Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Çalışmadığın yerden sınava girmek



Bu dünyada hayat bir imtihansa, yanlış cevapladığımız ilk soru, bu imtihanı, dünyadaki sınavlarla karıştırmamızdır.

Çok güçlü olduğumuz konulara arkamızı yaslar ve kendine güvenen çalışkan öğrenci edasıyla etrafta dolaşırız. Alnımızın akıyla çıkmışızdır sınavdan, başarmışızdır. Haram lokma geçmemiştir boğazımızdan, gözümüz harama bakmamış, ayaklarımız harama gitmemiş, ellerimiz harama dokunmamıştır.

Oysa ardımıza dönüp baktığımızda, kaç kez böyle bir ikilemde kaldığımızı, kaç kez doğru ile yanlışın, güzelle çirkinin karşısında bir seçim yapmak üzere ter döktüğümüzü söyleyebiliriz ki. Kimi zaman çevremiz, kimi zaman şartlar müsait olmamıştır. Yani sorular oldukça kolay yerden gelmiştir…

Belki evet haram geçmeyecektir boğazımızdan, en zor sorularla muhatap olsak bile; ama bakalım bize sorular, haramın boğaz turundan mı gelecektir. Haram yememek konusuna çok iyi çalışmış olabiliriz, peki şöhrete, pohpohlanmaya, iltifat duymaya karşı da bu kadar dayanıklı mıyız? Harama bakmamak konusunda tüm soruları geçeceğimizi düşünürken, “eve ekmek götürme” konusunda yanlış bir cevap vermiş olamaz mıyız?

Kimimiz anneliğe ve babalığa dair sorulara çalışmıştır. Kitaplar okumuş, yememiş içmemiş kendini eğitmiştir. Her şeyine hâkimdir, annelik ve babalık konusunda çıkacak her soruya hazırdır. Ama maalesef ona başka yerden, anne ve baba olmamaktan çıkar sorular. İşte buna hazır değildir. Önce umut etmeyi dener, dünyevî sebeplerdedir gözleri. Her seferinde yeni bir umut, yeni bir beklenti… Ve umut yerini isyana terk etmeye başlar. “Her işte bir hayır vardır” biliyordur. “Belki istemediğimiz, hoşumuza gitmeyen bir şey bizim için daha hayırlıdır”, biliyordur. Ama o kadar çalışılan, o kadar iyi bilinen bu teorik bilgi, kaybedilen sınavda işe yarar da, burada yaramaz. Kaybedilen parada, başarısızlıkla sonuçlanan bir işte, hastalıkta, kazada, yüzlerce hayal kırıklığında işe yarar da, burada yaramaz.

Ölüm karşısında soğukkanlı olup, hayat karşısında isyankâr olmaya meyletmek de sınavın bir parçası. Sorular kimi zaman toplum denetimi altında, kimi zaman ise büyük şehrin sınırsız özgürlük ortamında gelir. Kimi severken, kimi nefret ederken kaybeder.

Oysa kaderdir, kul olmaktır, yaratılış hikmetidir, emanette emin olmaktır; tüm soruların temel mantığı..

Ama sınavdır. Kolay da olur, zor da. İyi çalıştığın yerden de çıkar, hiç bakmadığın yerden de. Hazırken de gelir, hiç hazırlanmamışken de. Kazanmak da var, kaybetmek de…

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Melekler



Yüce Allah yaratıcıdır ve yarattığı varlıklar sadece gözümüzün gördüğü varlıklardan ibaret değildir. Allah topraktan yüz binlerce farklı türde bitkileri yaratmıştır. Aynı şekilde yüz binlerce hayvanı da sudan yaratmaktadır. Aynı şekilde Allah ateşten cinleri ve nurdan da melekleri yaratmıştır. Melekler nurdan yaratıldıkları ve bizim gibi bedenleri olmadığı için bizim gibi yemezler ve içmezler. Allah’ın emirlerine asla aykırı davranmadıkları için günah da işlemezler. Onların gıdaları Allah’ı anmak, zikir ve tesbih ile Allah’a ibadet etmektir.

Nasıl ki bir insan aynalar vasıtası ile görüntülerini çoğaltabilir. Hatta televizyon vasıtası ile binlerce eve misafir olarak girebilir ve onlara kendisini anlatabilir. İşte melekler nurdan varlıklar oldukları için bir anda pek çok yerlerde görünebilir ve insanların görüntülerinden farklı olarak, görüntüleri ile her göründükleri yerde farklı işler yapabilirler. Azrail (as) bir anda binlerce insanın yanında görünür ve onların ruhlarını bir anda alabilir ve bir iş diğer işine mani olmaz. Onlar nurdan yaratılan varlıklar oldukları için istedikleri şekillere girebilirler,1 uzun mesafeleri bir anda alabilirler.2

Nasıl ki bitkilerin ve hayvanların binlerce türleri vardır. Allah’ın nurdan yarattığı meleklerin de çok çeşitleri ve türleri vardır. İnsanlarla ilgilenen melekler olduğu gibi, bitkilerle, hayvanlarla ilgilenen melekler de vardır. İnsanların iyi ve kötü amellerini, sevaplarını ve günahlarını yazan “Kirâmen Kâtibîn” melekleri olduğu gibi, insanları her türlü kaza ve belâlardan Allah’ın izniyle koruyan “Hafaza Melekleri” vardır. Ayrıca insanı kabirde yalnız bırakmayan ve ona arkadaş olan melekler de vardır. Bunlara da “Münker ve Nekir Melekleri” denir.

Kirâmen Kâtibin meleklerinin insanların amellerini yazmasını şöyle anlayabiliriz: Melekler yazdıklarının bir nüshasını kendilerine alırlar, bir nüshasını Allah’a arz ederler. Bir nüshasını da insana verirler. İnsana verdikleri amel defteri insanın hafızasına yazılanlardır. Her insanın hafızasında yaptığı her şey görüntüsüyle, sesi ile ve her şeyi ile yazılır. Bunları biz yazmadığımıza göre kim yazmaktadır? Elbette ki melekler yazmaktadırlar. Bizim hafızamızda yazılmış olması da meleklerin insanların tüm amellerini yazdıklarının delilidir.

İnsanlara rızk konusunda yardımcı olan melekler olduğu gibi, insanın kalbine ilham veren melekler de vardır. Ayrıca insanın en değerli varlığı olan ruhunu ölümünden sonra kaybolmaktan koruyarak bedenlerin tekrar dirilmesine kadar muhafaza eden melekler de vardır. İnsanların ve tüm diğer varlıkların rızklarını bulma konusunda yardımcı olan meleklerin reisi Hz. Mikâil’dir (as). İnsanların ve diğer canlıların kalplerine ilham veren meleklerin nazırı da Hz. Cebrail’dir (as). İnsanların ve diğer ruhlu varlıkların ölümleri anında ruhlarını alarak koruyan meleklerin başı ise Hz. Azrail’dir (as).

Melekler insanlara iyilik ve hayır konusunda yardımcı olurlarken şeytanlar da insanları kötülüğe sevk etmek için uğraşır dururlar. Peygamberimiz (asm) bize bunu şöyle haber vermiştir: “Şeytan da, melek de insana sokularak onun kalbine birtakım şeyler getirirler. Şeytanın işi insanı kötülüklerle korkutarak gerçekleri yalanlamak ve insanlara kötü ve günah olan şeyleri hoş göstermektir. Meleğin işi de iyiyi tavsiye edip, gerçekleri insanlara hatırlatmaktır. Kalbine iyi şeylerin doğduğunu hisseden bilsin ki bu melektendir. Allah’a şükretsin. Kim de içinde kötülüğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki, bu şeytanın işidir. Şeytandan Allah’a sığınsın.”3

Allah’ın yardımını istemenin ve meleklerle beraber olmanın ve yardımını almanın yolu “Bismillahirrahmanirrahîm” demektir. Allah’a sığınmanın, şeytanların şerrinden kurtulmanın yolu ise “Euzübillahimineşşeytanirracîm” demektir. Bunun için her insan, her hayırlı işin başında “Besmele” çekerek Allah’ın yardımını istemeli ve kötülüklerden de “Eûzü” çekerek Allah’a sığınmalıdır.

Dipnotlar:

1- Fatır, 35:1

2- Meâric, 70:4

3- Tirmizi, Tefsir, 3

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Can ü gönülden olunca



Hani hocanın birisi vaaz ederken, “Kim can ü gönülden ‘Bismillah’ derse önünde nehir de olsa, deniz de olsa batmadan geçer” demiş. Bunu samimiyet ve içtenlikle dinleyen, evinin önünden bir nehir geçmekte olan bir çoban, ‘Niye ben bunca yolu tepiyorum? Evime yakın bir köprü yok. Bayağı dolaşıp evime ulaşıyorum. Madem işin kolayı varmış. ‘Bismillah’ deyip ben de evimin önündeki nehirden geçivereyim” demiş. Öyle de yapmış. Bismillah deyip hiç batmadan geçmeye başlamış.

Bir gün minnettar olduğu hocayı evine ziyafete dâvet etmiş. Tam evin karşısına geldiklerinden çoban yine ‘Bismillah’ deyip nehri bir çırpıda batmadan geçmiş. Karşıya geçtiğinde bir de ne görsün hoca karşı kıyıda beklemekte. “Hocam, niye gelmiyorsunuz?” demiş. Hoca da, “Batarım diye korkuyorum” deyince, “Nasıl olur hocam, ben sizden öğrendiğimle geçiyorum” diye cevap vermiş. Hocanın cevabı ise ibretli: “Kardeşim, her ne kadar o sözü söyleyen bu dudaklar ise de sendeki kalp bende yok.”

Kalp meselesi deyince hemşehrimiz, komşu ilçeden Dursun Ağabey hatırıma geldi. Dursun Ağabey Osmancıklı. Samîmî bir insan. 1959’da Hayat Mecmuasını okurmuş. Arkadaşı Asım Simitçi, “Madem okumayı seviyorsun ben sana bazı kitaplar vereyim de oku” demiş. Almış ve okumaya başlamış aşk ve şevkle verdiği sevdiği kırmızı ciltli kitapları. Eserin müellifine de talebe olmaya karar vermiş. 65 yaşlarında Dursun Ağabey. O gün bugündür kırmızı kitaplarla haşir neşir. Nerde hizmet, şoförlüğünü yaptığı arabasıyla oraya koşmakta. Kurban Bayramında da arkadaşları ziyaret için bizim ilçeye gelmişler. Hizmetin esaslarına sımsıkı bağlı. Bir gün sabah namazından sonra ihmalkârlık edip Tesbihatı okumayı unutmuş. Yattığı zaman Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Üstadın da bulunduğu bir mecliste bizzat Resûl-i Ekremden (a.s.m.), “Niçin Tesbihatını yapmadın?” diye bir azar işitmiş. Bir daha bırakır mı?

Bir gün rüyasında Peygamberimizle Hz. Ömer’in Osmancık’a yakın bir yerde konakladıklarını duyunca koşar adım nasıl onlara kavuşacağını bilememiş. Kan ter içinde yetiştiğinde kucaklaşmışlar. Hz. Ömer, “Ya Resûlallah, Dursun’u mükâfatlandıralım mı?” diye sorduğunda, “Bizimle görüştü ya, yeter” buyurmuş.

Yakın bir geçmişte Dursun Ağabey, sağ ayağının ağrısından yere basamaz olmuş, “Ya Rab, bu ayak bana lâzım” diye yalvarmış, yakarmış. O gece görüştükleri Hz. Ebû Bekir, ağrıyan ayağını sıvazlamış” Sabah kalktığında hiçbir ağrısı kalmadığını, rahatça yere bastığını görmüş. Her hizmet ehli bu derece açık olmasa da kerametvarî bir kısım ikramlara mazhar olur. Sen Allah’ın dinine hizmet edersen, Allah sana inayetini hiç göndermez mi?

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Duygular yaşanabilmeli



İnsanın, Rabbi tarafından kendisine verilen duygularını olumlu bir şekilde kullanmasına engel olanlar insanlık katilleridirler. Zira insan, insan gibi yaşamak için yaratılmıştır. İnsan hayvan gibi yaşamak için bu dünyaya gönderilmemiştir. İnsanı insanlıktan çıkaran duyguların dışa vurumunu hoş karşılayıp, gerçek insanlığa götürecek duygulara sınırlama getirmenin insanlıkla bağdaşılır bir tarafı bulunmamaktadır elbette…

Kimse kimsenin, insanî görevlerini yapmasını engelleme hakkına sahip değildir. Kimse, herkes duygularını benim gibi kullansın diyerek başkasına baskı uygulama hakkına sahip değildir. Elbette iyi bir hayat yaşadığına inanan insanlar herkesin kendileri gibi yaşamasını isteyebilme hakkına sahiptir. Ama bu sadece bir arzu, bir temenni şeklinde olabilir. Kimseyi kırmadan, rencide etmeden, duygularının güzelliğini herkes etrafına anlatabilir. İşin içine despotluk, baskı ve zorlama girerse durum değişir.

Zorla bir düşünceyi kabul ettirme insanlık onuruna yakışmamaktadır. Bu sebeple Kâinat Hâlıkı olan Rabbimiz, insanlara emirlerini zorla kabul ettirme cihetini benimsememiştir. İlâhî mesajlarla, Peygamberler hep insanların gönlüne hitap etmişlerdir. Peşinen, insanlara, “inanıp, itaat ve ibadet ederseniz kurtuluşa erersiniz. Aksi takdirde azaba maruz kalırsınız” denilmiştir. İnsanları imana davette, hep akla kapı açılmış, ama irade ellerinden alınmamıştır.

İnsanlar tarih boyunca, öncelikle, kendilerine verilen duyguları, vücutlarına nakşedilen uzuvları yerli yerinde kullanmakla mükellef olmuşlardır. Meselâ göz, güzellikleri, insanlığın duygularını müsbete yönelten güzel manzaraları görmek ve temaşa etmek ister. Öncelikle gözlerimizin açık olmasını isteriz. Bu işin maddî cihetidir. Arkasından da gözlerimizin çirkinliklere değil, güzelliklere açık olması için gayret göstermemiz gerekir. Bu da işin manevî cihetini oluşturmaktadır. Birinci durumdan gözü mahrum ettiğimiz zaman gözümüzün maddî yapısında zaaflar meydana gelecektir. İkinci durumdaki görmeyi ihmal edersek de manevî dünyamıza kirliliklerin hâkim olmasına sebebiyet veririz.

Vücut binamıza büyük bir mükemmellikle yerleştirilen bütün uzuvları tek tek değerlendirirsek, göz için vardığımız sonuçlara varırız. Yani bütün uzuvlar görevini yapmak ister. Ancak işin ikinci etabında da yerli yerinde kullanma durumu karşımıza çıkmaktadır. Bize verilen vücut emanetini, bize bunları emanet olarak verenin rızası dairesinde kullanmamız gerekmektedir. Aksi takdirde, uzuvların görevini iptal etmenin getireceği olumsuz sonuçlar, bunları yanlış yerlerde kullanmada da karşımıza çıkacaktır. Bunun sonucu olarak da hem maddî, hem de manevî olumsuz durumlar dünyamızı karartacaktır.

İnsanlık duygularımızın emrine verilen vücut fabrikamızı yerli yerinde kullanmazsak bunun hesabını vereceğiz mutlaka. Aksaklık bizzat bizden olabileceği gibi, zaman zaman dışarıdan müdaheleler neticesinde de görevimizi yapamaz duruma gelebilmekteyiz. İster bizden olsun, isterse de dışarıdan olsun, kim insanî duyguların dışa vurumuna engel olursa mutlaka bunun hesabını emanet sahibine verecektir.

Biz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli zenginliğimiz de şüphesiz aklımızdır. Akıl büyük bir nimet olarak insanlara verilmiştir. Bu nimeti bize veren Rabbimiz elbette aklı en güzel bir şekilde kullanmamızı istemektedir. Akıl öncelikle düşünmek istemektedir. Çünkü düşünme neticesinde ancak insanî değerlerini fark edebilir.

İnsanlar düşünebildikleri ölçüde gerçeklere kavuşma yolunda mesafe alırlar. Bu sebeple bizler kendimizi düşünceden uzaklaştıramayız. Bunu yaptığımız zaman emaneti yerinde kullanmamanın cezasını göreceğiz mutlaka. Düşünceler bizleri arayışa, arayış da bizleri yaratılış sırlarına götürebilmelidir. Bunun için düşünülenlerin de açıklanması gerekir. Ancak ifade edilebilen düşünceler insanı gerçeklere kavuşturabilir.

Düşünceler karşılıklı ifade edildiği zaman hakikatler ortaya çıkacaktır. Düşüncelerini ifade etmeyenler gerçeklerin bulunmasına katkıda bulunmayacağı gibi, düşüncelerin ifade edilmesine engel olanlar da gerçeklerin ortaya çıkmasında büyük bir mania teşkil etmektedirler. Her iki durumda da ne yazık ki insanlık katledilmektedir.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yeni yılın gündemi



Ülkenin genel manzarasına hangi açıdan bakarsak bakalım, 2000'li yılların en farklı, en hararetli, en tartışmalı ve en kritik Türkiye'siyle karşı karşıya bulunduğumuzu rahatlıkla görebiliyor ve anlayabiliyoruz.

İçteki manzara gibi, dıştaki manzara da hemen hemen aynı ölçüde bir farklılık arz ediyor. Özellikle Irak ve Ortadoğu'daki sıcak ve kritik gelişmeler itibariyle...

Dış dünyadaki gelişmeler, Türkiye'nin kendi irade ve inisiyatifiyle doğrudan bağlantılı değil. Dolayısıyla, bu hususu şimdilik tehir ederek, iç manzaradaki muhtemel gelişmelere şöyle bir nazar gezdirmek istiyoruz.

Henüz başında bulunduğumuz 2007 yılı Türkiye'sinde, iki önemli seçim yapılacak: Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri.

Cumhurbaşkanlığı seçimine üç aylık (16 Nisan) bir zaman kaldı. Genel seçime ise, henüz 9–10 aylık bir süre var.

Burada önem arz eden nokta, Türkiye'nin artık bir "seçimler yılı"na girmiş olmasıdır.

Şimdiden temenni edelim ki, ülkemiz kazasız belâsız şekilde bu seçimlerin üstesinden gelsin.

* * *

Evet, dilek ve temennilerimiz bu meyanda devam etmekle beraber, genel havadan anlaşıldığı kadarıyla, birtakım gerilimler söz konusu olacak gibi...

Zira, Türkiye'de henüz demokratik erdemlilik ve demokratik hazımlılık, henüz tam olarak kemâlini bulamadı.

Oysa, millet olarak bu vâdideki maratonumuz tam 100 seneyi buldu.

Hürriyet ve Meşrûtiyetin ilanı peşpeşe 1908 yılı Temmuz'unda gerçekleşti. Yani, tam tamına bir asır evvel.

Ne var ki, şimdiye kadar devletlerin bulmuş olduğu en mütekâmil idare olan hürriyet ve meşrûtiyet (özgürlük ve demokrasi) sistemi, bizde maalesef defalarca kesintiye uğradı.

Üstelik, bu kesintiler öyle sessiz–sadâsız, yahut yumuşacık bir tarzda olmadı.

Tam aksine, büyük gürültü ve patırdılarla, dahası kanlı büyük darbelerle yaşandı bu kesintiler.

Bundan dolayı da, yeniden toparlanmak ve açılan demokrasi koridorunda ilerlemeye devam etmek, öyle kolay olmadı.

* * *

Şuna kanaat getiriyoruz ki, Türkiye artık darbeler dönemini geride bırakmıştır.

Ancak, gerilim veya kriz dalgası, günümüzde sadece darbelerden kaynaklanmıyor.

Ara yerde, şimdi daha başka denge unsurları var: Ekonomi, sağlık, eğitim, siyasî aritmetik, tepede sürtüşme, medyanın gerilim pompalaması, post modern müdahaleler, vesaire...

Başta dediğimiz gibi, 2007 yılını inşaallah kazasız belâsız atlatırız. Ancak, yine de son derece dikkat ve teyakkuz ile gelişmeleri takip etmek gerekiyor. Tâ ki, muhtemel sarsıntılardan en az hasarla kurtulabilelim.

GÜNÜN TARİHİ

Wilson Prensipleri ve Cemiyeti

Birinci Dünya Savaşının dördüncü yılında (1918), savaşa katılan hemen bütün devletler yorgun ve bitap düşmüştü. Bu halsizliğe paralel olarak, savaşın içindeki milletlerde de, savaştan nefret ve barışa hasret yönünde gelişen duyguları kabardıkça kabarmıştı.

İşte, tam bu esnada, savaşa sonradan katılan Amerika Birleşik Devletleri tarafından ortaya yeni bir formül atıldı. 14 maddeden müteşekkil bu formülün adı "Wilson Prensipleri"ydi: Maddelerin özünde ise, milletlerin huzuru, barışı ve ülkelerin bağımsızlığı vurgulanıyordu.

8 Ocak 1918 günü, bu prensipler Başkan Wilson tarafından asıl maksadını taşıyan bir mesajla birlikte ABD Kongresine gönderildi.

Maddeler tek tek kongrede okundu ve genel kabul gördü. Ancak, bazı hususlar eksik veya yetersiz bulundu.

Bunun üzerine, Başkan Wilson 11 Şubat'ta prensipler manzumesini 27 maddeye çıkartarak, buna nihaî bir şekil verdi. Aynı gün yaptığı açıklamasında "Devletlerin yeni topraklar alamayacakları; savaş tazminatı ve cezaî tazminat alınamayacağı; milletlerin kendi geleceklerini kendi iradeleriyle ortaya koyması" yönündeki prensip ve görüşlerine açıklık kazandırmış oldu.

İşte, tarihe geçen o prensiplerin bir özeti:

1– Barış antlaşmaları açık ve şeffaf biçimde yapılmalı, gizli antlaşmalar terk edilmeli.

2– Karasuları dışındaki denizlerde dolaşım, savaşta ve barışta hür olmalı.

3– Milletler arasındaki iktisadî engeller kaldırılmalı ve serbest ticarete izin verilmeli.

4– Milletler, iç güvenliği sağlamaya yetecek miktarın dışında silâhlanmaya gitmemeli. Bunun için garantiler verilmeli.

5– Bağımsızlık yolu açılmalı ve sömürge topraklarında yaşayan halklara kendi kaderini belirleme hakkı verilmeli.

6– Rusya topraklarındaki yabancı birlikler ayrılmalı ve devletlerin de yardımı ile Rusya'ya kendi gelişimini sağlama imkânı verilmelidir.

7– Almanya, işgal ettiği Belçika topraklarını boşaltmalı ve burada savaş öncesi durum yeniden tesis edilmeli.

8– Almanya, işgal ettiği Fransız topraklarını derhal boşaltmalı.

9– İtalya'nın sınırları millî esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmeli.

10– Avusturya–Macaristan İmparatorluğu halklarına kendi kaderini tayin hakkı sağlanmalı.

11– Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı ve Sırbistan'a denize açılma imkânı verilmeli.

12– Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısmına istiklâl hakkı tanınmalı. Çanakkale Boğazı, bütün milletlerin ticaret gemilerine açık olmalı ve bu husus garanti altına alınmalı.

13– Bağımsız bir Polonya kurulmalı ve Baltık Denizine açılmalı.

14– Büyük–küçük, bütün devletlere siyasî bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına alma imkânını sağlamak maksadıyla, milletlerarası bir teşkilât kurulmalı. (Bu son madde, BM'nin teşkiline giden yolu açmaya yöneliktir.)

Prensiplerin etkileri

Savaşa katılan devletler arasında barış görüşmelerinin başlamasını tetikleyen Wilson Prensipleri, etkisini ilk etapta Avrupa devletleri arasında gösterdi.

Almanya ile Fransa ve İngiltere arasındaki barış görüşmelerinde, bu prensiplerin çok büyük rol oynadığını kabul etmek gerek.

Osmanlı Devleti ise, Wilson Prensiplerine ilk başta sıcak bakmadı. Ancak, 1918 yılı sonlarına doğru hem yalnız, hem de çaresiz kaldığını görerek, bizzat kendisi harekete geçerek bu prensipler çerçevesinde hasımlarıyla bir barış görüşmesi talebinde bulundu.

İşte, 30 Ekim 1918'de yapılan Mondros Ateşkes Antlaşması, bu talebin bir neticesi oldu.

Ne var ki, ateşkes antlaşmasının kâğıt üzerindeki şartları gibi, bunların uygulanması safhasında da karşı taraf (İtilâf devletleri) hiçbir kànun–nizam tanımaksızın hareket ettiler ve bildiklerini okumaya devam ettiler.

İstanbul, Musul, İzmir, Trakya ve Anadolu'yu çepeçevre saran işgal hareketleri, özellikle İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlıların, ateşkes antlaşmasından ne anladıklarını açıkça ortaya koyuyordu.

Wilson Prensipleri Cemiyeti

Bu ismi alan cemiyet, 14 Ocak 1919’da İstanbul'da kuruldu.

Cemiyetin nihaî maksadı, Avrupa'dan ziyade Amerika'nın desteğini almak ve geleceğin Türkiye'sini ABD mandacılığı altında adım adım bağımsızlığa doğru götürmek.

Cemiyetin kurucuları arasında ise, şu isimler var: Halide Edip, Celalettin Muhtar, Ali Kemal, Refik Halid, Celal Nuri Bey, Necmeddin Sadık, Cevat Bey, Ahmet Emin (Yalman) ve Yunus Nadi.

Ekseriyeti gazeteci olan bu cemiyetin kurucuları, Başkanı Wilson’a gönderdikleri mektupta özet olarak şunu ifade ettiler:

“Türk aydın ve ileri gelenleri ‘Türk Wilsoncular Birliği’ adını verdikleri bir teşkilât kurdular. Maksatları, dünyada yeni bir devrin müjdecisi olan ABD’nin büyük başkanına müracaat etmek olup, onun başında bulunduğu devletin yakın desteğini sağlamaktır. Arzumuz, nihaî bağımsızlığımızı sınırlayacak bir vâsilik (mandacılık) olmayıp, gelişmemiş ve geri kalmış bir milleti milletler topluluğunda şerefli bir yere yükseltecek bir eğitim sürecini (15–25 yıl gibi) ABD'nin destek ve himayesi ile sağlamaktır."

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Fikih. info’dan okuyucumuz: “Ben kaza orucu için niyet ettim, yattım. Gece susadım ve saate baktım, vakit gelmemiştir diye su içtim, sabah kalktığımda imsakin su içtiğimden on dakika önce girmiş olduğunu anladım. Acaba orucum geçerli mi? Bozmak istesem kefaret orucu tutar mıyım?”

Kefaret sadece bilerek bozulan Ramazan orucu için söz konusudur. Kaza orucunda kefaret yoktur. Yanlışlıkla bozduğunuz kaza orucunuzu bir başka gün yeniden kaza edersiniz. Allah kabul etsin.

***

Cem Ergün: “Eşim boynunda Âyet-el Kürsi’nin bulunduğu altın bir kolye taşıyor. Kolyeyi tuvalete girerken ve banyo yaparken çıkarması gerektiğini söylemişler. Ya da kazağının içine koymalıymış, görünmemesi gerekiyormuş. Bu konuda siz neler söyleyebilirsiniz?”

Kur’ân’a, Kur’ân âyetlerine ve dinî muhtevalı kitap ve levhalara saygı hususunda gösterdiğimiz davranışa karşı içimizin tatmin olması, ruhumuzun yatışması ve kalben mutmain olmamız önemlidir. Vicdanımız ve akl-ı selimimiz çözer çoğu şeyi. Bir mü’min duyarlılığı ile attığımız adımdan rahatsız olmadık mı, o şey meşrudur diyebilmeliyiz. Yani yaptığımız şey hiss-i zahirîmize dokunmamalıdır. Yani amelimizi vicdanımıza sorduğumuzda, “Bu böyle olmasaydı!” değil; “Bu iyi oldu!” diyebilmeliyiz. Yani fetvayı vicdanımızdan almalıyız çoğu zaman. Bilmeliyiz ki, bir ehl-i iman olarak en iyi müftümüz vicdanımızdır.

Resûlullah Efendimiz (asm) helâya girdiği vakit mübarek parmağındaki “Muhammedü’r-Resûlullah” yazılı mührü çıkarırdı.1

Bu hadis, üzerimizde âyet yazılı her hangi bir kâğıt veya kitap varsa, helâya girmezden önce çıkarmamızın, en azından “sünnet” olduğunu bize göstermeye kâfidir. Bu sünnete riayet etmek ise, hiç şüphesiz bize sünnet sevabı kazandırır ve bizi Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine bir adım daha yaklaştırır. Kaşında Allah yazılı yüzük için de aynı yaklaşım geçerlidir. Mümkünse cebimize koymamız, mümkün değilse en azından sağ parmağımıza aktarmamız gerekir.

Âlimler, âyet yazılı kâğıdın veya küçük Kur’ân-ı Kerim’in bir naylon veya muşamba içinde sarılmış vaziyette üzerimizde—bilhassa elbisemizin altında—bulunması halinde; çıkarmakta zorluk varsa, üzerimizde kalmasının sünnete aykırı olmayacağını bildiriyorlar.

***

The-message33 rumuzlu okuyucumuz: “Ben üniversite öğrencisiyim. Babam helâl yoldan para kazandığı halde parasını bankaya yatırıyor, ayrıca emekli maaşı var ve bana her ay para gönderiyor. Sonuçta bu paraya haram karışmış olabilir ve hatta tümü faiz parası da olabilir. Bu para bana caiz mi? Bir de nafakamı temin etmeye başladıktan sonra da babam mutlaka bana yardım etmek isteyecektir. Bu durumda içinde haram para bulunma ihtimali olan bu parayı almam caiz mi? Allah rızası için cevap verin.”

Babanızın helâl yoldan para kazanıyor olması, sizin onun size gönderdiği parayı helâl sayarak harcamanız ve bundan dolayı ona teşekkür etmeniz için yeterlidir. Onun size gönderdiği parayı ve size olan harcamalarını, kazancının helâl olanından yaptığını kabul edebilirsiniz. Dolayısıyla nafakanızı kazanıncaya kadar bu para size haram olmaz.

Fakat bu vartadan babanızı da kurtarmak için nezaket ölçüleri içinde çaba göstermeniz gerekir. Bunun için fırsat buldukça ona uygun bir üslûpla faize para yatırmanın haram olduğunu, helâl parasına haram katmamasını tavsiye etmeniz, bunun yerine elindeki parayla mümkünse küçük çaplı da olsa ticaret yapmasının daha doğru olacağını hatırlatmanız yerinde olacaktır. Belki sizin uyarılarınızla o da bu manevî kirlilikten kurtulacaktır.

Dipnot: 1- Taç, 182.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Sularımız çekilirken



Hayatın kaynağı olan sular artık çekiliyor gibi. Hem dünya genelinde hem de ülkemizde kış mevsimi kurak geçmektedir. Özellikle Ankara ve İzmit’te başlayın su sıkıntısı İstanbul’da yaşayanlara da bidonları tekrar hatırlattı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı “Sıkıntımız büyük, vatandaşlardan duâ istiyorum. Allah inşallah su verir” demiş. (7 Aralık 2006, Vatan) İzmit ise, Yuvacık Baraji kuruduğu için İstanbul’dan su almak zorunda kaldı.

Birleşmiş Milletler’in verilerine göre, dünya nüfusunun üçte biri, yaşamak için gerekli suya ulaşmada büyük sıkıntı çekiyor. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için kişi başına düşen yıllık su miktarının en az bin metre küp olması gerekiyor. Türkiye’de bu oran bin 430. Yaklaşık 15 yıl sonra Türkiye, su sıkıntısı çeken bir ülke durumuna düşecek.

Trakya’da 10 yıl önce 4 metreden çıkan taban suyuna artık 250 metreden önce rastlanmıyor. Konya Ovasında bu rakam 450 metre civarında. Su için ülkeler arasında savaşların çıkabileceği hatta dünya üzerinde devam eden bazı savaşların sebebinin su olduğu söylenmektedir. İngiltere Savunma Bakanı John Reid, “20-30 yıl içinde dünyanın bir çok bölgesi çöle dönüşebilir. Bu durum ülkeleri savaşa sürükleyecek. Gittikçe azalan su kaynakları için başlayabilecek şiddet hareketleri konusunda İngiliz ordusunun hazırlıklı olması gerektiğini” belirtmişti. (Sabah, 1 Mart 2006).

Bizim sularımız ev ve sanayi atıklarıyla ciddi bir şekilde kirlenmektedir. Çevre ve Orman Bakanlığının verilerine göre 3 bin 215 belediyeden kanalizasyon sistemine sahip olanların sayısı 141. Yerel yönetimler altyapıya önem vermediği için kanalizasyon sularının yüzde 98’i hiç arıtılmadan ırmak ve denize bırakılmaktadır. Su kaynaklarını en fazla kirleten illerin başında İstanbul gelmektedir. Alibeyköy ve Kâğıthane dereleri ile Haliç. Ankara’nın tehdit ettiği en büyük su kaynağı ise Kızılırmak. İzmir’de Gediz, Erzurum’un bütün kanalizasyonu Fırat Nehrinin kaynağı olan Karasu çayına dökülüyor. Her il ve ilçenin defteri kabarık.

Hayatımızın kaynağı olan bu nimete gereken değeri vermediğimiz anlaşılıyor. Ciddî sıkıntı çekmeden de ıslah olacağımız görünmüyor. Ne zaman bidonlar elimizde dolaşırız o zaman ah vah ederiz, ama bir çaresi olmaz. İşte “Memur-u İlâhî olan o lâtif sulara” (Sözler, 226) ve rızık ve maişetimizin tedariki için gönderilen sulara (İşaratü’l İ’caz, 15) yaptıklarımızın bir cezası olarak sularımız çekiliyor.

Cenâb-ı Allah da israf edenleri cezalandıracağını bildirmektedir. Suyu kullanırken azamî iktisat etmemiz gerekmektedir. Çünkü abdest alırken dahi suyun fazla kullanılması mekruhtur. (Büyük İslâm İlmihali, s. 233) Peygamber Efendimizin de (asm) suyu kullanırken iktisatlı bir şekilde kullandığını görüyoruz. Meselâ abdest alırken takriben 530 gr su ile abdest almış, 2120 gr su ile de boy abdesti almıştır. (Nesai, Miyah, 14)

Biz de bugün abdest alırken, tıraş olurken, diş fırçalarken, araba yıkarken, boy abdesti alırken velhasel bütün işlerimizde suyu iktisatla kullanmamız gerekir. Çünkü Peygamber Efendimiz (asm) suyun kıyamet günü hesaba çekileceğimiz nimetten olduğunu bildirmektedir. (Elmalılı, Tefsir 1, 275)

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İki tv programı



İnsanın ruh dünyası bazen, fazla güncel ve değişken anlık siyasî beyanların girdabına düşmeden ve boğuşanları seyretmeden farklı karelere nazar gezdirmek istiyor. Muhakemenin kapsama alanını ve algı dünyasının erişilmez mesajlarını yakalamak istiyor.

Biz de öyle yaptık. İki televizyon, iki program benim konuğumdu. Sevgili Davut Şahin dostumun kritik alanına girmeden, beğenimi sizinle paylaşmak istiyorum.

Birincisi, TRT 2’de bayramın üçüncü günü sabah saatlerinde yayınlanan “Doğanın Armağanları” programı idi. Programın adını beğenmeyip, tartışmalı bulsam da, programın muhtevası tam bir tefekkür vadisiydi. Gezindiğimiz san'at harikaları Allah’ın armağanıydı, “tabiat” da onun icadıydı. Bu bakışımızı besleyen kâinatla, onun san'at ehlince görüntülenip sunulması ile çok keyifli bir öğrenme iklimi oluştu.

Seyrettiğim kısımda, kar çiçeği anlatılıyordu. Kar çiçeği, yeryüzünün kışın karla birlikte beyaza büründüğü kefeninden çıkış anına denk geliyor. Bereket öncüsü olarak gelen bir çiçek. Sunucunun tabiriyle “altın çağı” başlatıyor. 1807’de bilim keşfetmiş kar çiçeğini. Ülkemizde ağırlıklı olarak, Toros ve Erzincan’da kendini gösteriyor.

Benzer şekilde sarı çiğdem, 1500 türünden biri. Latinceden “altın çiçeği” ile anlamlandırılmış. İbradı çiğdemi ise, Türkiye’ye has bir çiğdem. Karlar eridikçe, toprak filizlendikçe, yaylalardan su çekiliyor ve artık arazi tarım için nöbetini devrediyor. Manavgat’ın sırtları buna en iyi şahit olarak gösteriliyor.

Rengârenk çiçekler, özellikle çiğdemler; sarı, eflatun ve farklı tonlarını o kadar desen âhengi ile sunarlar ki, seyretmek ayrı bir lezzet veriyor ruhun berraklığına.

Bir de yamaçlardan uzanan bir yüksekliğin ufkun sırlarına dâvet eden bakışına açılıyorsanız, hayatın temaları farklılaşmıştır artık.

Sadece lâle değil, ters lâle de sizi karşılar Toros eteklerinde. Düğün çiçeği de size bayramı arattıracak bir zevkin kaynağı olur. Çayır papatyası ne güne duruyor, o da sizi karşılayanlar arasında.

Gembosun çiçek takviminde, öncelik beyazların ve sarıların. Nisan ayında sarının resmi geçidi yerini eflatuna bırakır. Dağ sümbülü gelir. Dağ lâlesi ise, anemonlar serisini devam ettirirken, mavileşen yeni tablolar vardır artık.

Kaz gagaları ve ak yıldızlar, Gembos’un yeni takılarıdır yeryüzünün kulağında. Tam bir tefekkür cümbüşü hakimdir bu nezih ve havadar mekânlarda.

Manavgat çayı ise, güneşle yüzleşen parıltıları ile göz kırpıyor. Yeni dönem, Mayıs’a emanettir. Çiçekler çekilir artık yeryüzünde. Yeni faaliyet dönemi yer altında devam eder.

Bunlar seyretmek ruhanî zevk verdi. Düşündürücü bir programdı. Aldı beni götürdü bayram ziyaretleri öncesi yeryüzü bayramına, Toros eteklerine, Manavgat suyuna, Gembos harikasına...

Şansıma, uyumayı tercih etmemiştim. Bana göz açtıran bir tefekkür iklimini, oturduğum koltuğa kadar getiren program için yapımcı Rifat Suna’yı tebrik etmek geçti içimden. Elektronik posta ile ulaşacağım inşallah.

Böylesi programlara ihtiyacımız var. Hakkını vermek gerek, TRT’de geçmişle kıyaslanmayacak derecede pozitif programlar artmaya başladı. Düşünce ikliminde Prof. Dr. Mehmet Aydın’la yapılan “Medeniyet ve İnsan” programı da oldukça muhtevalıydı.

Devlet Bakanı Mehmet Aydın, İslâm felsefesinden tevhid inancına ve Batının “varlıkları musahhar etme” çabasının sınırı aşan açmazına kadar uzanan bir derin bakış ortaya koydu. Medeniyetin müsbetleşme tercihleri ile diyalog ve kendini insanî kemalatla ifade etme üzerinde durdu.

Siyasetin gündeliğini, konjonktürel esintilerini ilim penceresinden ve akidemiz açısından beşerî ihtiyaçlar ve insan tanımı üzerinden etkileyen bir entelektüelin siyasette olması, önemli bir açılımdır. Özellikle medeniyetler ittifakının diyalog zemininde.

Tercihler dünyası, teknoloji üzerinden iletişimin her türlü avantajlarını müsbet cepheden bize sunuyor. Kumandayı doğru kullanmak, bizim elimizde.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Gurbette acı haber almak



Kaç zamandır aklımda olan düşüncelerimin kalemime gelmeye cesareti yok. Ya da teknolojik mânâda tuşlara dokunmak için gücümü her topladığımda, “Bir daha ki haftaya yazarım, şimdi kötümser olup da iç karartmayayım” diyorum.

İşte bugün, tam da o bir daha ki hafta. Boşa koysam dolmuyor, doluya koysam almıyor hesabı, işin içinden çıkamadım, doğrusu nedir bulamadım. Belki sizin bir fikriniz vardır.

Efendim, konunun etrafında çember çizip duruyorum gibi gelebilir fakat böyle bir konuda damdan düşer gibi de cümle kurulmaz ki, sırçalar üstünde yürüyor gibiyim. Malumaliniz başlıktan da anlaşılacağı üzere, benim (bizim) derdim(iz), “gurbette acı haber almak.” Haberi almaktan ziyade asıl can yakan, onu taşımak, karşılamak.

Bizim gurbetimiz kıt'alar ötesi, okyanuslar aşırı. Hani şöyle “ha deyince kalkıp gidilemeyecek” cinsinden kallavi bir gurbet.

Çok değil, az bir zaman önce, bir yakınımızın vefat haberini alıyoruz. Yer ile gök arası bize dar geliyor, hiçbir yere sığamıyoruz. Hangi teselli cümlesine tutunsak elimizde kalıyor. “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” (Şüphesiz biz Allah’ınız ve O’na döneceğiz) diyebilsek de, haberi ilk karşılamadaki şoku üzerimizden atamıyoruz bir türlü. Uzaktayız çünkü, bizim gibi yakınını kaybetmiş yakınlarımıza çok uzak. Ne onlara sarılıp acıya ortak olabiliyoruz, ne de onlar bize telefonda yarım saatten fazla zaman ayırabiliyor. Geriye kalıyor 23.5 saat, dile kolay. “Vakit geçmiyor dedikleri bu olsa gerek” diyoruz.

Duâ gönderiyoruz can-ı gönülden kopan. Her an hatırlamamız gereken o soğuk kelimeyi (ölüm) boca ediyoruz başımızdan aşağı (nefsimize doğru) ve hayat devam ediyor, heryer târ-u mâr.

17 Ağustos depreminden sonra “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediğimi hatırlıyorum. “Artık dünyalık ne varsa içimde, kaldıracağım hepsini bir bir hayatımdan, yalan dünyanın kıymetince değer vereceğim ona.” Bu sözlerimin ardından yıllar geçti ve ben çoktaaaan unuttum acının şiddetini. Rengârenk oyuncakların süsüne dalar gibi daldım (daldık). Şimdi her şey eskisi gibi, yani onca acıdan sonra tekrar silkelenmesek hiçbir şey değişmeyecek.

Acı haber alan bazı arkadaşlar, haberi duyar duymaz soluğu memleketinde alıyor. Arkasına bakmadan gidiyor, cenazelerine yakınlarının. Sonra vizeleri iptal oluyor. Buraya (ABD) ailesinin yanına gelemiyor. Ne kadar uğraş verse de birşey değişmiyor, Türkiye’ye kesin dönüş yapmak zorunda kalıyorlar, hayat, baştan sona yenileniyor.

Demem o ki; eğer akrabalık birinci dereceden ise söylenmeli, hem de hiç vakit kaybetmeden, yalnız olur ya ikinci, üçüncü derece yakınlar (kalkıp gidemeyeceğimiz cenaze törenleri), onları söylememeliyiz bence. Geçtiğimiz bir iki hafta içinde, tanıdığımız birçok Türk arkadaşımız yakınlarını kaybetti. Bazıları gittiler, bazıları kaldılar. Nasıl bir yangın olduğunu gurbette olan bilir.

Allah (c.c.) kimseye sevdiklerinin acısını göstermesin. Onların değerini hayattayken çok iyi bilelim.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kaybettiğimiz yerde arayalım



Cemiyetin maddî ve manevî bir buhrana sürüklendiği hepimizin malûmu. “Klişeleşmiş bir tesbit” gibi görünse de durum maalesef bundan ibaret. Hemen her gün, göz yaşartan, iç burkan ‘haber’lerle yüz yüze kalıyoruz.

Birbirinden ayrılmaz zincirin halkalarından biri de okullarımız. Sokak ve arkadaş ‘tehlikesi’nin yanında, okullarda yaşanan olumsuz hadiseler de aileleri haklı olarak endişelendiriyor. Tabiî ki; ‘okul, sokak ve arkadaş’lara suçu atıp kendi ‘suç’umuzu örtbas edemeyiz. Bu ve benzeri sebepler elbette etkilidir, ancak bütün bunlara rağmen ‘biz’e de büyük görev düşüyor: Doğru teşhis ve doğru tedavi.

Durumumuz; ‘iğne’sini bodrumda kaybeden; ancak ‘bahçede’ arayan Nasreddin Hoca’nın durumuna benziyor. Nasreddin Hocanın da kendisine göre haklı bir gerekçesi vardı. Çünkü bodrum karanlık, bahçe ise aydınlıktı. Aydınlıkta ‘iğne’ aramak, elbette karanlıkta iğne aramaya göre daha kolaydır; ancak böyle bir aramada ‘iğne’yi bulma imkân ve ihtimali var mı?

Yapmamız gereken şey; kaybettiğimiz değerleri, kaybettiğimiz yerlerde aramak. Bir başka ifadeyle, düştüğümüz/düşürüldüğümüz yerden kalkmak!

Madem ki sokak, arkadaş ve okul cephesinden yaralandık; o halde bu cephelerdeki yaraları tedavi etmeliyiz. Peki ne ile? Faydalı bütün diğer tedavi yollarıyla birlikte en önce ‘manevî tedavi’ yoluna müracaat ederek. Bunu bilmemek, ya da bildiği halde inkâr etmek, insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür.

Gençlik ve eğitim ile ilgili konular, ‘kalıcı gündem’imiz haline geldi. Okullardaki problemlerle ilgili değerlendirme yapan Pİ Eğitim ve Öğretim Kurumları Yönetim Kurulu Başkanı Aziz Erdoğan şöyle konuşmuş: “Aileler bilhassa 2-6 yaş arasında karakter oluşumuna dikkat edip, çocuklarının manevî duygularını mutlaka güçlendirmelidirler. Kimse yanlış adreslerde uydurma sebepler aramasın. Gerçek sebep ortadadır; maneviyat boşluğudur.”

Emniyet Genel Müdürlüğü de bu gerçeği farklı ifadelerle internet sitesinde şöyle dile getirmiş: *Çocuklarınızın meseleleriyle yakından ilgilenip, onlara yeterli zaman ayırın, şefkat ve merhamet gösterin. *Çocuklarınızı sigara ve alkolden uzak tutun, onları ikram vasıtası olarak kullanmayın. *Çocuklarınıza ahlâk bakımından iyi örnek olun. *Çocuklarınıza iyi bir terbiye verin. Onları, millî ve manevî konularda aydınlatın. *Çocuklarınızı uyuşturucu batağına yuvarlanmalarına vesile olabilecek kötü örneklerin ve özendiricilerin yuvalandığı birahane, meyhane, diskotek, kahvehane gibi yerlerden uzak tutun. *Uyuşturucuya götüren sebeplerin başında gelen alkolden uzak durmalarını ve bu kötü alışkanlığa düşmemelerini sağlayın. (Yeni Asya, 7 Ocak 2007)

“Çocuklarınıza şefkat ve merhamet gösterin, onları sigara ve alkolden uzak tutun, iyi terbiye verin, mânevî konularda aydınlatın, birahane, meyhane, diskotek gibi yerlerden uzak tutun” şeklinde özetlenebilen bu tavsiyeler aynı zamanda dinin, İslâmın tavsiyeleri değil midir? Bunu bir ‘hoca’ hutbede okusa itiraz edilir mi? Edilmez, çünkü bu tesbitler gerçeklerini ifadesi...

Netice: ‘Akıl’ için yol birdir. Problem de bellidir, çaresi de. Hepimize düşen; ‘çare’yi yanlış yerde aramamak. Bunu başarabilirsek, hep beraber sıkıntıları kolayca aşabiliriz...

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kanka siyaseti



Bir zamanlar, Asmalı Konak modası vardı. Otobüslere dolup Nevşehir’e Asmalı Konağın çekildiği konağı görmeye gidiyordu insanlar.

Okullarda birçok genç kendini Polat Alemdar sanıp, arkadaşının boğazını kesip millet birbirinin başına çuval geçirmeye çalışmadı mı?

Şimdi ise moda Gafur.

Adına fan kulüpler kuruluyor, Sümerbank’ın çizgili pijamaları onun sayesinde itibar görüyor,

“Lorke lorke” diye oynamayı seven halkımız, Gafur sayesinde artık, “Çakkıdı” yapıyor.

“Beni beğenmiyor müsün?” repliği dillerden düşmüyor, çünkü ne de olsa bütün memleket onunla, “Ölümüne kankayız”

Mevsimlik diziler gibi, siyasetin de kendine özgü “in”leri ve “out”ları var.

Ama tüm zamanların vazgeçilmez bir konusu var ki, o da; başörtüsü ve kadın.

Kadın ve Aileden sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun, Baykal’ı hedef alarak, eşi Olcay Hanımı hiçbir yere götürmediğini, eşini yanında taşımaktan imtina eden bir liderin, Emine Erdoğan hakkında yorumda bulunmasının doğru olmayacağına ilişkin sözleri tartışmayı yeniden başlattı.

Nimet Çubukçu’nun açıklamalarının Milliyet gazetesinde yayınlandığı gün Baykal, Mustafa Taşar’ın cenazesindeydi. Kocatepe Camiinde cenaze namazı kılındıktan sonra merdivenlerde CHP’yi takip eden iki gazeteci ile sohbet ediyordu. Ben daha sonra yetiştim. Baykal, “Eşlerin siyasî polemik konusu yapılmaması konusunda en hassas insan benim ”diyordu.

Bütçe konuşması sırasında ettiği “Başörtüsü sadece saçları örten bir örtüdür, baş örtüsü eşlerin ayıplarını örtmeye yetmez” lâfını nereye koyacaksak?

Emine Erdoğan’ın başörtülü olarak yurt dışında Türkiye’yi temsil etmesini eleştiren açıklamaları sebebiyle İzmir milletvekili Canan Arıtman’ı uyardığını hatırlattı. Ancak Baykal’ın tavrı bunların yazılmaması yönündeydi.

Haftasonu baktım. Baykal’la Kocatepe Camiinin merdivenlerinde bu konuyu konuşan iki gazeteci de yazmamış, ancak diğerleri yazdığı için, onlar haberi atlamış pozisyonuna düşmüştü.

Aslında Baykal’ın o tavrını, istemem yan cebime koy şeklinde anlayıp yazmak gerekiyormuş.

Gerçi o meslektaşlarımız da Baykal’a, “konuşmamasını” telkin ediyorlardı ya… Anlaşılan onlara kafa sallarken, telkinlerine pek itibar etmemiş ki, “Olcay sepet mi ki yanımda taşıyayım” diye cevabı patlattı.

Baykal’ın haklı olduğu bir nokta var. Olcay Hanım eşinin görevleri sırasında kameraların önüne çıkan bir insan değil. Eşi 30 yıldır siyasetin içinde ancak Olcay Hanımın adı hiçbir şaibeye bulaşmadı.

Yani ne yaparsanız yapın Olcay Hanımdan bir Semra Özal üretmek mümkün değil.

Deniz Baykal SHP’de Erdal İnönü’nün genel sekreteri olmuştu. Bir o zaman İnönü ve Baykal ailesi birlikte yemeğe gittiler o zaman gördük Olcay Hanımı, bir de 1999 seçimlerinde CHP barajın altında kalıp, Baykal siyasete, geçici olarak veda edince eşine destek için onunla birlikte yemeğe çıkmıştı.

Baykal ailesi düzgün yaşantıları olan insan. Birkaç dedikodu vereyim. Baykal’ın Hacettepe Üniversitesinde profesör olan oğlu Ataç için, “pırıl pırıl bir insan” deniliyor. Ataç Baykal’ın daha çok annesine benzediği ve geri planda kalmayı sevdiği belirtiliyor. Bu arada CHP’li Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz Hacettepe Üniversitesinden ayrılıp belediye başkanı olunca, ondan boşalan kadroya Ataç Baykal atanmış. Ama yakından tanıyanlar, “hakkıydı” diyorlar. Ataç Baykal’ı kime sorsam, “tertemiz, pırıl pırıl bir insan” yorumunu yaptılar.

Baykal’a asıl benzeyenin kızı Aslı olduğu söyleniyor. Bu benzerlik de siyasete olan ilgisi sebebiyle kuruluyor. Aslı Baykal’ın Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesindeki görevi sırasında Antalya’da bir tıp merkezi işine adı karışmıştı, ama genelde şaibesiz insanlar.

Bayram namazlarını kılan, orucunu tutan birisi olmasına rağmen Deniz Baykal’ın başörtüsü konusundaki olumsuz yaklaşımı ve çoğu zaman dindar kesimi rahatsız edici bir üslûpla dinî konulara yaklaşımını bir arada izah etmek zor oluyor elbette ki…

Burada bir samimiyet testine gerek olmadığı inancındayım.

Nimet Çubukçu’nun AKP’li bazı milletvekillerinin dinî nikâh yaparak sekreterleriyle evlenmelerini makul gösteren yorumu da sakat. AKP’nin önündeki en ciddî sorun bu. Anadolu’dan çıkıp gelen bazı isimler başşehrin cıvıltılı hayatında kendini kaybetti. Bu her kesimde olabilecek bir durum. Ama hoş görülecek bir durum değil. Dağılan yuvalar var. Makam ve mevki kimilerinin başını döndürdü. Kimsenin tanımadığı, geçim zorluğu ile kıvrandıkları dönemlerde kendisine destek olan eşini para ve şöhreti yakalayınca, boşamak gibi bir Türk klasiği yaşanmıyor değil.

CHP’lilerin düzeysiz ilişkilerini buna mazeret olarak göstermek doğru bir tavır değil.

Nimet Çubukçu düşündüğünü eğmeden, bükmeden söyleyen tutarlı bir insan.

Bazı kadın derneklerinin samimiyetini sorguladığı için onlarla mahkemelik olmuştu, geri adım atmadı.

Bu tartışmanın bir ucu başörtüsüne çıkıyor.

Aslında bu tür tartışmalar AKP’nin de, CHP’nin de en büyük gıdası.

Bu yüzden düşman kardeşleri oynuyorlar, kayıkçı kavgası yapıyorlar.

Gaffur’un Burhan Altıntop’a söylediği gibi, bunlar “Ölümüne kanka.”

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Biz nereye, soğuk oraya



Adeta gittiğimiz yere soğuğu da beraberimizde götürüyoruz. Önce IHH’dan Mehmet Kara kardeşimle birlikte bir Antalya turu yaptık. Ver elini Alanya ve Anamur derken soğuk bir mevsimle karşılaştık. Hatta bize, bu mevsimde Antalya’da görülmemiş soğuklara denk geldiğimizi söylemişlerdi. Sonra ertesinde Kayseriye vasıl oldum. Erciyes’in eteklerinin sakinleri Kayserililer çoktandır kara hasret gitmişler. Sabahleyin vardığımda Arapların ‘neda’ dedikleri kırağı yağmıştı. Etraf kaygan ve soğuktu. Ama kar yoktu. Akşamleyin Otelcilik Okulunda konaklamıştım. Sabahleyin kalktığımda etrafa bir göz gezdirdim geceden kar atıştırmıştı. Hava epeyce soğumuştu. Kayserililer kar hasretini gideriyorlardı.

Derken, ayağımızın tozuyla Sudan’a ve Darfur bölgesine gittik. Mehmet Kara daha Ramazan ayında Darfur’da 50 derecelik bir yalazın içinden çıkıp geldiğinden soğukla karşılaşacağına ihtimal vermemiş. Bundan dolayı yanına hiç kollu bir giyecek almamıştı. Halbuki Musi kampına vardığımızda yaşlılar battaniyenin içinde tir tir titriyorlardı. 20 yıldan beri böyle bir soğukla karşılaşmadıklarını söylüyorlardı. Hatta daha da ileri giderek: “Sizin ülkenizde böyle soğuklar olur mu?” diye de sormadan kendilerini alamıyorlardı. Gerçekten de kuru soğuk ve rüzgârların dili üzerimizi yalayarak geçiyordu. Çam uğultusuna benzer uğultular çıkarıyorlardı. Kampların dışında oyun oynayan çocukların hemen hemen hepsinin burunları akıyordu. Dureyc kampı ve diğer kamplardaki insanlar bizden öncelikli olarak battaniye ve elbise talep ediyorlardı. Daha önce Martin Lings’in Afrika ile ilgili bir kitabında bazı sufi liderlerinin gripten öldüklerini okuyunca taaccüp etmiştim. Bize göre Afrika soğukla tanışmamış bir kıt'aydı. Balta girmemiş ormanlar gibi soğuğun değmediği kıt'a tasavvuru da gerilerde kaldı. Halbuki bendeniz de en ağır soğuk algınlıklarından birisine Fas’ta yakalanmıştım. Ben de Mehmet Kara kardeşim gibi zihnimdeki Afrika tasavvurunun kurbanı olmuştum. Fas’tan önce, talebelik yıllarımda Kahire’de maruz kaldığım bir soğuk algınlığımı 6 ay süreyle üzerimden atamamış, ancak Almanya’da üstesinden gelebilmiştim. Bendeniz Şam’ın ‘dokunmaz’ soğuklarını da bilirim. Velhasıl soğukla da sıcakla da şaka olmaz.

***

Musi kampı ahalisine Türkiye’nin tabiî ki daha soğuk olduğunu söyledim. Bu ifadem onları soğuk karşısında daha da umutsuzlandırmış olmalı. ‘Sizin soğuğunuz ne ki, bizde âlâsı var, kışın sıfırın altında eksilerde yaşarız’ şeklinde korkutucu cümleler kullandım. Afrikalılar karı tanımıyorlar. En azından şimdilik. İklim değişikliği böyle giderse onların da yakında tanıyacaklarına dair bahse girebilirim. Zira BAE gibi ülkelerde turistler için sunî karlandırma olsa da gerçekten de onların yüksek mevkilerine kar yağıyor. Aralık ayının sonlarına doğru Ürdün ve havalisine kar yağmış. Elbette Kenya’nın bazı yüksek dağlarında kar eksik olmuyor. Yine de Afrikalılar karı fazla bilmiyorlar.

Şam’da Senegalli bir dostumuz vardı. Adı Sisko idi. İlk defa karı Türkiye’de görmüş ve şaşmış kalmış. O halleri hatırladıkça neşesinden geçilmiyordu. Velhasıl nereye gitmişsek soğuğu da beraberimizde götürmüştük. Gelirken uçakta Etiyopya ekibiyle veya kafilesiyle karşılaştık. Gittikleri yerler sıcakmış. Bu da tesbitimizi doğruluyor. Bize, Darfur’un bazı bölgelerinde insanların soğuktan telef olduklarını ve öldüklerini anlattılar.

***

Artık fıtrat ‘Bana bu kadar müdahale etmeyin’ diye anlayanlara uyarılar gönderiyor. Uyarı üzerine uyarılar gönderiyor. Kendisini hor kullanan insanoğluna isyan ediyor. Bu uyarılar dikkate alınmazsa on yıl içinde küresel ısınmada geri dönülemez aşamaya geleceğimiz tasavvur ediliyor. Bazıları şimdiden bu geri dönülmez eşiği aştığımızı düşünüyor. Buna nazaran, dünyanın 70-80 yıllık fizikî ömrünün kaldığını iddia ediyorlar.

Komadaki hastanın göstergeleri normal değildir bir aşağıya, bir yukarıya zıplar durur. Şimdi tabiat da öyle. Sözgelimi, Kuzey Amerika’da mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklığından ötürü, ABD’nin New York kentinde ağaçlar şimdiden çiçek açmış. Kanada’nın Ontario bölgesinde de kayak merkezleri tarihinde ilk kez kapanmış. Hava sıcaklığının 28 günden bu yana mevsim normallerinin üzerinde gittiği New York’un kış sporları merkezi Catskills ve civarında kayak merkezleri de yeterli kar ve müşteri olmamasından ötürü kapanmak zorunda kalmış. Anormal hava sıcaklıklarından nasibini alan Kanada’nın Ontario bölgesinin en büyük kayak merkezi Blue Mountain da 65 yıllık tarihinde, ilk kez kapılarını müşterilerine kapatmak zorunda kalmış. Dev kış sporları merkezi, bin 300 çalışanını da işten çıkarmış. Toronto kentinde 11 derece civarında seyreden hava sıcaklığı nedeniyle bölgede, son 167 yılın en ılık Ocak ayı yaşanıyor.

Ateşlenen tabiatın vücudu alarm veriyor. Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni hediyemiz: Rüya Ansiklopedisi



Yola çıkış şiarı “Vatan sathını bir mektep yapmak” olan Yeni Asya’nın kültür hizmeti yeni yılda da hız kesmeden sürüyor. Birbirinden değerli ve orijinal eserlerin hediye edildiği kampanyamızın son halkası Rüya Ansiklopedisi.

Eserin “rüya yorumları”nın yer aldığı kısımdan önceki, giriş bölümünde rüya ve bağlantılı konularla ilgili genel bilgiler verilerek, ruh ile rüya arasındaki ilişki açıklanmakta. Bu bağlamda ruhun mahiyetine değinilmekte; insan ve mahiyeti, uyku, rüya ve rüya yorumu gibi diğer başlıklar Risâle-i Nur perspektifiyle yorumlanmaktadır.

Ayrıca Bediüzzaman’la birlikte, bazı ünlü kişilere ait rüya ve yorumlarına, pek çok buluşun rüyalar yolu ile keşfedildiği gerçeğine örnek teşkil eden olaylara da, bu kitapta yer veriliyor.

Risâle-i Nur’a dayanılarak yapılan açıklamalar, Rüya Ansiklopedisine farklı bir muhteva kazandırmakta.

Yorum kısmından hemen önce yer alan, kitaptan nasıl yararlanılması gerektiğine dair kısa hatırlatmaların yer aldığı özet bilgiler, bu çalışmanın diğer bir farklı yönünü oluşturuyor.

Rüyanın fıtrî bir ihtiyaç, yoruma değen rüyaların ise Peygamber Efendimizin tabiriyle rüya-ı sadıka olduğu gerçeğinden hareketle hazırlanan eserin kupon neşrine 1 Şubat’ta başlanacak.

Bu fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ediyor ve kampanyalarımızdan dostlarınızı da haberdar etmenizi diliyoruz.

***

Barla Lâhikası yayınlandı

Renkli, büyük boy Barla Lâhikası da yeni tarzıyla yayınlandı.

Risâle-i Nur Külliyatından olan Barla Lâhikası isimli eserde, Risâle-i Nur’un Barla’da telif edildiği günlerden Eskişehir Hapsine kadar geçen süre içinde Nur talebelerinin Üstadlarına yazdıkları mektuplar ve Bediüzzaman’ın onlara gönderdiği bazı cevaplar yer alır.

Barla ve diğer lâhika mektupları, Risâle-i Nur’un ilk telif yıllarından itibaren devam edegelmiştir. Bediüzzaman’ın te’lif ettiği Nur Risâleleriyle, yazarak ve okuyarak iştigal eden Nur talebeleri, okudukları hakikatler karşısındaki samîmî duygu ve düşüncelerini, Bediüzzaman’a yazdıkları bu mektuplar vasıtasıyla dile getirmişlerdir. Bediüzzaman da, onların bu samimi duygu ve düşüncelerini cevapsız bırakmamış, bazen bir taltif, bazen bir teşvik ve yönlendirme, bazen de sordukları sorulara cevap mahiyetinde mektuplar neşretmiştir. Lâhika mektuplarında hizmet esasları anlatılmakta, siyasî ve içtimaî ölçüler verilmektedir.

İşte bu mektuplardır ki Barla, Kastamonu ve Emirdağ Lâhikalarını meydana getirmiştir.

Lâhika mektuplarına neden ihtiyaç duyulduğu, bizzat Bediüzzaman’ın hizmetkârları tarafından Barla Lâhikası’nın takdiminde şöyle ifade edilir:

“Risâle-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşriyle beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’âniyenin tâliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma mâruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’âniyenin inkişafında suhulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.”

Demek oluyor ki, lâhika mektupları, iman ve Kur’ân hizmetleri yerine getirilirken, her zaman için karşılaşılması muhtemel olan sıkıntılar karşısında, Nur talebelerinin sebat, metanet ve ihlâslarını muhafaza ederek onlara yol gösteren ‘ikaz ve ihtarlar manzumesi’dir de.

Bu mektupların bir diğer özelliği ise, her zaman için başvurulabilecek birer rehber olmalarıdır. Bu husus, ‘daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir’ şeklinde ifade edilmiştir.

Evet, “değişen dünya hadiseleri, geniş ve küllî meseleler ve şartlar altında isabetli hizmet-i Kur’âniyenin esaslarını ders veren” (Barla Lâhikası, s. 29) lâhika mektuplarına, Kur’ân hizmetkârlarının çokça ihtiyacı var.

745 sayfadan oluşan ve metne ait lügatçelerin aynı sayfada yer aldığı Barla Lahikasının yeni tanziminde indeks, dipnotlar, âyet ve hadis mealleri ve kronolojik bilgiler de yer alıyor.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

08.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004