Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ölmüş yeryüzü de onlar için bir delildir. Biz o ölmüş yeryüzünü diriltir, ondan daneler çıkarırız da, yiyip dururlar.

Yâsin Sûresi: 33

07.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Öfkesini tutanın Allah kusurunu örter.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3747

07.10.2006


Bayrama kadar yapılmaya niyet edilen duâ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Sizin leyle-i Berâtınızı ve gelecek Ramazanınızı tebrik eder ve bu gelecek leyle-i Kadri hakkınızda ve hakkımızda bin aydan daha hayırlı olmasını ve defter-i âmâlimize böyle geçmesini Cenâb-ı Haktan niyaz ediyoruz. Ve böylece, bayrama kadar “Allah’ım! Bu Ramazan’da Leyle-i Kadrimizi bize ve sadık Risâle-i Nur talebelerine bin aydan daha hayırlı kıl” duâsını etmeye niyet ettik.

Hem sizin iki mucizeli Kur’ân’ı bizlere bu mübarek aylarda göndermeniz, inşaallah o derece medâr-ı bereket ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak ki, hakkımızda bu Ramazanın herbir günü bir leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden ümit ederiz.

Şimdiden biz tedbir ettik ki, iki Kur’ân’ı, Risâale-i Nur’un buradaki has talebeleri, Ramazan-ı Şerifte, herbiri, her günde bir cüzün sizinle beraber okumakla, Ramazan’ın her gününde bir hatme-i Kur’âniye olarak, mânevî ve çok geniş bir mecliste, Isparta ve Kastamonu’yu ihata eden bir dairede halka tutan Risâle-i Nur talebelerinin ve o dairenin merkezinde sizler bulunmak cihetiyle Risâle-i Nur şakirtlerinin etrafınızda olarak, Nakşîde, “hatme-i hâcegân” tarzında, fakat çok büyük bir mikyasta Risâle-i Nur’un bütün şakirtleri mânen hazır ve o dairede bulunuyor niyetiyle tasavvurla okunmak, o kudsî hatmeyi yapmak Cenâb-ı Hakkın rahmetinden tevfik niyaz ederiz.

Saniyen: Hacı Hafız’ın Sav Köyünün kahraman talebelerinin fevkalâde hizmetleri, oralarda sebeb-i teşvik ve medar-ı gayret ve nümune-i imtisal olduğu gibi, bu havalide dahi onların o harikulâde sa’y ve gayretleri, fevkalâde hüsn-ü misal ve nümune-i gayret olarak ehemmiyetli bir intibah ve iştiyaka sebebiyet vermiş. Kahraman Hüsrev’in onlara dair mektupları, mübarek nüshalar gibi, tembellik, lâkaytlık hastalıklarına müptelâ olanlara şifa olur, ellerde gezer.

Salisen: Sizin buraya gelen kıymettar mektuplarınızı Lâhikaya yazmışız; fakat bazı kelimeleri tayyettik. Müfritane hüsnüzandan gelen cümleleri tadil ettik, gücenmeyiniz.

Rabian: İslamköyü, Kuleönü ortasında olan ve Sıddık Sabri ve Lütfi gibi talebeleri yetiştiren Atabey, Aras karyesi, çok defa hatırıma geliyordu, “Acaba bu köy neden geri kaldı, söndü?” diye düşünüp müteessir oluyordum. Fakat Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Tahir ve Abdullah Çavuş o endişemi tamamıyla izale ettiler, büyük bir teselli bana verdiler. Hatta Tahir’in bu defa bize hediye ettiği Lem’alar ve Yedinci Şuâ’yı bir cilt içinde cilt ettikten sonra mütalâa ettim. Tahirî’de, bir Hüsrev, Bir Lütfi, bir Âsım gördüm. Cenâb-ı Hak ondan ve sizlerden ebediyen razı olsun. Onun o nüshası, burada çok iş görecek inşaallah.

Kur’ân-ı Azîmüşşân ve Mucizü’l-Beyânın, Hizbü’l-Ekberü’l-Âzam namında, Resâilü’n-Nuriyenin menbaları ve esasları olan beş yüzden fazla âyâtları yazdık, bu Ramazanda size göndermeye muvaffak olamadık. İnşaallah bir vakit size gönderilecek.

Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve duâ ederiz. Ve bu mübarek eyyâmda ve leyâlide duâlarını isteriz.

Kastamonu Lâhikası, s. 62

Bediüzzaman Said NURSİ

07.10.2006


Terörün beş çaresi

—Denden devam—

9– Bu durumda, tam ve mutlak adâlet dersiyle, içtimâî hayatta emniyet, selâmet, insaf, uhuvvet ve muhabbeti temin edip Kur’ânî ve nuranî ispatlarla insanları ikna ve irşad etmek sûretiyle, Hak yolunda tamirci ve müsbet bir tarzda çalışmayı tavsiye eder.

10- Bediüzzaman “Vazifemiz hizmettir. Muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değildir. O, vazife-i İlâhiyedir. Vazife-i İlâhiyeye karışmak haddimiz değil” diyerek her dindarlığın özü olan ihlâsla, Allah rızası için, îman hakikatlerine hizmet etmekte maddî muvaffakiyeti esas tutmamak ve sırf uhrevî neticeye müteveccih olmak gerektiği şeklinde verdiği çok mühim ölçüyle hareket edilmesinin önemini ısrarla vurgular.

11 - Anarşi ve terör, maalesef asrımızın gündemden düşmeyen bir belâsı olmaya devam etmektedir. Anarşi ve terörün sebepleri, önlenmesi ve giderilmesiyle alâkalı çok mühim ferdî ve içtimaî ahlâk reçeteleri veren Bediüzzaman’ın, bu hususta mahkeme müdafaalarında da tekrarladığı mühim bir ahlâkî reçetesi vardır:

“Bu milletin ve bu vatanın hayat-ı içtimaiyesini anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs etmek için beş esas lâzımdır ve zarurîdir:

Birincisi: Merhamet

İkincisi: Hürmet

Üçüncüsü: Emniyet

Dördüncüsü: Haramı helâli bilip haramdan çekinmek

Beşincisi: Serseriliği bırakıp itaat etmektir.”

Bediüzzaman’ın bu ahlâk reçetesinin her bir maddesinin ayrı ayrı çok iyi tahlil edilip anlamaya ve anlatılmaya, kabule ve kabul ettirilmeye, yaşamaya ve yaşatılmaya çalışılmasının, ferdî ve içtimaî ahlâkımıza katkı ve faydası çok büyük olacaktır.

12– Asrımızdaki ahlâkî meselelerin bir kısmının da, “aşk” kelimesine yüklenen bazı yanlış, sadece nefsanî ve eksik mânâlarla ilgili olduğu inkâr edilemez. Bediüzzaman, Risâle-i Nur’da “şiddetli muhabbet” dediği aşkın hakikî olanının dersini de verir. Bu kelimeyi en büyük günahlardan zinanın ve ona yakın günahların kılıfı veya çeşitli kitle iletişim vasıtalarında reyting, yazılı basın ve neşriyatta da yüksek tiraj ve rantiyecilikle maddî menfaat için istismar malzemesi olarak kullananlara mukabil o, aşkın hakikîsini ve en yüksek mânâda olanını açıklar. Aşkın, öncelikle ona en lâyık ve hakikî mâşuk olan Allah’a (c.c.) ve ondan sonra da Allah’ın (c.c.) hesabına O’nun mahlûkatına ve mutlaka meşrû dairede olması gerektiğinden geniş şekilde bahsederek, bunun aksinin tehlikelerine dikkat çeker. Şefkatin, aşktan da üstün bir his olduğunu ve mesleğinin dört esasının ilkini teşkil ettiğini belirtir.

13- Türkiye’deki Batılılaşma hareketinin ilk dönemlerinde, öz manevî değerlerimizi hafife alıp, bilim ve teknikte bizi geçmiş Avrupa ve Amerika ülkelerine karşı marazî bir aşağılık duygusunu hissedenler ve bunu içinde bulundukları cemiyette, dehşetli bir manevî hastalık halinde başkalarına da bulaştırmaya çalışanlar, maalesef olmuştur. İslâmiyet hakikatleri, hem manen hem de maddeten terakkiye vesile olduğu halde; “Din terakkiye manidir” teranesiyle yapılan hakikat tahrifâtıyla, dinî inançlarına bağlılık gösteren Müslüman halkımız hafife alınmış, hor görülmüş ve yıllarca tedirgin edilmiştir. Maalesef halkımızdan bu tahrifata kapılanlar da olmuş ve hakikat dini olan İslâm’dan koparak hem kendilerinin hem de onları taklit ile aldananların ebedî hayatlarını mahvetmişlerdir.

Temelleri ve kaynakları bakımından hakikatte yine İslâmın malı olan fen ve san’atı, tevhid nuruyla yoğurarak, Kur’ân’ın bahsettiği tefekkür ve mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onun san’atkârı ve ustası namı ile onlara bakmaya ve baktırmaya çalışmak, ferdî ve içtimaî ahlâkımızın çok mühim hedeflerinden biri olmalıdır. O dehşetli manevî buhran devirlerinde yaşamış ve maneviyatları, ebedî hayatları mahvolan o nesli görmüş olan Bediüzzaman, ahlâk problemimizin bu yönü üzerinde de fevkalâde müessir ve mükemmel yapıcı faaliyetleri göstermiş; yüz binlerce kişinin imanlarının ve ebedî hayatlarının kurtulmasına vesile olmuştur.

Netice olarak, Risâle-i Nur eserlerinde Kur’ân ve hadislerden süzülmüş mânâlar halinde en mühim hakikatleri anlayışımıza yaklaştırmaya çalışıp bizim istifademize sunarak—kendi tabiriyle—bu mevzuda “tercümanlık” yapan Bediüzzaman’ın, eserlerindeki imanî ve diğer hususlar yanında, yukarıda kısa ve özet olarak vermeye çalıştığımız bazı örneklerdeki gibi, insanlığa ders verdiği ahlâkî prensipleri de anlamaya ve tatbike çalışmak, asrımız insanlarının çok mühim bir ihtiyacıdır.

—SON—

(Köprü, Yaz/2006 sayısından alınmıştır)

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

07.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

SECDE:

1. Ey görüneni de, görünmeyeni de bilen Azîz ve Rahîm! (6)

2. Ey herşeyi en güzel şekilde yaratan, insanı da ilk önce çamurdan yaratan; sonra insanın neslini basit ve hakîr bir suyun özünden yaratan! (7-8)

07.10.2006


Risâle-i Nur’u devamlı ve dikkatle okumalı

Risâle-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle değil, bir ihsan-ı İlâhî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teenni ile ve lûgatların mânâlarını öğrenerek, dikkatle okuyabilseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Hem gayet cevval ve faal bir hâle gelirsiniz. O kudsî eserleri günlerce okuyabilmenin İlâhî hazzı ile çırpınırsınız. Bu gibi kıymeti ölçüye sığmayan eserlerle meşgul olabilmek için beş dakikayı bile boşa gidermezsiniz. Ve hem daima cebinizde, çantanızda Nurları taşımak, okumak, daima okumak için zamanlarınızı büyük bir kıymetle kıymetlendireceksiniz. Nurları okumak sevgisiyle, Nurları okumak heyecanıyla, Nurları okumak ihtiyacıyla yanacaksınız.

07.10.2006


Şifa mucizelerinden

Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki:

Gazve-i Hayber’de, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Aliyy-i Haydarî’yi bayraktar tayin ettiği halde, Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm tiryak gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı. Sabahleyin Hayber Kalesinin pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Kale-i Hayber’i fethetti.

Hem o vakıada, Selemet ibnü’l-Ekvâ’nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona nefes edip, birden ayağı şifa bulmuş.

Mektûbât, s. 140

07.10.2006


Takvim

Ezan sesi çın çın çınlar

Gökteki melekler dinler

Bugün orucun on dördü

Kalpler ve de ruhlar serinler

Celal YALÇIN

07.10.2006


Hacı annemin yemekleri

İftara dâvet ettiğimiz misafirler teravih namazına gitmiş, biz de mutfakta bir şeyler yapıyorduk ki cep telefonum çaldı.

Kuzenim Ali telefondaydı.

‘Ablacığım nasılsın ne yapıyorsun, neredesin?’ (Nerede olduğumu artık en yakınlarım bile takip edemiyorlardı)

Karşılıklı hal hatır sorma faslından sonra biraz da beni kıskandırma babından, ‘Biz de hacı yengemin misafiriyiz, iftarı amcamlarda yaptık. Hacı yengemin o nefis yemeklerini yedik, şimdi de senden bahsediyorduk, bir alo diyelim dedik’ diye gerekli bilgileri bir nefeste verdi.

Hacı annemin yemeklerini her Ramazan ayında bir yazı konusu yapıyordum zaten. Bu yıl hiç niyetim yoktu ama onlar istedi ben ne yapayım?

Otuz yıla yaklaşan ev hanımlık hayatımda belki de onlarca kez kuru fasulye yapmışımdır. Ama her seferinde annemin yaptığı kuru fasulye tadını bulamamışımdır.

Hele türlü. Hele tereyağlı bulgur pilavı…

Güveçte yaptım aynı tadı bulamadım, odun ateşinde pişirdim aynı lezzeti yakalayamadım.

Demek ki anaların elinin lezzeti bir başka oluyor. Onların Cennete lâyık görülmelerinin hikmetlerinden biri olsa gerek. Onlardaki şefkat kahramanlığı özelliği pişirdiklerine yansıyor demek ki.

Ne zaman anneannelerden bahsedilse çocuklarım onun odun ateşinde yaptığı sac böreklerini ve gözlemeleri hatırlıyorlar.

Uzun zamandır bizden ayrı olan büyük oğlum geldiği için yemeğe dâvet eden dostlarımızdan eve geldiğimizde, ev sahibesi hanımın yemeklerinin lezzetinden bahsedip yorum yapıyorduk.

‘Yok be anacığım, senin elinin lezzeti bir başka, evet çok güzel yemeklerdi ama ben yine de senin yemeklerinin tadını tercih ederim’ dedi.

Güldüm…

Öyle olacaktı tabiî…

Ben de bu yaşımda annemin yemeklerindeki tadı kendi yaptıklarımda bile bulamıyordum. Bu çok normaldi.

Hacı annemi duâlar etmesi, bize okuması, salçamızı, biberimizi, yaprağımızı yapması için aramıyorduk sadece, elinin lezzetini, bereketli sofrasını da arıyorduk.

Kuzenler, yeğenler bir araya gelmiş, yemiş içmişler. Âfiyet olsun olmasına da, insan azıcık insaf eder bu kadar ballandırmaz ama değil mi?

Bu yazımızı da Üstad Bediüzzaman’ın şu güzel sözüyle bitirelim:

‘Valide en kerim, en rahîm, öyle fedakâr bir dosttur…’

Hülya YAKUT

07.10.2006


NURUN DİLİNDE RİSÂLE-İ NUR

On Birinci ve On İkinci Söz

“On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin i’câzı ve gınâsı ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin”

(Sözler, s. 374)

İlk on iki Söz

“İlk on iki Söz’ün her biri gayet bedî bir tarzda, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-ı Kur’âniyeyi tefsir ve ispat eder.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 114)

On İki, Yirmi Dört ve Yirmi Beşinci Sözler

“On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, aynalarda görülen güneşin misâli gibidir. İşte, daire-i nübüvvet, daire-i velâyetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahâbeler dahi, daire-i velâyetteki sulehaya tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hattâ, velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet—ki Sahâbelerin velâyetidir—bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahâbelerin makamına yetişmez.”

(Sözler, s. 453)

On Üçüncü Söz

“Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın büyük bir vech-i i’cazı On Üçüncü Söz’de beyan edilmiştir”

(Sözler, s. 399)

Hazırlayan: Fatma ÖZER

07.10.2006


İhlâs

“İhlâslılara müjdeler olsun. Onlar fitne karanlıkları içerisinde parlayan, doğru yolu gösteren kandiller gibidir.” (Hadis-i Şerif)

İhlâs samimiyet demektir. Diğer bir anlamda; yapılan iş ve amelin Allah rızası için yapılması demektir.

Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur:

“İnsanlar helâk oldu âlim olanlar müstesna, âlimler de helâk oldu ilmi ile amel edenler müstesna, ilmi ile amel edenler de helâk oldu ihlâslı olanlar müstesna, ihlâslı olanlar da her an onu kaybetmekle karşı karşıya.”

İhlâslı olmak elbette önemli. Ama en önemlisi onu muhafaza etmek. İhlâsı devam ettirmek.

İhlâsı muhafaza etmek için riya ve gösterişten uzak durmak gerekir. Hırs ve tama da ihlâsa terstir. Makam, mal ve mevki düşkünlüğü de ihlâsa manidir.

İhlâsı muhafaza etmek isteyen kimse; yapacağı işlerde sadece Allah’ın rızasını düşünmelidir. Herhangi bir menfaat ve karşılık beklentisi gibi şeylerden uzak durmalıdır. Bir de ölümü çok hatırlamalıdır.

Dünyanın faniliğini düşünen ve bâkî hayatın ahiret olduğunu hatırlayan kimse ihlâsı kendine düstur yapar ve ihlâsı kıracak hareketlerden uzak durur.

Mehmet ERBAŞ

07.10.2006


Şevkli şarkılar

Ortaokul yıllarında en sevdiği, kitapçıya gidip kitapları seyretmek olurdu... Çoğu kez almadan da çıkmazdı… Birer ikişer derken küçük bir kütüphane kurmuştu kendine… Yolda otobüste okur, okuduklarını etrafına heyecanla anlatırdı… İlk aşkı gibiydi sanki…

Küllenen aşk gibi hayatına nüfuz etti kitap… Yalnızlığını kitap bahçesinde gezerek gideriyordu…

Her gün yeni bir şeyler öğrenmek, her gün yeni insanlar tanımak için yollarda yıllardır... Hayat felsefesini yenilemek için çocukluk hayallerine dalar, yarınki yol haritasını çizer… Sisli yollarda el feneri gibi geçmiş hayalleri…

Geçmiş geçmiş değildir, yarın onunla yeniden yüzleşecektir… Öyleyse bugün köprüleri iyi kurmalıdır… Şevk duyuyorsa yaptığından, şavkı yakalamıştır… Işık hikmeti olmadan hayatın hareketi ve rengi nasıl görünecek?

Ay’a hayranlığı o yıllara dayanır… Hayat düşüncelerini Ay’la yüzleştirir oldu ne zamandır… Ağlasa da, gülse de o aynada seyreder kendini…

Yarının enginliği dünün derin düşüncelerinde… Dün duru duygularla yapılan tefekkür, yarın yol azığı olarak çıkar karşımıza…

Şevk şavkını yakalamak isteyen kendi geçmişini iyi incelemeli… Hayatının köklerine indiğinde bugünü bulacak, yarına da bugünden hazırlanacaktır…

Ben neyim, ne olmak istiyorum, nereye varacağım? Bu soruların cevabı çocukluk coşkusuyla oynadığımız oyunlarda, kurduğumuz hayallerde gizli…

Kendini bilmek için önce kendini dinlemesini bilmeli… İçinin sesini bastırmak yerine kalp kulağını iyi açıp dinlemeli… Zırvalarla kulağımız paslanmadıysa, O coşkulu ses bizi zirvelere çağıracaktır…

Zirvelere şevkle çıkılır… Şevk ise içimizde depolu… Anahtarı ise kalp kapısında asılı… Uzanmak için de uyanmalı, ayaklarımız üzerine basmalıyız…

Ninnilerle uyumak yerine içinin şevkli şarkılarıyla uyanmak… Şavklı yarınlar için bugün gerekli…

Hüseyin EREN

07.10.2006


Takvim

On dörtte yarıya yakın,

Ey nefsim günahtan sakın.

Düşme şeytanın tuzağına,

Orucun şerefini takın.

Ferhat ÖĞMEN

07.10.2006


Onun (asm) sünneti edeptir

Varlığımızı borçlu olduğumuz Hz. Muhammed’in (asm) hakkını ödemek, ancak ve ancak sünnetine tabi olmakla mümkündür. Çünkü kulluğun en mükemmelini dahi o (asm) yapmıştır. Yüce Yaratıcımız “Ey Habibim, sen olmasaydın bu âlemleri yaratmazdım!”1 buyurmuştur. Evet böyle bir Peygambere (asm) ümmet olmakla şereflendirilmişiz. Ücretimizi peşin almışız, teşekkür etmek bizim üzerimize bir borçtur. Hâtemü’l-Enbiya ve Kalplerin Tabibi oluşuyla, teşekkürün yolunu dahi bizlere o öğretiyor. Açtığı Sünnet-i Seniyye yolunda yürüyenler, hem Allah’a kul olmanın şuuru, hem de Resûlüne (asm) ümmet olmanın şükrü ile hareket ediyorlar.

O yalnız insanların değil, cinlerin dahi rehberi. Bir dönemin değil, asırların peygamberi. Bize sunduğu en edepli örnek hayat modeli, asırlardır nuraniyetini muhafaza ediyor. Ve müjde veriyor: “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız, o emanetler Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberinin (asm) sünnetidir.”2

Bediüzzaman, sünnetin önemini şöyle bildiriyor: “Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın.”3 Evet o (asm), yüce Yaratıcının terbiyesinde ve Cebrail’in (as) arkadaşlığındaydı. Bunu yine onun fermanından öğreniyoruz: “Rabbim bana edebi güzel bir sûrette ihsan etti, beni edeplendirdi”4 buyurmuştur.

Adeta ümmeti için yaşadı. Bütün beşerî muameleleri, sözleri edepli ve nurluydu. Onun içindir ki, iksirli ve hikmetliydi, tesiri hâlâ devam ediyor ve edecek. Hariçte nur ve hikmet aramaya ihtiyaç yoktur. Onun ahlâkı en üst seviyedeydi. Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmıştı. Hz. Aişe Validemiz, “Adeta yürüyen Kur’ân’dı” diye tarif eder. Çünkü Allah’tan en çok korkan, en çok itaat edendi. Ümmetine şefkatinde dahi zirvedeydi. Allah’ın Rahman isminin cisimleşmiş haliydi. Yüce Yaratıcı Kur’ân’da: “Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir”5 buyuruyor.

Yaratılış sırrına, fıtrata en uygun hayat tarzı onun hayatında mevcut. Günlük âdetleri ibâdete çevirmenin tek yolu, “Sünnete uygun yaşamak”. Bir hadis-i şerifinde: “Kim ümmetimin fesada gittiği zamanda benim sünnetime sarılır, hayatında onu tatbik ederse, o kimse yüz şehidin sevabına nâil olur”6 buyurmuştur.

Dipnotlar:

1-Keşfü’l-Hafa, 2:164 (H.2123)

2-Muvatta, 46/3.

3-Lem’alar, s, 106.

4-Acluni, Keşfü’l-Hafa, 1:70.

5-Et-Tevbe, 9/128.

6-Feyzü’l-Kadir, H.9:171.

Necmi ÜNLÜ

07.10.2006


SORULARLA ORUÇ

* Yıkanırken kulağına su kaçan birinin orucu bozulur mu?

Oruçlu iken kulağa su kaçarsa, dimağa ulaşmadıkça oruç bozulmaz. Dimağa ulaşırsa bozulur.

* Sigara içmekle oruç bozulur mu?

Sigara keyif verici olarak içildiği için, bilerek sigara içmekle oruç bozulur.

* Pasif sigara içiciliği ile oruç bozulur mu?

Sigaranın pasif içiciliği demek, sigara içilen bir odada bulunarak farkında olmadan sigara dumanına maruz kalmak demektir. Bu orucu bozmaz. Fakat mekruhtur. Mümkünse oruçlu iken sigara içilen yerde bulunmamak daha doğru olur.

* Hasta iken kusmakla oruç bozulur mu?

Hastalık sebebiyle kusmakla oruç bozulmaz.

* Ağza kadar gelip geri yutulan kusmuk orucu bozar mı?

Ağza gelen kusmuk geri yutulursa oruç bozulur.

* Kendiliğinden gelip, kendiliğinden geri dönen kusmuk orucu bozar mı?

Kendiliğinden gelip, ağza ulaşmadan kendiliğinden geri dönen kusmuk orucu bozmaz.

Süleyman KÖSMENE

07.10.2006


“Anam, babam feda olsun sana!”

Müslümanların sayısı 30 kişiyi bulmuştu. Bir gün sahabeler Dârü’l-Erkam’da otururlarken Hz. Ebubekir (ra) Peygamberimize (asm) “Yâ Resulullah! Artık kendimizi gizlemeyelim. Hak dini açıktan yaymaya başlayalım” dedi. Bu hususta ısrar etti. Peygamberimiz (asm) “Henüz sayımız azdır” dedi ise de ısrarına devam etti.

Peygamberimiz (asm) Darü’l-Erkam’dan çıktı. Sahabeler de kimi evlerine gitti ve kimisi de Kâbe’nin etrafına dağıldılar. Yakınlarının arasına girdiler ve Kur’ân okuyarak açıktan dâvete başladılar. Hz. Ebûbekir (ra) Kâbe yakınında yüksek bir yere çıktı ve veciz bir hutbe okumaya başladı. Hz. Peygamber de (asm) Ebûbekir’i (ra) dinliyordu. Ebûbekir’in (ra) konuşmasına dayanamayan müşrikler üzerine yürüdüler. Mü’minler de işe karıştı ve ortada büyük bir kargaşa ve arbede yaşandı. Ortalık karıştı.

Bu esnada Hz. Ebûbekir’i (ra) o derece dövmüşler ve hırpalamışlardı ki düşüp bayıldı. Müşriklerin en şakîlerinden olan Utbe bin Ebi Rebia Ebûbekir’in (ra) üzerine çıktı. Altı çivili ayakkabısı ile yüzüne, gözüne vurmaya başladı. Hz. Ebûbekir’in (ra) yüzü kan revan içinde kaldı ve tanınmaz hale geldi. Bunu duyan Teymoğulları koşarak geldiler, Hz. Ebûbekir’i (ra) bir örtüye sararak evine götürdüler. Sonra Kâbe’ye gelerek “Şayet Ebûbekir (ra) ölecek olursa biz de Utbe bin Ebî Rebia’yı öldüreceğiz!” dediler ve tehditlerde bulundular. Tekrar eve döndüler ve babası Ebu Kuhafe ile beraber onu uyandırmaya ve konuşturmaya çalıştılar.

Nihayet Ebûbekir (ra) gözlerini açtı ve ilk olarak “Allah’ın Resûlü ne durumdadır?” diye sordu. Resûlullah’a (asm) olan sevgisini gösterdi. Akrabaları ona: “Sen onun yüzünden bu felâkete uğradın. Sen ise gözünü açar açmaz onu soruyorsun” dediler ve “Ne halin varsa gör!” diyerek yanından ayrıldılar.

Annesi Ümmü’l-Hayr bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. O ise mütemadiyen “Hz. Peygambere ne oldu? Allah’ın Resûlü ne durumdadır?” diye soruyor, başka bir şey demiyordu. Annesi “Bilmiyorum!” diyince “O halde Ümm-ü Cemil bin Hattab’a git. Ondan sor!” dedi. Nihayet annesi Ümm-ü Cemil’e gitti. Peygamberin durumunu sordu. O da henüz Müslüman olmayan Ümm-ü Hayr’dan çekinerek “Bilmiyorum! Haberim yok, Ebû Bekir’e gidelim” dedi ve beraber geldiler. Ümm-ü Cemil, Ebûbekir’i (ra) yara-bere içinde görünce bir çığlık attı ve “Seni bu hale getirenler kesinlikle kâfir ve fasıklardır. Ümit ederim Allah senin intikamını onlardan alır” dedi.

Ebûbekir (ra) ona “Hz. Peygamberin durumu nasıl?” diye sordu. Ümm-ü Cemil “Annen burada” deyince Ebûbekir (ra): “Annemden çekinme!” dedi. Bunun üzerine “Resulullah iyidir, merak etme” cevabını verdi.

Hz. Ebûbekir (ra) “O şimdi nerededir?” diye sordu. Ümm-ü Cemil “Dârü’l-Erkam’dadır” dedi. Hz. Ebûbekir (ra) “Vallahi onu görüp iyi olduğuna tam kanaat getirmedikçe bir lokma ekmek yemem ve bir damla su içmem” dedi.

Gece yarısı aralarına Ebûbekir’i (ra) alarak Dârü’l-Erkam’a gittiler. Hz. Ebûbekir (ra) Peygamberimizi (asm) görür-görmez gözyaşları içinde boynuna sarıldı. Allah’ın Resûlü ve oradaki mü’minler kendisi için üzüldüklerini söyleyince şöyle dedi: “Anam ve babam sana feda olsun ey Allah’ın Resûlü! O fasığın yüzüme vurmasından başka derdim yok. Sen mübareksin, annem Ümm-ü Hayr için duâ buyurun da Allah onu da iman ve hidayet ile şereflendirsin. Sizden ve ondan başka bir derdim ve düşüncem yoktur” dedi.

Peygamberimiz (asm) duâ buyurdular. Bu hali gören annesi Ümm-ü Hayr da daha fazla direnmedi ve Kelime-i Şahadet getirerek Müslüman oldu.1

Dipnot:

1- Hayatü’s-Sahabe, 1:270-271; Halebi, İnsanu’l-Uyun, 1:275

M. Ali KAYA

07.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004