Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yeni Asyadan Size

Muhabbet rüzgârı esecek



Said Nursî Hazretleri, vefat tarihi olan 23 Mart’ta bu sene de yurt içi ve yurt dışında bir dizi faaliyetle anılacak. Bediüzzaman Haftası kapsamında; panel, konferans, seminer ve anma programı adları altında düzenlenecek etkinliklere Risâle-i Nur Enstitüsü ve şubeleri ev sahipliği yapacak. Daha öncesinden başlayıp, 18-26 Mart tarihleri arasında yoğunlaşacak ve takip eden günlerde de devam edecek olan programlarda ana tema olarak “muhabbet” başlığı üzerinde durulacak.

Ümmetine karşı sevgi ve şefkati eşsiz olan bir Peygamberin tebliğ ettiği dinin mensuplarına, zedelenen terbiye-i İslâmiyenin tamiri için “Muhabbet, kâinatın bir sebeb-i vücududur” diyen Bediüzzaman tarafından önerilen Kur’ânî reçete, toplantılar vasıtasıyla bir kez daha duyurulmuş olacak.

İnsanların barış ve huzura, sevgi ve şefkate her zamankinden daha çok ihtiyaç duydukları bir zamanda gerçekleşecek haftaya Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye adlı eserinde yer alan “Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur” sözüyle özetlediği önemli tesbiti ışık tutacak.

İlim adamları, akademisyenler ve konularının uzmanı katılımcılar tarafından sunulacak tebliğlerde, iman hakikatlarının İslâm ahlâkıyla tamamlanması ve bunun hayata geçirilmesi ağırlıklı olarak yer alacak.

Kâinatın özü ve mayasını teşkil eden sevgi ve muhabbetin tüm yönleriyle ele alınacağı programlarda katılımcılar, toplum yapısını temelden sarsabilecek kadar ürkütücü bir gelişme gösteren ve sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkan şiddete, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe Risâle-i Nur eksenli çareler arayacaklar.

“Sevgi ve muhabbet” ana teması etrafında şekillenecek bu muhabbet ikliminin,—geçen sene olduğu gibi—sevgi, rahmet ve barış peygamberi olan Hz. Muhammed’in dünyaya teşrifleri vesilesiyle düzenlenen Kutlu Doğum Haftasını da kapsayacak şekilde tertip edilmesi düşünülüyor.

Bütün bir seneye yayılarak devam edecek programların detayları ilerleyen günlerde gazetemiz aracılığıyla da sizlere duyurulacak.

***

Hazırlıklar sürüyor

Öte yandan, programlarda gösterilmek üzere, muhabbet konulu bir de sinevizyonun hazırlığı sürüyor. Etkinliklerin tanıtımı amacıyla kullanılacak olan broşür, el ilânı ve afişler de kısa süre içinde hazırlanarak ilgili mahallere gönderilecek.

***

23 Mart’ta “Biz muhabbet

fedaileriyiz” ilâvesi

Üstad Bediüzzaman’ı 47. vefat yıldönümünde bir kez daha rahmetle anacağımız 23 Mart günü, önceki yıllarda olduğu gibi yine özel bir ilâve vereceğiz. Bu seneki anma programlarında ana temanın “sevgi” olarak belirlenmesi dolayısıyla, ilâvemizin konusu Risâle-i Nur’daki izahlar ışığında birlik-beraberlik-kardeşlik mesajları olacak.

Okuyucu ve temsilcilerimizin, 23 Mart için bildirecekleri ek gazete taleplerini şimdiden gündemlerine alıp, netleştirdikleri rakamları en kısa zamanda Dağıtım Servisimize iletmelerini bekliyoruz.

***

Okuyucu buluşmaları

Yayınlarımızı tanıtmak, kampanya ve hedeflerimizi daha geniş kesimlere duyurmak, okuyucularımızla birlikte olmak için tertiplediğimiz “Okuyucu buluşmaları” ilgi görüyor. Son olarak Ankara Büromuzda 38. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen toplantı, okuyucularımızla gazete çalışanlarını buluşturdu. Pekçok mahallin böyle buluşmalara ev sahipliği yapmaya hazırlandığını da duyurmak istiyoruz.

***

Otomobil sayfası

Haftalık sayfalarımıza bir yenisi eklendi: Yeni Asya Otomobil. Genç ve dinamik bir ekip tarafından hazırlanacak ve Pazartesi günleri yayınlanacak sayfada, otomotiv dünyasındaki son gelişmelerle birlikte sektörün ağırlıklı olarak karşılaştığı problemler yer alacak. Yeni modeller ve yeni ürünlerin de kısa tanıtımlarının yapılacağı sayfada bu alandaki kampanyalar, satış sonrası hizmetler, ikinci el piyasası gibi konulara da değinilecek.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz...

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kurumsallık mı, şahsîlik mi?



Başbakan, CNN Türk’te Taha Akyol’a konuşuyor. Kuzey Irak’la ilgili, kurumsal görüşün hükümete ait olduğunu ve Genelkurmay Başkanının açıklamasının şahsî fikri olduğunu söylüyor.

Genelkurmaydan açıklama gecikmiyor. Açıklamanın kurumsal olduğu belirtiliyor. Devletin bazı organlarının, her siyasî demece cevap vermekte çok hızlı olduklarını görüyoruz.

Eğer açıklama kurumsal ise, öncelikle kamuoyuyla mı, yoksa bir üst kurum olan başbakanlıkla mı paylaşılması gerekirdi? Her kurum, üstten bağımsız, kendi adına kurumsalını açıklama ve farklılığını belirtme hakkına sahip olsa, kurullarda uyum ve ortak fikir nasıl sağlanacak?

Meselâ, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, bu konudaki görüşünü direkt ve üst komut kademesi ile istişare etmeden açıklayabilir mi? “Ben de kurumum” derse nasıl bir kargaşa yaşanır?

Üst kurulların görevi, kurumların koordinasyon gücünü düzenlemek, farklı kurumların kendilerini ilgilendiren boyutuyla dikkatlere sunmak ve ortak bir aklın oluşmasını sağlamaktır.

Kurul öncesi açıklamalar, yönlendirmeler ve özellikle siyasî erkle kamuoyu önünde cevaplaşmak, doğru bir yönetim sergilenmediğinin işaretidir.

Üstelik konu, Kuzey Irak’taki Kürt liderlerle görüşme meselesi ise; aslında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün belirttiği gibi, “diplomasi ve siyasî bir süreçtir.” Asker ve silâh en son noktadır.

Siyasî bir liderin veya hükümetin kiminle görüşeceğine, mukabil mevkidaşı veya siyasî liderlerle diyaloğuna, öncelikle güvenlik gerekçesiyle engel olmak veya teatiyi kesmek, askerin görev alanına girmemektedir.

Ülke içinde ve dışında diyalogsuzluğun ağır faturasını hepimiz ödüyoruz. İçinde çıkılamayan birçok kördüğümün sebebi de diyalogsuzluk ve tahammülsüzlüktür.

Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyetinin kırmızı pasaportunu verdiğimiz, o dönemin kısıtlı parti liderleri olan Talabani bugün Irak devlet başkanı, Barzani ise bölgenin lideri konumunda.

Beğenelim veya beğenmeyelim, konumlarını biz değil, onların çatısını kuran hakim güç ve kendi insanları belirlemiştir. “Ummadığın taş, yarar baş” misali, ne zamana kadar bunları görmezlikten gelerek, komşuluğu ve barışı tesis edeceğiz?

Benim düz akılla sorduğum bu soruların cevabını, eminim ki yetkililer biliyorlardır.

Problem; resmî şablonların bedeni sıkıştıran dar elbise kalıplarının açmazı… Bunu tartışma cüretimiz henüz oluşmadı. Irkçı bakışın ikilemleriyle, yüzleşme problemi var.

Konumuza dönersek, bütün bu tartışmaları güvenlik birimlerinden ziyade siyasiler yapmalı. Güvenlik bilgileri önemli, ancak daha da önemlisi, onu yorumlama biçimi ve siyasi stratejinin doğru belirlenmesidir.

Bizde, görünmeyen kuvvetin kendinde saklı gerekçeleri, devletin kuruluş biçimindeki sembolik egemenlik hakkının millette olduğu ve askerî vesayet, yeni şartları doğru okumayı ve demokratikleşmeyi engelliyor.

Son tartışma, işleyen devlet sistemine, çok iyi bir ayna oldu. Bir tarafta Genelkurmay görüşü, diğer tarafta siyasî iktidarın görüşü. Farz edin konu savaş stratejileri ise elbette askerin komutası esastır, onların görüşü önceliklidir… Onu da yine Meclisin iradesi ile verilen yetkilerle kullanabilmektedir.

Eğer siyasî diyalog ve bölgesel görüşmelerin gerçekleştiği; dışişleri eksenli bir çerçeve ise, müsaade edelim bunu da siyasiler düşünsün. Birinci erk hükümettir. Yürütmenin başı da Başbakandır. Genelkurmay da bu mekanizmaya bağlıdır.

Eğer Genelkurmay, kurumsal görüşünü bildirmişse bile, onu bağlı olduğu kuruma bildirmesi kurumsallıktır. Öbürü kurumsallık içinde şahsiliktir. Kurumsallığın şahsileştirilmesi ise daha vahimdir.

Siyasete vesayet kanalları artık kapanmalı.

Devletin kurumsallaşması ve beraberinde demokratikleşmesi buna bağlı.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Aşağıdaki “değil”lerden hangisi sen değilsin?



O çukurun üstündeki o kartona sen basmadın diye, canının bir parçası evlâdın basmadı diye…

O sağlam raporlu evde sen oturmuyordun diye…

O dereye düşen kamyon kasası seni taşımıyordu diye…

Dünyanın her hangi bir coğrafyasında ve nedense hep buralarda, ortalarda, doğularda bir yerlerde düşen bir bomba senin evine, senin yoluna, senin başına düşmedi diye…

O coğrafyada değil, bu coğrafyada doğdun diye…

Köyün boşaltılmadı, göçe zorlanmadın diye…

O renkte değil, bu renkte doğdun diye…

Yazdığın yazı, söylediğin söz yüzünden hapse girme korkusu yaşamadın diye…

Gazeten kapatılmadı diye…

Düşüncelerinden dolayı linç edilmedin diye…

Bin bir emekle okuduğu üniversiteye, sırf birileri bir karar aldı diye gidememeye, yaka paça sürüklenmeye başlayan sen ya da senin kız kardeşin değil diye…

Oğlunun ya da kızının diploma veya yemin törenine elini kolunu sallaya sallaya girebiliyorsun diye…

Kimse senin kıyafetine karışmıyor, başındaki örtü yüzünden “öteki” oluvermiyorsun diye…

İstediğin fakülteye girmek için başkalarından daha fazla çalışman gerekmedi diye…

Mezun olduğun lise hayatın boyunca karşına çıkarılmıyor diye…

Yani “düz lise” mezunusun diye…

Fişlenen, iftiraya uğrayan, inancını yaşadığı için suçlu muamelesi gören sen ya da bir yakının değil diye…

Haksız bir kararla görevinden alınan sen değilsin, hatta senin gibi düşünen biri bile değil diye…

Güpegündüz pervasızca çekilen bir silâhtan çıkan kurşun senin bedenine girmediği gibi, seninle aynı ırktan, aynı görüşten her hangi birini öldürmedi diye…

Sen iyi kazanıyor, evini geçindiriyor, çocuklarına bakıyorsun diye…

Canının her çektiğini alabiliyor, kredi kartı borçlarını tıkır tıkır ödüyorsun diye..

Hastahanelere işin düşmüyor, düşse bile işini görüyorsun, hiçbir problemle karşılaşmıyorsun diye...

Tıklım tıklım otobüslerde pestilin çıkmıyor, özel otomobilinle gazlıyorsun diye…

Özel araban olmadığı için otomobil vergileri seni ilgilendirmiyor diye…

Gözün görüyor, kulakların işitiyor, bütün organların yerli yerinde diye…

Bana ne demediğin, umursadığın, empati kurduğun, huzursuz olduğun, “Ne yapabilirim?” diye düşündüğün, başını çevirip gitmediğin için… Teşekkürler…

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Ahıska Türkleri



Ahıskalılar, hayat boyu sürgün yaşayan, Osmanlı mirasçısı serhat boyu Türkleridir. Gürcistan sınırında sıkışıp kalan Ahıskalılar, II. Dünya Savaşı sırasında Stalin tarafından Özbekistan’a Fergana Vadisine sürülürler. Bu sürgünün ardından geri dönmelerine izin verilmediği gibi, bir de türlü zorluklara katlanmak zorunda kalırlar. Tabir-i diğerle katlanması en zor acıları göğüsleyen kardeşlerimizdir onlar.

Sovyetlerin dağılma sürecinde (1989) yaşadıkları dram ise içler acısıdır.

Çünkü bu defa Fergana Vadisinden de çıkarılan Ahıskalılar, Krasnodar bölgesine yerleşir ve burada ikinci sınıf vatandaş muamelesi görürler.

Aslında vatandaş demek de doğru olmaz, çünkü 45 günde bir ikamet için izin almak zorunda kalırlar. Üstelik onlar mal edinmeden de yoksun bırakılmışlardır.

Ahıskalı kardeşlerimizin çilesi sonunda BM tarafından fark edilir ve alınan bir karar ile, ABD’ye mülteci olarak başvurabilme hakkını elde ederler.

Yakın zaman içinde binlerce Ahıskalı, ABD yollarına düşer. Bu onlar için büyük bir fırsattır. Çünkü artık insanca yaşayabileceklerdir.

ABD hükümeti belli bir zaman dilimi için (İngilizceyi öğrenip de bir işte çalışabilecek seviyeye gelene kadar) kalacakları evlerin kiralarını öder, aylık para yardımı yapar ve onlara bir danışman tayin eder. Böylece sosyal hayata dahil olmaları kolaylaşır.

Özbekçe, Rusça ve Türkçe bilen bu kardeşlerimiz, dil konusunda (İngilizce bilmedikleri için) başlangıçta büyük zorluk yaşarlar. Fakat bu sıkıntı yerini zamanla ferahlamaya bırakacak, ABD’de yaşayan Türk kardeşleri, onların ellerinden tutacaktır. Türkler arasındaki büyük dayanışma ensar ve muhacir kardeşliğini aratmayacak türdendir. Hemen her konuda Ahıskalı kardeşlerine sahip çıkan Türkler, Amerika’daki yabancılığı bir nebze olsun hafifletecektir. Koskoca bir okyanus kıyısında tutunacak dalları vardır artık.

Bunun yanında bazı olumsuzluklarla da karşılaşılmıyor değil maalesef.

Özgürlükleri çoğu zaman kısıtlanmış bir topluluk olan Ahıskalılar, öz benliklerini korumayı başarmış olmaları açısından ayrı bir değere sahiptirler. Yalnız Rus kültürüyle yetişmiş olmaları manevî açıdan beslenmeyi biraz geri bırakmış, namaz kılmayı yaşlılardan başkası bilmez olmuştur. Genellemeye vurmak yanlış olur elbette, fakat gördüğüm tanıdığım birçok ailede sadece yaşlılar dinî hükümlerden haberdar. Hal böyle olunca da ABD’nin görevlendirdiği danışmanlar Ahıskalıların çocuklarını çok rahat, kilise balolarına, Hıristiyanlık dinine özgü kutlamalara götürebiliyorlar.

Zaten dinî hassasiyet açısından çok da donanımlı olmayan aileler, durumun vahametinin farkına varamıyor. Sonuçta ister istemez Rus kültüründen Amerikan kültürüne doğru bir geçiş yaşanıyor.

Yıllarca kültürel ve dinî anlamda baskı yaşamış bu topluluğun asimilasyonu aynı zamanda bizim de sorunumuz.

Arafta kalmak, birçok olumsuzluğu paratoner gibi üstüne çeker. İşte tam da o anlarda yanlarında yamaçlarında kim varsa ona tutunurlar. Aksi ispatlanmamış, tersi görülmemiştir çünkü. Başka dinden insanlar gelip ellerinden tutunca, ellerini çekme lüksleri yoktur onların. Yurtlarından sürülmüş, hep hayatta kalma mücadelesi vermişlerdir. Bakışlarındaki derinlik korkusuzluğu, duruşlarındaki asalet gücü gösterir. Her türlü potansiyele sahiptirler. Tek ihtiyaçları olan, Türk kardeşlerinin onların hep yanlarında olduğunu bilmektir.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kristof Kolomb kâşif mi, katil mi?



Şu tarihi gerçek, size de çarpıcı gelecek: 1451’de İtalya/Cenova'da doğan ve 20 Mayıs 1506’da ölen Kristof Kolomb, aslında gerçek bir denizci ve kâşif değil, katildir! Çünkü, tütünü ABD’den getirip yaygınlaşmasının müsebbibi odur! Yerli Kızılderililerin törenler için yılda bir kez kullandıkları tütünü Avrupa’ya getirmiş, oradan da dünyaya yayılmış. Bilirsiniz ki, “sebep olan yapan gibidir.” İyi bir çığır açan aynen sevabına; kötü bir çığır açan da günahına sahip olur! Nasıl katillerin babası Kabil ise ve bütün cinayetler onun hesabına da geçiyorsa; sigaradan ölen insanların da Kristof Kolomb’un hesabına yazılması gerekir.

Yalova Yeşilay Cemiyeti üyesi Dr. Ertan Sarıbaş, geçtiğimiz Cumartesi saat 14:00’de, Halk Eğitim Merkezi Konferans salonunda sigaranın zararları ve bırakmanın metotları konusunda bir konferans verdi. Dikkate sunduğu hususlar ve gösterdiği slaytlar gerçekten çarpıcıydı. Tiryakilerin izlemesini isterdim…

*Tütünde bağımlılık yapan nikotin, katran ve 4 bin zehirli madde var.

*AIDS, tüberküloz gibi birçok hastalıktan daha tehlikeli. Sigara, bu hastalıkların sebebiyet verdiği ölümlerin tümü kadar ölümlere yol açıyor.

*Akciğer, dudak, boğaz gibi pekçok kanser türü sigara soluyarak, hatta ölüm soluyarak alınır!

*At, eşek, inek, deve, koyun gibi otobur hayvanların hiçbirisi tütün bitkisini yemez.

Sigarayı bırakmanın kolay olduğunu, iki ilmî tedavi metodunun olduğunu ifade eden Dr. Sarıbaş, en önemli unsurun, şahsın kendisinin istemiş olması ve asla bu tedavilerden vazgeçmemesi gerektiğini ifade etti. Sigaranın esrar, eroin gibi kötü alışkanlıklar gibi tehlikeli ve zararlı olduğunu da ilmi verilere dayanarak ortaya koydu.

*Türkiye’de 17 milyon sigara tüketicisi var.

*Yalnız sigara içimine 6.5 milyar dolar ödenmektedir. Diğer zarar, hastalık ve tedavi masrafları bu rakamın haricindedir.

*Bir paket sigara tüketen, ayda ortalama 120 YTL verir. Bu, senede 1.440 YTL eder. Demek ki, 20 yılda bir otomobil veya evi, dumana veriror!

Evet, sigaranın damarları tıkadığından akciğer kanserine, beyin felcine, el-ayak kangrenine ve diğer sebep olduğu hastalıklar saymakla tüketilemiyor!

Bir insana zehir vermek, zorla katran içirmek yasaktır ve cezaî müeyyide gerektiriyor! Peki, pis koku ve içmeyenlere verilen zehirlerin zararlarının hesabını kim verecek? Evet, tiryakiler, insan hakkı ihlâl ettiğini düşünmek zorunda. Kul hakkıyla Hakkın huzuruna nasıl gideceklerini ve vereceklerini düşünmeliler! İşin tuhaf tarafı, sigara içenlerin, içmeyenleri zehirleme hakları var da, içmeyenler, “Yahu kardeşim, beni zehirleme!” deme hakkı yok!

Meselenin içmeyenler açısından insanî boyutu şudur: Bir insan, intihara kalkışırsa buna engel olmak zorunda değil miyiz? Veya birisi, başkasına zehir, katran, arsenik, asit ve benzeri zararlı maddeler içirirse, engel olmayacak mıyız? Hepimiz “emr-i bil-la’ruf, nehy-i an’il-münker,” yani iyiyi, doğruyu, güzeli emretmek; çirkin, kötü ve olumsuzluklardan men etmekle görevli değil miyiz? Sigara içmeyenler!

“Bize dokunmayan bir içici binlerce paket içsin, bize ne diyebilir mi?”

Hepimiz iş başına! Lütfen, yavaş yavaş intihara sürüklenenlere acıyalım! Ve lütfen gizli, sessiz katillere ve hatta maktüllere de acıyalım ve onları durdurmaya çalışalım. Bu hepimizin insanî, vicdanî vazifemiz değil mi?

05.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Soy sop meselesi



Bir arkadaş grubunda, herkes kendi soyu ve aslı hakkında bilgiler veriyordu. Unsuriyetçilik düşüncesinden çok uzak olan bu arkadaşlarımızın sohbetinin bir yerinde ben de “Ben peygamber soyundan gelmekteyim” demiştim. Herkes pür dikkat bana bakmaya başlamıştı. Bazıları “maşallah” diyerek tebrik edercesine ve gıbta ile hayretlerini dile getirmeye başlamıştı bile. Herhalde onlar da peygamber soyundan gelmiş bir insan olmak istemekteydiler. Ancak benim için de, onlar için de soy-soptan ziyade insanın gerçek bir insan olması daha önemliydi.

Bizler soy-sop delisi insanlar değildik. İnsanların soyunu seçmede bir fonksiyonları olmadığını gayet iyi bilmekteydik. Yaratıcımızın iradesinin bir sonucu olarak bizler bir toplumun içinden gelmişsek, bununla iftihar edip gururlanma hakkımız bulunmamaktaydı.

Ama yine de kendimizi, soyumuzu, sopumuzu tanımamızda fayda vardır. Ama şeytanların oyununa gelmeden, kuru gururlanma içine girmeden ve fitne-fesada sebep olacak yaklaşımlardan uzak kalarak bu ihtiyacımızı gidermeliydik. En azından nereden gelip nereye gittiğimizi bilmemiz gerekirdi. En azından maymunun, kurdun, kuşun soyundan gelmediğimizi iyi bilmemiz gerekirdi. O zaman ceddim hakkında bir şeyler söylemekte bir beis yoktur herhalde.

Şaka yaptığımı sanmayın. Benimkinin de ırkçılık denilen illetle ilgili bir şey olduğunu düşünmeyin. Söylediklerimde yalan da yok hılâf da yok. Gerçekten benim soyum bir Peygambere dayanıyordu. Ben Kâinat Hâlıkının en çok sevdiği insanlardan birinin soyundan gelmekteydim. Ne kadar iftihar etsem, ne kadar sevinsem azdı. Benim ceddim insanları her zaman doğru yola çağırmış, şeytanların şerrinden insanları uzaklaştırmak için gayret etmiştir.

Bir kısım insanların soyu-sopu ile öğündüğü, ırkları için diğer bütün insanlara düşman kesildiği, kendi ırkından gelenleri dünyaya bedel gösterdiği bir zamanda bir peygambere soy bağı ile bağlanmak gerçekten güzel bir şeydi. Benim bu soy bağım insanlarla düşman olmamı gerektirmiyor. Üstelik ben ceddimi hatırlayınca daha fazla insanlarla dost olduğumu, hatta kardeş olduğumu düşünüyorum. Daha doğrusu, insan olduğumu bir kere daha hatırlamış oluyorum.

Benim, ırkımla öğünmek, ırkımdan dolayı diğer insan gruplarına düşman olmak, bir kısım insanlara zulmetmek, hele bazı insanların canlarına kıymak gibi bir derdim yoktu. Çünkü ben insanî duyguları her zaman ağır basan insanların soyundan gelmekteyim ve cetlerimin, gerçek bir insan olabilmem, iyi bir kul olabilmem için yaptıkları nasihatlarını önemsemekteydim.

Ceddimin soyundan gelen bütün insanlarla dost olmak istiyorum. Onlarla şu kısa dünya hayatında güzellikleri paylaşmak istiyorum. Ancak soylarını inkâr edenler dostluğumuzdan uzaklaşmaktadırlar. Maymundan geldik diyenlerle, ceddinin İlâhî mesajlarından uzak bir hayat yaşayanlarla, mensup olduğu aşiret veya kabileden dolayı diğer insanlara düşman kesilenlerle akrabalığımız bulunmamaktadır. Bunun dışındaki bütün insanlarla ortak insanî bağlarımız bulunabilmektedir.

Rabbime şükür ki bana gerçek benliğimi göstermiştir. Şu ölümlü dünyada ebedî kalacakmış gibi yaşayanlar ve dünyayı kin ve ihtirasları için evirip çevirmek isteyenlerden etmediği için Rabb-i Rahimime ne kadar şükür edersem yine de azdır.

İsterseniz fazla uzatmadan ceddimin ismini sizlere de söyleyeyim. Belki ve hatta büyük ihtimalle akraba da olabiliriz. Belki ceddimin sizin de ceddi olduğunu kabul edersiniz. Hatta bunu yapacağınızdan şüphem dahi yoktur.

Evet sıkı durun sırrımı açıklıyorum. Ceddim Hz. Adem (as) Peygamberdir. Yani sizin de ceddiniz olan Adem Peygamber. Meğer ne kadar da birbirimize yakın insanlarmışız. Aynı babanın çocukları olmak ne güzel değil mi?

Bizlerin Frenk hastalığı olan ırkçılık (isterse de milliyetçilik deyin) gibi gayr-ı insanî yaklaşımlara ihtiyacımız niye olsun ki? İnsanlığımız bize yetiyor. Bizler Hz. Âdem’in (as) çocuklarından, Hz. İbrahim’in (as) kavminden ve Hz. Muhammed’in (asm) ümmetindeniz. Bundan daha büyük şeref olabilir mi?

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'da Seb'ül -Mesânî-2



Mustafa Bey: “Kastamonu Lâhikasının 153. sayfasında, ‘Risâle-i Nur, altı rükn-ü imaniye ile bu esas ubudiyeti ispat edip Seb’ül-Mesânî cilvesine mazhariyeti muraddır” cümlesini açıklar mısınız? Seb’ül-Mesânî nedir?”

Kur’ân’ın “Seb’ül-Mesânî” kavramıyla, övülen yedi âyetli sûre mânâsıyla Fatiha Sûresini kastettiği hakkında görüş birliği bulunduğunu dün ifade etmiştik.

Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Übeyy İbn-i Ka’b’a:

“Sana ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da, ne de Kur’ân’ın diğer kısımlarında benzeri indirilmemiş bir sûre öğretmemi ister misin?” buyurdu.

Übeyy İbn-i Ka’b:

“Evet, ya Resûlallah!” dedi. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Namazda nasıl okuyorsun?” buyurdu. Übeyy İbn-i Ka’b, Fatiha Sûresini okuyunca, Peygamber Efendimiz (asm):

“Evet, nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, onun eşi, ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Zebur’da ve ne de Kur’ân’ın diğer kısımlarında indirilmiştir. O bana verilen şanlı Kur’’ân’ın içinde bulunan yedi âyetli Fatiha Sûresidir”1 buyurdu.

Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde: “Her kim namaz kılar ve o namazında bildiği halde Fatiha Sûresini okumazsa o namaz eksiktir. O namaz noksandır. O namaz tamam değildir. Allah Teâlâ, ‘Fatiha Sûresini kulumla kendi aramda iki eşit kısma ayırdım. Yarısı Benim, yarısı da kulumundur. Kulum onunla istediğine kavuşacaktır’ buyuruyor. Nitekim kul kıyama kalkar ve ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin’ (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.) der. Bunun üzerine ulu ve yüce Allah, ‘Kulum bana hamd etti!’ buyurur. Kul, “Errahmanirrahim” der. Allah, ‘Kulum Bana senada bulundu’ buyurur. Kul, ‘Mâlik-i Yevmiddin’ der. Allah Teâlâ: “Kulum Beni tazim etti. İşte bu okunanlar Bana aittir.” “İyyake nabüdü ve iyyake nestain” Benimle kulum arasındadır. Sûrenin bundan sonraki âyetleri ise kulumundur ve kulum o âyetleri okuyarak dilediğine kavuşur. Çünkü kulum artık, “İhdinassırâtelmüstakim. Sıratellezine en’amte aleyhim gayri’l-mağdubi aleyhim veladdallin. Amin” diye duâ ediyor’ buyuruyor.”2

Fatiha Sûresinin mânâsını kısaca verelim: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O Rahmandır; rahmeti bütün varlıkları kuşatır. Ve bütün yaratıklarının her türlü rızkını merhametle yetiştirir. O Rahimdir; yaratıklarına karşı pek şefkatli ve merhametlidir. O hesap gününün sahibidir. Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. Bizi sırat-ı mustakime (doğru yola) ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan Salih kullarının yoluna ilet.—Gazabına uğrayanların ve dalâlete düşmüş olanların yoluna değil. Âmin.”

İmanın altı erkânını ve İslâmiyet hakikatlerini ispat eden Risâle-i Nur, kişiyi zahirden hakikate geçirir. Yani kişiyi bulunduğu mertebeden alır ve iman-ı tahkiki mertebesine çıkarır. Risâle-i Nur bu vasfıyla; Kur’ân’ın çekirdeği olan ve okuyucusunu gaybtan muhataba geçirip doğrudan Allah’ın huzuruna çıkaran ve Seb’ül-Mesânî ünvanına lâyık bulunan Fatiha Sûresinin bir büyük tefsiri mahiyetindedir. Yani onun cilvesine mazhardır.

Dipnotlar:

1- Tirmizi, Kur’ân’ın Faziletleri, 1,

2- Tirmizi, Kur’an Tefsiri Babları, 2.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Devrimci Demokrat Netekim Paşa (DDNP)



12 Eylül 1980'de meşrû hükümeti devirerek ülke idaresine el koyan Evren Paşa, 90 yaşına girdiği şu günlerde değme demokratlara taş çıkartacak açıklamalarla gündemi bir kez daha işgal etti.

Bugün çıkıp "Türkiye, eyâletler bazında 8 bölgeye ayrılsın, seçim barajı düşürülsün, Kürt partisi de Meclis'e girsin..." diyen Evren Paşa, 1982'deki referandumla tek aday olarak kendini yüzde 90 oyla Cumhurbaşkanı seçtirdi.

Aslında devrimciyken, sözde, yani göstermelik sûrette demokrat olmuştu.

Evet, demokratlığı göstermelik idi. Zira, 1983'te yapılan genel seçimlere de istemediği partileri sokturmadı. İpe un sererek onları devre dışı bıraktı.

Derken, gün geldi ve Kenan Evren'in Cumhurbaşkanlığı müddeti de sona erdi.

Bu sûretle tekaüt olduktan sonra, ihtilâlcilik söyleminden yavaş yavaş uzaklaşarak demokratlığa meyletmeye başladı.

Evren Paşa, sözde de olsa demokratlaştıkça, vaktiyle arkasına almış olduğu o yüzde 90'lık halk desteğini de peyderpey kaybetti.

Tam 90 yaşına varıp şaşırtıcı açıklamalar yaptığında. Bu kez neredeyse halkın yüzde 90'ını karşısında buluverdi.

Yanında olan, yahut yeni düşüncesine destek verenler ise, şimdilik ancak yüzde 10 kadar görünüyor. Aynen, 1982'de kendisini reddeden yüzde 10'luk oran kadar.

Bu oran, zamanla değişebilir. Tıpkı, yüzde 90'lık oranın zamanla değişmesi gibi...

Nereden, nereye...

Benim ülkemin güzel insanları, 25 yıllık aradan sonra adeta tersyüz hale gelmiş gibi.

Bu zaman zarfında, Evren'in yanında yer alan yüzde 90'lık kitle, şimdi ise onun tam karşısında cephe almış durumda. Yani yüzde 90'la yüzde 10'luk oran adeta yer değiştirmiş gibi.

25 yıl önceki destekçilerin en büyük bir sıkıntısı da şudur: Meselâ, diyorlar ki: "Bizim büyük kurtarıcı diyerek, adeta 'Evrenselleştirdiğimiz' adam bu mu? Nasıl oldu da ona bu derece aldandık. Yazıklar olsun yani!"

Her şey bir yana, siyasî hemen hiçbir ağırlığı olmayan Evren Paşanın son çıkışları, birçok siyasî partinin söz ve söylemlerinden daha çok ses getirdi.

Üstelik, aleyhinde soruşturma açıldı. Bakalım, hiçbir neticeye bağlanamayacağı tahmin edilen bu süreç nasıl işleyecek, nasıl bir seyir takip edecek...

Nurs'taki külliye

Nurs köyünde yapılmakta olan "Bediüzzaman Külliyesi"nin inşaatı, bahar mevsiminin başlamasıyla birlikte, kaldığı yerden devam edecek.

İmar ve inşa hizmetinin her safhasıyla alâkadar olan Hikmet Okur'dan aldığımız bilgiye göre, şayet yeterli imkân ve destek sağlanabilirse, üç katlı külliyenin bu yılın sonlarına doğru hizmete açılması da mümkün olacak.

Yeni Asya camiası, kendi öz malı gibi sahiplenmiş olduğu Nurs'taki Bediüzzaman Külliyesi'ne imkânları nisbetinde yardımcı oldu; maddî–mânevî destek verdi.

Bunu tebrik ve takdirle karşılayan Hikmet Okur ve Nurs'taki Nur Üstad'ın diğer akrabaları, siz kardeşlerine bol bol duâlar ediyor: "Yeni Asya bize sahip çıktı, her bakımdan destek verdi; Cenâb–ı Hak, sizlerden ebeden râzı olsun" diyerek, sizlere bizim vasıtamızla da müstecap duâlarını bildiriyorlar.

Bu vesileyle, Hikmet Okur Ağabeyimizin cep telefon numarasının değişmiş olduğunu da hatırlatmış olalım. Eskisi iptal oldu, yeni telefonları ise şöyledir:

(0532) 593 07 97

(0505) 950 00 62

GÜNÜN TARİHİ 05 Mart 1920

Yeşilay'ın kuruluş günleri

Yeşilay Cemiyeti'nin (Hilâl-i Ahdar) kuruluşu.

Ülke genelinde alkollü içki ve uyuşturucu madde kullanılmasına karşı gelen hamiyet sahipleri, 5 Mart 1920 tarihinde bir toplantı yaparak Yeşilay Cemiyetini kurdu.

Fahri başkanlığına Şeyhülislâm Haydarizâde İbrahim Efendinin getirildiği bu hayırlı cemiyetin kuruluş çalışmaları esnasında, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsı Bediüzzaman Said Nursî'nin de aktif şekilde yer aldığı, o günlerin resmî belge ve cemiyet tutanaklarından açıkça anlaşılmaktadır.

* * *

İstanbul'da Yeşilay Cemiyetinin kurulduğu esnada, başta İstanbul olmak üzere Türkiye'nin yarıdan fazlası işgal ve istilâcı kuvvetlerin tehdidi altındaydı.

İşgalcilerin fiilî işgal hareketinin yanında bir de şöyle bir planları vardı: Kendilerine karşı koyacak dinamik Müslüman nüfusu gevşetip pasivize etmek için, onları alkol ve sair zararlı içeceklere alıştırmak, zamanla da bağımlı hale getirerek, millî direnişin kuvvetini kırmak.

İşte, bu düşünce ve planın gereği olarak, Avrupa'nın muhtelif merkezlerinden gemiler dolusu alkollü bira getirtilerek, İstanbul ve Anadolu sahillerinden halka, bilhassa gençlere bedava dağıtılıyordu.

Yeşilay kurulduktan on gün sonra, İstanbul'da kanlı işgal hareketi yaşandı. Şehzadebaşı karakolu basıldı, askerler şehit edildi, haberleşme hürriyeti kaldırıldı, parlamento basılarak işgal edildi, hükümet adeta esir bir duruma düşürüldü.

Bu sebeple, İstanbul'da başarılı olamayan Yeşilay, mebusların Ankara'ya gitmesiyle, burada daha tesirli hizmetlerde bulunmaya başladı.

Meselâ, Millet Meclis'inde 14 Eylül 1920'de kabul edilen bir kànunla, içki ve bilumum sarhoşluk veren maddelerin yurt genelinde kullanılması yasaklanmış oldu.

NOT: Bu kànunun Meclis'te müzakere edilmesi esnasında, M. Kemal ile teklif sahibi Ali Şükrü Bey arasında şiddetli münakaşalar yaşandı.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Nejad’ın ziyaretinin amaçları



Esasen İran ve Suudi Arabistan iki farklı kutbu temsil ediyor. Bunların bölgedeki varlığı biraz da 12 Eylül öncesindeki AP ile CHP’nin durumuna benziyor. Uzlaşma noktaları yok sayılırdı. Demek ki zorluklar karşısında pekala bir araya gelebiliyorlarmış. 12 Eylül öncesinde bir araya gelemeyen Ecevit ve Demirel 1980 sonrasında ilginç bir şekilde yan yana geldiler. Önce Demirel, Erdal İnönü ile birlikte bir hükümet kurdu. Ardından da Ecevit başbakanlığı sırasında en âsûde günlerini Demirel’in cumhurbaşkanlığının gölgesinde geçirdi. Demirel neredeyse onun için yön tayin eden bir pusulaya dönüşmüştü.

İran’ın durumu da biraz Ecevit’in durumuna benziyor. Kimliğini, siyasetini ve çıkarlarını güçlendirmek için ilk günden itibaren Amerikan düşmanlığına sarıldı. Ama ilk günden itibaren de onunla gizli anlaşma zemini aradı. Tahran’daki Amerikan elçiliği baskını günlerinde Reagan (o dönemde seçimlerde Carter’ın rakibi) ve Humeyni’yi temsil eden heyetler Madrid’te biraraya gelmişlerdi. Detaylarını hatırlamıyorum, ama galiba iki tarafı Madrid’de Rafsancani ile baba Bush temsil etmişlerdi.

Bu itibarla, Nejad’ın Riyad ziyareti aslında İrangate çizgisinin alenileştirilmesinden başka bir şey değildir. Bender bin Sultan gibi aktörleri bile aynıdır. Kartların açıktan oynanması ve şeffaflık herkes için iyidir. Aksi takdirde, Amerikan ve İsrail düşmanlığı açık arttırması üzerinden birileri siyasî veya mezhebî kimliklerini güçlendirmenin yollarını arıyorlar. Ve daha önce de yazdığım gibi henüz tam billurlaşmasa ve şekillenmese de İran-Suud ortaklığı teessüs etme aşamasında. Etmeyebilir de. Suud ve İran basınına göre iki tarafın ele aldıkları üç dosya var. Bunlar, İran’ın nükleer programı, Lübnan ve Irak meseleleri.

***

Aslında, hatırlanacağı gibi, 1990 Ağustos’unda Saddam güçleri Kuveyt’e girmeden önce İzzet Duri ile Kuveyt tarafını Cidde’de bir araya gelmiş, ama müzakereler başarısız geçmiş ve bunun üzerine Irak Kuveyt’i işgal etmişti. Şimdi Suudi Arabistan yeni bir bölgesel krizin fitilini çekmek istiyor. Zira Riyad’a göre bölge patlamaya hazır bir barut fıçısını (powder keg waiting for a spark to explode) andırmaktadır ve her an patlayabilir. Ve bu üç mesele de iç içedir. Bu içiçe meseleler halledilemezse ABD-İran ve İran’la Sünnî dünya arasında doğrudan veya vekâlet savaşları yaşanabilir. ABD ile İran arasındaki bir savaş yaşanması bölge dengelerini daha da bozabilir.

Nükleer dosya bütün tarafların arzuladıkları istikamette çözümlenmezse ve Irak’taki İran yanlısı iktidar aynı politikalarını sürdürecek olursa hem ABD ile İran hem de Sünnî dünya ile İran veya uzantıları çatışma noktasına gelebilirler. Zaten hem İran ile, ABD hem de kimilerine göre Sünnistan ile Şiistan arasında Arap dünyasında düşük yoğunluktaki savaş el’an devam etmektedir. Bunların daha geniş zeminde patlama ihtimalleri var.

İran hem bunu gördüğü, hem de yol açtığı için Nejad beklenmedik bir şekilde Riyad’ı ziyaret etmiştir. Hem ABD, hem de İran bölgedeki kartlarını kaybetmiştir veya son kartlarını oynamaktadır. ABD kartlarını kaybettiğinden dolayı 2003 yılında reddettiği, İran’ın şartsız görüşme ve pazarlık teklifini bugün dolaylı olarak da olsa kabullenmektedir. 2003’ten beni Sünnî direniş karşısında hem Irak, hem de Afganistan’da neredeyse bütün kartlarını kaybettiğinden dolayı, dolaylı da olsa İran’la masaya oturmaya razı olmuştur.

İran Dışişleri Sözcüsü Muhammed Ali Hüseyni, devlet televizyonunda “Amerikalılar daha önce farklı kanallardan İran’la temas kurarak, Irak konusunda ve özelde bu ülkenin güvenliğiyle ilgili olarak görüşme teklif etti. Üzerinde çalışıyoruz” demiştir. Ertesi gün de doğrudan görüşmeler olmadığını açıklamıştır. Bunlar doğru olmakla birlikte 2003’teki görüşme teklifinin İran’dan geldiğini İran kaynakları değil de BBC açıklamıştır. Bu da İran’ın şeffafiyetine gölge düşürmektedir. Açıklamaları seçicidir. Buna mukabil, İran savaşla ya da barışla uzanabileceği nüfuz sınırlarının sonuna ulaşmıştır ve şimdi oynadığı kumarla bu sınırları kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Bu açıdan Nejad Riyad’a gelmiştir. Bu ziyaretle birlikte hem bir taraftan ABD’ye dolaylı olarak mesaj gönderiyor, hem de Irak’taki politikaları nedeniyle Sünnî dünyanın öfkesini yatıştırmaya ve massetmeye çalışıyor.

***

Lübnan’da Hizbullah ile Sinyora hükümeti arasındaki gerilimi yatıştırma dosyası Larijani ile Bender’in elinde bulunuyordu. Şimdi bu dosyaya Irak’ı da katmış oldular. Bununla birlikte, elbette Suud-İran yakınlaşması başka ülkelerin aleyhine cereyan ediyor. Suud-İran yakınlaştıkça Riyad ile Şam arasındaki mesafede de açılıyor. Şarku’l Avsat eski genel yayın Yönetmeni Abdurrahman Raşid bunun illa da böyle olmaması gerektiğini yazıyor. Irak’ta yapılması gereken öncelikli olarak işgal güçlerinin çekilmesini sağlamak ve ardından İran ve Şiî nüfuzunu dengelemektir. Sünniler iddia edildiği gibi Irak’ta azınlık değildir. Tarihi seyir ve coğrafyası da Irak’ı daha ziyade Sünnî bağlama sokar. Bundan dolayı, Irak’ta her hükümet Şiî-Sünnî hassasiyetini gözetmelidir. Başbakan Şiî ise mutlaka hükümet erkânının çoğunluğu veya ağırlıktaki bakanları Arap Sünnilerden olmalıdır. Başbakan Sünnî ise yine aynı şekilde ağırlıktaki bakanlıklar Şiî olmalıdır. En azından toplumlar arasında güven sağlanana dek bu hassasiyet gözetilmelidir. Aksi takdirde, Abdülaziz Hekim’in reddettiği şey tersiyle orantılı bir şekilde gerçekleşir. Yani maksatlarının aksiyle tokat yerler ve Irak’ta Şiîler ve onun geri planındaki İran kaybeder. İran bugün nüfuzunun en son sınırlarına ulaşmıştır. Ondan ötesi zorlama olur ve bumerang etkisiyle kendisini vurur. Nejad ziyaretiyle bunu anladığını gösteriyor.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Dayanışma zinciri



Genizden gelen buğulu sesiyle,

“Yine bana hüsran,

“Bana yine hasret var,

“Yine bana esmer günler düştü” diye söylüyordu Nilüfer.

Haber koşturmasından bunalan ruhumu yalnızlığın rıhtımına çekmiş, gönül dalgalarımın dövdüğü sahillerde hayatımın esmer anlarını yaşıyordum.

Zihnim, artık “esmer günler”den “geceler”e kaymıştı.

Adeta duymuyor ve görmüyordum.

Yalnızlığa müptelâ bir anımda, kendimi “katran karası” gecelerin koynuna atmış,

“Vurulur zincirlere,

“Çareler gecelerde,

“Bir damla, bir damla daha,

“Düşer zindanlara gözyaşlarım” parçasını söylüyordum.

Olmayan steno hoparlörlerin bir kanalından Nilüfer, diğerinden ise Kayahan resmî geçit yapıyordu.

“Aylar geçti, ayrılık sen delisin” derken geldi haber.

Uzun bir süre doğruluğundan kuşku duydum.

Ölümün bile sıradanlaştığı, Irak’tan geliyordu haber.

Bütün bir geceyi kafasında darağaçları kurarak geçiren bir adam için gelen haber önemliydi.

Evet, “darağacındaki üç kadın” kurtulmuştu.

Ya da en azından infaz şimdilik ertelenmişti.

Wassan Talip, Zeynep Fadıl ve Liqa Ömer Muhammed için bir umut vardı.

Dosyaları temyize gidecek ve avukat tutmalarına izin verilecekti.

Peki, 700 bin insanın öldüğü, kadınların tecavüze uğradığı, kendi ülkesinde mülteci, mahkûm, sığınmacı durumuna düştükleri bir durumda üç kadının kurtulmasının bir önemi var mıydı?

Deryada bir damlaydı belki ama, insanlığın vicdanı harekete geçmiş ve ruhunu işgale satmamış olan üç sembol kadın şimdilik kurtulmuştu.

Ve bunda Türk basınıyla birlikte Başbakan Erdoğan’ın da çok büyük bir katkısı olmuştu.

Belki kızgın sacın üzerine düşen bir damlaydı. Ama şu birkaç yıllık dönemde Irak’tan o kadar kötü haberler aldık ki, bir infazın ertelenmesi dahi, insanlık adına mutlu etmişti bizi.

Hatırlarsanız Amerika’nın Irak’a müdahalesi öncesinde milyonlarca insan, işgale karşı bir zincir oluşturmuştu.

Bu kez ABD’nin Irak’tan defolup gitmesi için yeni bir zincir oluşturmanın zamanı geldi.

Ve şarkılar söylemeli. Hani Vietnam’da özgürlük ve dayanışma şarkılara dökülmüş ya işte öyle bir şey.

Ta ki ruhumuzun işgal edilmediğini göstermek için.

Artık eyleme geçme zamanı.

20 Mart’ta işgalin yıldönümünde bir dayanışma zinciri oluşturup, ABD’nin bu savaşı insanlığın vicdanında hiçbir zaman kazanamayacağını göstermek için.

Bu haber beni hayata döndürdü.

Bir kez daha, ama bu kez daha büyük umutlarla sığındığım limandan çıkıp, esmer günlerimi bir sandukaya doldurdum.

Demir attığım katran karası gecelerden voltamı alıp, gerçekler diyarına döndüm.

Ama ruhum orada kalmıştı. Bir kez daha inandım ki, yalnızlık benim ilâcımdı.

Sığındığım yalnızlıklarda tedavi edebilmiştim ruhumu. İnsanlığın ise vicdanına sürülen bu kara lekeden kurtuluşu için, işgale karşı Irak’la bir dayanışma zincirine ihtiyacı vardı.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Hür fikir ve cumhurun reyi



Uzun zamanlar üzerinde yoğunlaşılmış olmasına rağmen hürriyet ve cumhuriyet konusu tam olarak çözülmüş gözükmüyor. Cumhuriyet, cumhurun yönetimde ve kendi geleceğinde söz sahibi olduğu rejimin adıysa, cumhurun başında olanlar, bu topluluğun değer yargılarını yönetime taşımakla ve kamu oyunun genel eğilimlerini idareye yansıtmakla yükümlü olmalıdırlar. Bu noktada idarecinin kendi inançları, inandığı değer yargıları ve zevkleri bir tarafa bırakılmalıdır. Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir.

Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır.

Bütün bunlar ve demokrasi ile ilgili sıralanabilecek pek çok şey aslında herkesçe bilinmekte, ancak uygulama alanına gelindiğinde oyun bozanlıklar başlamakta ve buna türlü bahaneler uydurulmaktadır. Bu durumda adı cumhuriyet olan baskı rejimleri uygulanmaktadır. Toplumun değerlerinden çok, belirli konumları ele geçirmiş fertlerin ve çeşitli zümrelerin diktatörlüğü cumhuriyet adı altında yürütülmektedir.

Memleketimizde yürürlükte olan kanunlar çerçevesinde ve temsilî sistem içinde, meşrû yoldan iktidara gelmiş bir Meclisin millet vekillerinin çoğunun eşi tesettürlü ise bu hal milletin iradesini de yansıtmaktadır. Bu vekiller daha önce tesettür içinde olmayan eşlerini sonradan tesettüre sokmadıklarına ve millet de bu halleri ile onlara teveccüh gösterdiğine göre, bu durum milletin tercihidir. Üstelik bu parti tesettür diye bir problemin varlığını kabul ediyor ve bunu çözeceğine söz veriyor, bu şartlarda milletin reyini alıyorsa cumhurun da tesettürü bir problem olarak gördüğünü ve çözülmesini istediğini teorik olarak kabul etmek zorundayız. Bu parti de böyle bir söz vermediğini söyleyerek kurtuluş arayışı içine girmemeli ve hürriyete tahammülü olmayanları daha güçlü hale getirmemelidir. Kabullenemeyebiliriz, bize çok ters gelebilir, ama demokrasiyi gerçekten istiyorsak ve cumhurun söz sahibi olmasına taraftarsak gereğini yerine getirmek zorundayız. Merhum Adnan Menderes gibi “Bu millet isterse şeriatı da getiririz” diyebilecek ölçüde millet iradesine saygı ve itaat olmadıkça cumhuriyetten ve bu şekilde yönetilen bir milletin başı olmaktan bahsetmek mümkün olmasa gerektir.

Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevî ve dinî değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevî değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır. Onların kanıyla sulanmış bir bayrağı, cumhuriyetin sekseninci yılı kutlamaları çerçevesinde yapılan bir defilede uygunsuz bir biçimde kullanmak bayrağa ve bu vatan topraklarını kanları ile sulamış şehitlerimize en büyük saygısızlıktır. Milletin iradesinin tecelli yeri Mecliste sergilenen bu manzara yozlaşmanın ve soysuzlaşmanın da boyutunu gözler önüne seriyor olmalıdır. Milletin asıl değerlerinin ayaklar altına alındığı ve peştamala çevrildiği bir dönemde iffet ve namusun sembolü tesettürle uğraşan başımızdaki başlara Allah akıl ihsan etsin ve bir an evvel uyanmayı nasip etsin.

Şunu artık anlamamız gerekiyor: Farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin demokrasiyi samîmî olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsî değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine, milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil. Artık başbakanın kızını yurt dışında okutmak zorunda kaldığı ve insanların kendi öz vatanında hanümansız bir serseri olduğu bir ülke olma utancından kurtulalım.

Tesettürlü-tesettürsüz, Alevi-Sünnî, Türk-Kürt hep birlikte el ele şu azametli ve bahtsız memleketin eski ihtişamını kazanmasına ve bahtının açılmasına çalışalım. Artık ortak bir zeminde ve sadece memleketin meselelerine çözüm bulma arayışı içinde kavgaları bir tarafa bırakmalıyız. Artık memleketimizin bahtının açılması ve eski azametini yakalamasının yollarını aramalıyız.

05.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004