"Gerçekten" haber verir 27 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

KÜRESEL DÜNYADA MANEVÎ HİZMET



Biyolojik sistemler ile sosyal sistemler arasında çok büyük bir yakınlık var. Gerek ortaya çıkış, gerekse gelişim süreçlerine bakıldığında biyolojik yapılar ve sosyal yapılar birbirine çok benziyorlar. Sosyal yapıları da oluşturan unsurlar biyolojik yapılar olduğuna göre, sosyal yapıları geniş ölçekli biyolojik yapılar şeklinde tanımlayabiliriz.

Kâinatın şu an kabul edilen oluşum teorilerine göre, Büyük Patlama öncesi var olduğu düşünülen ilk atom gibi, insanın oluşum basamaklarının başında da bir ilk hücre yer alır. Bu hücre, ilk atomun patlamasıyla kâinatın büyüyüp gelişmeye başlamasına benzer şekilde bölünerek büyüyüp gelişmeye (proliferasyon) ve bazı hücreler nihaî insan bedeninde görev alacakları organa göre başkalaşmaya, farklılaşmaya (diferansiyasyon) başlarlar. Bu gelişim sürecinin sekizinci gününde, bu bölünme ve başkalaşma ile hücreler; ektoderm, endoderm ve mezoderm adı verilen tabakaların oluşumu başlar. Sonra bu tabakaların her biri, insan bedenini oluşturacak azalara göre, daha ileri düzeylerde uygun zamanda ve uygun şekilde trilyonlarca kez bölünür ve başkalaşır.

Bu işlemler mükemmel bir intizamla ve aksaksız yürür. Başlangıç basamaklarından birinde, çok küçük bir aksaklık ileride büyük sonuçlar doğurur. Meselâ, bölünme ya da başkalaşmadaki çok küçük bir gecikme, kolu, bacağı, beyni olmayan bir insan oluşumunun sebebi olabilir. İnsanın en gizemli ve çok az anlaşılabilmiş bir organı olan beyin ve onun içinde en üst düzey fonksiyonları yürüten merkezi sinir sistemi ektodermal orijinlidir ve gelişimin üçüncü haftasının ortalarında nöral tabaka (neural palate) şeklinde ortaya çıkar. Bu sinir hücrelerini oluşturacak şekilde farklılaşmış bir tabakadır. Bu tabakanın iki kenarı birbirine doğru bükülmeye başlar; orta hatta bu kenarlar birleşerek nöral tüp (neural tube) adı verilen boru benzeri bir hale dönüşür.

Bu tüpün bir tarafı baş, bir tarafı da kuyruk kısmı olarak adlandırılır. Baş kısmı beyni, kuyruk kısmı omuriliği oluşturur. Başı oluşturacak tüp kısmı, genişler ve küreselleşir, kuyruk kısmı, ise uzayarak omuriliğin oluşmasına hizmet edecek şekilde gelişir. Tüpün kuyruk kısmının kapanmasındaki bozukluklar; ileride, “bel açıklığı” şeklinde bilinen (spina bifida) hastalığına, baş kısmının kapanmasındaki aksama beynin oluşmaması anlamına gelen (anensafali) hastalığına yol açar. Baş kısmı yaklaşık 25’inci günde, kuyruk kısmı ise 27’inci günde kapanır. Omuriliği oluşturan kuyruk kısmı daha sonra beden hareketlerinde etkili olarak motor nöronları oluşturacak bazal tabakadan derideki duyu hissini sağlayacak sistemi oluşturacak olan tabakadan ve bu ikisi arasındaki bağlantıları sağlayacak taban ve çatı tabakalarından oluşmaktadır.

İnsan beyninin gelişim sürecinde son noktaya gelindiğinde artık girus adı verilen kıvrımlarla genişlemiş iki yarım kürenin oluşturduğu bir yapı haline dönüşür. Bu iki yarımküre arasındaki bağlantıyı korpus kallozum denen bölüm sağlar. İki yarımküre arasındaki bütünleşme ve küreselleşmenin bir şeklidir bu. Beynin bütün üst düzey fonksiyonları ve en komplike fonksiyonlardan olan konuşma ve iletişim bu alanlarda sağlanır. Primer işitme alanında kodlanmış olarak gelen ses sinyalleri (kelimelerin kodları) Wernicke alanı adı ile anılan korteks bölümünde yorumlanır. Buna cevap olarak söylenilecekler yine Wernicke alanında belirlenir. Sonra Broca alanı adı verilen korteks bölgesine nakledilir. Bu nakil arcuate fasikülleri ile olur. Daha sonra Broca alanından ağız, yüz kaslarına belirlenen kelimeyi söylemek için gereken motor sinyaller aktif hale geçirilerek gönderilir. Bu milyarlarca sinir hücresinin sinaps adı verilen bağlantılar ile mükemmel entegrasyonu sonucunda ortaya çıkan bir işleyiştir. Daha sonra, fertler arası konuşma, yazı, elektronik iletişim gibi yollarla entegrasyon oluşur ve insanlığın kolektif korteksi ortaya çıkar. Korteksler, hafızalar, limbik sistemler entegre olarak büyük bir beyin oluşturur gibidirler. Bu durumu Teilhard De Chardin şöyle ifade etmektedir: “İnsanlaşmanın belirmesiyle karmaşıklık, bilinç dalgası, Andropoid’ler soyunu izleyerek Kâinat için tamamen yeni bir alana ve bölünmeye nüfuz etmiştir. Bu düşünce alanı, düşünce bölünmesidir. Bu boğaz aşıldıktan sonra, karmaşıklık-bilinç dalgası (On de de complexite-Conscience) daha önceleri de bir yeni yüksekliğe çıkmayı denediği zamanlar yaptığı gibi tekrar ıraksak gidişli ışınlardan yani, insan zoolojik grubunun ışınlarından oluşan bir demet görünümünü almıştır. Fakat bir önceki bölümün sonlarında gördüğümüz gibi, bundan böyle bu ışınlar psişik bakımdan yakınsak bir ortamda yayıldıklarından, kendi aralarında yaklaşmaya ve kaynaşmaya eğilim göstereceklerdir. Böylece bir toplumsallaşma atmosferinde (onun etkisi ile değilse eğer) Homo Sapiens adı verilen ilerleyicilikte ün salan bir grup doğmuştur.

Genel eğilim insan olma ve ardından sosyalleşmenin bir süreç olduğunu kabul etme şeklindedir. Küreselleşme de bu sürecin bir uzantısı olmalıdır. Yani fıtrî bir süreç olarak ele alınmalıdır. Ekonomik krizlerin dahi küresel yaşandığı bir yeryüzünde işleyişler hep küresel boyutta cereyan edecek gibidir. Olumlu ve olumsuz her hal küresel ölçekte karşılık bulacak bir noktaya gelinmiştir. Bundan sonraki süreçte hizmet organizasyonları ve planlamalar yapılırken bu hal dikkate alınmazsa ortaya çıkan tablo karşısında şaşkınlık ve yetersizlik ile yüz yüze gelmek mukadder bir sonuç olacaktır.

Çözüm amacı ile ortaya konmuş bütün yaklaşımların çürüklüğünün gözler önüne sergilendiği bir dünyada artık yeni bir yol arayışı kaçınılmazdır. Marksizm, sosyal demokrasi, kapitalizm gibi her doktrinin çöktüğü bir dünyada artık yeni arayışlar kaçınılmaz olacaktır. İnsanlığın önünde alternatif olarak Kur’ân medeniyetinden başka bir şey de kalmamış gibidir. Bu medeniyetin asra tercümesine namzet olarak Risâle-i Nur dışında bir kaynak pek dikkat çekmemektedir. Risâle-i Nur’un bu mânâya namzet olduğunun en açık delillerinden biri de farklı din ve sosyal unsurlardan herkesin külliyatı rahatlıkla benimseyip onda yer alan düsturları bir hayat tarzına dönüştürmeye yakınlıklarıdır.

İki gün önce İrlandalı Katolik bir aile ile yemek yedik. Bayan Margrett, ’İrlanda’da özellikle gençler arasında Hıristiyan olma duygusu gittikçe zayıflıyor, kiliseye gitmiyorlar. Papazları artık büyük olarak kabul etmiyorlar ve her geçen gün daha fazla dinden uzaklaşıyorlar. Bütün dinlerde durum aynı, yalnızca İslâmiyet her geçen gün yükselen bir din konumunda’ dedi. Bunun sebebini sorduğumda verdiği cevap çok ilginçti. ‘Artık internet ve televizyonlar vasıtası ile gençler bütün dünyadan anında haberdar oluyor ve olup bitenleri daha iyi takip ediyorlar. Artık sadece anlatılanların yeterli olmadığı herkesin daha geniş alanda hakikatin arayışı içinde olduğu bir dünyadayız ve Hıristiyanlık bu şartlar içinde gençlerimizi tatmin etmiyor.’

Bütün bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan tablo karşımızda yangının artık dünya ölçeğinde olduğu ve içinde yanan evlâtlarımızın bütün dünya insanları olduğudur. Bu tablo karşısında irkilmek ve kendimize gelmek zorundayız. Artık iç çatışmalar, dar alanlardaki nefsanî meseleler bir tarafa bırakılmalı ve herkes bütün enerjisi ile küresel dünyada Kur’ân medeniyetinin inşasına odaklanmalıdır. Bu alanda ortaya çıkan vazifeler herkese yetecek kadar çok, belki de şu anki yapılanmaların boyunu aşacak seviyededir. Bu sebeple kavga ve çatışma yerine vazife taksimine yönelmeli, bu ulvî ve nuranî dâvânın bütün dünya insanlığına ulaşma mevsiminde artan vazifelerin bu şekilde üstesinden gelinmelidir.

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Rabbimden niyazım...



Rabbimin adıyla başlıyorum, tâ ki var olayım... O’na yöneliyorum tâ ki insan olayım. O’nu düşünüyorum tâ ki hayat bulayım. O’nun rızasına koşuyorum tâ ki ebed olayım. En büyük emelim, Resulullah (asm) olan o yüce “insan-ı kâmil”e benzemektir. Sevgileri, güzellikleri, huzurları, ancak Kur’ân-ı Azîmüşşan’da bulabileceğimi biliyorum çok şükür...

Güzelliklerle buluşmanın, insan gibi insan olmanın, varlığımla hayat bulmanın yolu O Rabb-i Rahîme imandan geçer. İman itaatle, ibadetle, rızayla, muhabbetle yükselir, parlar, lâyık olduğu makamlara çıkar.

İmansız bir hayat, itaatsız bir yaşantı baştan başa kayıptır, adeta yok olmaktır. Rabbimin iman nimetinin tadını aldım. Eğer kaybedersem bu tadı, yaşayamam, dünya hayatı bana zehir olur. Onun için her an yalvarmak istiyorum Rabbime “Ya Rabbim, beni bu nimetten mahrum etme” diye.

“Ya Rabbim, rızan dairesinde yaşamak, her an Seni hatırlamak için bana güç ver” diye her an yalvarmak en büyük emelimdir. Günahların kirinden kalbimi uzak tutmak için, aklımı karanlıklarla meşgul etmemek için hep çabalayabilsem keşke.

Acizim düşmanlarım çok, fakirim ihtiyaçlarım pek ziyade. Kendi kendime yetemiyorum. Kudretine nihayet olmayan, zenginliğine sınır olmayan büyük bir Sultana ihtiyacım vardır. Şeytanlar gibi âsî, nefisler gibi devekuşu olmak istemiyorum. Problemlerimin sınırı yok, görmezlikten gelemiyorum.

Gerçeklerle yaşamak beni geçici bir süre rahatsız etse bile onlardan uzak yaşamak istemiyorum. Acı da olsa doğrularla iç içe hayat sürmek, onlarla hep yüzleşmek istiyorum. Beyazların körlüğü yerine bana karaların aydınlıklara götüren gözü lâzımdır. Geçici güzelliklerin yerine, arkasında kalıcı güzellikler bulunan acılara muhtacım.

Yalancı hayatlılara bakınca aklım karışıyor, kalbim kararıyor. Azap veriyor bana, hikmeti düşünülmeyen olaylar. Gafletten muzdaribim. Gafletli hâletler bana cehennem azabını yaşatıyor. Onun için hep “rızâ dairesi”ni bulmaya çalışmak istiyorum. Başka dairelerdeki hayatlardan ürküyorum. Başkaları beni korkutuyor. Korkusunun bana kurtarıcı olduğunu bildiğim Kudrete sığınmak istiyorum. Orada rahmet bol, orada ihsanlar sınırsızdır. Korkmamak için korkmak, acizlikten kurtulmak için aczini bilmek, fakirlikten kurtulmak için fakirliğini anlamak hâletlerini hayatımın her saniyesinde yaşamak istiyorum. Sadece kudreti ve rahmeti nihayetsiz olan Rabbime yönelmek, sadece O’nun için eğilmek, sadece O’nun için yerlere kapanmak istiyorum.

Beni Rabbimden uzaklaştırmak isteyen her şeyi lânetliyorum. Habibullah’ın (asm) yolu dışındaki bütün yollardan tiksiniyorum. Beni Kitabullah’taki hakikatlerden uzaklaştıran her şeyi karanlık ve çirkin görüyorum. Ben gerçek bir iman nurunu arıyorum. Ben gerçek ve sonu olmayan sevgiler ve sevgililer diliyorum.

Rabbime şükür ki bana imanla bezenmiş duyguları vermiş, aklıma gerçekleri, kalbime aydınlıkları göstermiş... Beni bu çöllerde mahvedecek karanlıklardan kurtarmış. Niyazım, duâlarım, iman ve Kur’ân yolunu kaybetmemek için... Bu duygularım yok olmasın. Hep imanın aydınlattığı hayatları yaşayayım. Mahvolmayayım, Kur’ân ve iman yolunda hep gideyim...

Rabbimin, Habibinin sevgisini kalbimde yerleştirip arttırması için ne kadar yalvarsam, ne kadar yakarsam azdır. Kendi gücümle, kendi niyazlarım ve duâlarımla bunu başaramayacağımı biliyorum. Rabbim lütuf ve ihsanını esirgemesin ben acizden. Yoksa zulmetlere dalar, karanlıklarda kaybolurum.

Ey Hâlık-ı Kerimim!.. Sabahları gözlerimi imanlı olarak açayım. Günüm kullukla başlasın. Gönlüm iman nuruyla aydınlanmış olarak yollara düşeyim. Gözlerim hep güzellikleri görsün, kavvatlıktan uzak kalsın, mütefennin bir nâzır olsun. Adımlarımla rızanı kazanayım Ya Rabbim. Şeytanlara beni mağlûp ettirme Rabbim. Çarşıda, pazarda kurulan tuzaklara düşmeyeyim, yine imanla evime döneyim... Meleklerin toplanmaktan zevk aldığı mekânlardan beni ayırma Allah’ım. Çünkü sadece rızan için yaşamak istiyorum ey Rabb-i Rahîmim!

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İnsana ‘insan’ muamelesi şart



Bunca müsbet gelişmeye, AB yolunda atılan adımlara rağmen, işkence iddiaları son bulmuyor. Daha doğrusu ‘fiilî işkence’ler önlenemiyor. Son bir ayda gündeme gelen iddialar bu konuda daha çok yol alınması gerektiğini ortaya koydu.

En başta ifade edelim ki; bir ‘insan’ı işkenceye maruz bırakmak ve hele bu yolla hayatına son vermek cinayetlerin en büyüğü olsa gerek. İnsan onur ve haysiyetine yakışmayan işkenceyi önlemek için ne yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır.

Yine ifade etmekte fayda var: İşkence, sadece bir kişi ya da kurumun problemi olarak görülmemelidir. Her zaman ve zeminde fırsat bulup insanlara işkence etmek isteyenler çıkabilir. Ayrıca, manevî işkenceleri de unutmamak lâzım.

Yapılması gereken şey, kimden ve kime karşı olursa olsun; ‘işkence’ye kökten ve temelden karşı çıkmak ve önlenmesine çalışmak olmalıdır. “Benim işkencecim iyidir” ya da “Oh, ‘onlar’a işkence yapılsın” anlayışı kadar yanlış bir anlayış ve yaklaşım olamaz.

Ayrıntıları önemli değil, ama son günlerde fiilî işkence sonrası bir ölüm gerçekleşti. Ölümle neticelenen işkence sonrasında bazı ‘yetkililer’in açığa alınmasıyla birlikte başka işkence iddiaları da gündeme geldi. ‘İşkenceci’lerin açığa alınması elbette çok önemli, ancak asıl önemli olan benzer hadiseler imkân vermemektir. Bunun bir yolu da ‘işkenceci’lerin kesinlikle korunmaması olmalıdır. İnanın, insan olan; bu haberleri okumaktan bile ıztırap duyar!

İşkence, ancak hızlı işleyen bir adalet sistemiyle önlenebilir. Hızlı işleyen adalet, işkencecilerin bir an önce cezalandırılması için de şart. Son yıllarda nispeten azalan işkence iddialarının, bir anda yeniden alevlenmesi ve neticede işkence sebebiyle ölümlerin gerçekleşmesi hakikaten Türkiye’ye yakışmıyor.

Geçmiş yıllarda, işkencecilerin özellikle korunduğu pek çok hadise yaşandı. Türkiye’yi idare edenler en başta bu iddiaları yalanlamayı tercih ediyor. Sonra hadisenin gerçek olduğu ortaya çıkınca mahcup oluyorlar. Oysa kolay olan inkâr yoluna sapmadan iddialar ciddiyetle incelendiğinde ve sebep olanlar adil ve acil bir şekilde yargılandığında hâlâ işkence sonucu ölümler gerçekleşebilir miydi?

“İşkenceye sıfır tolerans” sözü, ‘sözde’ kalmamalı. Mutlaka gereği yerine getirilmelidir.

Düşünelim ki, ‘hayvan’a bile işkenceyi men eden bir dine mensubuz. ‘Hayvan’a işkence etmeyi men eden bir dinin mensuplarının; ‘insan’a işkence etmesi ya da onu onaylaması düşünülebilir mi?

Bakınız, yine geldik ‘din’ mevzuuna. “Her konuyu dine/ İslâma bağlamak da neyin nesi?” diyenler varsa lütfen ‘işkence’yi önleyecek gerçek ‘çare’yi söylesin. ‘Karınca’yı bile incitmekten men eden bir anlayışı kalplerimize yerleştirsek, ortada ne işkence kalır ne de iddiası...

Türkiye’yi idare edenlerin birinci görevi, insana ‘insan’ gibi muamele edilmesini temin etmek olmalıdır. Diğer işler ondan sonra gelir...

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Teslim tutanağı…



AKP siyasî iktidarının Anayasa Mahkemesi’nin üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmayı amaçlayan mini anayasa değişikliğini “iptali” ve partinin “kapatma dâvâsı”na karşı duruşu garip.

“Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına siyaset yasağı gelmesin ve parti kapatılmasın da ne olursa olsun” mülâhazasıyla hareket eden iktidar partisi yönetimi, daha baştan büyük zâfiyetler gösterdi. AKP’nin tam tersine laiklik ilkesine ne denli bağlı olduğunu ve hizmet ettiğini ispatlama kırılganlığı, ne yazık ki burada da nüksetti.

Peşpeşe açıklanan iki “gerekçeli karar”a karşı sergilenen tutum, yalnız siyasî iktidarı vurmadı; antidemokratik dayatmalara karşı siyaseti ve demokratik irâdeyi kuşatma altına aldı.

Yasadışı başörtüsü yasağı daha da azdırılıp yaygınlaştırıldı. En başta Cumhurbaşkanı Gül’ün atadığı “yasağa karşı imza atan yeni rektörler” yasağı dayattılar. Daha önce bir derece müsamâha ile bakan bazı özel ve vakıf üniversiteler bile yasağı uygulamaya başladılar.

Öylesine ki, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in artık hangi yasayı, Anayasanın hangi maddesini değiştireceğinin ötesinde, “yasaları değiştirmek istemesine bile Mahkemenin karar vereceği” hale getirildi…

MECLİS İRÂDESİNİN GASBI

Kısacası, “iktidar koltuğunda kalmaya” odaklanan siyasî pozisyon ve irâde kırılması, ideolojik devletin kalkanı haline getirilen demokrasi dışı kurumların engeline takıldı.

En kötüsü, bunun artık yol olması; Anayasa’nın dibacesindeki, “hürriyetçi demokrasi ve bunun icâplarıyla belirlenmiş hukuk düzeninin dışına çıkılması.”

Bu sapmayla, “millet irâdesinin mutlak üstünlüğü”nün ve “milletin kayıtsız şartsız egemenliği”nin, ara rejimlerde olduğu gibi Anayasa’nın 6. maddesinin çarpıtılarak bazı “yetkili organlar eliyle kullanılması.”

Yine Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, hiçbir surette “devredilemez” olan “millet adına yasama yetkisi”nin millet irâdesinin temsilcisi Meclis’ten bazı “kişi ve kurumlar”a geçmesi.

Başta Başbakan olmak üzere hükûmet ve iktidar partisi sözcülerinin, daha baştan bu dayatmaya “teslimiyet” göstermeleri, işin bir başka garâbeti.

Başbakan’ın peşinen “Karara uymaktan başka çâremiz yok, siyaseti bu şartlarda sürdüreceğiz” açıklamasından sonra, Adalet Bakanı’nın, “Artık yasama organı hür ve bağımsız irâdesiyle Anayasa değişikliği yapamaz mı?’ konusu Türkiye’nin gündemine geldi” cümlesi bunun ifâdesi.

Keza AKP Grup Başkan Vekilinin, “Anayasa Mahkemesi TBMM’nin yasama yetkisine yeni kırmızı çizgiler getirmiştir. Meclis’in Anayasayı değiştirme veya Anayasa yapma yetkisi artık Anayasa Mahkemesi’nin onayına tabi kılınmıştır. Mahkeme, sadece degiştirilmesi teklif edilemeyen maddeleri değil, diğer bütün maddelerin değişmez veya değiştirilmesi teklif edilemez olup olmadığını tesbit etme yetkisini almıştır. Mahkeme yeni yetkiler devşirmiştir” ifâdesi, bunun bir başka ikrarı.

Şüphesiz bu eleştiriler, Mahkemenin göz göre göre Anayasa aykırı “yetki gasbı”na karşı yapılmış. Ne var ki bu tepkilerde bile, “ne yapalım, Mahkeme elimizi kolumuzu bağladı; bundan sonra yapılacak bir şey yok!” teslimiyeti açıkça okunmakta; ki en vâhimi bu…

“BİZ CAYDIK, SİZDE CAYIN!”

Bu vaziyet, Başbakan’ın, “millet irâdesinin üstünlüğü”ne vurgu yapıp, “Parlamento irâdesini dışlayan karar” yakınması, bir işe yaramıyor; yalnız “teslimiyeti” tescil etmek anlamına geliyor. Dahası, gelinen noktada Türkiye’nin siyasî yanlışlarla vartaya sürüklendiğinin açık bir itirafı oluyor.

Meclis Başkanı’nın, “Anayasa ile böşörtüsü yasağı kaldırılamaz” uyarısına, yasa dışı yasanın anayasa ile değiştirilmesinin yasağı yasallaştırıp katmerleştireceği ikazlarına bigâne kalan Başbakan ve partisi, son demde “Meclis irâdesi gasbedilmiştir” ikrarıyla yalnız “durum tesbiti” yapıyor; ötesine geçemiyor…

Görünen o ki siyasî iktidar sadece “teslim tutanağı” imzalamakla kalıyor. Daha önce, “Demokratikleşme için yeni anayasa şart” diyen Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünün, ardından yeni anayasayı sivil toplum kuruluşlarına havale edip askıya almasıyla da kalınmıyor. Karakol baskınıyla azan terör olaylarına ve küresel dalgaya kapılan ekonomik krize odaklanan siyasî iktidar, her iki “gerekçe”yi de örtülü bir biçimde âdeta “kabulleniyor.”

Toplumun tepkisini azaltmak, seçmenin gazını almak için birkaç cümlelik “tepki”yle geçiştirip, meseleyi “bundan böyle yapacak bir şey yok” noktasına getirmeye çalışıyor.

Belli ki AKP siyasî iktidarı caymış; milletin de caymasını istiyor. “Biz kabullendik, siz de kabullenin” diyor. “Bizi iktidarda tutun, ne yapsak kârdır, yapamazsak da zaten alternatifiniz yok” demeye getiriyor…

Peki bu kuşatma nasıl aşılacak? Siyaset ve demokrasi bu çemberden nasıl çıkacak? Ankara AB’ye taahhüd edilen demokratikleşme ve özgürlüklere hangi demokratik irâdeyle ulaşacak? Yeni Anayasa ne zaman gündeme gelecek?..

Sahi AKP millete, “altı senenin sonunda yüzde 47 ile olmadı” mı diyecek? Bu tâvizkâr, tutuk, teslimiyetçi ve popülist politikalarla yüzde 60 alsa ne olacak?

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Yerle bir olmuş putları...



Wall Street’te başlayan yangın Avrupa’ya sirayet edince, hadisenin ismi küresel ve global krize çıktı. Doğrusu da bu idi. Zira ahirzaman dinsizliğinin ve onun temsilcileri durumundaki cereyanların belli bir vatanı yoktu. Doğduğu veya çıktığı yerler vardı. Bazan Kuzey Avrupa idi, bazan Britanya ve bazan da Amerika... Bu fitnenin buradaki önemli özelliği; belli bir coğrafya, vatan ve ülke ile sınırlandırılamayışı idi.

Semavî dinleri dışlamış, insanî ahlâk ve değerleri materyalist prensiplerle değiştirmiş, ehl-i kitabın Allah’a ve ahirete imanı yerine; başka ilâh ve ilâhelere inanmış günümüzün Batı felsefesinin şu son mağlûbiyeti, Müslüman ve Hıristiyan topluluklarının hareketlenmesini netice verdi. Para, kariyer, gasbedilmiş teknoloji, zevke alet edilmiş kadın, kuvvet ve şöhretin “insaniyetin yerine” ikame edildiği Amerika ve Avrupa cemiyetleri, mâlî krizlerle birlikte ilâh ve ilâhelerinin de yerlere serildiklerini görünce, insanlarda büyük şoklar yaşanmaya başlandı. Ehl-i kitaba arkasını çevirmiş çevrelerin şu perişaniyeti, Karun karşısındaki mütehayyir topluluğun intibahını netice veriyor. 16. Benedikt’ten başlayarak dalga dalga yayılan “İlâhî ikaz” düşüncesine bu defa ilim adamları da katılmaya başladılar. Çok hırslı bir kısım insanların oluşturdukları katil fonlarla “serbest ticaret ve rekabet” vurulunca, Avrupa medeniyetinin bütün ekonomik ölçü ve prensipleri alabora oldu. Köpek balıklarına benzetilen bu fonlar ile ülke ekonomilerinin içlerini boşaltan “çekirge sürülerinin” Avrupa’yı basmaları siyaset ve ekonomi âlimlerini kara kara düşüncelere sürükledi. Globalleşmenin “paylaşım” yüzü gösterilerek, ülkelerin ticarî, millî sınırlarını kaldırmayı başaranların niyetleri beş-on sene önce belli olmuştu. Fakat zavallı insaniyetperver ülkeler ve idarecileri, materyalist felsefenin yetiştirdiği dehaların bu denli hırsız, vicdansız ve yağmacı olacaklarını hiç düşünmediler. Bir banka yöneticisinin senede 470 milyon dolar almaması için AB kanunî sınırlamalar getiriyor. İşçilerinin maaşlarını 2500 Euro’dan bin Euro’ya düşüren kapitalist Avrupa, CEO’ların senelik 500 bin Eoru’nun üzerine çıkmamaları için çalışıyor!

Modern Bolşeviklerin piyasaları işgale başladıklarını üç-dört sene önce haber vermiştik. Hedefleri yalnızca tahrip, kaos ve anarşi çıkarmak olan bu yeni kuşağın eski kuşaktan önemli farkı, insanlığın üzerine kapitalin kuvvetiyle yürümesidir. Eski Bolşeviklerin yığın ve sürü olarak kullandıkları unsurlardan adeta intikam alıyorlar.

Küresel diye nitelendirilen mâlî krizin sebepleri üzerinde durulmaması sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Amerika ve Avrupa halklarından başlayarak zavallı fukara ve orta kesimin cebinden çıkan paraların, adaletli bir şekilde yerlerini bulup bulmayacakları da şüpheli. Zira hırsızlar deşifre edilmeyince, eski tezgâhın aynen çalışmasından korkuluyor. Hırsızları kim deşifre edecekti? Katil fonları ve idarecilerinin listesini kim neşredebilirdi? Emlâka yatırdığı paralarla sun’î fiyatlar oluşturup piyasaları iğfal eden sihirbazların isimlerini kimler ağızlarına alabilirlerdi ki? Belki de o boğazların çoğundan söz konusu haram lokmalar geçmişti ve geçiyordu. Açık Toplum Enstitüleri, Avrupa-Amerika ianeleriyle hayat sürdüren sivil toplum kuruluşları, enstitüler, bazı üniversiteler, hatırı sayılır medya kuruluşları ve bazı siyasî partiler... Dünya bu denli mâlî felâketleri yaşamamış henüz. İkinci Dünya Savaşında bile, reel ekonomiler bir gece içinde sanal hale gelmemişlerdir.

Ahirzaman dinsizliğinin cereyanlarından korkan siyasetçilerin insanlığın başına belâ ettiği bu krizin daha neleri devireceğini birlikte göreceğiz. Fakat her şeyden önce dinsiz felsefenin ilâh ve ilâhelerinin ayaklar altında ezildiğini hepimiz görüyoruz. Bilgi çağı, kariyer, sihir, kişisel gelişim manipülasyonlarıyla insaniyetin başını bütün otoritelerden kaçırarak istiğnaya sapması da “felsefenin ilâhlarını” kurtaramadı. Kur’ân’a ve semavî dinlere başkaldıran II. Avrupa medeniyetinin hal-i pürmelâlini önümüzdeki zamanlarda daha net göreceğiz. Derdin devasını merak edenler, gazetemizde bu konu ile ilgili yazılara dikkat edebilirler. Risâle-i Nur’dan ışık alan yazarlarımız gayet açıkça çıkış yollarını gösteriyor.

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Sayfa sayısı



Yaklaşık dört yıl önce, 36. yılımıza girerken okurlarımıza, Yeni Asya’nın 21 Şubat 1970’te çıkan ilk sayısının tıpkıbasımını hediye etmiştik. Okurlarımızın çoğunun hâlâ muhafaza ettiğine inandığımız bu tarihî sayının bir özelliği de altı sayfadan ibaret olmasıydı.

Sonraki yıllarda bu sayı, zaman içinde şartlara göre arttı. Sekiz sayfa oldu, on ikiye çıktı, on altıyı buldu, hattâ ara ara yirmiye çıktığımız oldu.

Nitekim ilk külliyat hamlesini gerçekleştirdiğimiz 1994 yılında gazeteyi de, 15 Aralık 1993’ten itibaren on ikiden on altı sayfaya çıkarmış ve bir sonraki hedefimiz olarak yirmi sayfayı telâffuz etmeye başlamıştık.

Ama ne yazık ki, aynı yıl patlak veren ekonomik kriz hem külliyat hamlemizi baltaladı, hem de önce 1 Aralık 1994’te on altıdan on ikiye, sonra da sekize inmemizi netice verdi.

Tam da 27. hizmet yılımıza gireceğimiz günün arefesinde, 20 Şubat 1996’da sekiz sayfaya düştük. Ama sonra toparlandık ve tekrar on iki sayfaya çıkabilme gücünü 17 Ekim 1997’de yeniden yakaladık.

Derken, 9 Ekim 2003’den itibaren yine on altı sayfa olduk. Zaman zaman yirmiye çıktık ve on altı sayfalı bu dönem geçtiğimiz Cumartesi’ye tekabül eden 25 Ekim 2008’e kadar devam etti. Bu tarihte bir kez daha on iki sayfaya indik.

İnişli çıkışlı bir seyri ortaya koyan bu bilgiler, aynı zamanda Yeni Asya’nın serencamına da ışık tutan istatistikî veriler niteliğinde.

Ve şimdi yine bir daralma sürecini yaşıyoruz.

Ama bu noktada şu hatırlatmayı yapmayı gerekli görüyoruz.

Sayfa sayısı elbette ki önemli. Ama tek başına bir ölçü değil. Hele sayfalarca çıkan, ama içi boş yığınla gazeteye bakıldığında bu gerçek çok daha iyi görülebiliyor.

“Lahana yaprağı kadar da olsa fikirlerimizi ifade edebileceğimiz bir gazetemiz olmalı” özlemiyle kurulan Yeni Asya, altı sayfayken de, sekiz sayfaya düştüğü günlerde de, tavizsiz istikrar çizgisinde ses getiren manşetler atıp ses getiren yayınlar yapmaktan geri durmadı. İnşaallah yine geri durmayacak.

Yaşadığımız sıkıntılı süreçten bir an önce çıkmak için kavlî ve fiilî duaların artması dileğiyle.

***

Hollanda’dan bir mektup

Hollanda’dan Fatih Yeşiltepe, bir süre önce gönderdiği mail mesajı ile, gazeteyi internetten takip ettiğini, ama kâğıda basılmış haliyle de okumak istediğini ifade edip, abone olma talebini bildirmişti. Talebi işleme konulup yerine getirildikten ve gazete eline geçmeye başladıktan sonraki hissiyatını da, Abone ve Dağıtım Servisimize gönderdiği mesajla şöyle dile getirmiş:

“Uzun zamandır ayrı kaldığı ailesine kavuşmuş birisi gibi oldum gazeteyi alınca. Yaptığınız bu iyilik için Allah cümlenizden razı olsun.

“Gazetenin ilk geldiği gün sanki sevgiliye kavuşma anındaki gibi kalbim heyecanla atıyordu. İnternette okumuş olduğum halde gazeteyi kâğıda basılmış haliyle üç kere daha okudum. Özlem giderircesine sarıldım.

“Buralarda yalnız başına olunca insan, eğer cemaat gibi veya gazete gibi birşeyler olmazsa ne kadar kötü olduğunu anlatamam. Boşluğa düşer gibi oluyor. Böyle bir psikoloji içinde birşeylere sarılmak, birilerinin ellerinden tutması gibi birşeydi benim Yeni Asya’ya kavuşmam.

“Gazetem günlük olarak gelmeye başlayalı beri, saatlerce okuyorum ayrı bir özlemle. Daha buraya geleli beş ay oldu, fakat cemaate ve gazeteye özlem bir başka özlem. Yazılacak çok şey var, ama yazılamıyor, kelimelere dökmek çok zor. Bunu ancak yaşamak ve kalben istemek lâzım. O zaman daha iyi anlaşılıyor hayatında birşeylerin eksikliği ve özlemi.

“Üstadın dediği gibi her gün yemek yersin, su içersin, havayı solursun, nasıl usandırmazsa, Yeni Asya gibi bir gazete de her gün tekrarlanan bir ihtiyaç ve okudukça usandırmadığını anlıyorsunuz.

“Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Allah yolumuzu açık, huzurlu ve daim eylesin. Hepimizi bu hizmette sebat gösterenlerden eylesin.”

27.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

McCain ile Obama arasında



Dünyada Obanmania olsa da aslında Obama ile McCain arasında bölünme de var. Sözgelimi İslamofaşist tabirini üretenlerden birisi olan Michael Rubin seçimleri Obama kazanacak ve McCain kaybedecek diye neredeyse tıknefes olacak. Zira Obama şunları söylüyor: İran’la görüşmek dünyanın sonu değil. Biz geçmişte kimlerle görüşmedik ki. Onlar arasında Stalin de Mao da var. İran liderleri ise bize göre onlardan daha tehlikeli değil. Bunun yanında elbette şöyle sözleri de var : İsrail’i tehdit eden bizi tehdit etmiş olur. Biz iki devlet tek millet gibiyiz (Azerbaycan-Türkiye örneği gibi). Aynı değerleri paylaşıyoruz. İşin ikinci ayağında; McCain’in yardımcısı bayan Palin, İsrail’in İran’a saldırması için açık çek verirken ve McCain de: "İran karşısındaki bütün seçenekler saldırı yine saldırı” derken Obama’nın yardımcısı Biden ise farklı telden çalıyor. Birkaç yıl önce İsrail’i ziyaret ettiğinde İsrailli liderlere John Abizaid gibi nasihat etmiş ve ‘İsrail de nükleer İran’la yaşamaya alışmalı’ demişti. Belki de mukabil nükleer silâhları olan İsrail, İran’la yaşamaya alışabilir ama yine Amerikalılara göre bölge ülkeleri nükleer İran’la yaşamaya alışamayacaklar. Zira onların hiç nükleer ilahları yok. Onlar da en azından iki ülke ile nükleer silâhlar konusunda eşit olmak isteyeceklerdir. Çok ilginçtir: Hem Demokrat kanatta hem de Cumhuriyetçi kanatta yer alan Yahudi zevat İran’ın nükleer silâhlar edinmede eli kulağında olduğunu söylemektedir. Buna delil olarak Baradey’in başında bulunduğu Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun raporlarını gösteriyorlar. Bu raporlarda nükleer tesislerin civarında nükleer silâh projesinin kanıtı mesabesinde sızıntılara dair bulgular edinilmiş. Obama’nın danışmanlarından olan Dennis Ross artık İran’ı nükleer güç olarak tasvir etmektedir. Zira 2001 yılında tek bir santrüfüje sahip olmayan İran bugün itibarıyla hedeflerinin çoğunu gerçekleştirmiş ve 6000 hedefinin 4000'ini yakalamıştır. Michael Rubin’e göre ise İran nükleer silâh üretme kapasitesini yakalamış ve bu zaman meselesi haline gelmiştir. Dilerse ve üretim üzerine yoğunlaşırsa bir ay içinde nükleer silâh üretebilir.

***

Bu hususta bir iltibas var. İran birçok uzmanının da belirttiği gibi, aslında nükleer programıyla alâkalı belirsizlik politikası izliyor. Bu İsrail’in de politikasıdır. Kimileri İran’ın nükleer silâh edinmesinin gerekçesi ve meşruiyeti için ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgalini göstermektedir. Bu iki cihetle yanlıştır. Birincisi, Afganistan ve Irak işgalleri her iki ülkenin de çıkarına olmuştur ve İran her iki ülkenin işgalinde de açıktan veya dolaylı olarak ABD’ye yardımcı olmuştur. Teknik bir ayrıntı da şudur., Amerikan istihbarat teşkilâtlarının raporundaki gibi İran, 2003 yılından itibaren askerî amaçlı nükleer programını (muvakkat olarak) durdurmuştur. Bunun nedeni ABD’nin öfkesini ve gazabını çekmemektir. İran’ın nükleer çabaları ise Şah dönemine kadar geriye gitmekle birlikte Hatemi döneminde de sürdürülmüştür. ABD’nin uzlaşmaz politikaları sonucu Nejad iktidara geldikten sonra ileriye kaçış politikası olarak ‘sivil ve enerji amaçlı’ olarak İran nükleer programını sürdürmüştür. Nükleer program konusunda İran’daki ılımlılarla radikaller arasındaki temel fark taktik düzeydedir. Hatemi yanlısı çizgi İran’ın, nükleer hedeflerine ulaşıncaya kadar alttan alma ve köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı deme politikası izlemesini esas almaktadır. Buna mukabil, Ahmedinejad’ın politikası ise hem ilerleme hem de pazarlık amacı taşımaktadır. Bundan dolayı gürültülü bir biçimde İran’ın nükleer hakkını savunmaktadır. Kimilerine göre bu hususta Batı’nın izlediği politika, uzlaşma İran’ınkisi ise takiyyedir. Yine kimilerine göre İranlılar satranç oynarken Amerikalılar Chequers oynamaktadır.

***

New York Times gazetesi, oğul Bush karşısında daha önce almış olduğu aleyhte tutum nedeniyle baba Bush’un öfkesini üzerine çekmişti. Amerikan basını da genelde Obama’yı destekli-yor. Washington Post da buna dahil. Burada İran ile Kaide rol dağılımı yapmış gibi gözüküyor. Kaide Bush’da olduğu gibi 2008 seçimlerinde de halefi McCain’i destekliyor. Buna mukabil İranlılar sessiz ve derinden gidiyorlar ve ibreler Obama’dan yana değiştikçe dünya ile birlikte Obamania oluyorlar. Dünya ile birlikte hareket etmek diye ise buna derler. Halbuki BM Genelkurul toplantıları sırasında ABD’de bulunan Ahmedinejad bu husustaki sorular karşısında renk vermemişti. Ne zaman ekonomik nedenlerden dolayı göstergeler tepetaklak oldu bu defa İran da pusudan çıktı ve tercihini ifade eder oldu. Bununla birlikte, Nejad Irak yönetimine ‘ABD dostlarını satar ve onunla yapılan anlaşmalara güven olmaz’ diye nasihat etmektedir. El hak doğrudur. Mesut Barzani’nin Tahran ziyareti sırasında onunla görüşen Ayetullah Rafsancani de ABD’nin bölgedeki varlığının çok tehlikeli olduğunu ifade etmiştir. Bunlar doğru. İran ABD’nin Irak’tan çekilmesini istiyor. Afganistan için aynı şeyler söylenemez. ABD ve İran’ın her iki ülkede de ortak çıkarları var. Ama ABD’nin Irak’taki varlığı İran için riskli. Afganistan’daki varlığı da riskli olmakla birlikte risk değerlendirmesinde onlar için Taliban rejimi daha riskli. Bundan dolayı Taliban’ın gelmesindense ABD’nin varlığını yeğlerler. Aksi takdirde zaten durduk yerde neden Taliban’ın devrilmesi için ABD ile işbirliği yapsınlardı! Nitekim, Muttaki’nin açıklamaları da bu doğrultudadır. Nasrallah gibi olmak isteyen ama bunu başaramayan Mukteda Sadr’ın mercii- taklidi Kazım Hüseyni Hairi Maliki hükümetiyle ABD arasında varılacak güvenlik anlaşmasının Irak halkı için onur kırıcı (müzil) olduğunu ifade etmiştir. Elbetteki doğrudur. Önemli olan bu sonuçları önceden kestirebilmekti. ABD ile İran arasında üçlü seçenek vardır. Bu seçeneklerden birisi de facto olarak birlikte yaşamayı öğrenmektir. İkincisi nüfuz paylaşımı ve işbirliği, üçüncüsü de savaş halidir. Kimilerine göre Amerikalılar Araplardan habersiz İranlılarla kıydıkları sigayı kalıcı bir nikâha dönüştürebilirler. Ama Nejad’ın aksine Peace’in yazarı Dennis Ross ‘dostlarımızı arkadan hançerlemeyiz. Satmayız’ iddiasında. ‘İran’la görüşme yaparsak bu aleni ve şeffaf olacaktır’ demektedir. Hadi bakalım…

27.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır