Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Solunum sistemindeki harikalar



On sekiz bin âlemin sahibi olan Yüce Yaratıcı, en şerefli varlık olarak yarattığı insana verdiği sayısız nimetlerin bir kısmını saydıktan sonra: “O, sözünüz ve hâlinizle istediğiniz her şeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz.” (İbrahim Sûresi: 34) ferman eder.

Yokluk karanlıklarından çıkarıp bu aydınlık dünya memleketine getiren, bütün vücud mertebelerinden geçirerek bizi insan sûretinde yaratan ve diğer varlıkları bizim emrimize veren Rabbimizin bize ihsan ettiği nimetlerden biri de nefes almamızdır. Her an havayı teneffüs ettiğimiz halde, onun bir nimet oluşu çoğu zaman aklımıza bile gelmez. Halbuki, birkaç gün yemek yemesek veya su içmesek yaşayabileceğimiz halde, birkaç dakika nefes alamasak hayatımız söner. Canlı varlıklar için hava bu yüzden hayatî önem arz etmektedir. Nimet oluşunun öneminden dolayı da, hava dünyanın her tarafına yayılmış bir haldedir. Bütün canlıların solunum sistemleri vardır ve havayı teneffüs ederek hayatlarını devam ettirirler. Deniz canlılarının ekserisi ise suda bulunan erimiş oksijen ile solungaçları vasıtasıyla bu havayı alıp hayatlarını sürdürürler.

Vücudun bütün diğer sistemleri gibi solunum sistemi de hârika olayları içinde bulundurur. Bu hârikalıkları, Yaratıcısından bağlantısını kopararak açıklamak ve tabiat ve tesadüfe bağlamak katiyen mümkün değildir. Zîra, ortada muazzam bir ilim, irâde ve kudret tecellîsi görülmekte ve muhteşem bir san'at izlenmektedir. Kör, sağır, câhil ve câmid olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler bu hârika sistemleri yapamaz ve sahip çıkamazlar. Hem bu vücud sistemlerini yaratan Cenâb-ı Hak, onu yaratıp otomatiğe bağlamış ve kendi haline terk etmiş de değildir. Fa’âlün Limâ Yürîd olan Allah, her an iş başındadır. Kâinatın en büyük kütlelerini, galaksi ve sistemlerini sevk ve idâre ettiği aynı zamanda, insan bedenini ve o bedendeki hücrelerde, al ve akyuvarlarda dahi tasarrufunu sürdürmektedir. Hiçbir şey kendi halinde ve başı boş değildir. Allah’ın kudret ve azametini böyle bilmek ve anlamak durumundayız. Çünkü, Cenâb-ı Hak kendisini bize böyle tanıtmaktadır.

İnsan bedenini ve onda yerleştirilen sistemleri, Yaratıcısı ile bağlantısını kurarak anlatan Bediüzzaman Hazretleri, anatomi ilmi içinde Allah inancını işlemekte ve ilim ile imanı birleştirmektedir. Çünkü, bütün ilimler Allah’ın âleme tecellî eden Esmâ-i Hüsnâsının tezâhürleridir. Her bir ilim, Cenâb-ı Hakkın bir ismine dayanır, onunla kemâlini bulur ve anlam kazanır. Din ile fen birbirini reddetmez ve çatışmaz. Tam tersine birbirini ispat ve îzah ederler. Bu hakikate binaen Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” demiştir.

Otuz İkinci Sözün Birinci bölümünün bir dipnotunda Üstad Bediüzzaman bahsi geçen üslûp içinde “Sâni-i Hakim beden-i insanı gayet muntazaman bir şehir hükmünde halk etmiştir” diyerek açıklamasını devam ettirir. Evet, insan bedeni bütün mucizevî sistemleriyle doğrudan doğruya Allah’ın muhteşem bir san'at eseridir. Solunum sistemi de onlardan biridir.

Solunun sistemi, kabaca nefes borusu, bronşlar, bronşçuklar ve akciğerlerden meydana gelir. Ağız ve burun yoluyla nefes borusundan içeri giren hava akciğerlere gider. Hava, oksijen ve azottan teşkil edilmiştir. Cenâb-ı Hak, oksijen ile karbon atomlarına aşk-ı kimyevî denilen şiddetli bir münasebet vermiştir. O iki element birbirine yakın oldukları zaman hemen birleşirler ve karbondioksit halini alırlar. Toplar damarla kalbe taşınan ve oradan akciğerlere pompalanan kirlenmiş kandaki karbon maddesi, solunum yoluyla aldığımız havadaki oksijenle akciğerlerin hava keseciklerinde buluştukları zaman imtizaç ederler. Bu birleşmeyle, hem kandaki karbon alındığı için kan temizlenmiş olur, hem vücut ısısı temin edilir, hem de karbondioksit halindeki kirlenmiş hava dışarı atılırken ağızda kelime meyveleri vermiş olur. San'atında akılların hayrette kaldığı Allah (c.c.), bütün noksanlıklardan münezzehtir.

İnsanda vücut ısısı ortalama 36,5 derecedir. Bu ısının temini nefes alınırken gerçekleşir. Çünkü, kandaki karbon atomu ile alınan nefesteki oksijen atomunun ayrı ayrı hareketleri vardır. Akciğerlerde buluşan ve birleşen her iki elementin atomları tek bir hareketle hareket etmeye başladığı zaman, bir hareket açığa çıkar. İşte, o açığa çıkan hareket vücut ısısına kaynaklık eder.

Otonom sistem adı verilen ve göğüs kafesindeki diyaframın irâdemiz dışında bir körük gibi çalışmasının sonucu alınan şu nefesteki hârika olaylar zinciriyle bu mûcizevî sonuçlar gerçekleştirildiği halde, bu nimetin farkına varamayan ve bu nimetlerin Sahibine şükür vazifesini yerine getirmeyen insanlara ne kadar yazık! Cenâb-ı Hak, insanların ekserisindeki bu gafleti kast ederek “İnsan çok zalim ve çok nankördür” diye onun gaflet ve nankörlüğünü kötülemektedir.

Ancak, mü’minler bu dehşetli sukût ve alçalıştan hâriçtirler. Onlar, mazhar oldukları bütün nimetleri Allah’tan bilir ve o nimetlere şükür vazifesini, îman ve itaatle yerine getirirler.

Dünya ve âhirette mesut ve bahtiyar olmak isteyenler onlara benzemeli ve onlar gibi olmalıdırlar.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cumhuriyeti kutlamak devletin değil, halkın görevi



Cumhuriyetin 83. yılını kutladık. Cumhuriyete inanmak, kutlu bir düşüncedir. Yani halkına, insanlarına, milletine inanmak, onun değerleriyle yaşamak ve onun asil iradesine saygılı olmaktır. Bunlar, aynı zamanda cumhuriyeti tanımlayan bir anlayıştır.

Yalnız bizdeki “kutlama”lar biraz farklı oluyor. Halk sevinirken, halkı idare edenler; halkı azarlamaktan, rencide etmekten, ikaz etmekten, aşağılamaktan ve “Aman ha kötü yola düşme!” kabilinden güvensizlik aşılamaktan ve itham etmekten vazgeçmiyor.

Halkın hayat tarzından ve kültüründen bağımsız, tercihlerinden arınmış bir cumhuriyet tasavvur edenler ve zorlama bir yapıyı korumaya çalışanlar; devletçi dayatmanın rejim kremalı sosunu yerken, vatandaşa tasarrufta bulunmayı bile önerebiliyor.

Cumhuriyet kelimesinin “Cumhur”dan geldiğini hepimiz biliyoruz. Cumhur; Arapça’dan alınmış ve “halk, topluluk” mânâsında kullanılmıştır. Çoğunluğu, ekseriyeti ifade eder. Bir oluşumun, bir müzakerenin, bir sistemin, bir milletin, bir organizasyonun bireylerden müteşekkil yapısında umumî görüş ve kanaatin dikkate alınmasını ister.

“Cumhuriyet” kavramı, Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlük eserinde; “Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım, Cumhuriyet’i anlama açısından eğitim ve kültür düzeyinde resmî sözlükte karşılığını bulan doğru bir yaklaşımdır. Buraya kadar herkes hemfikir. Hiçbir ihtilaf yok.

İhtilâf nereden çıkıyor? İhtilâfı kimler çıkarıyor? Kimler her bayramı, demeçli hakarete ve ayrışmaya dönüştürüyor? Kimler halkı halka şikâyet ederek Cumhuriyeti “kutlu”yor? Kimler, cumhurdan, onun yaşayışından ve eğilimlerinden rahatsız? Bu anlamda kimler felâket tellâllığı yapıyor?

Acaba Cumhuriyet Bayramında halkımın halk türküleri mi söylenmeli, yoksa kendini valsa kaptırmış bir azınlığın müziği mi icra edilmeli? Halkın sevdiği parçalar, yörelere göre bir bütünlüğün zenginlikleri olarak mı sunulmalı, yoksa egemen gücün şahıs eksenli zevkleri mi seslendirilmeli?

Falanın veya filanın sevdiği parçaları, acaba halk ne kadar seviyor? Mademki bu halkın bayramı, bırakın halk gönlünce eğlensin. Bana kalırsa cumhuriyeti kutlamak devletin değil halkın görevi. Sivil toplum kuruluşları kendi aralarında organizasyon kurup, bütün halka mal olacak şekilde Cumhuriyeti kutlamalı. Mekân, finans, yasal teşvik ve organize özgürlüğü anlamında devlet desteklemeli.

Cumhurbaşkanlığı köşküne, yani Cumhurun başkanlığının yapıldığı köşke, yani halkın temsil edildiği en üst sembole ulaşma hakkı, acaba kaç vatandaşın ziyaret listesine girebiliyor?

Cumhuriyet resepsiyonuna halk mı katıldı, yoksa atanmışların, medya ile san'at çevrelerinin ağırlıklı olduğu ve gelir düzeyi halkın ortalaması ile kıyaslanamayacak şekilde yüksek olan belli bir zümre mi katıldı?

Biraz daha şaşırtıcı bir soru sorayım? Sizce son resepsiyona katılanların sandık tercihleri, siyasî partilere oy verme eğilimleri tahmin edilirse, acaba hangi parti öne çıkar? Acaba yüzde seksen halkın hissedilemediği bir ortamda, yüzde yirmilik bir seçkinci ve halkın onaylamadığı tarzda direten bir “ittihat ve terakki”nin ayrıcalıklı kanadı fark edilmeyecek mi?

Halkın seçtiği iktidar, halkın başkanı kabul edilen cumhurbaşkanı tarafından halkın köşküne onun temsilcisi olmasına rağmen dâvet edilmiyor. Daha doğrusu “eşsiz dâvet” ediliyor. Halkın eşli tercih ettiği ve seçtiği milletvekilini, halkın makamını işgal eden makam dışlıyor. Doğrusu garip bir hal. Çarpık bir durum.

Sonuca gelirsek, halkın cumhuriyetinde problem yok. Sadece anayasadaki “Türkiye devleti bir Cumhuriyettir” iradesini hazmedemeyen ve “Cumhuriyet” kavramını kendi parti düzeyinde yorumlayan Halk Partisi kökeninden beslenen bir mutsuzluk var.

Hem Cumhuriyet diyeceksin, hem halk diyeceksin, sonra ikisini de dışlayacaksın. Sahi dilbilimine göre “Cumhuriyet Halk Partisi”nde geçen Cumhuriyet ve Halk kelimeleri yan yana doğru kullanılmış mı?

Şifreleri, tanzim edenlerde saklı “Cumhuriyetin Halkı” mı, yoksa bizzat halkın böğründen çıkmış “Halkın Cumhuriyeti” mi esastır? Biz halkın cumhuriyetinden yanayız. “Cumhuriyetin Halkı” üretmeye çalışan partinin çıkış noktasında değiliz.

Türkiye’de tartışmanın özü; “Halkın Cumhuriyeti” ile “Cumhuriyetin Halkı” arasındaki inceliği fark edememekten kaynaklanıyor.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

İktidarın kullanımı



İktidar güç demektir. İktidar olmak devlet gücünü vatandaşların hizmetine kullanmak içindir. Amaç ülkede birlik, dirlik ve halkın mutluluğudur. İktidar olanın muktedir olmaması iktidar mevkiinde kukla olmak veya güç odaklarına hizmet etmek anlamı taşır. Bediüzzaman Said Nursî iktidarın üç şekilde kullanılabileceğine dikkat çeker. İktidarı dinsizliğe âlet etmek, dini siyasete âlet etmek ve siyaseti dinin hizmetine vermek.

Bediüzzaman zaman-ı meşrûtiyette “İttihatçıların yüzde onu olan mason kısmının” yirmi sene sonra devlete hâkim olduğunu, garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarını söyler. Tek parti döneminde “istibdad-ı mutlakı” rejim altına almaya çalışan bu gizli komite “vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti dinsizliğe alet ederek” dinsizlik düsturlarını karara bağlayarak bedeviyet kanunlarına dönmüş ve irticaya sebep olmuştur. Öyle dessasâne hareket etmiştir ki, dini tezyif etmek için önce dindarları siyasete itip iktidar kavgasına sokmuş, sonra da bunu bahane ederek devleti kullanıp siyaseti dinsizliğe alet etmeyi planlamıştır. Bunu sık sık yapmaktadır. Her on yılda yapılan ihtilâllerin asıl sebebi ve irtica yaygaralarının amacı budur.

Buna mukabil “dinde hassas ve muhakeme-i akliyede noksan” bir kısım dindarlar “Biz İslâmın devlete hâkim olmasını istiyoruz” diyerek siyaset yaptıklarını ifade ile bunun yanlışlığına dikkat çeker. Evvelâ, siyaset dünya menfaati içindir. Dünya menfaati ise dinin amacı olan uhrevî amaçlara tamamen zıttır. Halbuki “İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tabi olmaz. Âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir. Hem, hakikat-ı İslâmiye bütün siyasetlerin fevkindedir. Hiçbir siyasetin haddi değildir ki İslâmiyeti kendisine âlet etsin” der. Çünkü Bediüzzaman’a göre din devlet ile kâim değildir. İkincisi böyle bir durum “Bâki elmasları, kırılacak âdi şişeler hükmüne düşürmek” ve dünyevi iktidarın âleti yapmak gibi tehlikeli bir yola girmek demektir. Bediüzzaman “Din dâhilde menfi tarzda istimal edilmez” der. Osmanlı’nın son döneminde velâyet derecesinde dindar olan Sultan Abdülhamid’in önce meşrûtiyeti ilân edip, daha sonra devleti ve dini koruma amaçlı mecbur kaldığı istibdadının İslâma verdiği büyük zararı örnek verir. Her ne kadar sultan Abdülhamit ve onun istibdadını müdafaa eden din adamları yaptıklarına iyi niyetle kılıf uydurmuşlar ise de bu istibdada hücum edenlerin İslâm ile özdeşleştirdiği istibdada hücum edenlerin İslâma hücum etmelerine sebep olmuştur. Bediüzzaman bu hususu “Otuz sene halife olan bir zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz” şeklinde ifade eder. Yakın tarihte Refah ve AKP örneği bunun en çarpıcı örneklerindendir. Bu örnekler Bediüzzaman’ın haklılığını bir daha göstermiştir.

Bu ifrat ve tefrit arasında doğru ve istikametli olan ve Bediüzzaman’ın takip ettiği bir yol vardır. Bediüzzaman “İslâmiyet bütün siyasetlerin fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir” der. Siyasetin dine hizmet etmesi gerektiğini söyler. Siyasilerin de amaçlarının “din ve vicdan hürriyetini” kabul ile bu hürriyetin kullanımı için ellerinden geleni yapmaları ve dindar insanların inançlarını ifade etmelerine ve ibadetlerini rahat bir şekilde yapmalarına yardımcı olmaları gerektiğini ifade eder. Hukukçular ile Bediüzzaman bu çizgide buluşurlar. Yargıtay eski başkanı Sami Selçuk’un “Demokrasi din gerçeğini kabul ile başlar” (Yeni Asya, 1 Ekim 2006) demesi bu birlikteliğin bir ifadesidir. Bu durum siyasete girme ve siyaset yapma hali değildir, siyasileri dine dost yapma durumudur. Siyasete girmeden ve siyasî amaçlar peşinde koşmadan dine hizmet etme metodu budur. Burada amaç devleti idare etmeye talip olmak değil, dine hizmet etme gayretidir. Dine hizmet ise “din ve vicdan hürriyeti”nin en mükemmel şekilde kullanımını sağlamaktır.

Bediüzzaman’a göre hakikî dindar bir insan “Bütün kâinatın en mühim gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye “İnsanın yaratılış amacı olan yaratıcıyı tanımak ve ona ibadet etmek” hedefine ve amacına hizmet eder. Böyle bir insan da siyasete birinci derecede değil, ikinci ve üçüncü derecede bu temel amaca hizmet etmesi için bakar ve bu amaca hizmet için siyasete de girebilir.

Bediüzzaman dine hiç kimsenin zarar veremeyeceğini, siyasî inkılâpların dine etkisinin olmayacağını da şöyle ifade eder: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendisine gece yapar.” Çünkü İslâmiyet yüce değerler mecmuasıdır. Bu değerlere sırt çeviren yalnız kendisine zarar verir. Bu değerlerin başında “Allah’a iman, halka adaletle ve şefkatle muamele” vardır. İman etmeyen ve insanlara adaletle hükmetmeyen dine değil kendisine ve topluma zarar vermiş olur. Dinin bundan zarar görmesine imkân var mıdır?

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Papa görüntüleri



Papanın gelişini CNN Türk’ten izledik. Uçaktan iner inmez ilk dikkati çeken şey, Matrix tarzı giyimiydi. Basamakları teker teker ve büyük bir dikkatle indi.

1979’da 2. Jean Paul gibi merdivenlerden iner inmez eğilip yeri öpme inceliği göstermedi. Tam tersi kendine has bir ifadeyle, elini devlet erkanına uzattı.

Başbakan R. T. Erdoğan’ın Papayı karşılaması ilginçti. Kuşkusuz bütün dünya medyasının odak noktası Papanın Türkiye ziyaretiydi ve Başbakan bunu değerlendirmeliydi.

Peki Cumhurbaşkanı Sezer niye yoktu karşılamada?

Halbuki Papa, Cumhurbaşkanı Sezer’in davetlisi olarak burada bulunuyor değil mi?

Bilemeyiz. Devletin protokol inceliklerini kavramaktan uzağız.

Kuşkusuz Papa iki sıfatla buradaydı.

-Vatikan Devlet Başkanı...

Ve:

-Katolik dünyasının dinî önderi olarak...

Papa’nın görüntülerini yayınlama izni sadece TRT’ye verildi. Hal böyle olunca, tüm dünya Papa ile Erdoğan görüşmesi ve Anıtkabir ziyaretini TRT kameralarından takip etmek zorunda kaldı.

Arada bir aksamalar olmadı değil.

Mesela:

TRT Başbakan Erdoğan ile Papa’nın başbaşa görüşmeleri sırasında kameranın sabit ve kayıtta bırakılması, tüm detayları çekti...

Kameralar kayıttayken Başbakan Erdoğan’ın talimatları ekrana geliyordu:

“Bu koltuklar çöküyor, başka koltuk yok muydu?”

“O perdeyi kapat, perdeyi?”

“Ben burada mı oturacağım, daha yakın oturmamız için mi böyle konuldu bu koltuklar?”

Bu sözler, dünya medyası tarafından naklen izlendi.

Bu görüntüler “Youtube”ye düşerse şaşmayın.

TRT, havalanındaki görüşmeyi 3 dakikalık bir aradan sonra görüntüledi.

Anıtkabir ziyaretinde ise, Papa’nın saygı duruşunda bulunduğu an tüm dünya Anıtkabir’de görevli bir askerin görüntüsünü izledi.

TRT kameraları, kameranın açısını değiştirip görüntüdeki askerin arkasında kalan Papa’yı kadraja almayı ya beceremedi yahut yönetmen dalgındı.

*

İlginç görüntülerden bir tanesi de kuşkusuz Papa’nın Çankaya’daki haliydi.

Dinî liderin Köşke çıkarak, Sezer’le tokalaşması, karşılıklı gülümseyerek objektiflere poz vermesi “anlamlı”ydı.

Özellikle Sezer’in tavrı...

Çünkü köşkte “dinî” sembollere asla müsaade etmediği bilinen Sezer’in Papayı dinî kisveyle kabul etmesi bir çelişkinin göstergesiydi.

Papa’nın karşısında kendisi acaba hangi “değer”i temsil ediyordu merak ettim.

Bir Papa ziyaretinin düşündürdükleri...

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

YAŞ ve sivil darbe



Yüksek Askerî Şûrâ, yılın ikinci toplantısını bugün yapıyor. Org. Büyükanıt, Ağustos’taki şûrâya da, atama kararnamesi toplantı öncesinde imzalandığından Genelkurmay Başkanı sıfatıyla katılmıştı, ama selefi Org. Özkök henüz o koltukta oturmaya devam ettiği ve devir teslim de ay sonunda gerçekleşeceği için, o sıfatı fiilen üstlenmiş değildi.

O bakımdan, bugünkü toplantı, Büyükanıt’ın gerçek anlamdaki ilk şûrâsı sayılabilir.

Dolayısıyla, bu şûrâdan çıkacak olan kararlar, Büyükanıt’ın görev süresinde izleyeceği çizginin de ilk somut işaretlerini verecek.

Bu bağlamda toplantıdan günler önce medyaya yansıyan bazı haberlerde, rekor sayıda “irticaî ihraç” dosyasının gündeme geleceğinin iddia edilmesi dikkat çekiciydi.

Umalım ki öyle olmasın.

Çünkü öyle olursa, zaten yıllardır kanayan bir yara olarak çözüm bekleyen YAŞzedeler sorunu bir kez daha kaşınmış ve dahası bu gelişme, son zamanlarda ülke gündemini tekrar irticaya çevirme çabaları istikametinde talihsiz bir katkı olarak kullanılmış olur.

Hep birlikte izlediğimiz gibi, Büyükanıt’ın görevi devralırken yaptığı konuşma “sert başlangıç” olarak nitelenir ve ardından Eylül sonuyla Ekim başında önce kuvvet komutanları, ardından Genelkurmay Başkanınca yapılan “irtica vurgulu” konuşmalar öne çıkarılırken bu çabaların ilk işaretleri verilmişti.

Ama gerek zamanlama olarak Ramazan’a denk gelmiş olmalarının etkisi, gerek Türkçe ezan gibi ters tepen mesajlara yer verilmesi, gerekse başka bazı sebepler, öngörülen hedeflerin hâsıl olmasına imkân ve fırsat vermedi.

O günlerde Başbakanın “Bu konuları böyle uluorta konuşmayalım, kendi aramızda müzakere edelim” teklifinde bulunması da gündemin irticaya odaklanmasını engelledi.

Ancak bu tavrın, olayı hükümete bakan cihetiyle geçici olarak savuşturma sonucu doğursa da, böyle bir ertelemenin kalıcı bir rahatlama getirmesi beklenemezdi. Kaçınılmaz karşılaşma eninde sonunda mukadderdi.

Nitekim YAŞ toplantısına günler kala basına sızdırılan söz konusu haber ve ayrıca askerlerin geride kalan iki ayda irticayla ilgili olarak hükümet kanadından bir adım atılmadığı yönündeki değerlendirmelerinin yansıtılması, sıkıntının giderek arttığının işaretleri.

Aynı şekilde Newsweek dergisinde “üst düzey subaylar”a atfen ortaya atılan “Yeni bir 28 Şubat sürecinin şartları oluştu. 2007 yılında bir postmodern müdahalenin daha gündeme gelme ihtimali yüzde 50” iddiası da.

Bu iddiayı yorumlayan eski 28 Şubatçı Erol Özkasnak, hem “Öyle bir süreç bir daha yaşanmaz” diyor, hem de “Çok vahim şeyler olduğu takdirde askerler harekete geçebilir” iddiasını seslendiriyor. (Vatan, 27.11.06)

Yani, tipik örneklerini Kenan Evren’in de defalarca sergilediği üzere, her hal ve şartta, üstelik AB sürecinde alınan mesafeye rağmen, askerler öyle veya böyle bir askerî müdahaleye kapıyı aralık bırakma eğiliminde.

Ama ilginçtir; Özkasnak bile o cümleden hemen sonra “sivil bir darbe”den söz ediyor.

Nasıl olacaksa...

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Siyaseti aşan dinî diyaloglar



Kardinal Ratzinger de değişti. Daha doğrusu gelişti. Papalığa nihayet terfi etti. Kendisinin yanlış ve radikal referans kullanarak İslâma yaptığı hakareti ile Türkiye’nin AB’de yeri olmadığına dair beyanları da dün itibariyle değişti.

Korkulan olmadı. İnşaallah bu satırların yazıldığı saatten sonra da olmaz. Sayısı 2 bini bulan medya ilgisi ve Batıdan korku basan Türkiye aleyhtarları da mahcup düştü. Negatif algıyı yayan dış basın, dün itibariyle daha yumuşak mesajlar geçti.

Bu dünyada ömrümüz yettikçe daha neler göreceğiz. Şükür ki, çoğu müspet gelişmeler. Kardinal Ratzinger’in Papa 16. Benedikt olduğunun belgesi, Türkiye ziyareti oldu. Kendini gözden geçirme şansı buldu. Müspet mesajlar verdi. Mahcubiyetini, “Alman, kardinal ve Papa” olmanın verdiği ağırlaştırıcı özür zorluğundan dolayı, her vesileyi kullanarak telafi etmeye çalıştı.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la görüşmesinde, “Türkiye’nin AB’ye girmesini arzuladığını” belirtti. Cumhurbaşkanıyla görüşmesinde de “Yeriniz AB’dir” diyerek kanaatini pekiştirdi.

Sonra Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile yaptığı ortak basın toplantısında da, yapıcı mesaja, ortak inanca ağırlık verdi. Aynı Allah’a inanmaktan söz etti. Oruç tutmanın ortak bir ibadet olduğuna değindi. Medeniyetler ve dinler arası diyalogu, kültürel diyalogla birlikte zikretti. Malum daha önce bu diyalogları “kültürler arası diyalog” düzeyinde tutuyordu.

Bardakoğlu’nun geçmişe atıf yapan ve İslâmı doğru anlamaya yönelik konuşması yerindeydi. Müslümanlar adına Papa’nın yüzüne karşı mukabil cevabın nazikçe verilmiş olması da İslâm’ın izzetini ifade açısından anlamlıydı.

Bundan sonra akl-ı selimin galip geleceği, misafirperverliğimizin gösterileceği ve İslâmı doğru algılamalarına etki yapacağı hassasiyette davranmak gerekir.

Papa, Vatikan Büyükelçiliğinde, aralarında Müslüman ülkelerin de bulunduğu yabancı misyon şeflerine verdiği yemekte, mesajını daha da ileriye götürdü. İttifak noktasına dikkat çekti. “Türkiye’den Müslümanlara saygı duyuyorum” konuşması yaptı.

Hıristiyanlık âleminin ruhanî lideri ve diğer dinî grupları ile de yakınlaşma sağlamaya çalışan Papa’nın geçmişini tashih edici beyanları, Batı toplumlarında İslâma ilgiyi arttıracağı gibi ön yargıları da kıracaktır.

Camiye giden bir Papa, Hıristiyanlar için camiye gitmeye örnek olacaktır. İnşaallah yeni müspet ve şaşırtıcı gelişmelere de vesile olacaktır. Daha iki gün misafirimiz.

Bu vesileyle, “laik köşk”te ruhanî bir lideri karşılamanın ve cumhurdan ırak bir mekânda görüşmenin ortaya koyduğu fotoğrafın, benzer şekilde İslâm dinine mensup kanaat önderleri veya farklı İslâm toplumlarındaki kurumların da bir gün böyle karşılanacağının sinyali olmasını diliyorum.

Laik bir ülkede dinî bir lideri davet etmek ve misafir etmek güzel bir âdet. Böylece bizimkilerin anlamakta zorlandığı İslâmı onların müşahede etmesine kapı açılmış oldu.

Bediüzzaman’ın “Hakiki İsevilik” müjdesine paralel gelişen ve İslâma yakınlaştıran bu sonuçlar gösteriyor ki;

1- Kardinalken Türkiye’ye karşı olan Papa, şimdi hatasını telâfi etme yolunda. Benzer şekilde beş yıl önce Hıristiyanlığa ve AB’ye bakışı farklı olan ancak uçağın kapısında Papa’yı karşılayan ve AB için destek isteyen Başbakan Erdoğan da…

2- Cumhurbaşkanı Sezer, nihayet İsevilik ve İslâmiyet kavramlarının bolca tartışılmasına ve Müslüman Türkiye imajının dış medyaya taşınmasına, bilmeyerek de olsa vesile oldu.

3- Başta ABD ve Avrupa olmak üzere İslâm dünyası dahil, herkes bu köprü konumda bütün dikkatlerini Türkiye’ye çevirdi. Bunlar; sözü dinlenir bir Türkiye için olumlu bir imajdır.

4- Osmanlı mirasının farklı dinlerin ve kavimlerin kültürüne gösterdiği itinanın anlayış olarak bugün korunması halinde, tanıtım ve tebliğ bir arada yürüyecektir.

5- Türkiye’nin büyüyen rolü, ecdattan ve beslendiği kaynağın ulviyetinden geliyor. Bundan sonra daha köklü barış köprüleri ve diyalog iklimleri oluşacağını ümit ediyoruz.

6- Siyaseti aşan dinî liderlerin kurumsal temsilleri, yeni bir geleneği başlatmış oldu. Diyanet, bir mânânın sözcüsü oldu.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Küreselleşmenin dinî boyutu



“Tüm dünyayı hesaba katmadan hiçbir şey yapılamaz oldu.” (Paul Valery)

Bir ev yanıyorsa yapılacak olan, nasıl söndürüleceğini tartışmak değil, bir taraftan söndürmeye başlamaktır. Günümüz dünyasında bir yangın sözkonusudur. Söndürmek için ne yapıyoruz? Benzin mi döküyoruz, su mu atıyoruz, yoksa bir taraftan biz de mi yakmaya çalışıyoruz? Tahribat vardır; ama biz tamir edenlerden miyiz, yoksa tahribe mi yardımcı oluyoruz?

Dinin temeli fıtrattır. Ancak fıtratı bozulan insan gibi, fıtrattan ayrılan dinlerin oluşturduğu dinî hayat ve kültürün, küreselleşme karşısındaki acziyetini fıtrat dini olan İslâm’da görmek imkânsızdır. Gayr-ı fıtrî ve muharref dinler için tehlike arz eden küresel değerler, fıtrat dini olan İslâm için şahlanış olduğu gibi sâir dinlere de hurâfât ve tahrifattan kurtulmak için birer imkân sunmaktadır. Bunun için Katolikler ve Protestanlar yeni gelişen modern eğitim sistemi içerisinde yer almaya çalışarak kendi yapılarını yeniden gözden geçirmektedirler.

Bilim, siyaset ve ekonominin aşırı sekülerleşmesi neticesinde Hıristiyanlık kendini sosyal alanda etkili ve fonksiyonel olmaktan çıkararak sadece inanç alanına hapsetmiştir. Küreselleşme, muharref dinleri sınırlayıp hapsederken hak din olan İslâm’a büyük imkânlar sunmaktadır. Zira dinin hitap ettiği fert, toplumsal baskıların bunalımından ve sonu gelmez ihtiyaçlarını tatmin edemediğinden dolayı dine yani kendisini huzura erdirecek olan fıtrat dini İslâm’a sığınma ihtiyacını daha çok hissedecektir. Böylece küreselleşme, akıl ve ilme dayanan hak din olan İslâm’ın gelişmesine ve yayılmasına imkân hazırlamaktadır.

İslâm dini fıtrat dini olup, vahyin neticesi olduğu ve sâfiyetini Kur’ân ve Hadis ile koruduğu ve akla önem vererek müçtehitler ve müceddidler ile her asra hitap ettiği ve dinamizmini muhafaza ettiği dikkate alındığında imanı, ahlâkı, ibadeti, yani amel-i salihi bünyesinde barındırma itibariyle sâir dinlerden tamamen farklıdır. Bunun içindir ki bozulmamış ve insanların fikirleri ile tahrifata uğramamıştır.

İslâm, ferdin ve toplumun hayatına canlı ve dinamik bir şekilde girdiği için hayatın tüm kesimlerine entegre olmuştur. İslâmı toplumdan, ekonomiden, siyasetten, kültürden ve hatta psikolojik unsurlardan ayırmak mümkün değildir. Beşeriyetin tüm ihtiyaçlarına cevap veren ve tazeliğini koruyan temel yapısı vardır. Ancak bunun fark edilmesi gerekir. Küreselleşme bunu sağlayacaktır.

Hıristiyanlığı, Yahudiliği, Hinduizmi, Budizmi, sosyal hayatın dışına atıp, inanç bağlamında hapsedebilirsiniz; İslâmı asla hapsedemezsiniz. Zira İslâm inanç temelli olmakla beraber amel-i salih kısmı, hayatın ve toplumun tüm kesimlerine şamildir. İslâm’a göre Allah’ın imandan sonra insanlardan istediği şey amel-i salihtir. Amelden yoksun çıplak bir iman Allah katında makbul değildir.

Yaşanan ve toplumun tüm kesimlerine hitap eden ve “Asr-ı Saadet” gibi örnek bir modele sahip olan ve “Vasat bir ümmet olma”1 özelliğinde bulunan İslâm dini, XXI. yüzyılda ekonomik, politik, siyasal, sosyal ve eğitim alanında yeni modeller üretebilecek potansiyele sahiptir. Çünkü Hz. Peygambere (asm) öncekilerin ve sonrakilerin ilmi verildiği, Kur’ân-ı Kerim de tüm mukaddes kitapların hakikatlerini ve hikmetlerini kendisinde topladığı için kıyamete kadar insanlığa huzur ve saadet getirecek tüm prensipleri içinde derc etmiştir. Böylece İslâm son din ve Hz. Peygamber Allah’ın son elçisi olarak kıyamete kadar insanlığı etkilemeye devam edecektir.

Küresel değerler dediğimiz hürriyet, adalet, barış, katılımcı demokrasi (çoğulculuk), eşitlik, ahlâk (erdem) ve yardımlaşma İslâm ve Müslümanlar için yabancı olmayan ve kökü Kur’ân’a dayanan ve Asr-ı Saadet’te tatbikatını bulan kavramlardır. Çağdaş dünya bunların özlemini duymuş ve yeni keşfetmiş olabilir. Bundan yola çıkarak diyebiliriz ki müspet küresel değerler yeryüzüne hâkim olmaya devam ettikçe, İslâmiyet de kalplere ve akıllara hâkim olamaya devam edecektir. Nihayet insanlık, huzuru İslâm’da bulacaktır.

Küreselleşmenin toplumları birbirlerine yakınlaştırarak kültür birliği oluşturması en çok İslâm’a yarayacak ve İslâm korkulardan, kaygılardan ve peşin hükümlerden arınmış insanların ve toplulukların odağı haline gelecektir.

Dipnotlar:

1- Bakara, 143

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gönül gözü ne zaman açılır?



Kafa gözünün açık olması önemlidir. Gönül gözünün açık olması ise daha önemlidir.

Kafa gözü ancak aydınlıkta görür. Gönül gözü ise karanlıkta, aydınlıkta her zaman görür.

Daha önemli olan ise her iki gözün de birbirini tamamlar mahiyette fonksiyonlarını icra edebilmeleridir.

Kafa gözleri açık olduğu halde baktıklarının, gördüklerinin arkalarındaki sırrı keşfedemeyen bakarkör diyebileceğimiz gönül gözleri kör olan insanların hayatın anlamanı kavramaları, zevkine varmaları mümkün değildir.

Peki, gönül gözü nasıl açılır?

Düşünerek, gaflet perdelerini yırtarak yaşamakla.

Böyle bir hayat tül perde gibi herşeyin arka tarafını, iç yüzünü gösterir insana. O insan artık fani şeylere gönül kaptırmaz, baki olana doğru yol alır. “İyice düşünenin gönül gözü açılır” diyen Hz. Ali, düşünerek yaşamanın, gaflet bulutlarını dağıtmanın önemine dikkat çeker.

Düşünerek yaşayan insan her an ölebileceği düşüncesiyle, daha açıkçası ahirete hazırlıklı olarak hareket eder. Herşey açık ve nettir onun için artık. Yaşadığı günü son günü imiş gibi bilir, kıldığı namazı son namazıymış gibi kılar. Allah her an, her saniye kendisini görmekte, yapıp ettiklerini bilmekte, daima kontrol etmektedir. Hz. Ali (ra), şu veciz ifadelerinde gafleti dağıtıcı ne güzel, ibretli ölçüler verir bize. Der ki:

* Ölüm peşinde iken gaflete dalana şaşarım.

* Güne başlayan nice kimse vardır ki, onu tamamlayamaz. Günün başında gıpta ile bakılan niceleri vardır ki, sonunda ölümüne ağlarlar.

* Sürekli hayallerinin ardınca koşan kişinin ayağı bir gün eceline takılır.

* Eceli tarafından sıkıştırıldığında herkes mühlet ister; mühleti olan herkes de bahanelerle durmadan iyi işleri erteler.

* Ölenleri görüp durduğu halde ölümü unutana şaşarım. İlk yaradılışı gördüğü halde, ikinci yaradılışı inkâr edene şaşarım. Geçici evi donatıp, kalıcı evi ihmal edene şaşarım.

İşte bu inanç, hal, bu yaşayışı sebebiyledir ki ilim kapısı o büyük insan, gayb perdesi açılsa yakîninin, kesin inancının değişmeyeceğini söylemektedir. Öyleyse insan onurlu bir hayat sürmelidir. Zillet içinde yaşanan bir hayatı ölüm; izzetle ölmeyi de hayatı gerçek anlamıyla yaşamak olarak görür.

Evet, gönül gözü açık olarak yaşayan her zaman yaşar. Hayatın tadına erer, hem dünyada, hem de ahirette mutlu olur.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İntihar üzerine



Selma Hanım: “Çok sevdiğim bir yakınım intihar etti. İntihar eden kesinkes Cennet yüzü göremez mi? Âyet ve hadisler ışığında konuyu aydınlatır mısınız?”

Öncelikle acınızı paylaşır, taziyetimi bildirir, sabr-ı cemil niyaz ederim. Hayat kimi zaman böyle acı sürprizlerle üzerimize yıkılır. Fakat ne büyük şansımız var ki, imanımız, İslâm’ımız, teslim ve tevekkülümüz en acılı anımızda tesellî kaynaklarımızdır.

İnsanın kendi kendini öldürmesi, içinde isyanı da taşıyan bir büyük günahtır. Allah, ehl-i imanı büyük günahların ağına düşmekten korusun. Âmin. Fakat intiharın gerçek tespiti her zaman mümkün olmayabilir. Bu konuda bilgilerimiz çoğu zaman zannîdir. İntihar zannettiğimiz bir ölümün gerçekte bir kalp sektesi ile gelmediğine hiç kimse garanti veremez. Böyle müessif vakıalarda, ölümün intihara mı, yoksa dâhilî veya haricî bilinmeyen her hangi bir hastalığa mı dayandığını çok net bilemeyiz. Zahirde intihar görüntüsü olsa bile, gerçekte intihar olmadığına dair bir ihtimal varsa, bu ihtimale ağırlık vermenin ve intihar olmadığını düşünmenin hiçbir sakıncası yoktur.

Kaldı ki gerçek intihar bile olsa, bunu Rabb’i ile kendisi arasında bırakmalı; biz, cenazeyle ilgili bize düşen görevlerimizi yapmalıyız. Namazını kılmalı, onun için diğer cenazelere neler yapıyor ve okuyorsak, yapıp okumalıyız. Onun için rahmet duâsı okumalı, mağfiret talep etmeli, bağışlanmasını dilemeli, günahlarının affını istemeliyiz. İslâm rahmet dînidir. Onu diğer cenazelerle bir saymayı, rahmet dini olan dînimizin tavsiyelerine ve ilkelerine daha uygun düşer.

İbn-i Semûre’nin (ra) anlattığına göre, adamın biri okuyla kendini öldürdü. Peygamber Efendimiz (asm) onun namazını kılmadı, fakat sahabelerin kılmalarını da yasaklamadı. Bir rivayete göre, “Arkadaşınızın cenaze namazını kılınız” buyurdu.1 Âlimlerin çoğunluğuna göre, Peygamber Efendimiz (asm) ümmetini intihar cinayetinden alıkoymak için namaz kılmamıştır. Sahabelerin kılmalarına izin vermesi ise, intihar edenin cenaze namazının kılınabileceğini gösterir. Nitekim fakihlere ve ehl-i sünnet âlimlerine göre hayatına kast eden bir kimse, bu çirkin hareketiyle dinden çıkmış olmaz. Katl günahı kendisine aittir. Binaenaleyh namazı kılınır, kendisi için duâ edilir.

Cabir (ra) anlatmıştır: Cahiliyet devrinde Tufeyl bin Amr ed-Devsî’nin bir kalesi vardı. Tufeyl bin Amr ed-Devsi, Peygamber Efendimiz’e (asm) geldi ve kendisini korumayı taahhüt ederek, “Yâ Resûlallah! Sana kötülük yapacaklardan, seni koruyacak olanların yanına, güvenilir bir kaleye gelir misiniz?” dedi. Fakat Allah Medine’ye hicreti emrettiğinden, Peygamber Efendimiz (asm) Devsî’nin bu teklifini kabul etmedi.

Nihayet Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicret ettiği zaman, Tufeyl bin Amr ed-Devsi de kavminden birisiyle Medine’ye hicret etti. Fakat Medine’de hastalandılar ve sıkıntı çektiler. Bilhassa Tufeyl bin Amr’ın arkadaşı, hastalıktan çok elem ve acı duymaya başladı. Nihayet bir gün keskin bir bıçakla kendi parmak eklemlerini kesti. Parmaklarından aşırı kan fışkırması ve kan kaybı sebebiyle de öldü.

Sonra Tufeyl bin Amr (ra) onu rüyasında güzel bir sûrette, fakat eli sarılı olduğu halde görmüş. Ona:

“Rabb’in sana ne yaptı?” diye sormuş. O da:

“Peygamberinin yanına hicret ettiğim için Rabb’im bana mağfiret buyurdu, beni bağışladı” diye cevap vermiş. Bu sefer Tufeyl bin Amr (ra):

“Neden seni iki elin sarılmış görüyorum?” diye sormuş. Adam da:

“Bana, ‘Kendi vücudundan bozduğun şeyi düzeltmeyiz!’ denildi” diye cevap vermiş.

Tufeyl bin Amr (ra) bu vakıayı ve rüyasını Resûlullah’a (asm) anlattı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm):

“Allah’ım! İki eli için de mağfiret eyle” diye duâ buyurdu.2

Allah’tan ümit kesilmez. Hiç kimse için Cennet yüzü görmez denemez. Diyemeyiz. Çünkü Allah’ın rahmeti vardır ve kâinata hâkimdir. Allah ile kulu arasına girilmez. Bize düşen ölen yakınımız için duâ etmek, Cenâb-ı Allah’tan o yakınımızın bağışlanmasını dilemektir. Allah ölenlerimizin taksiratını ve günahlarını bağışlasın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Cenâze, 68

2- Müslim, Cenâze, 37

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

"Zararlı cemiyet" isnadının cevabı



Zaman zaman kasıtlı olarak gündeme getirilen ve Bediüzzaman Said Nursî isimiyle de irtibatlandırılan "zararlı cemiyetler" meselesine, daha evvel birkaç yazıyla temas ettiğimizi hatırlarsınız.

Öyle anlaşılıyor ki, bazı şahıs ve klikler, bu hususları adeta temcit pilacı gibi ikide bir ısıtıp ısıtıp servis yapmaktan lezzet alıyor.

İşte bu kervana dahil olan tipik bir örnek daha...

Mustafa Yıldırım isimli şahıs tarafından kaleme alınan ve doğrudan Bediüzzaman Said Nursî'yi hedef alan "Meczup Yaratmak" isimli kitabı, ne yazık ki baştan sona itham, isnat ve karalamadan ibaret.

Meselâ, 146. sayfasında şu ifadeler yer alıyor: "Cumhuriyet öncesinde, Kurtuluş Savaşı sırasında katıldığı Kürt Teali Cemiyeti, Müderrisin Cemiyeti gibi örgütlerde kurucu ya da yönetici olması, 31 Mart kalkışmasında görev alması..." (Age, Ulus Dağı Yayınları, Ağustos 2006, Ankara.)

Böylelikle, bir asırdır sürüp giden karalama kampanyasına bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Tıpkı diğer benzerleri gibi, bu kitaptaki isnat ve iddialardan hiçbiri, mahkeme kayıtlarına dayanmıyor. Dolayısıyla, adâletle iş görmüyor, temel hukukla bağdaşmıyor.

Halbuki, Bediüzzaman Hazretlerinin hem kendisi, hem eserleri, hem de talebeleri yüzlerce mahkemeden geçtiler. En ağır ithamlarla yargılandılar; ancak, hepsinden de beraat ettiler. Cezaî müeyyideyi gerektirecek "zararlı" bir tek fikir veya fiilleri tesbit edilemedi.

Binlerce teessüf olsun ki, sayısız mahkemenin suç bulamadığı ve hukuken cezalandıramadığı bir insan, kendilerini araştırmacı, yazar, yahut akademisyen gören bazı kimseler tarafından fütursuzca karalanmaya çalışılıyor.

Fakat, hiç zannedilmesin ki bu meydan boştur. Tamir işi zordur gerçi; ama, bizler de her vesileyle bu meydanı delillerle, belgelerle, şahitlerle dordurmak gibi şerefli bir vazifyle muvazzaf olduğumuzu bir kere daha hatırlatmak isteriz.

Söz konusu kitabı temin edip bize gönderen Orhan Alagöz arkadaşımıza teşekkür ederken, bu vesileyle bir hususu daha dikkatinize sunmak istiyoruz.

Akademik cevap

Bundan 7–8 sene kadar evvel, yine bir "zararlı cemiyet" isnadıyla karşı karşıya kalmıştık.

1998'de Konya'da basılan ve Selçuk Üniversitesinde ders kitabı olarak okutturalan bir eser vardı.

Dört kişilik bir heyet tarafından hazırlanan "Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi" isimli bu kitapta, Bediüzzaman Said Nursî doğrudan hedef alınmış ve bu mümtaz şahsiyet "zararlı cemiyet kurcusu" olarak itham edilmişti.

Biz de, 1999 Temmuz'unda kitaptaki ithamları delillerle, belgelerle çürüten cevaplar vermiştik.

O günler "tatil mevsimi" olması hasebiyle, çoğu okurumuz on gün kadar devam eden o dizi yazıyı takip edemedi. İnternet arşivinde de bulunmuyordu. İsteyenlere ise, bilâhare o tefrikanın fotokopilerini gönderdik.

Şimdi ise, o hacimli çalışmayı bir arkadaşımız yeniden dizerek "sanal ortam"a aktarmış bulunuyor.

Cemil Yüzer kardeşimiz, uzun süredir uğraştığı bu hizmeti, nihayet tamamladı ve bütün internet kullanıcılarının istifadesine sundu.

Web adresi şöyledir:

http://www.risaleforum.com

Ayrıca, şu linke tıklayarak da söz konusu dosyaya doğrudan ulaşabilirsiniz:

http://www.risaleforum.com/forum_posts.asp?TID=4857&get=last#22836

NOT: Bu adreslere ulaşmakta veya yazıları temin etmekte zorluk çekenler olursa, durumu bize bildirsinler, kendilerine doğrudan inşaallah yardımcı olmaya çalışalım.

Günün Tarihi

Zikirhaneler kapatıldı; "Hakimiyet milletin(!)" oldu

30 Kasım 1925: Meclis'te olağanüstü bir gün daha yaşandı. Bugün itibariyle çıkartılan kànunlar ve yapılan değişiklikler, adeta baş döndürücü bir hızla gelişti. Şöyle ki:

1) Beş gün önce (25 Kasım) "Şapka Kànunu"nu tasdik eden Meclis, bugün da sarık ve diğer dinî kıyafetlerin giyilmesini yasaklayan kànunu kabul etti.

2) Meclis, yine aynı gün içinde, bilumum zikirhanelerin kapatılmasını ön gören kànunu kabul etti. Böylelikle "Allah, Allah..." diye zikir çekmek yasaklanmış oldu. Bu kànun metninde yer alan ifade şöyle: "Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına, türbedarlık ile bir takım unvanların men' ve ilgasına dair kànun..." (Bkz: Zabıt Ceridesi, XIX Cilt, s. 312.)

3) Ne gariptir ki, zikirhanelerin kapatılarak "Allah, Allah" demenin yasaklandığı aynı gün, Meclis kürsüsünün arkasındaki duvarın salona bakan cephesine “Hakimiyet Milletindir” levhası asıldı.

* * *

Demokrasilerde, rey sahibi millet olduğu gibi, iradesini hür olarak beyan etme hakkı da ona aittir.

Ancak, o tarihlerde Türkiye'de demokrasinin varlığından söz etmek kadar abes birşey olamaz. Zira, muhalefeti temsil eden biricik parti TCF, bir takım bahanelerle keyfi bir sûrette kapatıldı. Ülke, tek partinin hegemonyası altına girdi. Demokrasiden, dolayısıyla milletin iradesinden de eser kalmadı.

Tuhaflığa bakın ki, bu garabetli manzaranın tepesine "Hakimiyet Miletindir" tabelası konduruldu.

Aslında, bu aldatmacanın zımnında yatan mânâ şuydu: "Allah'ın hakimiyetine–hâşâ, sümme hâşâ–son vermiş olduk."

Nereden nereye

Vaktiyle türbe ziyaretlerini yasaklayan Türkiye'nin, bu kulvarda nereden nereye geldiğini göstermesi bakımından, resmî ajansın, yani Anadolu Ajansının 10 Kasım 2006 tarihli aşağıdaki resimli haberini nazara vermekte fayda var.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Din eğitimi



Millî Eğitim şûrâsında dile getirilen, eğitim ve öğretim ile ilgili tartışmalar yine gündemin birinci basamağında yer aldı.

Geçtiğimiz Salı günü Can Dündar’ın sunduğu “Neden?” adlı programda konu ele alındı. Yirmi yıla yakın Millî Eğitim Bakanlığı yapmış bütün bakanlar açık oturuma çağırılmıştı.

Dinledik.

Müsbet mânâda değerlendirmeler yapıldığı gibi, müzmin fikir düzeyinden bir türlü vazgeçmeyen, DSP hükümetinde bakanlık yapan zevâtı da hayret ile dinledik. “Laik bir ülkede din eğitimini devletin vermesinin mahzurlu olduğunu” söylediler.

Hayretle izledik ve milletin neden bu sol düşünceyi tek başına iktidara getirmediğini anladık. Şaşırmadım, bu anlayış böyle.

Din, bu millet için ekmek ve su gibi zarurî bir ihtiyaçtır oysa.

Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede dini öğrenmek ve tatbik etmek kadar doğal bir şey yoktur.

“Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası, ihya-yı din ile olur şu milletin ihyası” sözünü yüzyıl önce dile getiren Bediüzzaman Hazretleri “Şu milletin ihyâsı” derken maddî ve manevî gelişmeyi nazarlara veriyor.

Yeter ki din istismar edilmesin, din siyasete âlet edilmesin.

İmam Hatip Liseleri, işte bu ihtiyaç sebebi ile canlanmıştı. Bu okullar devletin okulları idi.

Mehmet Sağlam’ın “Kur’ân ve din dersini tercihli yapalım” tezine yürekten katılıyorum. Bu sayede dinî eğitim-öğretim yalnızca İmam Hatipler’de değil, tüm okullarda yapılabilir.

AKP treni kaçırmak üzeredir.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Ahir zaman”da Takva



Yönetmenliğini Özer Kızıltan’ın yaptığı “Takva” filminin galası, Beyoğlu Emek Sinemasında yapıldı. Yarın vizyona girecek film, kendi halinde bir ‘tarikat ehli’nin; ‘dünyevileşme’ye karşı verdiği mücadeyi anlatıyor.

“Takva” teknik anlamda başarılı bir film. Hemen her filmde rastlanabilecek ‘uygun olmayan sahneler’ bu filmde de var. Her ne kadar bu sahneler, ‘parmağım gözüne’ dercesine ön planda değilse de bulunuyor. Tabiî ki bizim ‘safi zihinleri idlal eder’ diye düşündüğümüz sahneleri pek çok kişi ‘gayet normal’ kabul edebilir. Onlar da kısmen haklıdır, çünkü ‘dünyevileşme’ sebebiyle bizim uygun bulmadığımız sahneler hemen her gün TV ekranlarında tekrarlanıyor. Hatta ve hatta, bazı ‘reklam filmleri’nde bile daha kötü ve zararlı sahneler yer alıyor.

Aslında film, çelişkiler yumağı şeklinde gelişiyor. Başrol oyuncusu Muharrem, (Erkan Can) kendisini ‘kötülükler’den uzat tutmak isteyen bir ‘tarikat mensubu.’ Ancak hayat şartları, ‘taklidî’ kabul edilebilecek inançlarını muhafaza etmesini zorlaştırıyor. Filmin geneli, bu çelişkiyi vak’alara uygun bir şekilde ortaya koyarken; ‘çare’yi sunabilmekte aynı başarıyı gösteremiyor. Bu anlamda, başrol oyuncusunun sergilediği ‘kararsızlık ve çelişki’ yönetmenin ve senaryonun da ‘çelişkisini’ ortaya koyuyor.

Belki de filmin en başarılı yanı; şimdiye kadar alışık olunan ‘Yeşilçam filmleri’ne nisbetle İslâma ve inançlara tepeden ve ters bakmaması. Gerek namaz kılınan sahneler, gerekse ‘tekke’de çekilen zikirler izleyici nezdinde ‘uzak durulması gereken işler’ olarak sunulmuyor. Yine pek çok filmde konu edildiği üzere ‘fırıldak imam’lar ve ‘dini ticarete âlet eden Müslümanlar’ “Takva”da yer bulmamış. Bu yönüyle de sosyal hayatı anlamaya ve yaşanan çelişkilere dikkat çeken film, şimdiye kadar yapılan benzer “Yeşilçam filmleri”ne göre çok daha insaflı.

Galada dikkatimizi çeken başka bir nokta da, filmi izlemeye gelenlerin büyük ekseriyetinin ‘ayrı dünyaların’ insanları olmalarıydı. Sinema girişi, sigara dumanları sebebiyle adeta yangın yerine dönmüştü ve bu sebeple salonun kapıları da planlanandan erken açılmak zorunda kalındı. “Su gibi akan votka’lara ve ardından izlenen ‘Takva’ya bakınca, toplunda yaşanan çelişkiyi bir defa daha görmek mümkün oluyor. Başrol oyuncusu çok zor da olsa ‘takva’sını muhafaza etmeyi başarırken; cemiyet ‘fetva’ya bile uymakta zorlanıyor. Asıl dikkat çekilmesi gereken konulardan biri de bu olsa gerek.

Netice olarak ‘Takva,’ cemiyetin ve fertlerin yaşadığı problemi başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Ancak, derdin ‘çare’sini ortaya koyabildiğini söylemek zor. “Filmin maksadı ‘çare’yi ortaya koymak değil” de denilebilir.

Önemli olan; hem problemi, hem de çareyi ortaya koyabilecek çalışmaları yapmakta. Bu da ancak, zamanın ‘iman kurtarmak zamanı’ olduğunu bilmekle mümkün. Bu gerçeği ortaya koyabilecek çalışmaları birileri yapmalı.

‘Takva’nın başrol oyuncusu ‘tahkikî imanı elde edebilmiş bir tip’ olabilseydi, muhtemeldir ki kurulan ‘dünyevileşme tuzakları’na düşmeyecekti. Zaman ‘ahir zaman’ ve ‘dünyevileşme’ de ‘ahir zaman alâmetleri’nden en tehlikelisi olsa gerek...

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Jestler ve gerçekler



Papa’nın Türkiye ziyareti Ankara ayağında karşılıklı jestlerle tamamlandı. Her iki taraf da jest tadında diplomatik manevralarda bulundular ve diplomasinin esnek ve dolambaçlı dilini kullandılar. Bu dolambaçlı kıvrak dile aşina olmayan Amerikan yerlileri, “Beyaz adam çift dille konuşuyor” derlerdi. Bu noktada sanki Time dergisinin tavsiyelerini hayata geçirdiler. Vatikan Vali Yardımcısı Renato Bocardi, 16’ıncı Benediktus’un ziyaretinin bizatihi İslâma karşı bir jest ve hürmet göstergesi olduğunu söylemiştir. Bunu bir nevi gönül alma, köprü kurma veya tamir girişimi olarak değerlendirebiliriz.

Esasında, İngiliz ve Rus basınının yazdığı gibi, Ortodoks eksenli bir ülke intibaı veren ziyaret bu karşılıklı jestlerle birlikte bir nevi gölgelenmiş ve siyasî bir şemşiyenin altına girmiştir. Jest ve cemile konusunda Papa yalnız kalmadı. Çift taraflı bir jest trafiği yaşandı. Daha önceden ilân edilmiş olmasına rağmen NATO zirvesine gidecek olan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Papa’yı uçağın apronlarında karşılamış ve 20 dakikalık bir görüşme gerçekleşmiştir. Hükümet Ankara’yı boşaltıyor haberlerinden sonra bu durum hem bir sürpriz, hem de bir jest niteliği taşımıştır. Galiba basının yumuşatmasıyla bunun ötesine de geçen Başbakan jest yapayım derken kantarın topuzunu kaçırmıştır. Hiç gereği yokken Türk halkının yüzde 95 nispetinde Müslüman olduğunu ileri sürmüştür. Bu jesti aşan ve tefrite ve gereksiz tartışmalara kapı aralayan bir gedik olmuştur. Ve tehlikeli bir süreci de tetikleme ihtimalini de beraberinde getirmektedir. Bu arttırma ve eksiltme girişimlerine hız verecek bir menfezdir. Bu tür oranların veya nispetlerin ulu orta serd edilmesinde bir yarar yoktur. Meseleyi daha da kızıştırır. Manipülatif yeni zeminlere kapı aralar. Sözgelimi yine bu bağlamda Arnavutluk’ta tehlikeli bir süreç başlamıştır. Bu süreç çerçevesinde yüzyıllarca çoğunluğu teşkil ve temsil eden Müslüman Arnavutlar bazı belge veya çalışmalarda azınlık olarak gösterilir olmuştur. Hıristiyanlar rakamlar üzerinde oynamalarla çoğunluk hale getirilmiş ve bunun da Müslümanlar üzerinde olumsuz psikolojik yansımaları olurken diğerleri üzerinde de doping etkisi yapmıştır. Fikret Karçiç gibiler bazı almanaklarda veya Avrupa’nın demografik yapısını analiz eden kitaplarda Müslüman kimlikli Boşnaklara yer verilmediğini esefle yad etmektedir. Bu noktalarda gedik açmak veya meseleyi tartışma zeminine çekmek yanlış ve tehlikelidir. ve bu jest o seviyede kalmaz zafiyete dönüşerek arkası gelir. Bu itibarla, Erdoğan’ın jestleri tartışmalı olmuştur.

***

Buna mukabil Papa 16’ıncı Benediktus da bazı jestlerde bulunmuştur. Bu mânâda Haçsız Sefer başlıklarıyla 16’ıncı Benediktus’un haçını gizlediğine vurgu yapılmıştır. Ama maiyetindeki ve ona eşlik eden kardinallerin göğüslerini süsleyen istavrozlar parıl parıl parlıyordu. Bu durumda Papa’nın haçını gizlemesinin bir anlamı yoktur. Papa’nın ikinci jesti ise AB noktasında olmuştur. Ancak unutmamak gerekir ki, Erdoğan’ın sualine mukabil verilen bu belli belirsiz destek Kıbrıs görüşmelerinin kesilmesiyle sürecin veya trenin yavaşlamasına denk gelmiştir. Üstelik bu jest miydi, yoksa diplomatik bir manevra mı o da pek net değil.

Independent bu jesti sayfalarında şöyle değerlendirmiştir: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Papa ile görüşmesinden sonra yaptığı açıklamada, kendisinden Türkiye’nin AB’ye girme çabalarına destek vermesini istediğini duyurdu. Oysa herkes biliyordu ki Papa, henüz Kardinal Joseph Ratzinger olduğu günlerde Müslüman olması Hıristiyan Avrupa ile tezat oluşturduğundan Türkiye’nin üyeliğine şiddetle karşı olduğunu açıklamıştı. Buna rağmen Başbakan, ‘Peki Papa bu konuda yardım edecek mi?’ sorusunu havada kaptı ve ‘Evet’ dedi. Peki Papa gerçekten böyle mi demişti? Hazırlıksız yakalanan Vatikan’ın, kendi açıklamasını hazırlaması 3 saat sürdü. Sonunda sözcü şu açıklamayı yaptı; ‘Papa’nın bu konuda devreye girecek ne gücü, ne de siyasî görevi vardır. Ancak kendisi buna olumlu bakıyor ve Türkiye’nin ortak değerler temelinde Avrupa Birliği’nde yer alması için diyalogu destekliyor.’ Bu cevap, Papa’yı daha önce dile getirdiği görüşlere ters düşmekten kurtararak, her iki şekilde de yorumlanabilecek bir belirsizlik doğurdu.”

***

Papa Gül’ün yemek davetini ‘fanilerin veya dünyevilerin sofralarına oturmuyoruz’ diye geri çevirmişti. AB noktasında da siyasetçilerin işleriyle ilgilenmediklerini söyledi. Maiyetindeki kardinallerin kilolarından da anlaşıldığına göre, dünyevilerin sofralarına oturmasalar da dünyalıkların çok da uzağında olmadıkları anlaşılıyor. Papa’nın üçüncü jesti de İbrahimî Allah inancı veya vurgusuna atıfta bulunmasıydı. Aynı atfı daha önce Yeni Asya’da da yayınlandığı gibi Thomas Michel yapmıştı. Ama İbrahimî gelenekte Hıristiyanlıktan başka teslis inancı olan başka bir kol yok. Ankara konuşmasının hilafına Regensburg konuşmasında İslam’daki Allah tasavvurunun aşkın dolayısıyla erişilemez ve ulaşılamaz olduğunu ve aklın sınırlarını da zorladığını veya aştığını söylemişti. Bu ‘Allah tasavvurlarımız ayrı’ demektir. Fakat Ankara’da köprü olmak istemiş ve Regensburg konuşmalarını tamir edici nitelikte konuşmuştur. Barış ve kılıç yanlışını da Bardakoğlu tashih etmeye çalışmış ve “İslâm barış dinidir, şiddet ithamı bizi üzüyor” demiş buna mukabil Papa da onaylar makamda, “Hiçbir terör olayı bir dine mal edilemez” diyerekten bu konuşmaya dolaylı ve yuvarlak bir şekilde katılmıştır. Bardakoğlu’nun, “Dinî liderler önyargıların kölesi olmamalıdır” sözleri The Times gibi gazeteler tarafından Reis’ten Papa’ya cevap şeklinde yansıtılmıştır. Velhasıl, Regensburg’dan Ankara’ya; Papa mı değişti, yoksa zaman mı? Onu da yine zaman gösterecek.

30.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Papa ile diyalog



Papa’nın uçağı Esenboğa Havaalanında tur atarken, Başbakan Erdoğan karşılamak için piste doğru ilerledi.

Erdoğan, uçağın merdivenlerinde beklerken Papa 16. Benedikt, uçağın kapısında gözüktü. Ağır ağır indi merdivenlerden. Üzerinde beyaz bir palto, başında takke, ayaklarında kırmızı ayakkabılar vardı. Boynunda ya da vücudunun görünen bir bölümünde haç işâreti yoktu. Türkiye’ye geldiği için mi takmamıştı, yoksa öyle bir alışkanlığı yok muydu orasını bilemiyorum. Ama uçaktan inerken, üzerinde haç olmaması dikkatimi çekti.

Uçağın burnunda ise Türkiye ve Vatikan bayrakları dalgalanıyordu.

Başbakan Erdoğan’la uzun uzun tokalaştılar. Protokol kısa tutulduğu için fazla bir zaman kaybı olmadı, iki dakika içinde tamamlayıp, VIP salonuna geçtiler. Başbakan Erdoğan burada Papa ile 23 dakika süren bir görüşme yaptı.

Erdoğan burada hangi mesajları verdi?

Türkiye’nin medeniyetler arası ittifakın eşbaşkanı olduğunu hatırlatıp, Papa’ya kültürler arası diyalogun geliştiği bir dönemde ülkemizi ziyaret etmesinin yararlı olduğunu söyledi.

Böylece, Avrupa’da medeniyetler çatışması tezini savunanların başında yer alan Papa’ya Türkiye’nin nerede durduğu hatırlatılmış oldu.

İslâmın bir barış dini olduğunu belirtip, cami, kilise ve havranın aynı avluya açıldığı bir kültürden geldiğimizi anlattı.

Erdoğan, İslâmın barış hoşgörü ve sevgi dini olduğunu belirtirken, daha önce “İslâmiyetin kılıçla yayıldığını” savunan Papanın, “Görüşlerinizi paylaşıyorum” demesi olumlu bir adımdı.

Başbakan Erdoğan ile Papa’nın görüşmesi bitmiş, Erdoğan uçağın kapısında karşıladığı Papa’yı aracına kadar uğurluyordu. Dünya medyasının gözü bu olayın üzerindeydi. O sırada “İyi ki bu görüşme olmuş” diye düşündüm. “Başbakan Erdoğan Papa’ya dinimiz ve dünyaya bakışımızı anlattı” demek varken, Erdoğan, “Papa ile karşılaşmamak için bir saat önce bu kapıdan geçerek Letonya’ya uçtu” denilmesinin anlamı neydi? Dünya ajansları, “Türkiye Başbakanı Papa ile görüşmedi” demek yerine “Görüştü ve şu mesajları verdi” diye haber yaptı, peki kötü mü oldu?

Ayrıca Türkiye’nin AB’ye üyeliğine karşı çıkan Papa 16. Benedikt’ten Avrupa Birliği için destek almak fena bir şey mi?

Türkiye hem AB için, hem de Kıbrıs konusunun zemininin Birleşmiş Milletler olduğu konusunda Papa’nın desteğini aldı. Kötü mü oldu?

Papa’nın Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu ile görüşmesi ise başlı başına olumlu adımlara sahne oldu.

Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı kisvesinin tüm artılarını yansıtarak, İslâmın terör ve şiddetin her türlüsüne karşı olduğunu anlattı.

Bardakoğlu, Peygamberimize hakaret etme gibi sicilinde bir kara leke bulunan 16. Benedikt’in yüzüne şunları söyledi:

“Ne var ki, son dönemlerde İslâm dininin tarihi ve kaynaklarıyla şiddeti içerip teşvik ettiği, İslâmın yeryüzüne kılıçla yayıldığı, Müslümanların potansiyel şiddet uygulayıcıları olduğu anlayışını ifade eden İslâmofobianın giderek tırmandığını hep birlikte müşahede ediyoruz. Bilimsel ve tarihsel hiçbir araştırma ve veriye dayanmayan, adalet ve insaf ölçüleriyle de bağdaşmayan bu itham ve iddialardan, adını barıştan alan İslâm’ın her mensubunun son derece müteessir ve müşteki olduğunu ilân etmek isterim…”

Daha önce yaptığı “densizliğe” karşın, defalarca bütün Müslümanları hürmetle selâmladığını belirten bir Papa, diyalog için dua ettiğini söyleyen bir 16. Benedikt vardı.

Dinler arası çatışmanın mimarlığına soyunurken, Diyanet İşleri Başkanlığında diyalog için dua ettiğini söyleyen bir Papa’ya şahit olduk.

Bütün bunlar dahi, diyalogun önemini ortaya koydu. İyi ki Papa Türkiye’yi ziyaret etti ve iyi ki Müslümanları temsilen bu görüşler Papa’ya aktarılmış oldu.

Bir kez daha sağduyu hâkim oldu ve Türkiye Kemal Kerinçsiz zihniyetine mahkum olmadan dünyaya medenî bir diyalog zemini sundu..

30.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004