Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

Ben bir kitap okudum



“İnsan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Yani okumak, ilim öğrenmek, sonra bilginin kanatları ile yükselip kemâle ermek, cennete lâyık bir hâl almak için gelmiştir.

Öyleyse her insanın en mühim vazifesi, okumak olmalıdır. Zaten Rabbimizin de ilk emri “Oku” değil midir? Bu emir ilk önce bir Ümmî’ye (asm) gelmiş, o da “Ben okuma bilmem ki” deyince “Yaratan Rabbinin adı ile oku” diye emir tekrar edilmiş, bunun üzerine o Ümmî Zât (asm), hem kendisine indirilen âyetleri, hem de kâinat kitabını okumaya başlamıştı.

Demek ki okumak için illâ mekteplerde, medreselerde uzun yıllar tahsil yapmaya gerek yokmuş. Cesetten ruha açılan göz penceresinden şöyle bir baktığımız zaman, önümüze kocaman bir kitabın açılmış olduğunu görürüz. O öyle bir kitap ki, her sayfasında binlerce cilt, her satırında binlerce sayfa, her hecesinde ve her harfinde yine sayısız kitaplar iç içe yazılmıştır. Bu öyle mucizeli ve câzibeli bir kitap ki, onu ümmîler ve âmiler okuduğu gibi, âmâlar da okuyabilirler. Beden gözünden mahrum olanlar kalp ve gönül gözü ile taallüm ederek tekâmül edebilirler.

Bir kütüphaneye girersiniz, raflarda dizilmiş binlerce cilt kitapla karşılaşırsınız. Dünyadaki bütün kütüphanelerdeki kitap sayısını düşündüğünüz zaman, “Ne kadar da çok kitap yazılmış” diye hayret içinde kalırsınız. Halbu ki, her kitap Cenâb-ı Hak’kın bir eserinin belki bir harfinden bahsetmektedir. Bir hücrenin mahiyetinin anlaşılması için binlerce cilt kitap yazılmış ve yazılmaya da devam etmektedir. Üniversitelerde o konuda kürsüler kurulmakta, bölümler açılmakta, yıllarca bir hücrenin anlaşılması ve anlatılması için tahsil yapılmaktadır. Vücudumuzun her organı için bir ana bilim dalı oluşturulmuştur. Dünyada eğitim vermekte olan binlerce tıp fakültesi mevcut olup, insan kitabı okundukça yeni bilgiler keşfedilmekte, bunların anlaşılması için de yeni kitaplara ve yeni okullara ihtiyaç duyulmaktadır. Buradan şunu anlıyoruz ki, “Bütün kitaplar, bir tek kitabın anlaşılması için yazılmıştır.”

Taallümle tekâmül etmek için hücrelerin içinde gezinmeye, kan damarlarında dolaşmaya, sinir sistemi ve beyin kıvrımları arasında tur atmaya da gerek yoktur. Her sabah uyandığımızda önümüze yeni ve taze bir sayfa açılmaktadır. Güneş, bu beyaz sayfanın satırlarını önümüze açmakta, dikkatle okuyup mütaâlâa etmemiz için ışıktan okları ile satır satır ve hece hece işaret ederek gözümüze göstermektedir. Akşam olunca kapanan beyaz sayfanın yerine siyah bir sayfa açılır. Bu sefer de gök kubbenin tavanında asılı duran sayısız yıldız kandilleri ve kamerin avizesi ile aydınlanan siyah sayfanın parlak satırları kendisini okutturmaya başlar.

Şimdi de önümüze güzel renkleri, leziz tadları, nefis kokuları ile bir bahar sayfası açılmaktadır. Kuru dalların ucundan gülümseyen beyaz çiçekler, boz yamaçların yüzüne serpilen yeşillikler, tomurcukların bağrında açılan güzel güller, “Bizi de okuyun” diye şuur sahiplerine seslenmektedirler. Okumayı medenî olmanın bir ölçüsü olarak kabul edenler, bu seslere kulak verip bu satırları okumuyorlarsa, onları Ebu Cehil’den daha câhil olarak kabul etmek gerekmez mi?

Rabbimizi bize tanıtan üç büyük tarif ediciden birisi olan kâinat kitabını okuyup, okuduklarını da anlayanlardan olmamızı Rabbimizden diliyorum.

Kâinat Kitabı

Kâinat kitabı herkese açık,

Okuyana her hecesi güzeldir.

Günde iki sayfa yazılıyor bak

Hem gündüzü, hem gecesi güzeldir.

Seherde sallanır dal yavaş yavaş,

Esen yelin her nefesi güzeldir.

Tekbirle açılır gül yavaş yavaş,

Gül kokusu, bülbül sesi güzeldir.

Gönül gözünü aç, rahmeti seyret,

Hem yağmur güzeldir, hem kar güzeldir.

Güzele bakması sevaptır elbet

Bak işte bahara, bahar güzeldir.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Yüceleştirme



Son zamanlarda, toplumları büyük ölçüde tesiri altına alan ve beklentilerin çok üstünde kişilerin hayatında etki gösteren futbol olgusu, toplum psikolojisi açısından ele alındığında, alt yapısını bazı savunma mekanizmalarının oluşturduğu bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Yirmi iki kişinin peşinden koşturduğu bir meşin yuvarlağın üç direk arasından geçirilip geçirilemediği konusunun dünyanın en büyük meselelerinden biri haline dönüşmesi gerçekten ilginç ve ekonomik olduğu kadar, psikososyal açıdan da ele alınması gereken bir durum olmalıdır.

Bu ve diğer pek çok spor dallarının amatörlükten çok, bir sektör ve büyük bir pazar haline dönüşmüş olarak icra edilmesi ve bunun dünya toplumlarında makes bulması toplumların kolektif şuurlarında ve şuuraltı derinliklerde bazı psikolojik faktörlerle bağlantılı olmalıdır. Bu durumla ilgili savunma mekanizmalarından biri de “yüceleştirme” olsa gerek. Yüceleştirme Amerikan Psikiyatri Birliğinin tanımıyla şöyle: “Birey emosyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkenlerine, kuvvetli uyumsuz duygu ve dürtülerini sosyal olarak kabul gören davranışlara yönlendirerek tepki verir (örn., öfke içeren dürtüleri yakın temas sporlarına yönlendirme.)”

Varlık âlemi içinde temel problemi, varlığı ve kendini tanımlamak olan fert çevresinin ve olayların ruh boyutunda oluşturduğu fırtınalar ve dalgalanmalara karşı ayakta kalabilmek için kuvvelere tutunacaktır. Kendisi için yararlı olan şeyleri benliğine yöneltmeye çalıştığı “şehevî” kuvveleri, zararlı şeyleri benliğinden uzak tutmaya çalıştığı “gadabî” kuvveleri ve faydalı ve zararlı olanları ayırt etmeye yarayan “aklî” kuvveleri varlık âleminin kargaşası içinde ferde bir yol çizer. Bu kuvvelerin tezahürleri günümüz psikiyatrisinin terminolojisine “dürtüler” olarak girmiştir. Bunların vasat ve her iki yöndeki aşırılık noktalarından geçen fertler adedince kişilik tipleri varlık âlemi içinde ve sosyal hayatta bir yer edinme gayreti içindedir. Arzular, hırslar, ihtiraslar, sevgiler, menfaat çatışmaları, mücadele ve kin, nefret, aşk gibi duygular bu tablonun sosyal hayata yansıması olmalıdır.

Bu yapı içinde her fert önemli olmak, saygın konumda olmak, kaale alınmak ister. Bu aslında imtihanının ve insanlık tanımının merkezinde yer alan benlik duygusunun hayata yansımasıdır. Bu tanım, Rabb-i Rahim’den bağlantısı kopuk ve varlık âlemi içinde tek başına bir benlik şeklinde olursa, yukarıda sıralananların her biri duygusal çatışmalara ve stres faktörlerine dönüşecektir. Bu kargaşa içinde kendi tanımını netleştiremeyen fert, bir topluluk mensubu olma ve grup oluşturmaktan kaynaklanan bir güç hissetme eğilimi içine girecektir. Bu şekilde bahsettiğimiz stres faktörleriyle baş etmeye çalışır. İç çatışmaları, kompleksleri, umduğunu bulamama ve zaman zaman çaresizliklerle yüzleşir. Bunların doğurduğu taşkınlıklar ve saldırganlıklar çoğunlukla toplumun genel değer yargıları tarafından frenlenir. Bu Freud’un yaklaşımı ile egonun süper ego tarafından baskılanmasıdır. İşte, bu noktada yüceleştirme mekanizması devreye girecek ve bu mekanizmanın yürütülmesinde futbol çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Bu faaliyetler içinde fanatiklik boyutuna varan ölçüde yer alan kişiler; bir gruba mensubiyetin güven duygusunu, başarılarla yaşanan gururu, stresini toplumun makul karşıladığı zeminlerde tezahüratlarla boşaltma imkânı bulacaktır. Farkında olmadan şuur altındaki problemlerin cevabını bulduğu bu faaliyeti içindeki savunma mekanizması ve dürtüleri yüceleştirecektir. Geçtiğimiz günlerde, Arjantin’de Maradona isimli futbolcunun doğum gününde yapılan taşkınca kutlamalar ve şahsın peygamber ilân edilmesine kadar varan ölçüsüzlükler, ruhların derinliklerinde bu hali barındırıyor olmalıdırlar. Yine gençlerin şöhret olmak yolundaki gayretleri ve bu uğurda ödenen bedeller, şöhreti yakalamış şahısların oda duvarlarını süslemesi hatta ilâhçıklar haline dönüştürülmeleri varlık fırtınaları ve dalgalanmaları karşısında rotasını şaşırmış çaresizlerin kendilerini savunma mekanizmaları olarak ortaya çıkmaktadır.

Her şeyde olduğu gibi, bu durumda da istikamet Hâlık-ı Külli’şey ile bağlantılı, O’ndan olduğu bilinen bir varlık anlayışı ile mümkündür. Mensubiyet duygusunun en istikametli şekilde hissedileceği durum benliğin nübüvvet silsilesi ile yani Hazret-i Adem’den (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) kadar insanlık âlemine dal budak salmış iyilik ağacının zamana uzantısı, asra uzanan dalında bir meyve olduğunu hissetmek mensubiyet duygusu adına yaşanabilecek en güzel hal olmalıdır. Kendine yansıtarak ve grup psikolojisi içinde, mensubu olduğu gruptan birilerinin şerefiyle şereflenmek ve varlığını anlamlandırmak için insanlık nevinden Hazret-i Muhammed (a.s.m.) gibi bir şahsiyetin çıkmış olması yeter. Böyle bir gruba mensubiyet ve öyle bir zatın(a.s.m.) yüceleştirilmesi ile kendi varlığını anlamlı kılmak sosyal hayatın ve benliğin en yüce noktası olmalıdır. Bu hal, varlığa ve sosyal hayata benlik adına değil, Hâlık adına bakmanın işaretidir. Varlığı kendi içinde ve maddî planda anlamlandırmakla sahipsiz ve çaresiz, başıboş algılanan bir âlem yerine her şeyin gücünü ve bütün özelliklerini Kadir-i Külli’şey’den aldığı kontrollü ve istikametli bir âlem algısının ferdî plandaki emniyetini yaşamaktır.

Bütün savunma mekanizmaları istikametinde kullanıldığında, yani sırat-ı müstakim üzerinde olduğunda ferdin maddî ve manevî hayatını kolaylaştıran nimetlerdir. Ancak, mülk âlemine sınırlı ve maddî dünyanın içine hapsolmuş, her şeyin kendi benlik ve varlık alanına yer açmak için mücadele içinde olduğu bir algıda bu mekanizmalar hep savunmanın, kaçışın, kendine ve âleme yabancılığın sonucu hissedilen vahşetten uzaklaşmanın zemini olacaklardır. Bu anlamda, büyütülen, yüceleştirilen ve putlaştırılan ve ardından medet umulan hiçbir dünyevî ilâhın, maddeden oluşmuş putun, vehmî bir güce dayanan unsurun faydası olmayacaktır. İnsanlık tarihi bu türden, yüceleştirilmiş, ilâhlaştırılmış nefsin kendinde görmek istediği kudret yansıtılmış putların enkazları ile doludur. Yani, kendilerine bile hayırları dokunmayan bu yücelerden beklentiler boşa çıkmaya mahkûmdur.

Özünde acz ve fakr olan fert bunların oluşturduğu duygu çatışması ve stresten kurtulmak için bir anlamda yüceleştirme mekanizmasına muhtaçtır. Ancak yüceleştirilmeye en lâyık olan, bütün sıfatları ile ekber olan Zat-ı Zül’cemal ve maddî âlemde O’nun güzelliklerini en iyi şekilde yansıtan Hazret-i Muhammed’dir (a.s.m.).

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir vefa insanı



Küçük yaşta hafız olmuştu Ali Osman. Isparta’nın Yalvaç ilçesinde ortaokulu birincilikle bitirdi. Sonra da Denizli lisesinden mezun olmuş, diyanette imamlık görevi almıştı. Bu görevini 30 yıl yaptıktan sonra emekli olduğunu öğreniyoruz.

Daha ilk göreve başladığı yıllar… Hayatında hiç Türkçe ezan okumamış Halil Hafız isimli Yalvaç’ın köylerinden bir zât Barla’da ikamet etmekte olan Bediüzzaman’ın yanına gidip gelmekteymiş. Tam o sıralarda Risâlelerde ismi sitayişle geçen, şiirleri Risâlelere girecek kadar değerli, bir de Divan’ı bulunan, Hüsrev’den sonra 2. kalem kabul edilen ve Yalvaç’ta öğretmenlik yapan Muallim Galip’in 1939’da kör bir kurşunla hayata veda ettiği duyulmuş. Üstad Risâe-i Nur’un 12 kâtibi arasında yer alan bu sadık, gayyur talebesinin vefatına oldukça üzülmüş ve üzüntülerini Halil Hafız’a da anlatmış. “Bir yerde benim bir talebem varsa, orası benimdir, fethedilmiş demektir” diyen Üstad böylesine fedâkâr, cefakâr talebesinin boşluğunun doldurulmasını iştiyakla arzu eder olmuş.

İşte ziyaretlerinden birinde bu mümtaz talebesinin vefatından duyduğu üzüntüyü dile getirmiş Halil Hafız’a Üstad ve Risâle-i Nur’a sahip çıkacak birini beklediğini hissettirmiş Yalvaç’tan. O esnada yanında bulunan ve ilk defa Latince harfleriyle yazılmış olan Asa-yı Musa’yı ona verip, “İman dersinden istifade etsinler” diye Latince harfli Risâlelere müsaade ettiğini belirtmiş ve meraklı bir kimseye okumak için vermesini istemiş.

“Halil Hafız bana geldi” diyor Hafız Ali Osman. “Üstaddan, ilminden bahsetti. Din düşmanları Üstad aleyhinde müthiş propagandalar yapmaktaydı. İster istemez bunların etkisi altında kalıyorduk. ‘Dünyanın en büyük âliminden sana selâm getirdim’ demesin mi Hafız Halil? Biz hakkında duydukları asılsız suçlamaları zikrediyor, o ise bunların yanlış propagandalar olduğunu, eserlerini okumayınca o zâtın bilinemeyeceğini söylüyor ve ‘Koynumda da onun bir eseri var. İstersen vereyim oku, hoşuna giderse kabul edersin’ diyordu.”

Heyacanla almıştı kitabı Hafız Osman. Asa-yı Musa ve içindeki Gençlik Rehberi sarsmıştı onu. Heyecanla dolup taştı. Üstad, Risale-i Nurlar için “Avukat tutmak isteyen onu tutsa yeter” demiyor muydu? O da hem onu, hem de daha sonra diğer eserleri okudukça bir nevi avukat kesilmişti. Ne ikna edici hakikatlerdi aman Allah’ım bu eserler!

1952 yılında oldu eserlerle ilk tanışması Hafız Ali Osman’ın. Tam sekiz sene o esnada Barla’da ikamet etmekte olan Üstadla irtibat hâlinde oldu. Daha ilk ziyaretinde Yalvaç’a dâvet etmişti Üstadı. Üstad ise, “Medrese açarsan gelirim” demişti.

Medrese neydi? Nasıl karşılamıştı Hafız Osman bunu? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Hakimiyet kimin?



Şüphesiz, bazı kalpleri mühürlenmiş insanlar kabul etmese de, bütün kâinata hükmeden yegâne güç Allah’ın kudretidir. Her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz bütün varlıklar açık bir şekilde Kâinatın Rabbini göstermektedir. Elbette imtihan sırrı mucibince bazıları bu yaratılış gerçeğini göremeyecek ve küfür bataklığı içinde hayatlarını devam ettireceklerdir.

Ne yazık ki Müslüman olarak bilinenlerden bazıları bile, “Egemenlik göklerde değil, halkın iradesindedir” diyerek, bilerek veya bilmeyerek küfre girmektedirler. Oysa siyasiler arasındaki “Hakimiyet” meselesi ile bütün kâinatın yaratılış ve idare edilişi ile ilgili İlâhî “Hâkimiyeti” birbirine karıştırmamak gerekmektedir. Ancak bazı siyasîler açık bir şekilde karşı çıkamadıkları İslâm dinine, bazı söylemleriyle dolaylı bir şekilde karalar çalmaya çalışmaktadırlar.

Geçtiğimiz günlerde gazeteciliği ve siyasî yönüyle tanınan bir kişi, iktidardaki siyasî partinin güya gizli planlarını deşifre etmek ve suçlamak için, “Bunların, hakimiyetin göklerde olduğunu kabul etmekte olduklarını biliyoruz. Halbuki biz cumhuriyet adına egemenliğin halkta olması gerektiğine inanıyoruz” şeklinde bir ifade sarf ediyordu. Böyleleri kendilerince demokrasiyi savunmaya çalışıyorlar. Oysa gelişmeler gösteriyor ki, bunlar sadece kendi zihniyetleri için hak ve hukuku savunmaktadırlar.

Gerçekten aydın olan bilim adamlarının büyük bir titizlikle gerçek demokrasiyi savunmaları, nedense bazı “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi” edebiyatını yapanların hoşuna gitmemektedir. Bir taraftan güya demokrasiyi savunmakta, diğer taraftan da “ama”larla bazı hassas noktaları nazara vermek çabası içine girmektedirler. Aslında bunların gerçek bir demokrasiyi istemedikleri, inançlı insanların baskı altında bulunduğu totaliter bir rejim hevesi içinde oldukları açık bir şekilde ortada bulunmaktadır.

Aklı başında olan Müslüman insanlar, demokrasi taraftarı olanların “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ifadesiyle tam demokratik bir yapı kast ettiklerini ve bununla hâşâ Allah’ın bütün kâinata hükmetmesi hadisesinin inkâr edilmediğini anlamaktadırlar.

İslâm inancına göre de, insanların yönetim konusundaki hür iradeleri geçerlidir. İslâm’da meşveret esastır ki, bu tam günümüzün seçimleriyle eşdeğerdir. Halkın çoğunluğunun tercihinin yönetim için esas olduğu gerçeğini, Peygamber Efendimizin (asm) vefatından sonra, Halife olarak seçilen Hz. Ebûbekir (r.a), Hz. Ömer (r.a), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali’nin (r.a) seçimle işbaşına gelmeleri ortaya koymaktadır. Bu durum gerçek bir cumhuriyet örneğini oluşturmaktadır.

İslâmın idare sisteminde, bir kişinin istediği bir şekilde saltanatla bir toplumu idare etmesi ve bu saltanatın babadan oğula geçmesi şeklindeki bir idare tarzı bulunmamaktadır. Aslında İslâmın emrettiği yönetim tarzı, Demokrasiden de çok ilerde mükemmel bir idare sistemidir.

Hep sathî düşüncelerle hareket edip, meselelerin derinliğine inmekten aciz olan insanlar, doğru dürüst bir araştırma yapmadan, yıllardır ezberleye geldikleri düşüncelerini ileri sürmekten başka bir şey yapamamaktadırlar ne yazık ki. Bunların cahilane tavırları karşısında hakperest olan insanların gün geçtikçe daha da artması ve çekinmeden her türlü despotizme karşı çıkmaları gerçekten sevindiricidir.

İnsanlar arasında ayırım yapmayıp, herkes için hak ve hukuku savunan ve güç odaklarının dümen suyuna gitmeyen namuslu düşünce adamlarının var olması, bizlere gelecek için ümit vermektedir. Bu insanların yaratılış gerçeğini de görüp iman nuruyla aydınlanmaları en büyük temennimizdir.

Ne yazık ki, inanç sahibi olmadıkları halde hak ve hakikatı herkes için savunanların sözleri daha çok etkili olabilmektedir günümüzde. Bunların söylediklerini inançlı bir insan söylese bir kısım kesimler tarafından önemsenmeyeceği de günümüzün gerçeğidir. Bu durumun medenî ülkeler içinde sadece bizim ülke insanlarına mahsus olması da ayrı bir üzüntü kaynağıdır. Halbuki, hak olanın, nereden gelirse ve kim tarafından ifade edilirse edilsin göz önünde bulundurulması ve bu konuda insanlara eşit bir şekilde davranılması gerekir.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Arap ve Kürt'ten sonra şimdi de Türk düşmanlığı



Son zamanlarda hızlanan ve yükselişe geçen dehşetli bir fitne dalgasıyla karşı karşıya bulunuyoruz.

Bir yandan kanlı terör eylemlerinin yeniden tırmanışa geçmesi, bir yandan da Kuzey Irak'taki siyasilerin ağzından çıkan ve Türkiye'ye çok fenâ bir sûrette yansıtılan tahrik dozu yüksek söz ve beyanatlar gösteriyor ki, dahilî ve haricî fitne odakları yeniden sarsıcı bir faaliyetin içine girmiş bulunuyor.

Doğu'da, Güneydoğu'da akıtılan kanlar, Türkiye'nin hemen her bölgesinde gözyaşlarına dönüşerek, sel olup akıyor. Üstelik kin, nefret ve öfke selini de coşturarak...

Bunun üzerine bir de işgal güçlerinin tahrik ve baskısıyla yapılan kışkırtıcı açıklamalar eklenince, genel durum çok daha vahim bir boyut kazanıyor.

İşte, yeniden alevlendirilmeye çalışılan bu yakıcı fitne ateşini bir şekilde, ama mutlak sûrette söndürmeye ve tesirsiz hale getirmeye çalışmak gerekir.

Zaten başka da bir tercihimiz, seçeneğimiz yoktur.

Ateşin söndürülmesi, ancak ensar ruhu ve anlayışıyla mümkün.

Evet, Arap, Türk ve Kürt kardeşler olarak, daima birbirimizin yanında ve yardımında olmalıyız.

Bizler, dahilî münafıkların ve hariçteki ecnebi zalimlerin müşterek fitnekârlığına karşı, tereddütsüzce yanyana gelmeli, omuz omuza durmalı ve birbirimizi koruyup kollamaya çalıştığımızı dosta düşmana göstermeliyiz.

Aksi halde, dün Arap ve Kürt düşmanlığını, bugün ise ağırlıklı şekilde Türk düşmanlığını körükleyenlerin oyununa gelmiş, ekmeğine yağ sürmüş oluruz.

* * *

Evet, bundan yüz küsûr sene evvel İslâm dünyasında ve bilhassa Ortadoğu coğrafyasında tesirli olmaya başlayan Avrupa patentli "Frengî illeti", öncelikli olarak Türklerle Arapların arasını açmayı hedefledi.

Bu illeti kullananlar, bir yandan Osmanlı aydınlarına "Ne Şam'ın şekeri, ne Arabın yüzü" dedirtiyor, bir yandan da casuslar vasıtasıyla Arapları Osmanlı'dan koparmaya ve kendilerine yakınlaştırmaya gayret ediyordu.

Ne yazık ki, bu gayretlerinde bir ölçüde muvaffak oldular. Osmanlı aydınlarının yüzünü Batı'ya, sırtını ise Araplara döndürdüler. Sonra da, "Türkleri sırtından" vurdurmayı başardılar: Sırtını döneni vurmak, elbette ki daha kolaydı.

Araplarla düşmanlıkta başarı ve irtibat zâfiyeti sağlandıktan sonra, sıra başka düşmanlıkları tetiklemeye gelmişti. Sırada Müslüman Kürtler vardı.

* * *

Türkiye'de 1910'lardan itibaren Türk olmayanların fikriyatı öncülüğünde Türkçülük hareketleri başladı.

Yahudî, mason ve dönmelerin tesiri altına giren siyasî İttihadçılar, ülkede bir "Türkleştirme politikası"nı başlattılar. Türk Ocaklarının kurulmasına ve faaliyetlerinin yaygınlaştırılmasına alenen destek ve kuvvet verdiler.

Bu ocakların hücûm okları ise, ağırlıklı şekilde Kürt vatandaşların üzerine doğru yönlendirildi. Haliyle bu durum bir "aksülamel" meydana getirdi.

Aksülamelin kurbanı olan bazı Kürt aydınları da harekete geçti ve 1918'de ilk siyasî Kürt teşkilâtını kurdu: Kürt Teali Cemiyeti.

Bu cemiyetin en aktif aktörlerinden olan Celadet Bedirhan'ın tâbiriyle, "İtiraf edeyim ki, Türk Ocakları ne kadar Türkçü yetiştirdiyse, o kadar da Kürtçü yetiştirdi." (M. Kemal'e Mektup, s. 22.)

Esasında, son yüz sene içinde insanlarımızın huzurunu kaçıran, onları tarifsiz acılara gark eden bu "menfi milliyetçilik" illetinin kaynağı dahilde değil, kesin olarak hariçtedir. Yani, bozulmuş "İkinci Avrupa"dır.

Fakat, ne yazık ki, fitnenin âleti haline gelen bir kısım gafil insanlar, bu illete sahip çıktılar, yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Sonradan da birbirinin gözünü oymaya çalıştılar.

Nice teessüfler olsun ki, aynı fitne ateşi bizden can almaya, yürek yakmaya devam ediyor.

* * *

Bu tür fitnelerin önüne nasıl geçileceği, yakıcı fitne ateşinin nasıl söndürüleceği aslında bellidir.

Asr–ı Saadetteki muhacir–ensar yardımlaşma ve dayanışması, bunun en güzel, en çarpıcı örneğidir. Kezâ, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ve etrafındaki sâdık, halis, fedâkâr talebeleri ve ihvanlarının durumu, bu zamana mahsus bir başka örnektir.

İşte, bugün için Türkiye'de yaşayan hemen bütün Türkler ve Kürtler, bir bakıma muhacir ve ensar konumunda bulunuyor. Hemen herkes, şu ya da bu sebepten dolayı doğduğu yerin dışında, yani bir başka şehirde, kasabada, köyde yaşıyor.

Ve bu insanlar birbirine düşman edilmek, vurdurulup kırdırılmak isteniyor. Fitne odakları bu fecî oyunu oynamak istiyor.

Oyunu bozmanın yolu ise, evet ensar ruhuna sahip olmaktan geçiyor. Bu ruh ve anlayışa sahip olanlar, düşman gibi gösterilmek istenen kardeşine hiç tereddüt göstermeden sahip çıkmak, onu savunmak ve ona her bakımdan yardımcı olmak durumundadır.

Ensar ruhunu benimsemek, böylesi bir fedakârlıkta bulunmayı gerektiriyor. Evet, Türk ve Kürt kardeşler, kendilerini değil, yekdiğerini savunacak ki, fitnekârların hevesleri kursaklarına hapsolsun.

(Devamı var)

Bediüzzaman diyor ki...

Adalet noktasından tarafgirlik fikrini verip, adaletin mahiyetini zulme çeviren, hakkımda sarf edilen bir tabirdir ki, Isparta’da ve burada bazı isticvablarda ismim Said Nursî iken, her tekrarında "Said Kürdî" ve "Bu Kürd" diye beni öyle yad ediyorlar. Bununla, hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyelerine ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletinin mahiyetine bütün bütün zıt ve muhalif bir cereyan vermektir.

...Ey efendiler!

Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan’da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslâmiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur’âniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad (şahit) edebilirim. (Tarihçe–i Hayat, s. 202.)

GÜNÜN TARİHİ 16 Nisan 1925

Farklı bir İttihatçı: Hüseyin Cahit...

Hüseyin Cahit Yalçın'ın sahibi ve başyazarı olduğu Tanin gazetesi kapatıldı. Hemen ardından yazarın kendisi de tutuklanarak "müebbet sürgün" cezasına çarptırıldı. Sürgün yeri olarak Çorum'a gönderilen Yalçın, bir yıl sonra çıkartılan bir afla tekrar serbest bırakıldı.

* * *

Gazeteci–yazar Hüseyin Cahit, Meşrûtiyet döneminde katı bir İttihatçıydı. Aynı zamanda milletvekiliydi. Çıkardığı gazete de, İttihatçıların yayın organı gibiydi. En samîmî meslektaşı Tevfik Fikret idi.

Buna rağmen gazetesi kapanmaktan kurtulamadı. Zira, hem kendisi aykırı bir tip, hem gazetesi farklı bir üslûpla çıkıyordu. Gazetesi Tanin kapatıldığında da boş durmadı ve Cenin, Renin, Senin gibi değişik isimler altında gazete çıkartmaya devam etti.

İstanbul'un işgali günlerinde tutuklanarak Malta adasına gönderildi. 1922'de İstanbul'a döndü ve yeniden gazete çıkarmaya başladı.

* * *

İttihatçı olduğu kadar Cumhuriyet döneminde de Halkçı olan Hüseyin Cahit'in başı yine belâdan kurtulamadı.

Eski İttihatçılarla irtibatlı, hatta hemfikir olduğu ve bilhassa yeni Cumhuriyet hükümetinin bazı icraatlarını fütursuzca tenkit ettiği gerekçesiyle, birkaç kez mahkeme huzuruna çıkartıldı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında çıkarılan kànunları ve bazı uygulamaları tenkit edince, İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandı ve beraat etti.

1925'te ikinci kez yargılandı, Çorum'a sürgün edildi. 1926'da af sonucu cezası kalkınca İstanbul'a döndü. 1933–1940 arasında "Fikir Hareketleri" dergisini çıkardı. M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasete döndü, milletvekili oldu.

1943–1947 arasında Tanin gazetesini tekrar yayınladı. Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı. Ulus'ta yayınlanan bir yazısı sebebiyle dokunulmazlığı kaldırıldı. 1954'te bu kez Demokrat Parti aleyhindeki yazıları yüzünden hapse mahkûm edildi, ama Cumhurbaşkanı Bayar tarafından affedildi.

Hayatı boyunca Selanik dönmeleriyle yakın dost ve sıkı bir Arap düşmanı olarak bilinen Hüseyin Cahit, 1957'de öldü.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Evlilikte denklik üzerine



Erhan Bey:

*“Evlilikte kız ve erkeğin denk olmasının hükmü nedir? Denk olmak ne demektir? Hangi noktalarda denk olmalıdır?”

Evlilikte denk olmak, evlenecek kız ve erkeğin soy ve sopta, boy ve bosta, yaş ve başta, mal ve mülkte, hür olup olmamakta, servet ve meslekte, din ve inanç anlayışında, huy ve ahlâkta mümkün mertebe birbirine yakın değerler taşıması demektir. Bunlardan en önemlileri dinde ve dindarlıkta denkliktir. Sırayla görelim:

1- Dinde denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dinde birbirine denk olması Allah’ın emridir, yani farzdır. Her ikisi de Müslüman veya kadın en azından ehl-i kitap olmalıdır. Müslüman bir erkeğin müşrik bir kadın alması haram olduğu gibi, Müslüman bir kadını müşrik bir erkekle evlendirmek de haramdır.

İlgili âyetler şöyledir:

* “İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar (müşrikler) cehenneme çağırır. Allah ise, izni (ve yardımı) ile Cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanlara açıklar.”1

* “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenmez; zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenir. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.”2

* “Mü'min kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir.”3

* “Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları, imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”4

2- Dindarlıkta denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dindarlıkta, dini yaşama arzusunda, âhirete hazırlanma kaygısında, güzel huyda, güzel ahlâkta, edep ve terbiyede, iffet ve nâmûsta, dürüstlük ve doğrulukta, haramlara karşı hassasiyette ve helâlleri tercih etme duyarlılığında, hizmet anlayışında ve usûlünde ve Allah korkusunda birbirine denk olması sünnettir.

İlgili hadisleri buraya alalım. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm buyurmuştur ki:

* “Dünya metaının en üstünü ve en faziletlisi sâlih ve dindar kadındır.”5

* “Mü’min’in, Allah korkusundan sonra yararlanacağı en hayırlı şey, sâlihâ bir kadındır.”6

* “Kadınlar ile dört tür hasleti için evleniliyor: 1-Malı, 2- Soyu, 3- Güzelliği, 4- Dindarlığı. Ey Mü’min! Sen bunlardan dindar olanını seç! Yoksa fakirliğe düşersin!”7

* “Kadınları sırf güzellikleri için nikâhlamayınız! Çünkü onların güzelliği onları böbürlenmek ve kibirlenmek gibi tehlikelere sürükleyebilir. Kadınları sırf malları için nikâhlamayınız! Çünkü mal üstünlüğü onları azdırabilir ve isyana sevk edebilir. Lâkin kadınları dindarlıkları için nikâhlayınız! Şüphesiz burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir cariye dindar olmayan hür ve güzel kadından daha efdaldir.”8 Bu hadislerin tefsirini yapan Üstad Bedîüzzaman nikâhı, insanın en fazla ihtiyâcını tatmin eden kalbe mukabil bir kalp ile sevgilerini, aşklarını ve şevklerini karşılıklı yaşayabilecekleri, lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederde birbirine yardımcı olabilecekleri önemli bir saadet kurumuna atılan adım olarak tanımlar.9

Üstad Hazretlerine göre bu saadet kurumunda kadın ve erkek dindarlıkta, güzel ahlâkta ve Allah korkusunda birbirine denk olmalıdırlar. Ebedî hayatta eşini kaybetmemek için, eşinin dindârlığını örnek alan ve eşini dindârlığı ve güzel ahlâkı için seven erkek dünya-âhiret elemsiz mutluluğu yakalamış demektir. Kocasının dindârlığına bakıp, ebedî hayatta kocasını kaybetmemek için Allah korkusuna ve takvâya giren kadın da bahtiyardır, ebedî mutluluğa ulaşmış demektir.

Yoksa, sâlihâ kadınını ebedî kaybettirecek sefâhette ve kötü davranışlarda bulunan erkek kendisine yazık etmiş olur. Kadın da, Allah korkusunu yaşamaya çalışan kocasının izinden gitmemesi sebebiyle, o ebedî arkadaşını kaybederse kendisine yazık eder. Kadın ve erkek ise birbirinin fısklarını, günahlarını ve kötü davranışlarını taklit ediyorlar ve böylece birbirini ateşe atıyorlarsa, sevgilerine, aşklarına ve mutluluklarına binlerce defa yazık etmiş olurlar.10

Eşinin maddî ve fizikî güzelliğinden ziyâde, huy ve ahlâk güzelliğine, şefkatin madeni ve Rahmetin hediyesi oluşuna sevgisini bağlayan bir erkeğin, eşinden aynı derecede sevgi ve hürmet göreceğini bildiren Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu karşılıklı hürmet ve muhabbetin her iki taraf yaşlandıkça ve çirkinleştikçe artacağını, böylece dünya hayatının da bir mutluluk yumağına döneceğini, yoksa yalnızca sûret güzelliğine bağlanan bir sevginin çok geçmeden bozulacağını ve yerini geçimsizliklere bırakacağını haber verir.11

Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, eşini latif şefkatine, güzel hasletine, güzel huyuna ve güzel ahlâkına dayalı olarak sevmenin ve böylece eşini günahlara girmekten korumanın âhiretteki neticesi ise, Rahîm-i Mutlak tarafından ebedî Cennette hurilerden daha güzel, daha alımlı ve daha câzibedâr bir fizikî ve rûhî güzellikle eşinin kendisine ebedî bir eş, lâtîf bir dost, güzel bir arkadaş ve sâdık bir sevgili olarak verilmesidir.12

Çocuklarımızın böyle büyük mükâfatlara ermelerini temin için, evliliklerinde dinde ve dindarlıkta mutlaka denklik aramalı, sair unsurları çok fazla abartmaya değmez görmeliyiz.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 221, 2- Nûr Sûresi: 3, 3-Mâide Sûresi: 5, 4- Mümtehine Sûresi: 10, 5-İbn-i Mâce, Nikâh, 1856, 6-İbn-i Mâce, Nikâh, 1857, 7-İbn-i Mâce, Nikâh, 1858, 8-İbn-i Mâce, Nikâh, 1859, 9-İşârâtü’l-İ’câz, s. 196, 10-Lem’alar, s. 257, 11-Sözler, s. 587, 12-Sözler, s. 591.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Emekli generallerin “er” meydanı



Bu günlere en uygun espri herhalde “evlere şenlik sözümüz var” demekten geçmiyor. Gerçi yüksek rakımlı tepenin son malikini belirleme aşamasında herkes son sözlerini söylüyor. Her kurum, kişi ve kuruluş kendine göre bir toplantı ve duyuru zemini buluyor.

Yorumlar muhtelif. Aynı söze giydirilen anlamlar akıl sağlığını bozacak değerde. Bu kadar yorumcusu ve sahne merakı bol bir sistem kurgusu ve “Başkomutan” merakı, dünyanın hiçbir ülkesinde rastlanılacak bir zenginlik(!) değil.

Ankara’da trafiğe çıkmak bir hayli eziyetli. Kimin nerede, hangi kavşağı kapatacağı, kimlerle hangi toplantıyı yapacağı ve hangi meydana kimlerin sığacağı veya sığmayacağı dahil her şey yaşanıyor.

Dosyalar savaşı artıyor. CHP, Kanal Türk’e “reklâm” olsun diye 3 milyon dolar üstünde bir “iş” yapmış. 14 Nisan’da miting yapan Atatürkçü Düşünce Derneği, son bir ayına giren Çankaya maliki makamından para yardımı almış.

Emekli bazı komutanlar, görevde iken boş zamanlarında darbe günlüğü tutmuşlar. Bir hayli “ar-ge” yapmışlar. Çok da üzülmüşler anlaşılan. Çünkü bir türlü kabul görmemişler. Bunlardan dernekçi olan hâlâ kabul peşinde. Yalnız bir farkla, artık kamunun gücü arkasında yok. Sokak yürüyüşlerinde “hayır” demeyi öğrenerek, “evet”in kolaycılığından çıkıyorlar.

Meydana inen herkes, doğru bir başlangıç yapmış olur. Üstelik, Hasan Mutlucan’ın kulaklarımda çınlayan, “Buna er meydanı derler/ Bunda söz olmaz/ Yandım aman aman…” müziği ile çıkıp, peşrev tutacak yiğitlerin harmanına dönerse ortalık, o zaman Çankaya demokrasi sürecinde bir olgunluk yakalanmış olacak.

Mitingi düzenleyenler “er” değil, ama, “er meydanına” yeni çıkıyorlar. Daha önceleri görevlerinin ve rütbelerinin gölgesinde siyasî mesaj verirlerdi. Bir türlü “er meydanı” olmazdı. Şimdi gümbür gümbür, herkes mitingli, afişli, demokratik reflekslerini deniyor.

Gariban insanım, hakkını hep meşrî zeminlerde arayıp durdu. Sabır çilesinde yoğruldu. Duyan olmadı. Dinleyen olmadı. Şimdi duymayanlar, duyacak ses, dinleyecek nefes arıyorlar.

Demokrasinin güzel tecellisi ve olgunluğu bu olsa gerek.

Söz mü, öz mü tartışması da geride kaldı. Takasa gerek yok. Hem öz, hem de söz olacak. Ancak bunu da geçtik.

“Er meydanında söz olmaz.” Demokratik güreş olur. Yıllar yılı resmî kalıpların içinde kostüm beğenen ve fraklarını önceden hazırlayıp makosenlerini giyenlerin, sonucu belli senaryolara göre “seçtirilmeleri” dönemi, artık tarihe karışıyor.

Herkes “er” olacak. Şartlar eşitlenecek. İmtiyazlar gardıropta baskıcı sistemin formatlarından kurtulacak artık.

Söz milletinse, kem gözlerden sakındıracak demokrasi havarileri ile milletin dip dalgasına sesli meram olacak sivil toplum hareketlerine olan talep gittikçe artıyor.

Köyler artık değneksiz değil. Millet ise sahipsiz değil. Kendi iradesine sahip çıkma rüştünü göstermeye başlayınca, dünün formalıları, bugün demokrasinin miting kültürüne ilk defa ihtiyaç duydular. Bu durum son derece pozitif bir gelişmedir.

Mukabil kuvvet teorisine göre, mahfillerde meydanlara inme zorunda kalan cenah, artık milleti tanıma ile yüz yüzedir. Sempatik olmayan hırçınlıkları, tahammülsüz duruşları, hâlâ düne duydukları özlemin katmerli yanlışlıklarını devam ettirememelerinden kaynaklanmaktadır.

Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a kışkırtıcı sorular soran sözüm ona “sivil” gazeteciler de ağızlarının payını aldı. İktidar kanadı, sağduyu içinde cesaretini kırmazsa, kitlesel demokratik reflekslerin sadece kendilerine ait olmadığını, toplu bir direnç parametresi olduğunu fark ettikleri zaman daha katılımcı ve makulü arama noktasında devam ederler.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ütopya üzerinden siyaset



Şarku’l Avsat gazetesinde yazan ve zaman zaman da İran’a hak veren yaklaşımlar sergileyen Ahmed Reb’i ‘Ahmedinejad’ın tehlikeli oyunu’ başlıklı yazısında onu yaramazlık yapan bir çocuğa benzetiyor, ama onun tanımına göre bu yaramaz çocuk tehlikeli bir oyun oynuyor. Buna paralel olarak Hasan Celal Güzel de ‘Barzani neden kaşınıyor?’ başlıklı bir makale yazmış. Makalesinde Ahmed Reb’i’nin Nejad için söylediklerini bir şekilde Barzani’ye uygulamış. Ve bu hususta şöyle bir tasvirde bulunuyor: “Hani şımarık çocuklar vardır; dayılarının paçası arasına sığınıp karşısındakine nanik yaparlar ya... Kuzey Irak’taki ‘Cahş’ın çemkirmesini öğrenince aklıma bu tablo geldi...” Başkalarının da aklına başka tablolar geliyor. Sözgelimi, bir başkası da yaramaz çocuğu teyzesine şikâyet etmenin bir yarar getirmeyeceğini söylüyor. Burada benzetilen teyze ise Condoleezza Rice.

Ağır bir ifade kullanmakla birlikte burada Hasan Celal Güzel Barzani’yi tarif ediyor. Aslında Nejad ve Barzani’nin bu dürtüsünü besleyen temel neden; birisinde millî ütopya diğerinde de mezhebî ütopyadır. Ütopyanın en önemli özellikleri arasında tarihi tahrif etmesi vardır. Tarihi ve günü indirgemeci ve kestirmeci bir mantıkla okur. Eskiden bunu Marksistler yaparlardı. Onların bu devrime inanmışlığına veya saflığına devrim çocuksuluğu derlerdi. Bu çocuksuluk dünyaya çok pahalıya maloldu. Fransa’da yazılan ve yıllar önce piyasaya verilen komünizmin kara kitabına göre bu çocuksu ideoloji dünyada 100 milyondan fazla insanın mahvına sebep olmuştur. Arkan da çocuksu bir katildi, ama Bosna’da yüzbinlerin imha olmasında rol oynamıştır. Rafsancani ve Hatemi birkaç defa Nejad için ‘pazarağzıyla’ konuştuğunu söylemişlerdir. Keza Barzani de ütopik bir milliyetçilik anlayışı üzerinden Türkiye ile pazar ağzıyla konuşmaktadır. Esasen Şiî tarih anlayışı indirgemecilik ve kestirmecilik yani ütopya üzerine kaimdir.

***

Öncelikli olarak ütopyayı tarif etmek gerekir. Adetullah kanunlarını aşan bir anlayışa ve idealizme ütopya diyoruz. Bu anlamda her alanda fıtrıliği değil de mühendisliği esas alan deccalizm cereyanı da ideolojik bir ütopya çeşididir. Şiîlerde mehdi inancı Battal Gazi ve benzerleriyle bütünleştirilerek mukayese edildiğinde bir ütopyadır. Bu, mehdilik meselesini inkâr değildir. Sünnilerle Şiîler arasında şahsiyetinin hakikatı noktasında bir ihtilâf elbette ki yoktur. İhtilâf, derin ihtilâf sıfatı ve mahiyeti hakkındadır. Sünnilerin anlayışı beşerî standartlar dahilindedir. Oysa ki Şiîlerin tanımı gaybubetinden ve gaybubet şeklinden de anlaşılacağı gibi bir nevî beşer üstüdür. Bu beşer üstü tanım nedeniyle birçokları hayallerini süslediği için bu ütopik anlayışın cazibesine kapılabiliyorlar. Ve zamanla bu ütopya kutsandığından dolayı da rahatlıkla tabu haline gelebiliyor. Bu itibarla, ütopya indirgemecilik üzerine müessestir. Ancak beşerî sıfatları aştığından dolayı bu tür anlayışlar sünnetullah ve adetullah ile çatışırlar. Şah-ı Geylânî gibilerin de ifade ettiği gibi dünyamız darü’l hikmettir ve burada bütün işler esbab dairesinde yani dolaylı olarak cereyan eder. Doğrudan cereyan etme ise daru’l kudret olan öteki dünyanın mahallidir. Dolayısıyla Şiîlerin inandığı mânâda bir Mehdi bu dünyanın değil, öteki dünyanın yani daru’l kudretin adamıdır. Bu ütopik zemin batinî anlayışın zeminini de oluşturur. Hariciler ütopik bir anlayış üzerinden daha sonra üzerinde ütopyalar kurulan Hazreti Ali’ye karşı çıkmışlardı. Ütopik tasavvurları yüzünden esbab üzerinden hareket eden ve tahkimi kabul eden Hazret-i Ali’yi reddetmişlerdi. Halbuki tam tersine Şiîler aynı ütopik anlayışla onu kabul ettiler. Haricilerin engel olarak gördükleri esbabı da tevil ettiler ve böylece tarih dışı bir Hazreti Ali figürü ve anlayışı geliştirdiler.

***

Şiîler aynen Battal Gazi örneğinde olduğu gibi ütopik bir anlayış üzerinden Hazreti Ali’yi bir masal kahramanı haline getirmişler ve esbabtan soyutlayarak onu indirgemişlerdir. Batinî zemin üzerinde Hazreti Ali gerçeğine yabancılaşmış ve hakkında skala biçiminde inanç manzumeleri oluşmuştur. Hem onu bir yerde beşer üstü mütalâa ediyorlar, hem de güç karşısında geri çekildiğini tasavvur ediyorlar. Mehdi telâkkisi de aynen böyledir.

Sünniler ise ona baştan beri beşerî bir sıfat atfettiklerinden dolayı saygı temelinde bir tutarsızlıkları veya tevil ihtiyaçları olmamıştır. Ütopya meselesinde Şiîler ile Hariciler birbirinin halefi ve selefidir. Zaten hariciler tarihteki ilk Şiîlerdir. Ama süreçte Hazreti Ali’den kopmuş hatta karşısında yerlerini almışlardır. Nedeni de, ifratın tefriti doğurmasıdır. Bediüzzaman’ın ‘Hakikî Ziyaeddin’ tasvirinde olduğu gibi onun gerçeğini değil, hayalini ve makamını sevmişlerdir. Tasavvurlarındakini göremeyince de kopmuşlardır. Şiîler ise görmediklerini hayal etmişlerdir.

Ütopyada itidal, denge ve vasatiyet aranmaz. Aksine onun tabiatı aşırılık iktiza eder. Aşırı sevgi ile nefret kutuplarında gidip gelir. Her şeyin aşırı noktası makbuldür. Şiîler ütopyalarını Ehl-i Beyt üzerine inşa etmişlerdir. Onların ikiz kardeşleri veya selefleri sayılabilecek Haricilerin modern izleyicileri olan El Kaide zümresi ise ütopyalarını bir yerde Sahabiler üzerine kurmuşlardır. Onlar için tarih yaşayan bir süreç değil kalıplaşmış bir süreçtir. İkisinin silâhı da aşırılık ve iksa dedikleri dışlamadır. Dini literatürde bunun anlamı tekfirdir. Şiîler Sünnilerden kendilerini tanıma ve meşruiyet beklerken teşeyyü hakkıyla birlikte aslında meşruiyet bekledikleri Sünnileri meşrû addetmiyorlar. Aslında meşruiyet ararken meşruiyet vermiyorlar. Sözgelimi Rafsancani ile Karadavi arasında El Cezire’de cereyan eden konuşmada üç unsur vardı. Rafsancani, Sahabelere sövmenin yasaklanmasını kabul etmiyor. Takiyye ve Şiîleştirmeyi de meşrû olarak görüyor.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Mesaj ‘sandık’ta verilir



Cumartesi günü (14 Nisan 2007) Ankara’da düzenlenen miting, farklı değerlendirmelere sebep oldu. En başta ‘mitinge katılanların sayısı’ konusunda ihtilâf var. Bir kısmı 50 bin derken, bazıları bu rakamı 1 milyon olarak telâffuz ediyor. Bir üniversite rektörü 2.5 milyon kişinin mitinge katıldığını ileri sürerken, bir köşe yazısında da (Yılmaz Özdil, Sabah, 15 Nisan 2007) “2 milyon” rakamını gördüm.

En başta şunu söyleyelim: Bir mitingin ‘kalitesi’ sadece katılan kişilerin sayısıyla ölçülemez. Önemli olan katılanların yüreklerinin topluca vurması ve aynı maksat için bir araya gelmiş olmasıdır. Bunun yanında, 14 Nisan’daki mitinge ortamala 300 bin kişi katılmış olsa, bu rakam düzenleyiciler açısından tatmin edici sayılabilir.

Ancak mitinge katılanların yüreklerinin aynı maksat için atmadığını şu tesbitten de anlamak mümkün: “Bunlar seçimde oya dönüşüp tek istikamete yönelecek olsalar eminim ki önemli bir sinerji yaratırlar.” (Rauf Tamer, Posta, 15 Nisan 2007)

İşte mesele burada. Rauf Tamer, ‘endişesi’nde haklı. Çünkü ‘büyük bir başarı/ gövde gösterisi’ gibi sunulan miting, sandığa yansımıyor, yansımaz. Niçin? Çünkü oraya gelenlerin çoğu Ankara dışından gelmiş.

Aslında rakam konusundaki ihtilâfı, mitingi düzenleyenlerin açıklamaları ortadan kaldırabilir. Organizatörler, hangi şehirlerden, hangi üniversitelerden kaç kişiyi, kaç otobüsü Ankara’ya taşıdıklarını açıklasalar, mitinge katılanların sayısı yaklaşık olarak ortaya çıkar. Bu ‘bilgi’yi vermedikleri için rakamlardaki ihtilâf sürüyor ve sürecek.

Miting sonrası yapılan değerlendirmelerde hemen her şey dile getirildiği için söylenecek fazla bir söz de yok aslında. Meselâ, mitingi düzenleyen ADD’nin Başkanı Şener Eruygur’un; kürsüye çıkıp ‘göğsünü gere gere’ konuş(a)maması dikkat çekici değil mi? Hazır 1 milyon kişi toplamışken, hakkındaki iddiaları cevaplandırması gerekmez miydi? CHP liderinin de mitinge katılmakla birlikte ‘mesafeli’ durması da gözden kaçmadı. Bütün bunlara rağmen, mitingde kavga-gürültü çıkmamış olması hayra alâmettir. Geçmiş yıllardaki bazı ‘cenaze yürüyüşleri’ni hatırlayınca, milletin dinine, inancına fazlaca dil uzatılmamış olması da bir kazançtır. ‘Önde gelen’ tv kanallarının mitingi canlı yayınlamaktan kaçınmaları da üzerinde durulması gereken ayrı bir husus.

Milliyet yazarı Hasan Cemal’in mitingle ilgili değerlendirmesi de önemli. Bir yandan yazısını yazarken, öte yandan göz ucuyla televizyonu izlediğini anlatan Cemal, 1970’leri hatırlamış. O tarihlerde kendilerinin de ‘devrim’ istediğini ve bunun ancak ‘askerî darbe’yle olabileceğini düşündüklerini hatırlatan Cemal, ‘hata’ yaptıklarını anladıklarında da çok geç olduğunu ifade etmiş.

“14 Nisan gösterisinde aşırı milliyetçi, yer yer faşizan bir dil, bir hava ağır basıyor” diyen Cemal şöyle yazmış: “Böyle bir dilin, estirilen böyle bir havanın barış, huzur ve istikrar açısından bu ülkeye herhangi bir hayrı dokunacağını sanmıyorum.” (Milliyet, 15 Nisan 2007)

Peki; ülkeye hayrı olmayan bir mitinge, değil 1 milyon 11 milyon kişi katılmış olsa ne faydası var? Bilhassa siyaset yapanlar unutmasın: Millet mesajını miting alanlarında değil, sandıkta verir.

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

İki yeni kitap



Yeni Asya Neşriyat iki değerli kitapla daha karşınızda. İlki, bir döneme şahitlik edebilecek hatıralardan oluşan bir kitap: Nurlu Hatıralar.

Kitapta, 1963 yılında tanıdığı Risâle-i Nur ile iman hakikatlerini yaşamayı hayatının tek gayesi yapan Hilmi Doğan’ın hatıralarından yola çıkılarak Nurculuk tarihinin bir kesitine ışık tutuluyor. Her biri, asrın büyük İslâm âlimi Bediüzzaman’ın etrafında kümelenmiş yıldızları andıran saff-ı evvel talebelerini tanıma ve onlara yoldaş olma bahtiyarlığına erişen Doğan’ın hayatını da, aynı dâvâ ve ideal şekillendirir.

Kitapta, çocukluk yıllarından başlanarak memuriyet hayatına, Nurlarla tanışmasına, Zübeyr Gündüzalp, Bayram Yüksel, Bekir Berk, Mustafa Sungur, Tahiri Mutlu, Ahmet Feyzi Kul, Refet Barutçu, Hüsnü Bayram, Molla Hamit Ağabey gibi şahsiyetlerle olan münasebetlerine varıncaya kadar bire bir yaşanmış hatıralar, bir şiir tadında anlatılıyor. Eserde, şairlik yönü de bulunan Hilmi Doğan’ın şiirlerinden örneklere de yer verilmiş.

Bir dâvânın çilekeş kahramanlarından birini daha yakından tanımak isteyenlere, Nuriye Çevik’in yayına hazırladığı bu eseri okumalarını tavsiye ediyoruz.

İkinci kitabımız ise Kıyamet Alâmetlerinden Ye’cüc ve Me’cüc ismini taşıyor. Dinî literatürlerde Kıyametin büyük işaretleri arasında zikredilen Ye’cüc ve Me’cüc insanlığın kafasını sürekli meşgul eden gizemli kavramlar arasında yer alıyor. Anarşi, kaos gibi olumsuz mânâları da ifade eden bu kavram, özellikle yaşadığımız zaman dilimindeki kargaşa ve çatışma ortamı dikkate alındığında daha bir önem kazanıyor. Ye’cüc ve Me’cüc’le bütünleşen Deccal ve Süfyan kavramları da dikkate alınarak, kitapta, hayatı yaşanamaz hale getiren ahlâkî yozlaşmanın sebeplerine de bir pencere açılmış oluyor.

Yazar Ali Sarıkaya’nın İslâmî kaynaklar yanında Tevrat ve İncil’i de tarayarak kaleme aldığı eserin önemli bir boşluğu dolduracağına inanıyoruz.

***

Kutlu Doğum Haftası

Kâinatın Efendisi sevgili Peygamberimizin milâdî takvimle doğum tarihi olan 20 Nisan’ı içine alan hafta, son yıllarda Kutlu Doğum Haftası olarak kutlanıyor. İslâm âleminde asırlardır bir bayram coşkusu içinde idrak edilen Mevlid Kandilini mânâsına uygun bir şekilde karşılayan Yeni Asya, Kutlu Doğum Haftasını da aynı ruhla kutlamaya hazırlanıyor.

Risâle-i Nur Enstitüsü evsahipliğinde de bazı mahallerde bu haftaya ilişkin programlar düzenlenecek. Peygamberimizin hayatını ve bunalım içindeki insanlığa model oluşturacak örnek ahlâkını bütün yönleriyle anlamayı hedefleyen programlarda mahallin önde gelen ilâhiyatçıları ve diyanet camiasından konuşmacılar yer alacak. Programlar ilâhiler ve tasavvuf korolarının sunduğu eserlerle renklenecek. Böylece Bediüzzaman Haftası ile başlayan sevgi seferberliği, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşrifleri vesilesiyle de devam etmiş olacak.

***

Bizim Radyo atakta

104.4 frekansından yayın yapan Bizim Radyo, gaye ve misyonuna uygun programlarının kalite ve çeşidini arttıran bir seyir izliyor. Eleman alt yapısının tamamlanmaya çalışıldığı radyo, müessese birimlerinden aldığı katkı ve destekle de geniş bir dinleyici kitlesine ulaşma çabası içinde. Risâle-i Nur eksenli programların ana gövdeyi teşkil ettiği yayınlar dinleyiciler tarafından da takdirle karşılanıyor. Canlı yayınlanan İstanbul ve Bursa panelleri ilgiyle dinlenirken, Mehmet Emin Birinci’nin vefatı dolayısıyla, Üstadın hizmetinde bulunmuş talebelerinden Mehmet Fırıncı ile gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın ortak hatıralar ekseninde buluştuğu program dinleyicilere duygulu anlar yaşattı.

***

Manisa büromuz açıldı

Manisa Yeni Asya Gazetesi Temsilciliğimiz geçtiğimiz hafta sonu, gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular’ın da katıldığı görkemli bir törenle okuyucuların hizmetine açıldı. İzmir büromuzun gayretli elemanlarından Orhan Alagöz’ün sorumluluğunda yürütülecek olan temsilcilik faaliyetlerinin hayırlara vesile olmasını ve vatan sathını bir mektep yapmada önemli görevler üstlenmesini diliyoruz.

Hepinize hayırlı haftalar...

16.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Mitinge evet, baskına hayır



Söylenecek her şey söylendi. Milletvekili konuştu, mitingler yapıldı, yüz binler meydanları doldurdu. Şimdi artık karar zamanı.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili süreç bugün başlıyor. 26 Nisan günü başvurular bitip, seçim süreci başlayacak.

Cumhurbaşkanlığı sürecinin sütliman bir şekilde yaşanacağını kimse beklemiyordu. Başbakan Erdoğan’ın adaylığına yönelik itirazlar vardı.

Kendi partisinden de, hatta yakın çalışma arkadaşlarından, danışmanlarından da aday olmasına karşı çıkanlar vardı ve hâlâ da var.

Buradaki sorun o değil. Erdoğan aday olabilir. Anayasa açısından hiçbir sorun yok. Arkasında yeterince milletvekili desteği ve millî irade var.

Cevdet Sunay’ın, Cemal Gürsel’in arkasında millî irade mi vardı.

İsmet Paşa’yı CHP grubu seçmişti. CHP Genel Başkanı ve cumhurbaşkanıydı.

Sorun, cumhurbaşkanını Meclis mi seçecek, yoksa demokrasi dışı güçler mi dikte ettirecekti?

Sözde demokrasi mi, yoksa özde demokrasi mi?

Sözde irade mi,yoksa özde millî irade miydi?

Asıl kavga buydu.

Ancak bütün kışkırtmalara karşın, askeri kaşıma çabalarına, kurulan cuntalara rağmen Türkiye bu tuzağa düşmedi.

Cumhurbaşkanlığına aday olan Ali Fuat Başgil, başbakanlığa çağrılıp, Orgeneral Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay tarafından ölümle tehdit edilip, kazılan boş mezar gösterilmek suretiyle adaylıktan çekilmesi sağlanmadı mı?

Elbette ki ne bugün 27 Mayıs şartları var ne de Türkiye’de başına silâh dayanıp Cumhurbaşkanlığını engelleme çabaları.

AB’ye tam üyelik tarihi almış, demokrasi liginin birinci sınıf ülkelerinden biri olma çabası içindeki Türkiye’ye de bu yakışmazdı elbette ki?

** *

Jandarma Komutanı olduğu sırada darbe hazırladığı, eski bir kuvvet komutanı tarafından ifşa edilen Şener Eruygur da bu tabloya yakışmadı.

Cumhuriyet mitinginden söz ediyorum.

Günlerdir merak konusuydu. Dünya ajansları bu mitinge odaklanmıştı. Yapıldı. Yüz binler katıldı. Ancak demokratik bir olgunluk içinde cereyan etti. Baştan sonuna kadar izledim. Bir bölümünü onlarla birlikte yürüdüm.

Sivil bir tepkiydi. Askeri alkışlayan ancak askeri göreve çağırmaktan imtina eden bir yanı vardı.

Daha 2 yıl önce o meydanda askeri göreve çağıran pankartın açıldığı unutulmamalı.

Belli ki askeri göreve çağıranlara karşı oluşan tepki etkili olmuştu.

Belli ki askere sırtını dayamadan tepki konulacağı da öğrenilmişti.

Belli ki artık Türkiye bu olgunluğa erişmişti.

İşte aranan bu.

Kimse kimsenin eylem yapmasına, demokratik yönden tepki göstermesine karşı değil.

Ancak “sözde değil özde demokratik” olduğu sürece.

***

Aynı şeyleri Nokta Dergisine yapılan baskın için söyleyemeyeceğim.

Nokta Dergisi’nde, “Darbe Günlükleri” yayınlandıktan sonra, Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı inceleme başlatmıştı.

O akşam Alper Görmüş’le konuştuk.

Bir savcının kendilerini telefonla arayıp, savcılığa dâvet ettiğini söyledi.

Alper Görmüş’te tam olarak anlamamıştı.

Darbe hazırlığı ifşa olan Şener Eruygur ve Aytaç Yalman hakkındaki inceleme başlatılmış, yoksa kendileri için miydi?

Darbe hazırlayan mı, yoksa darbeyi haber yapan mı yargılanıyordu.

Maalesef gördük ki, darbe hazırlayan değil, onu ortaya çıkaran baskına uğradı.

Hem de Nokta çalışanlarının bir odaya tıkılıp, telefonla konuşmalarına dahi izin verilmemesi, bilgisayarlarının masalarından sökülüp götürülmesi gibi.

Bir terör yuvası gibi bir derginin basılması, gazetecilere terörist muamelesi yapılması kabul edilemez.

Darbeciyi ödüllendirip, darbeyi ortaya çıkaranı cezalandırarak bir yere gidemeyiz.

ABD’de olsa Nokta’ya Pulitzer Ödülü verirlerdi, biz de ise terörist muamelesi yapılıyor.

Hani bir gazetecinin köşesinin altında “Ne zaman adam oluruz” diye ukalaca bir soru var ya.

Cevabını vereyim; darbeyi yazanı değil, darbe hazırlığı yapanı cezalandırdığımız zaman…

16.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004