş sana bir iyilik yapmış, ne kızıyorsun? Eğer istiyorsan gidip davul düdük getireyim.” Ve böylece meseleyi sakinleştirip işi oluruna bırakıyor.

Osman Ağabeyle çok hatıralarımız var, hangi birini anlatayım? Otuz seneye yakın fabrika hayatımız, emekli olduktan sonra da hep beraber ders, dershane, büro... Buralarda devir dâim yaptık, bir gün olsun gazetemizi bırakmadı.

Son zamanlarda hafıza kaybı olduğu için hem derslere gelemiyor, hem de gazeteyi alamıyordu. Bir defasında dersten çıktık, “Osman ben seni eve götüreyim” dedim, o “Yok ben giderim” dedi. O gün evi bulamamış, sabaha yakın bir gece bekçisi onu eve bırakmış. Ne kadar üzülmüş, hüzün duymuştum.

Hemen hemen haftada bir ziyaretine giderdim. Bazan da kardeşlerle birlikte giderdik. Ben bazan sorardım: “Osman Ağabey bunları tanıyor musun?” Onların yüzüne bakar, “Görmüş gibiyim ama hatırlayamadım” derdi. “Ya beni tanıyor musun?” dediğimde, “Seni tanımayan mı var, sen Celâl’sin” derdi.

Vefatından bir hafta önce, büyük oğlu Mehmet de yanında kalıyordu. Oraya kardeşlerle ziyaretine gittik. Yatıyordu, ama iyiydi. Biz biraz da şakalaşırdık. Ben “Osman Ağabey, ablam seni çağırmıyor mu?” derdim. Hem gülüyor, hem de sanki diyor ki “Allah beni elden ayaktan düşürmesin.” Hakikaten Cenâb-ı Hak onu elden ayaktan düşürmedi. Hiç kimseye yük olmadı; sevilir sayılırken, şu dünyayı bırakıp ebedî bir saadete gitti. Kabri pür nur olsun.

Bütün akraba ve dostlarına, çocukları Mehmet, İbrahim ve Ahmet’e, torunlarına baş sağlığı diler, taziyetlerimi sunarım.

Celâl YALÇIN

07.10.2006


Avrupa’nın desteği lâzım

Öyle anlaşılıyor ki, biz bu işi Avrupa’nın veya Avrupalının desteği ile başaracağız. Gerçek demokrasiye geçmemiz onların desteği ile olacak.

Malum son açıklamalar “yeni bir 28 şubat mı?” sorusunu gündeme taşımıştı. Ancak, yabancı diplomalardan gelen beyanatlar ve ABD’nin tavrı olayı yumuşatmış oldu. Kazasız belasız atlatırız diye düşünüyorum.

İlk destek, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye Temsilcisi Bay Hansjörg Kretschmer’den geldi. Onu AB’nin “Genişlemeden Sorumlu Komiseri” Bay Olli Rehn izledi. Son noktayı ABD’nin Ankara Büyükelçisi Bay Ross Wilson koydu.

Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye Temsilcisi Bay Hansjörg Kretschmer’in “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sivil denetim altında olmadığı” ve “Türkiye’nin (bu açıdan) henüz tam demokratikleşmemiş bir ülke görüntüsü veriyor” demesi hayli gürültü kopardı.

Aslında bu sözleri ülkesi ile görev yaptığı ülke arasını bozabilirdi. Çünkü onun temel görevi “temsil ettiği dünya ile nezdinde görev yaptığı dünya arasında anlayış ve işbirliğini geliştirme”dir. Ama o bunu değil tersini yaptı ve bir noktada kendi kariyerini tehlikeye sokan bir açıklamada bulunmuş oldu. Bunu niye yaptı? Sanırım onlarda bunun (destek vermelerinin) gerekliliğine inanmış olacaklar ki, böyle davranıyorlar.

Bunu takip eden konuşma AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’den geldi. Bay Rehn “Avrupa demokrasilerinde ordu, sivil kontrol altındadır” dedi ve ardından Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesine değinerek “Bu madde hiçbir şekilde AB standartlarına uygun bir madde değil. Türkiye, demokratik ve güçlü bir ülke. Böyle bir maddeye ihtiyacı var mı?” diye sordu. Rehn ayrıca Ceza Yasası’nın 301’inci maddesinin tamamen kaldırılmasını talep etti.

Sonra, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Bay Ross Wilson bir açıklama yaptı. “Türkiye’de irtica tehdidi var mı yok mu?” tartışmalarının ayyuka çıktığı gün yapılan açıklamalara —ve genelde siyasi tartışmalara— “kakofonik” diye niteledi, yani ahenksiz ve anlamsız laf yığını (halk dilinde kuru gürültü) dedi.

Sonuç olarak, bu defa AB karşıtları ile demokrasinin gelmesini hazmedemeyenlerin planları tutmamış görünüyor.

Nurettin HAYAT

07.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004