Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

Akşehir'de sevgi ve hoşgörü



Akşehir, Hellenistik dönemde Phrygia tiranı Philomelos tarafından kuruldu. İlk yerleşim alanı bugünkü şehrin kuzey-batısında, Sultan Dağının kuzey yamaçlarındaydı. Şehir, Roma döneminde Philomelium adını aldı. Müslümanlar, fethettiği ve adalet getirdiği bu yere Belde-i Beyza adını verdiler. Malazgirt Savaşı’nın ardından Süleyman Şah tarafından alınan şehrin bundan sonra adı değişir. Nehçetü’l-Menazil’de buraya gelen hükümdarlardan birinin çiçek açmış ağaçlardan esinlenerek ‘Akşehir’ dediği rivayet edilmektedir. Akşehir’in günümüzde sahip olduğu eserlerin pekçoğu Selçuklular zamanında yapılmıştır. Bu dönemde şehir zenginleşir ve gelişir.

Nüfusu 100 bine ulaşan bu ilçemiz, il olması lâzım. Her şekliyle elyaktır ve haktır.

Arif Nihat Asya’nın “Yoktur Konya’da la demek, Konya Mevlânâ demek” (1207-1273) dediği gibi. Nasredin Hoca denildiğinde Akşehir, Akşehir denildiğinde de Nasreddin Hoca (1208-1284) bütün haşmetiyle nükteli ve mânâ dolu sözleriyle karşımızda duruverir. Hz. Mevlânâ’nın Hakka vuslatının 733. sene-i devriyesi, başta Konya olmak üzere Türkiye ve dış dünyada Mevlânâ Haftası olarak deruhte edildi. Bu haftada bize düşen bir çok hizmetten bir tanesi Akşehir ilçemizin 90 günde biten çok görkemli Belediye Kültür sitesinde bir Konferans vermemizdi. Dâvetliydik ve dâvete icabet ettik.

Akşehir Belediye Başkanı Sn. Dr. Mustafa Baloğlu, sosyal ve kültürel faaliyetlere önem veren büyük gayret sahibi. Salon bunun en büyük âyinesi. Takriben her ay bir gönül erini ve konuşmacıyı buraya getirtip halka muhatap kılmaktadırlar. Mevlânâ Haftası, hoşgörü haftası olunca bizi de unutmamışlar ve çağırdılar. Konumuz “Bir değer olarak hoşgörü ve eğitim.” İki büyük gönül ehli Hz. Mevlânâ ve Nasreddin Hoca, bir çok gönül sultanlarının arasında gittik geldik. Yol onların gösterdiği yoldu. Nar yoktu, karanlık yoktu, her şey sevgi, hoşgörü ve gerçek aşka gidiyordu.

Konferansımızın bazı satırları şöyle: Yunus Peygamber (as), merhum Yunus Emre ve Yunus balığının isimleri aynı, fakat değerleri farklı. Eğer değerleri karıştırırsak hoşgörü de kaybolur, eğitim de olmaz. Değer kelimesine baktığımızda karşımıza bir çok kelime çıkıyor: Kıymet, baha, erbab, yüksek vasıf, kalite, ehliyet, kabiliyet, itibar, güçlü, kadın, erkek, eğitim, mukaddes mefhumlar, maharetli, başörtü, selâm, cumhuriyet, vatan, bayrak, ezan, insan, hayat, aşk, muhabbet, spor, basın, talebe, okul vs...

Hoşgörünün ve eğitimin temel unsuru mukaddes dinimizdir. Meselâ; Maide Sûresi 32. âyette “Masum ve günahsız bir kişiyi öldürmek bütün insanlığı öldürmektir” buyrulur. Bunun ışığında Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Yunus Emre’nin, Hz. Bediüzzaman’ın tesbitleri var. Katma değer vergisi olur da, bu hakikatlerin değeri olmaz mı? Dünya daha bunlara ulaşamamıştır. Bir kavim, bir aşiret, bir ülke, bir şehir değerdir. İçindeki bir değersiz kişi için o kavme ve hatta o beldeye zulmetmek, hoşgörü ve eğitimin dışındadır.

Hz. Allah, insanı “ahsen-i takvîm” (en güzel şekilde) yaratmış. Bu harika değeri, bu takvimi karalamak hoşgörü olur mu? Fikr-i hürriyet bir değerdir. O değeri iki de bir mahkûm etmenin hoşgörü ile ne alâkası var? Yüz binleri aşkın başörtülü kız talebelerin, üniversite kapılarında ağlatılması hoşgörünün, eğitimin ve demokratik bilincin neresinde var? Şehir merkezindeki top sahalarında toplu küfürlere kim mani olacak? Nerede hoşgörü?

Teknoloji, TV’ler, radyolar ikram-ı Rabbânî, hepsi bir değer, fakat programları hangi değerde? Haftada 138 saat TV seyreden gençler... Türkiye nüfusunun % 12’sinin internet bağımlısı olduğu, MEB ve Sağlık Bakanlığının talebe bataklığındaki korkunç tesbitleri ve dört bakanlığa bakan çıkış yolları ve hoşgörünün temel duvarları, tesbitler...

Bu faaliyetin hayata geçmesinde başta Belediye Başkanı Dr. Mustafa Baloğlu ve yakın mesai arkadaşlarına, gönüllü kuruluşlar adına Coşkun Oruç ve arkadaşlarına ve salona teşrif eden bütün zevâta tebriklerimi sunuyorum.

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Millî çizgi



Bugün Şii yayılmacılığın itici gücü Ehl-i beyt muhabbeti ile birlikte; Lübnan’da İsrail karşıtlığı İran’da ise Amerikan karşıtlığıdır. Irak’taki tutum ise her iki cephedeki mücadelenin seyrini maslahatçılığa dönüştürüyor ve bu da mücadelenin mahiyeti ve mihveri noktasında soru işaretleri oluşturuyor. Geçmişte, Hareketü’l mahrumiyn hareketinde olduğu gibi Şiilerin mücadeleleri milli eksenli idi veya ulus devletler içinde Şiilerin yerini iyileştirme amacını taşıyordu. İran devrimi ve velayet-i fakih doktrini ile birlikte mücadelenin ekseni yön değiştirdi. Şii bağlamında daha evrensel bir zemin kesbetti. Şiilerin aynı merkeze bağlılığını esas alan ve haliyle milli sınırları aşan bir Şii dayanışması görüntüsü vermeye başladı. Bu da geleneksel yapıyı çözücü bir nitelik arz ediyor. Hem ulusçu yapıları atomize ederken, hem de Şii-Sünni dengelerini sarsıyor.

Velayet-i fakih anlayışı Şiilik içindeki geleneksel yapıları da çözüyor. Geleneksel merciiyetin yerini velayet-i fakihin alması gündeme geliyor ve mercilerin istiklaliyeti tehlike ve tehdit altına giriyor. Bundan dolayı, Şii-Sünni saflaşması ve kamplaşmasının yaşandığı Irak’tan maada yoğun bir Şii nüfusuna sahip Körfez ülkeleri de diken üzerinde bulunuyor.

Velayetçi çizginin bir başka ifadesi de ‘meddü’ş şii’dir. Çünkü ‘velayeti fakih’ pratik olarak Şii yayılmacılığın bir aracıdır. Kimilerine göre bugünkü Safeviliğin bir başka ifadesidir. Şu bir gerçek ki, modern Şiilik yayılmacılığının çıkış ve hareket noktası İran devrimidir. Devrim hem geleneksel kalıpların evrimini sağladı, hem de Şiiliğe modern boyutlar getirdi. Özünde ise elbette Şii asabiyeti kaldı ve yerini korudu. İran devriminin getirdiği yenilikler arasında sol/sağ kamplaşmasının ve tezadının yerini mustazaf ve müstekbir tabirlerinin almasıdır. Hatemi ve Yenilikçi kanat ile birlikte, velayet anlayışından kaynaklanan bazı baskı ve sıkıntılar nedeniyle bu kavramlar da demode oldu. Mustazaf ve müstekbir tabirlerinin yerini ilerici-gerici fıkıh aldı. Yenilikçilere göre Muhafazakârların temsil ettiği fıkıh anlayışı gerici fıkıh anlayışıdır. Buna mukabil kendilerinin temsil ettikleri fıkhi anlayış ilerici fıkıh anlayışıdır.

***

Geleneksel merciiyet ile velayet-i fakih doktrini arasındaki çatışma gibi velayet-i fakih anlayışıyla milli çizgiyi temsil eden akım arasında da anlaşmazlık var. Bu anlamda, Ayetullah Fadıl Maliki gibiler velayet-i fakih doktrinine karşı çıkıyorlar. Adları fazla duyulmasa bile Irak’ta bu anlayışı temsil eden yüksek Şii din adamları veya uleması var. Fadıl Maliki’den maada Cevad Halisi, Şeyh Hasan Müeyyed, Şeyh Ahmed Bağdadi ve Seyyid Mahmud el Haseni bu akım ve çizginin baş mümessilleridir. Bu akımın temsilcileri velayet-i fakih ve dışarıdan gelen projelere mesafeli olduklarından dolayı rahatça Sünnilerle aynı çizgide buluşabiliyorlar. Bu, geçmişte Emced Zehavi gibilerle Şii uleması arasındaki dostluk ve buluşma gibidir.

***

Velayet-i fakih çizgisi aslında Şia’da revizyonist bir çizgidir. Ne ilginçtir ki, Tahran’da yapılan Holokost Konferansında İran’ın Şiilikte temsil ettiği revizyonist çizgi ile, Yahudilikte tam tersi bir çizgiyi temsil eden ve revizyonist anlayışı reddeden klasik Ortodoks Yahudiliğinin temsilcileri olan hahamların biraraya gelmeleri garip bir bileşkeyi ve içinde böyle bir tezadı barındırmıştır. Halbuki Ortodoks hahamların Fadıl Maliki gibilerle birarada olması daha tutarlı olurdu. Kaderin garip bir cilvesi. Buna mukabil, Şiilikteki aynı gelenekçi çizgiyi temsil eden Fadıl Maliki gibiler de Irak’lı Sünnilerle biraraya gelebilmektedir. Bu revizyonist çizgi Mehdi’ye tekaddüm ederek Mehdi adına misyon yüklenmiştir. Siyonizm de öyledir. Yahudi mesihçiliğinin revizyonizminden doğmuştur. İkisi de yayılmacı bir karakter arzetmektedir. Başkalarına hakkı hayat tanımayan; istikametleri zıt, ama yöntemleri aynı olan telakki ve anlayışlardır. Tarihte Mehdici hareketler daima yıkıcı olmuştur. Ebu’l Hasan en Nedevi, İmam Rabbani ile ilgili kitabında bunu tafsilatlıca anlatır. Gnostisizm veya irfanla Mehdicilik anlayışının buluşması ateşle barutun biraraya gelmesi gibidir. Rahmetli Ayetullah Humeyni’nin ‘Fusus el Hikem’ şerhi gibi kitapları da göstermektedir ki o da ruşeniyye veya işrakiyye denilen bir irfan ekolünü temsil etmekte idi. Bu çizginin geleneksel tasavvufî ekolleriyle örtüşen ve ayrışan noktaları var.

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sıradaki ‘yalan haber’ gelsin



Ne yazık ki, yanlışta ısrar eden bazı medya grupları, milleti yanıltmaya ve akıl karışıklığına sebep olmak için durmaksızın çalışıyor. Yaptıklarını görüp, “Bir kısım medya, 28 Şubat sürecine su taşıyor” dedikçe de bu tesbitten rahatsız oluyorlar. Peki, yapılanları başka türlü tarif etmek mümkün mü?

Çok satmakla övünen bir gazetenin, imza attığı habere bakalım: “Tesettür faciası” (Hürriyet, 17 Aralık 2006) başlığıyla manşetlere taşınan haberin ‘özü’nün yalan olduğu ortaya çıktı. İlk haber ve devam eden günlerdeki ayrıntılar bir yana bırakılacak olursa, gazetenin iddiasının temelini “Başörtülü bir doktorun, sırf erkek olduğu için bir hastaya ultrason çekmediği” oluşturmuştu.

Peki, gerçek neydi? Gerçek, ultrason çekmediği iddia edilen doktor ya da teknisyen her ne ise; başörtülü değildi! Tekrarlayalım: Bütün ayrıntılar bir yana, ortada ‘başörtüsü/tesettür’ kesinlikle yoktu!

Gelişmelerden anlaşıldı ki, haberde iddia edilen pek çok başka nokta da yanlıştı. Haber baştan aşağı, ‘neresini düzeltelim’ dedirten bir haber. Ortada başörtüsü yok, üstelik iddia edilen saatteki nöbetçi doktor bayan değil vs.

Haberin bina edildiği ‘tesettür’ün ortada olmadığı anlaşılınca ‘en çok satan gazete’nin ne yapması gerekirdi, ne yaptı? Tabiî ki, hiçbir şey olmamış, ‘yalan’ habere imza atmamış gibi yayınını sürdürdü. İlk haberinin üzerinden 4 gün geçtikten sonra bile, dikkatleri başka yöne çekip; yaptığı yalan haberi unutturmaya çalıştı. Neymiş, hastahane başhekimi ‘ilgili rapor’un varlığından Hürriyet sayesinde haberdar olmuş! (20 Aralık 2006) İyi de, meselenin özü bu değil ki! Nerede özür, nerede hatadan dönme fazileti?

Aynı grubun diğer bir gazetesi de, hataya kılıf aramaya çalışıp şöyle yazmış: “(...) Olayın ‘diyalog eksikliğinden’ kaynaklandığı tesbitinin yapıldığı öğrenildi. Olayda adı geçen ve tesettürlü oldukları iddia edilen radyologlar(ın) (...) hastahanede perukla çalıştıkları ortaya çıktı.” (Milliyet, 20 Aralık 2006)

Olay, ‘diyalog eksikliği’nden değil, kasıtlı olarak yapılan ‘yalan’ bir haberdir. Eğer, diyalog eksikliğinden olmuş olsa, hatanın anlaşılması üzerine hatadan dönülür ve milletten özür dilenirdi. Böyle bir şey yapılmadığına ve hataya ‘kılıf’ arandığına göre hadiseyi iyi niyet ve ‘diyalog eksikliği’yle izah etmek mümkün değildir. “Diyalog eksikliği”nden bahsedilen haberde bile, ilgili doktorların ‘peruk’ taktığı ifade edilmektedir ki bu bile yeni bir 28 Şubat süreci haberidir!

“Millete rağmen, millet için haber” anlayışı elbette bu günün meselesi değildir. “Bir kısım medya” bundan önce de onlarca, yüzlerce yalan habere imza attı, maalesef bundan sonra da imza atacak. Çünkü niyet ve hedef haber vermek değil, milletten destek bulamayanlara destek vermektir.

Hürriyet’in imza attığı ‘testis’ haberi geri tepmiş oldu. Ama mutlaka belli merkez ve mahfillerde yeni haber hazırlıkları vardır. Bundan sonra da yalan haberler devam edebilir. Çünkü onların varlık sebepleri maalesef budur. Hem, önümüzde ‘yalan haber’lerin revaç bulabileceği iki önemli seçim var. 2007 seçim yılı olduğuna göre yalan haber bombardımanına maruz kalabiliriz. Şimdiden hazırlıklı ve ihtiyatlı olalım. Servis yapılan her habere hemen inanıp hayata düşmeyelim, haberleri tahkik edelim.

Kartele buradan seslenelim: Sıradaki yalan haber gelsin!

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Cumhurbaşkanlığı senfonisi



Bir diktatör ülkesini felâkete sürükledikten sonra bir çukurda yakalanıp işgalciler tarafından yargılanıyor.

Saddam’dan söz ettiğimi anlamışsınızdır.

Ülkesi Irak ise bir işgalin tüm iğrençliklerini unutmuşçasına bir kardeş kavgasının içinde, bir savaştan diğerine yuvarlanıyor.

Havadaki gök taşından, yerdeki tesise kadar adını veren, insanların saçından ağızlarındaki dişe kadar karışıp, kendince ilâhî kitaplar yazıp,—hâşâ—peygamberlik dâvâsı güden bir başka diktatör de birkaç saniyeliğine duran kalbine sözünü geçiremeyecek kadar aciz olduğunu ancak öldükten sonra fark edebildi.

Türkmenistan Devlet Başkanı Niyazov hayatını kaybetti. Her tek adam yönetiminde olduğu gibi şimdi Türkmenistan’ın karışıp karışmayacağı merak ediliyor. Ruslar mı hâkim olacak, yoksa turuncu devrimlerinin başarısızlığını yaşayan ABD’mi galip gelecek türü sorulara cevap aranıyor.

Aynı durum İngiltere’de olsa ne olurdu? Anayasa ve yasalar ne diyorsa o yapılır, ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesi, iktidar kavgaları gibi ortaçağ korkuları yaşanmazdı. İşte demokrasi ile diktatörlük arasındaki fark bu. Öngörülebilirlik.

Peki sorarım size bizim anayasa ve kanunlarımızda nasıl seçileceği belli olmasına rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neden sancılar yaşanıyor. Bir yüzümüz İngiltere, diğer tarafımız Niyazov olduğu için mi?

Abarttığımı düşünmeyin. Aşağıdaki satırların daha ağırları yaşandı bu ülkede.

“Meclise yaklaştığımda şöyle bir durum gördüm: Büyük Millet Meclisi askerî birliklerle ve silâhlarla çevriliydi. Meclis’e rahmetli Gürler’in bir yakınından, yeğeni miydi, oğlu muydu hatırlamıyorum, ondan başka sivil giyimli tek kişi alınmıyordu. Yakın gazeteciler vardı sivil giyinmiş olarak. Fakat Meclis’in giriş, koridorları tıklım tıklım yüksek rütbeli generallerle, subaylarla doluydu. Hepsi gelmişlerdi. Nitekim sonradan Meclis açıldığında da bütün balkonların yine yüksek rütbeli generallerle ve subaylarla doldurulmuş olduğunu gördük. Koridorda hangimizi görseler, bazıları nezaketle, bazıları ağır dille, gerektiğinde tehdit ederek baskılarda bulunuyorlardı…”

Ecevit, 12 Mart’ın kendi özgü şartlarında Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı seçtirilmesi için yapılan baskıları bu sözlerle aktarmıştı. Sivillerin alınmadığı bir parlamentoda Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ile 52 generalin birlikte izlediği bir cumhurbaşkanlığı seçimi düşünün.

Böylesine bir ortamda yapılan seçimlerde, Genelkurmay Başkanlığından cumhurbaşkanı seçilmek üzere ayrılan Gürler Paşa, demokrasi duvarına çarpmıştı.

Demirel ve Ecevit’in liderliğinde başarılı bir demokrasi sınavı veren parlamento asker baskısını geri çevirecekti.

Şair Can Yücel,

“Em. Org. Gürler’e” başlığını taşıyan şiirinden olayı şöyle tasvir edecekti:

“Karakaşlı bir bulut geldi, geldi, geldi...

Gürledi, ama yağmadı değil,

Yağmadı, ama gürledi gitti”

Ancak baskılar bitmemişti. Bu kez de Cumhurbaşkanı Sunay’ın görev süresinin uzatılması gündeme getirildi.

12 Mart’ın Başbakanı Ferit Melen, askerlerin teklifini “İstanbul’da Çamlıca’da televizyon kulesi açıldığı zaman kumandanlar arasında bir toplantı yapıldı. Bu toplantıda Sunay’ın görev süresinin uzatılması, Gürler’in bir süre daha ordunun başında kalması kararlaştırılmış” diye aktardı AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’e...

Demirel’in “Bizim Sunay’ın şahsı ile bir meselemiz yoktur. Mesele, kaide ve ilke meselesidir. Normale dönüş mütemadiyen anormal yollara müracaatla mümkün değildir. Sunay’ın süresinin uzatılması mümkün değildir” şeklinde direnmesine rağmen, teklif anayasa değişikliği olarak Meclise getirilmişti. Sunay formülü hem Cumhuriyet senatosunda, hem de Parlamento da açık bir farkla reddedildi.

BBC haber bültenlerinde bu durumu, “Ordunun ikinci kere reddedilmesi” olarak duyurdu bütün dünyaya.

12 Mart ara rejiminin baskısına karşı AP ve CHP liderlerinin öncülüğünde verilen demokrasi mücadelesini aktarırken, Demirel’in, “Hükümet kuramayan, hükümet düşüremeyen, Cumhurbaşkanı seçemeyen bir parlamento var oluş sebebini nasıl izah edecektir” sözünün altını çizmek gerekiyor.

12 Mart’ta silah zoruyla devrilen partiler cumhurbaşkanlığı seçimini, 12 Mart’ın rövanşını alma ve parlamentonun itibarını iade etme mücadelesine dönüştürüp, demokrasi destanı yazarken, acaba diyorum, o günkü şartlarda Demirel ve Ecevit’in yerinde Erdoğan ve Baykal olsa ne yaparlardı.

Kara Kuvvetleri Komutanının Genelkurmay başkanlığına atanması kararnamesini Yüksek Askerî Şûrâ toplantısına dahi sokmadan, yeni yöntemler icat ederek yerine getiren bir iktidar bu tür bir baskıya direnebilir miydi? Hiç sanmam.

Hatta Gürler’i Kontenjan Senatörü atamadan, o henüz Genelkurmay Başkanıyken cumhurbaşkanı seçer, Genelkurmay’dan doğrudan Çankaya’ya çıkarırdı.

Meclise uğramasın diye onun yerine yemin de ederler miydi, o kadarını bilmem ama “Bu durumda Parlamentoyu kendi ellerimizle kapatmış oluruz” diyebileceklerini hiç sanmıyorum.

Çankaya ile ilgili tartışmalar artık Cumhurbaşkanlığı seçiminden çıkıp, “Cumhurbaşkanlığı Senfonisi”ne dönüşmek üzere. Başbakan Erdoğan’ın bu konuda azamî ölçüde uzlaşma arayışı içinde olacağına ilişkin sözleri bir anlamda aday olacağı konusundaki son tereddütleri de giderecek çapta bir itiraf aslında.

Uzlaşma aramak elbette ki bir sağduyu örneği.

Ancak her 7 yılda bir Çankaya sancısı ile kıvranan ülke olmaktan kurtulmamız lâzım.

Ara rejim alışkanlıklarından artık kurtulmamız lâzım. Belki dün öyle değildi, ama bugün artık AB’ye tam üyelik sürecinde bir Türkiye var.

12 Mart’ta askerler Cevdet Sunay’ın görev süresinin 2 yıl daha uzatılması teklifini götürünce, Demirel, “Bu çocuk hiç büyümeyecek mi? “diye tepki göstermişti.

Artık bu çocuk büyüsün, bu senfoni sussun…

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tazminat silâh mı?



Basınla ilgili tazminat dâvâlarında mahkemelerin verdiği kararları tararken, son derece enteresan ve dikkat çekici örneklerle karşılaşıyoruz.

Bunların içinde, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinden sâdır olan bazılarını geçtiğimiz hafta kısaca özetlemiştik. (Yeni Asya, 14.12.06)

Şimdi de yine bir tazminat talebini kısa yoldan reddeden ve anlaşıldığı kadarıyla temyiz de edilmediği için kesinleşen bir bidayet mahkemesinin gerekçesini aktarıyoruz

Dâvâyı açan yine Başbakan Erdoğan. Dâvâlı, Penguen dergisi. Konu, derginin kapağında “Tayyipler âlemi” başlığıyla yayınlanan karikatürlerle Başbakana hakaret edildiği yönündeki iddia.

Ancak dâvâya bakan Ankara 1. Asliye Hukuk Mahkemesi Başbakanın tazminat talebini reddetmiş ve gerekçesini şöyle açıklamış:

“Tazminat, hakkın kullanılmasında kullanılan bir yoldur, ancak bu yolu fikirlerin serbestçe ifade edilmesinin karşısında bir silâh durumuna getirmemek gerekir. Zira bilim adamları, sanatçıları, düşünürleri, yazarları, şairleri tazminat silâhıyla susturulmuş bir toplumda ilerlemeyi sağlayacak fikir zenginliğinin oluşması beklenemez.

“Fikir öyle birşeydir ki, kimine göre doğru olan, öbürünün doğrusu olmamaktadır. Hattâ bu doğrular zamana göre kişinin kendisinde bile değişebilmektedir.

“Düşünce ve fikirler olumluyu değil, olumsuzu da içerebilir. İncitici, aykırı ve endişe yaratıcı da olabilir. Önemli olan, değer yargılarına ilişkin düşünce ve fikirlerin serbestçe ifade edilebilmesidir.

“Çoğulculuğun, hoşgörünün, açık fikirliliğin bir gereği olduğu için demokratik toplumun temel taşlarından biri, hattâ en önemlisi düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüdür.

“Sanatçıların, fikir ve düşüncelerini serbestçe açıklayabilmesi ile toplumun demokratikleşmesine katkısı gözardı edilemez.”

Bu gerekçelerin ardından, düşünce özgürlüğünün de diğer tüm özgürlükler gibi sınırları bulunduğu belirtilen kararda, bu sınırlar “anayasa ve yasalarda güvence altına alınmış olan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması” olarak ifade ediliyor ve şöyle bir kriterin de altı çiziliyor:

“Toplumu etkileme ve ileriye götürme gücüne sahip olan dâvâcının, sahip olduğu güç nisbetinde eleştiriye açık olması ve katlanması gerekir.” (Cumhuriyet, 24.3.06)

Yer yer, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin, siyasîlerin açtığı tazminat dâvâlarındaki mahkûmiyet kararlarını bozarken kullandığı gerekçeleri de dayanak olarak gösteren mahkeme, netice olarak, “karikatürlerin hakaret amacı taşımadığı ve kişilik haklarını ihlâl etmediği kanaatine varıldığından,” dâvânın reddine karar verildiğini beyanla noktayı koyuyor.

Acaba bizim E. Org. Aktulga için yazdığımız yazı sebebiyle açılan tazminat dâvâsına bu mahkeme baksaydı, ne karar verirdi?

Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin yaptığı gibi, 10. Yıl Marşını kriter alarak, yazıda kişilik haklarına saldırıldığını mı düşünürdü, yoksa “Tazminat, incitici ve aykırı da olsa fikirleri susturmak için silâh olarak kullanılamaz” diye tazminat talebini red mi ederdi?

Sizin bir tahmininiz var mı?

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ı bilmenin kalpteki aydınlığı



İzmir’den okuyucumuz: “Mesnevî-i Nuriye’de mârifetullahın şahitlerinin ve burhanlarının beyan edildiği Zühre’nin Onuncu Nota’sını izah eder misiniz?”

Cenâb-ı Hakk’ın mevcudiyeti, mahiyeti ve varlığı hiç şüphesiz kâinat veya kâinatta var olan hiçbir şeyin cinsinden ve mahiyetinden değildir. O’nun Mukaddes Zatı tektir, benzersizdir, yegânedir. İsimleri ve sıfatları daima kemal haldedir; her türlü noksanlıklardan, eksikliklerden ve kusurlardan berîdir, münezzehtir, muallâdır, yücedir. Varlığının mahiyeti Kendine mahsustur, hiçbir mahiyete benzemez, hiçbir şey O’na denk değildir.

Biz, eserleriyle ve kavrayabildiğimiz isim ve sıfatlarıyla Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya çalışırız. Ama O bizim için yine meçhuldür. O meçhul bir mevcuttur.1 O’nu gerçekten kavradığımızı iddia edemeyiz. Bu bizim beşerî gücümüzün kaldıracağı bir yük değildir. Nitekim Kur’ân, “Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri görür. O Latif’tir, Habîr’dir”2 buyurmaktadır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Onuncu Nota’da Cenâb-ı Hakk’ın marifet nuruna yetişmenin, bakmanın ve âyet ve şahitlerin aynalarında cilvelerini izlemenin altın prensiplerini verir. Buna göre insan gaflet veren sebeplerden mümkün mertebe sıyrılmalı, uzak durmalı, kalbini Allah’ın feyzine açmalı ve bu vaziyetini muhafaza etmelidir. Başka bir ifadeyle, mümkün mertebe hem öğrenmeye, hem de öğrendiğini yaşamaya gayret etmelidir. Yoksa insan, üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen her bir marifet nurunu, tereddüt ve tenkitle karşılaması halinde kaçırabileceği gibi; ışıklanan ve yaklaşan her bir nuru yakalamak için elini uzatması halinde yine bu nurları kaçıracaktır. Çünkü marifet nurlarını sahiplenmek mümkün değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk’a aittirler.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, mârifetullahın şahitleri ve burhanları üç çeşittir:

1- Bir kısmı su gibidir. Görünebilir ve hissedilebilir. Bu kısmı idrak etmek için hayallerden ve evhamlardan sıyrılarak, bütünüyle ve bütün hulûs-u kalple O’na yönelmek gerektir. Bu kısım parmaklarla yakalanmaz, tutulmaz, tenkit edilmez. Tenkit parmakları uzatılsa, su gibi akar ve kaybolur. Çünkü o hayat kaynağı marifet nurları, parmakları mekân olarak benimsemez. Onların mekânı evhamlardan safi, şüphelerden ve tereddütlerden uzak ve günah kirlerinden arınmış kalptir.

2- Marifet nurlarından ikinci kısmı hava gibidir. Hissedilebilir; fakat görünmez ve tutulmaz. Bu rahmet nesimine karşı insan yüzüyle, ağzıyla ve ruhuyla teveccüh etmeli, kendini ona mukabil tutmalıdır. Ruhuyla teneffüs etmeli, tenkit elini uzatmamalıdır. Tereddüt eliyle bakması veya tenkit ile el atması halinde, bu kısım rahmet nesimi buna râzı olmaz, yürür, gider. Eli mesken olarak kabul etmez.

3- Üçüncü kısım ise nur gibidir. Görünür, fakat hissedilmez ve tutulmaz. Bu kısım rahmet nesimine karşı insan kalbinin gözüyle ve ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tutmalı, gözünü ona tevcih etmeli ve onun kendi kendine gelmesini beklemelidir. Çünkü nur el ile tutulmaz, parmaklarla avlanmaz. Nur ancak basiret nuru ile avlanabilir. Eğer hırs dolu ve maddeden ibaret olan eli uzatsan ve maddî mizanlarla tartmaya kalksan, sönmese de gizlenir. Çünkü nur maddede hapse razı olmadığı gibi, kayda da girmez. Kesif olan maddeyi kendine malik ve seyyid kabul etmez.3

Hiç şüphesiz bu hususlar, mücerret ve soyut meselelerdir. Şu kadar söylenebilir ki, meselâ, Peygamber Efendimiz’in (asm) “İmanınızı ‘Lâ ilâhe illallah’ ile tazeleyiniz” emri gereğince çok sık tekrarlamamız gereken kelime-i tevhidde veya çok tekrarlarla okunan Kur’ân âyetlerinde veya zikirlerde, ya da günün beş vaktinde aynı zikir ve tekbirlerle tekrar tekrar kılınan namazlarda, namazların ardından otuz üçer adet çekilen tesbih, tekbir ve tehlillerde, yüksek feyzi bulunan metinlerde, Cevşenü’l-Kebir’de ve Risâle-i Nur metinlerinde böyle manevî marifet nurlarını akıl, kalp, ruh, sır, nefis ve sair lâtife ve hislerle; kimi zaman bunların biriyle veya bir kısmıyla, kimi zaman da hepsiyle duymak ve hissetmek mümkündür. Burada ehemmiyetle altı çizilen husus: Allah’a yönelirken ve Allah’ı bilmeye çalışırken kalp tam teslim olmalı; şüphe, tereddüt ve tenkit gibi bir takım fevrî ve yersiz endişeler taşımamalıdır.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 111 2- En’am Sûresi, 6/103 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 141, 142

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Birlik ve bütünlük için



Âişe Validemiz, Efendimizin (asm) olur olmaz şeylere öfkelenmediğini, ama hakkın çiğnenmesi söz konusu olduğunda onu hiç kimsenin durduramadığını belirtir. O hep toplum huzurunun tesisi için vardı. Yıkılmaya çalışıldığında yaydan fırlamış ok gibi hareket ederdi.

Onun için en önemli mesele birlik, beraberlik, kardeşlik, sevgi, saygı ve dayanışmaydı. Bunları sarsıcı her harekete şiddetle karşıydı.

Evs ve Hazreç, Medineli iki kabile… Aralarında Buas denilen yüzyılı aşkın savaşlar sürmüş, İslâm gelince de düşmanlıklarını unutup İslâmın şefkatli sinesine sığınmışlardı. Bir gün her iki kabilenin ileri gelenleri bir araya gelmiş, tatlı tatlı sohbetler ediyorlardı. Bu durumu hazmedemeyen yaşlı bir Yahudî, bir Yahudi gencini, “Git, yanlarına otur. Onlara Buas gününü ve önceki muharebeleri hatırlat ve o günlerde söyledikleri şiirlerden bazılarını okuyuver” diye göndermişti. Delikanlı denileni ustaca yaptı. Çok geçmeden Evs ve Hazreçliler münakaşaya ve birbirlerine kızmaya başladılar. İş kızıştı ve o dereceye vardı ki, iki taraf da, “İsterseniz bugün yine öyle bir gün yaşarız. İşte meydan!” demeye başladılar. Ortalık birdenbire alevlendi, kılıçlar çekildi, birbirlerine yürümeye kalktılar. Durum, hemen Resûlullaha (asm) bildirildi. Sahabîleriyle birlikte hadise yerine gelen Allah Resûlü (asm), “Ey Müslümanlar, size ne oldu?” diye söze başladı ve şunları söyledi:

“Ben aranızdayken Câhiliye dâvâsı mı güdüyorsunuz? Allahu Teâlâ size İslâmı gösterip, küfürden kurtarıp, yardımıyla Câhiliyenin kökünü kesip kalblerinizi birleştirdikten sonra yine eski küfre mi dönüyorsunuz?”

Bu konuşmalar üzerine Evs ve Hazreçliler hatalarını ve oyuna geldiklerini anladılar, silâhlarını bırakıp gözyaşlarıyla birbirlerinin boynuna sarıldılar, helâllaştılar.

Bu olay üzerine Âl-i İmran Sûresinin 102, 103 ve 104. âyetleri nazil oldu. Bu âyetlerde meâlen şöyle buyuruluyordu:

“Ey îmân edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun. Ve son nefesinize kadar hakta sebat edin de, Müslümanlar olarak ölün.

“Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın; ayrılığa düşüp dağılmayın. Bir de, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, O sizin kalblerinizi kaynaştırdı da, Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Herkes Onun huzuruna döndürülecektir.

“Allah’ın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizden bir de öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”

Demek bütün mesele Allah’ın dinine, kitabına sımsıkı sarılmak, birlik ve beraberliği bozucu davranışlardan şiddetle kaçınmak.

22.12.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Stres hastalıklarını iman gücüyle ameliyat etmek



Manevî, ruhî bir hal olan stresin, insan sağlığını önemli ölçüde olumsuz etkilediği ilmen de ispatlandı:

Sidney’de bulunan Garvan Enstitüsü’nden araştırmacılar, stresli dönemlerde vücutta Nöropeptit Y (NPY) adlı hormonun salgılandığını ve bağışıklık sistemini olumsuz etkilediğini ispat etti. Beyin ile bağışıklık sistemi arasında ilişki olduğu yolunda dolaylı dellilerin olduğunu söyleyen araştırmacılardan Fabienne Mackay, ilişkinin kesin olarak ispatlandığını belirtti.

Araştırmanın yayımlanmasının ardından Mackay, “Stresli dönemlerde, sinirler çok sayıda NPY salgılar. Kanda dolaşmaya başlayan bu hormonlar bağışıklık sistemi hücrelerini engeller” açıklamasında bulundu.

Herbert Herzog da, Nöropeptit Y’nin tansiyon ve kalp ritmini olumsuz yönde etkilediğinin bilindiğini söyledi. Herzog, “Stres, nezle veya grip olduğunuzda ya da kanser gibi daha ciddî durumlarda sizin çok daha dayanıksız olmanıza neden olur” dedi. ‘Journal of Experimental Medicine’ adlı dergide yayımlanan araştırmada bilim adamları, stresin, romatoid artrit, crohn ve şeker hastalıklarıyla da bağlantısı olduğunu vurguladı.1 Yüksek enflasyon, ekonomik sıkıntılar, terör, trafik canavarı, hava kirliliği, kalabalık, gürültü, iş bulamama, kaybetme, istikbal endişesi, imtihanı kazanamama, yakınlarını kaybetme ve nihayet hiç kurtuluş imkânı olmayan ve herkesi bekleyen ölüm korkusu ve benzeri kaygılardan kurtulmanın yolu, bu olayların olumlu yönlerini gösteren imânî tefekkürdür. Kitazato Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Kazuo Kodama, Japonya’da nevroz, depresyon, ülser, yüksek tansiyon, kanser, kalp hastalığı ve felç gibi hastalıkların, hatta hızlı yaşlanmanın sebebinin stres olduğuna dikkat çekerek tedavi metodunun da, “transandantal meditasyon”dan geçtiğine dikkat çekiyor. Manevî bir hastalık olan stres, yani, üzüntü, endişe, sıkıntı, korku ve olumsuz düşünceler midemizde ülser ve gastrit gibi maddî yaralar açıyorsa, (bunu tersine çevirelim) neşe, sevinç, mutluluk, duâ gibi iman hakikatleri de maddî yaraları ortadan kaldırırlar. Kalp için de aynı şeyler geçerlidir. Ölüm, hastalık, iflas, iş bulamama korkuları ile kaygılarına karşı, kadere iman, yani, tevekkül ve öldükten sonra dirilişe iman, kalbe maddî-manevî şifa olmaz mı?

Çünkü, duâ ve tevekkül, hayra meyletmeye büyük bir kuvvet (enerji) verir.2 Zîrâ, duânın dalgaları, şuûrumuza nüfûz ederek enerji ve kararlılık aşılar ve sonsuz kudret Sahibi ile bağlantıya geçmemizi sağlar. Peygamberimizin (asm) diliyle, “Eğer Allah’ı hakkıyla tanısaydınız, duânızla dağlar yerinden oynar.”3

***

Ebû Ma’lâk, ticâretle uğraşmaktadır. O zamanın teröristi bir eşkıya, yolunu keserek, “Malını yık, seni öldüreceğim” der. “Senin maksadın maldır, neyim varsa al git!” teklifine, “Benim maksadım senin malın değil, canındır, seni öldüreceğim!” deyince, “O zaman bırak da dört rekât namaz kılayım, ondan sonra ne yaparsan yap!” der.

Silâhını indirir eşkıya. Ebû Ma’lâk abdest alır, dört rekât namaz kılar ve “Ey çok seven Allah’ım! Ey arşın yüce Sahibi! Ey her dilediğini dilediği gibi yapan Allah’ım! Sen, hiçbir kimsenin istese bile sahip olamayacağı kudretinle, hiçbir kimsenin göz dikemediği hükümranlığınla ve arşının her tarafını dolduran nurunla beni şu eşkıyanın kötülüğünden koru!” diye duâ etti ve üç sefer tekrarladı. Elini indirmeden, bir atlı belirdi, eşkıya ne olduğunu anlamadan mızrakla eşkıyayı cansız yere serdi.

Ebû Ma’lâk, “Sen kimsin, Hızır gibi imdadıma yetiştin?” dedi. “Ben dördüncü kat semanın meleklerindenim. Sen duâya başladığında semanın kapılarında bir gıcırtı duydum. İkincisinde gökteki melekler dalgalandılar. Üçüncüsünde ise ‘Bu darda kalan bir çâresizin duâsıdır!’ diye bir ses duyuldu. Bunun üzerine benim görevlendirilmem için Allah’a niyaz ettim. Bu görev bana verildi. Kim abdest alarak dört rekât namaz kılar ve ıztırar diliyle duâ yaparsa, duâsı kabul olur”4

Dipnotlar:

1- Kaynak: www.ekolay.net; 2- Sözler, s. 432.; 3- Cami’ü’s-Sağîr, 5:319, Hadîs No: 7448.; 4- El-İsâbe, 4/18.

22.12.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman, yeni yeni keşfedilirken



Evet, yanlış okumadınız: Yeni keşif. Yani, Üstad Bediüzzaman'ın hayatî önem kazanan bazı meseleler hakkındaki orijinal görüşlerinden, yaklaşık yüz yıl sonra yeni haberdar olanlar ve bu görüşleri henüz yeni yeni keşfedenler var.

Garip, tuhaf, acı bir durum; ama, yine de sebep olanları tebrik etmek ve "Buna da şükür" demekten başka, ayrıca demek ve ne yapmak lâzım geldiğini, doğrusu bilemez hale geldik.

"Nokta"ya iki noktalık ilâve

Söz konusu bu "yeni keşif"in kaynağı, haftalık Nokta dergisinin son (21–27 Aralık 2006, sayı: 8) sayısı.

Uzun bir kesinti döneminin ardından, yeni bir ekiple yeniden yayın hayatına başlayan Nokta dergisinin bu haftaki kapak konusu "Ermeni meselesi"ne Said Nursî ile Nazım Hikmet'in bakış açısı...

Pekçok noktada fikirleri uyuşmayan bu iki zıt şahsiyetin Ermeniler hakkındaki görüşleri, kapaktan itiraf yüklü şu ifade ile sunulmuş: "Sanıldığı (bildiğimiz) gibi değilmiş: Solun ve İslâmcılığın sembol isimleri, 'Ermeni meselesi'nde sözlerini söylemişler."

Derginin muhtevasında ise, Said Nursî ile Nazım Hikmet'in bir dönem "tehcir"e uğrayan Ermeni vatandaşlarımıza dair yazıp söyledikleri değişik çerçevelerle yansıtılıyor.

Yapılan çalışma güzel; kaydedilen gelişme ise, daha da güzel...

Zira, gerek devletimiz ve gerekse halkımız tarafından bilinmesi gereken bir hakikat, burada tarafsız bir nazarla okuyanların dikkatine sunulmuş.

Ancak, hemen bu noktada iki önemli hususu hatırlatma gereğini duymaktayız.

Birincisi: Said Nursî ile Nazım Hikmet'in bu mesele hakkındaki görüşlerini ifade ettikleri tarihler asındaki uzun zaman farkı.

1877 doğumlu Bediüzzaman, Ermeniler hakkındaki görüşlerini, ilk kez 1910'da kaleme almış olduğu Münazarat isimli eserinde gayet net bir şekilde ortaya koymuş.

1902 doğumlu Nazım Hikmet ise, o tarihte henüz 8 yaşında olup, dergide söz konusu edilen "Akşam gezintisi" başlıklı şiirini 1950'de hapisten çıktıktan sonra yazmıştır. (Ö. Politika, 5 Haziran 2002)

Yani, arada en az 40 yıllık bir zaman farkı var.

İkincisi: Bediüzzaman Said Nursî'nin Ermenilerle ilgili söz ve düşünceleri, sadece Nokta'da, hatta sadece Münazarat isimli eserinde yer aldığı kadarıyla sınırlı değil.

Onun bu mesele hakkındaki görüş ve yaklaşımları, başlı başına bir kitap hacmini dolduracak kadar geniştir. Hatta, henüz gün ışığına çıkmamış bir kısım resmî belgeler de var ki, bunların çoğu hâlen "Devlet Arşivleri"nde muhafaza ediliyor.

Ayrıca, dikkatli okuyucularımız hatırlıyordur. Bundan iki sene kadar evvel, bu konuda hazırladığımız geniş bir dosya çalışmasını yayınladık. İki hafta kadar süren o yazı dizisi, Türk Tarih Kurumundaki akademisyenlerin yanı sıra, Ermeni vatandaşlarımızın da hayli ilgisini çekti.

Komşumuz Ermeniler

Nokta dergisinde de özellikle vurgulandığı gibi, Said Nursî'nin Ermenilerle ilgili olarak üzerinde çokça durulacak, düşünülecek söz ve davranışları var.

Meselâ, bunların bir kısmını şöylece özetlemek mümkün:

* Said Nursî, Ermenileri birlikte geçinmemiz gereken "komşu" bir millet olarak görmüş ve o şekilde kabul edilmelerini istemiş. Münazarat'ta onlardan söz ederken, "Komşuluk, dostluğun komşusudur" demiş ve onları uzaklaştırmak değil, bilâkis onların fen ve san'at yönlerinden istifade edilmesi gerektiğini tavsiye etmiştir.

* Bediüzzaman, Ermenilerin devlette vazife almalarında, resmî hizmette bulunmalarında, hatta vali ve kaymakam olmalarında dinen dahi bir beis görmediğini açık bir dille ifade etmiştir.

* Keza, Ermenileri "zımmî" olarak tanımlanan diğer gayr–i müslimlerden ayırmış, onlara "zımmî–i muâhid", yani "sözleşmeli zımmî" muamelesinin yapılması gerektiğini söylemiştir. Zira onlar, Anadolu'da hem nüfusları milyonları bulan yerleşik bir kavim, hem de dâvasını beynelmilel/uluslararası seviyeye taşımış komşu bir millettir.

* Birinci Dünya Harbinde gönüllü alay kumandanlığı yapan Said Nursî, tarafların birbirini acımasızca katlettiği bir atmosferde bile, Ermenilerin mâsum kesimine dokunmamış, imkânı dahilinde dokundurtmamış ve bilhassa onların kadın ve çocuklarını koruma altında tutarak Rusya'nın himayesindeki ailelerine götürüp teslim etmiştir.

* Bütün bunlar gösteriyor ki, Bediüzzaman Said Nursî, Taşnak ve Hınçak gibi silâhlı örgüt mensubu dışında kalan mâsum Ermenilerin "tehcir" edilmesi, yani yerlerinden yurtlarından alınarak başka diyârlara göç ettirilmesi taraftarı değildir.

Zira bu zâtın bütün yazıp söylediklerinden, Ermenilerin mutlak surette "komşu" olarak kabul edilmesi gerektiği neticesi çıkıyor.

Üstad Bediüzzaman, bu husustaki gerekçesini ise, başta kaderin tecellisi olmak üzere, İslâm dininin ölçülerine, insanlık tarihinin akış seyrine ve bütün bunlardan alınması gereken nice hikmetli derslerin mevcudiyetine getirip dayandırıyor.

Nazım'la işi "dengeleme" çabası

Nokta dergisinde, Said Nursî'nin Ermenilerle ilgili bir asra yaklaşan orijinal görüşleri, Nazım Hikmet'in yarım asrı bulan görüşleriyle bağdaştırılarak, ortada bir "denge" vaziyeti kurulmaya çalışılmış.

Komünist fikirleri sebebiyle hapiste olan Nazım Hikmet, 1950'de Demokrat Partinin iktidara gelmesinin ardından serbest bırakıldı.

Onun hapisten çıktıktan sonra kaleme almış olduğu "Akşam gezintisi" isimli şiirini, hangi yıl yazdığı tam olarak bilinmiyor.

Ayrıca, aynı şiirdeki Ermenilerle ilgili bölümün uzun yıllar sansürlendiği de bir vakıa.

Bu sansür vak'ası, 2002'de Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın öncülüğünde ve hatta finansörlüğünde "Nazım Hikmet'in 100. doğum yıldönümü etkinlikleri" esnasında ortaya çıktı.

İşte Nazım'ın adı geçen şiirinden çıkartılarak uzun yıllar sansürlenen bölümden birkaç mısra:

Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı

Dut ağaçları sarardıysa da

İncirler hâlâ yeşil

Mürettip Refik'le sütçü Yorgi'nin

Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına

Parmakları birbirine dolanmış

Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

Kürt dağlarında babasının kesilmesini

Fakat seviyor seni, çünkü sen de affetmedin

Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına

Evet, çok kısa mısralarla olsa bile, Nazım Hikmet de Ermeni vatandaşlarımızla ilgili olarak, şüphesiz insanî bir tavır takınıyor.

Ancak, şu da bilinmeli ki, onun söyledikleri ile Said Nursî'nin konuya dair görüş ve yaklaşımları arasında, kıyas kabul etmez derecede büyük bir hacim ve muhteva farklılığı var.

Dosta düşmana insanlık dersi

...O muharebeler (1915, Kafkas Cephesi) esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. (Fahrî Alay Kumandanı) Bediüzzaman’ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere, "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti.

Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı.

Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istilâ ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman çoluk çocuğunu kesmek adetini bırakıp, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler.

Molla Said, bu sûretle o havalideki binlerle mâsumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.

Bediüzzaman Said Nursî; Tarihçe-i Hayat, s. 99

22.12.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004