"Gerçekten" haber verir 04 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Trabzon ve Karadeniz hatıraları



Geçenlerde iki yeğenimin düğünlerine iştirak etmek üzere eşimle birlikte Trabzon’daydık. Beş günümüz dolu dolu geçti elhamdülillah. Buradan güzel hizmet hatıralarıyla döndük. Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun ki, gerçekten maddî ve manevî cennet âsâ bir baharı yaşıyoruz. “Nur Hizmetleri” vatanın ve dünyanın her köşesinde her geçen gün gelişerek devam ediyor. Maddî imkânlarımız ise her türlü krize rağmen dedelerimizden ve babalarımızdan çok çok daha iyi.

Trabzon merkezindeki dâvâ arkadaşlarımızın sistemli ve disiplinli bir hizmet faaliyeti organize edip yerleştirmiş olmalarını, ilk geceki sohbette hemen fark etmiştim. İhdas ettikleri “özel ders” çok semeradâr maşaallah. Bütün hizmet merkezlerimize örnek teşkil edecek bir faaliyet. Şöyle ki: Her Perşembe değişik bir evde, dershanelerde müdebbir durumundaki arkadaşlarla “eğitim komisyonu” üyeleri bir araya gelip belli konuda “müzakereli dersler” yapıyorlar. O günkü dersin konusu “Hizmet Rehberi”ydi. Hakikat mesleği ile tarikat arasındaki farkı müzakere edip, kendi meslek ve meşrebimizdeki bu önemli farkı akıl, gönül ve his dünyamızda yerleştirip uygulamanın yollarını aramamız gerektiğini vurguladık. Daha önce tespit edilen “gündemdeki” konular da istişare edilerek değerlendirmeler yapılıyor. Misafir olarak iştirak ettiğim bu güzel faaliyetten çok istifade ettim ve örnek olabilir düşüncesiyle sizlerle paylaşmak istedim.

Cuma günü umumi ders günüydü. Çevre il ve ilçelerdeki ağabey ve dostların da katılımıyla, mahal tarafından önceden planlanmış “Üstad Bediüzzaman’dan Hizmetler ve Hayat için Yol Gösterici Tavsiyeler” konulu bir sohbeti kaynağından yaptığımız tespitlerle birlikte mütalâa ettik. Nur dâvâsına inananlar arasında olması lâzım gelen samimi münasebetleri ve önemli düsturları zikrettik. İnsânî münasebetlerdeki olumsuz ve hoş olmayan durumlar karşısında affetmenin, hoşgörünün, ihlâsın, saydamlığın, adaletli ve hakperest davranmanın, sıdk ve doğruluğun ne kadar önemli olduğu üzerinde durduk. İnsanlık icabı zuhur eden hata ve günahların kaynağı olan “nefs-i emmâre, asab, damar, kör hissiyât… vb” duyguların insanoğlunu soktuğu olumsuz durumlara karşı Üstad Bediüzzaman’ın çözüm üreten şahane yorum ve tespitlerine dikkat çekmeye çalıştık.

Cumartesi günü üniversiteli genç kardeşlerimizle yine hizmet merkezimizde: “Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Perspektifinden Hayata ve Olaylara Bakış” konulu bir semineri icrâ ettik. Hayatın akışı içersinde Risâle-i Nurlar’ın ve Üstad Bediüzzaman’ın geçmiş ve gelecek olaylar için koymuş olduğu tarihî harika tespit ve yorumları birlikte seslendirdik. Ülkemizin, İslâm âleminin ve insanlığın mânevî sıkıntılarının “materyalist düşünceden”, dünyevîlikten, hırs ve adaletsizlikten kaynaklandığını, çözümün ise “semâvîlik ve İlâhîlikten”, sıdk, adalet, hukuk ve haktan geçtiğinin izahlarını beraber mütalaa ettik.

Pazar günü akşam geç saatlere kadar yıllarını ve büyük mesâisini bu kudsî hizmete veren değerli ağabey ve kardeşlerimizle, Risâle-i Nur’un “satır aralarındaki” Kur’ânî ve imânî tespitleri okuyup tezekkür ettik. Üstadımızın ehemmiyetli bir mirası olan “lâhikalardaki yol haritamızın”, o şaşmaz ve şaşırmaz pusulamızın derin ummanlarında günlük hayatımız için lüzumlu olan o en güzel ölçüleri tatbik etmedeki kararlılık ve mecburiyetimizi birlikte müzakere etmeye çalıştık. Dünyanın ve ülkemizin içerisinde bulunduğu hassas denge, olay, grup ve şahısların hareket tarzlarına karşı kendi içimizde devam etmesi elzem olan dikkatin, tesanüdün, sadakatin, metanetin, uhuvvetin, ihlâs ve samimiyetin önemini vurguladık. Buna lâyık olabilmek için de dikkatli, muhakemeli, dengeli, meşrû ve makul davranışların daha fazla öne çıktığının altını birlikte çizdik.

Karadeniz sahillerinden büyük bir moral depolayarak, aşk ve şevkle döndüğümü özellikle belirtmek isterim. Bu geziye sebeb olan düğünlerini yaptığımız yeğenlerime ömür boyu mutluluklar dilerim. Bu beş gün zarfında ailece bizi evlerinde, mekânlarında misafir eden ve her türlü fedakârlığı gösteren muhterem ağabey, abla ve kardeşlerime eşim ve kendi adıma en kalbî teşekkürlerimi sunarım. Güzel Anadolu’nun bağrında değişik mekânlarda, samimi dostlarımızla kıyamete kadar sürecek böyle dost meclislerinin devam etmesi dilek ve temennisiyle...

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haccın farzları ve vacipleri



Pakistan Rawalpindi’den Günnur Aksu: “Haccın farzları ve vacipleri nelerdir? İhram nedir? İhram ile niyet arasında bir fark var mıdır? İhram yasakları nelerdir?”

HACCIN farzı üçtür: 1-İhram, 2-Arafat’ta vakfe yapmak, 3-Kâbe’yi tavaf etmek.

Haccın vacipleri ise şunlardır: 1-Müzdelife’de vakfe yapmak. 2-Şeytan taşlamak. 3-Saçı tamamen kestirmek ya da kısaltmak. 4-Safa ile Merve arasında sa’y etmek. 5-Veda tavafı yapmak.

İhram, sözlükte, kendini mahrum etmek, haram kılmak, hürmet edilen zamana ve mekâna girmek, saygı duymak manalarına gelir. Terim olarak ise ihram, hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, normal zamanlarda mübah olan fiil ve davranışları hac ve umre süresince kendi nefsine haram kılmak demektir. Hacda ihram, namazda başlama tekbiri mesabesindedir. Bilindiği gibi, namazda başlama tekbiri farzdır.

Niyet ve telbiye, ihramın rükünleridir. Bir kimse niyet etmeden ve telbiye getirmeden yalnız beyaz giysi giymekle ihrama girmiş olmaz.

Niyet, ihram giyilirken hac veya umre yapmaya karar vermekten ibarettir. Niyeti dil ile teyid etmek müstehaptır.

Telbiye ise, namazdaki başlama tekbirine denk olarak söylenilen şu sözlerdir: “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülke. Lâ şerike lek.” (Manası: Allah’ım! Davetine sözümle ve özümle koşup geldim! Emrin başımın tacı! Emret Allah’ım! Senin emrine başımı ve gönlümü koydum! Davetine tekrar tekrar icabet ettim! Senin benzerin, şerikin ve ortağın yoktur! Allah’ım, bütün varlığımla sana yöneldim! Muhakkak ki hamd de, nimet de, mülk de yalnız Sana mahsustur! Senin ortağın ve şerikin yoktur!)

Mîkat sınırında hac veya umreye niyet esnasında erkekler yün, keten veya pamuktan beyaz renkli giysi (ihramlık) giyerler. Bu giysi, birisi belden aşağıya sarılan izar, diğeri omuzlardan itibaren vücudun üst kısmını örten ridâdan ibarettir ki, hac ibadetinin başladığının alâmetidir. Kadınlar normal giysileriyle hac yaparlar. Ancak kadınların elbiselerinin de, erkeklerinki gibi beyaz olması daha efdaldir.

İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir: Bir kimse Resûlullah’a (asm) sordu:

“İhrama giren kişi giyecek cinsinden ne giyer?”

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Gömlekleri, başlıkları, şalvarları (pantolonları veya dikişli uzun donları), bornozları, ayağı kapatan ayakkabıları giymeyiniz. Ancak nalın bulamayan kişi, ayakkabıların üst kısımlarını kesmek şartıyla ayakkabı giyebilir” buyurdu.1

Ya’la ibn-i Ümeyye (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) Ci’râne’de iken huzuruna bir kimse geldi. Ben de Hz. Peygamber’in (asm) yanında idim. O kimsenin üzerinde vücuduna göre biçilip parçalardan dikilmiş bir cübbe vardı. Kendisi de bol koku sürünmüştü. Peygamber Efendimiz’e (asm) dedi ki:

“Ben üzerimde bu elbise bulunduğu ve vücudumda da güzel koku süründüğüm halde umre niyetiyle ihrama girdim.”

Peygamber Efendimiz (asm) ona:

“Sen hac ederken ne yapardın?” buyurdu. Adam:

“Kendimden bu elbiseleri çıkarır ve vücudumdaki bu kokuyu da yıkardım” dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm):

“Haccında yapmakta olduğun aynı şeyleri umrende de yap!”2

İhrama giren kişi için normal zamanlarda haram olmayan giyim-kuşam, cinsel hayat ve avlanmayla ilgili haramlar söz konusudur. Bu yasakların çiğnenmesi, yasağın çeşidine göre değişen şekillerde cezayı gerektirir.

İhramlı bir erkek diğer zamanlarda giyilmesi olağan olan dikişli ve örgülü biçimde gömlek, pardesü, palto, pantolon, başa örtü... vs. gibi elbiseleri bir gün süresince giyerse, bu giyime ceza olarak bir koyun veya keçi kurban etmesi kendisine vacip olur. Eğer bir günden az bir zaman içinde giyerse, bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir.

Dipnotlar:

1- Müslim, Hac, 1

2- Müslim, Hac, 7

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ne kadar sevinebiliyoruz?



Bir an için akıl giyseler, taş yok olmadığına, bitki taş olmadığına sevinecektir. Peki, ya insan? Aklı olduğuna göre herhalde yok olmadığına, bitki ve hayvan olarak yaratılmadığına bin kere, milyon kere şükretmesi gerekir.

Gerçekten insanlık verildiği ve ona akıl gibi bir nimet takıldığı için nice mertebelerden geçip böyle bir mertebeye yükseltildiğimizi düşünüp Allah’a gece gündüz şükretmemiz gerekirken şükredebiliyor muyuz?

İnsana göz lâzım, dil lâzım, burun, kulak, el ayak, daha nice organlar lâzım. Hepsinden önemlisi akıl lâzım, kalp lâzım.

Aklımız olmasaydı da bütün dünya bize verilseydi ne kıymeti olurdu. Kalbe; sevgi, şefkat gibi nice duygulara sahip olamasaydık!

Gerçekten, “O, sözünüz ve hâlinizle istediğiniz herşeyden size verdi. Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz”1 âyeti bize verilen onca nimeti sayıp bitiremeyeceğimizi anlatırken bütün bunlar sevinmemiz, şükretmemiz gerektiğini de göstermiyor mu?

Sonra bu nimetlerin herbiri dünyalara bedel nimetler. Bir an için bu nimetlerden mahrum olduğunuzu düşünün! Hayatın anlamı, kıymeti olur muydu? Hayattan tat alabilir miydik? Zindana dönmez miydi?

Sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok bunca nimet birer lütuf ve ihsan değil midir? Allah’ın bütün kâinatı kuşatan sonsuz rahmetinin bir ikramı değil midir? İnsan bu lütuf ve ihsanlarla sevinmeyip de daha başka neyle sevinecek? Dünkü yazımızda yer verdiğimiz âyet ne buyuruyordu? Allah’ın lütuf ve rahmetiyle sevinmemizi, bunun dünyada toplayıp yığageldimiz herşeyden daha hayırlı2 olduğunu bildirmiyor muydu?

Bütün dünya sizin olsa, ama sağlığınız yerinde olmasa, yatalak olsanız ne kıymeti olurdu? Demek sadece sağlık bile dünyalardan daha değerli bir nimet!

Sevinmeli insan, sayamayacağı kadar çok lutfedilen nimet ve lütuflara. Gören göze, işiten kulağa, düşünen akla, hareket edebilen el ve ayağa, kısacası ihsan edilen nimetlerin herbirine. Ve bu sevincini şükür ve hamdle dile getirmeli, “Küfür ve dalâlet dışında her hâlimiz için Allah’a hamd lsun!” demeli, ihsan edilenlerin çokluğu ve büyüklüğü yanında eline geçmeyen, eksik kalan, olduğunda hayırlı mı şerli mi olacağı belli olmayan nimetler için ah vah etmemeli.

Ne kadar sevinmeyi gerektirici lütuflarla iç içeyiz.

Dipnotlar:

1- İbrahim Sûresi: 34.

2- Yunus Sûresi: 58.

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih mahkemesi (6)



13) Milliyetçi geçinen tekelci zihniyet

Türkiye Cumhuriyetinin ilk 27 yıllık devresine hükmeden tekelci zihniyetin temsilci olan CHP'nin altı okundan üçü "Halkçılık, milliyetçilik ve devletçilik" anlamını taşıyor. (Sonradan eklenen "sosyal demokratlık" maddesi, altı oklu temel ilkelerin arasında bulunmuyor.)

Bu partinin kendi adında da kullanmış olduğu "halk"çılık, tıpkı "cumhuriyet"çilik gibi mânâsız bir isim ve resimden ibarettir. Zira bu parti, çeyrek asrı aşkın bir müddetle, hiçbir meselede halka gitmemiş, cumhura müracaat etmemiş, en hayatî meselelerde bile referanduma gitme ihtiyacını hissetmemiş.

Halka gitmeden halkçılık, cumhuru hiçe sayarak cumhuriyetçilik taslamak, tipik bir Halk Partisi karakteridir. Başka ülkelerde örneği yoktur. Dolayısıyla, içinde halk olmayan, cumhur bulunmayan, ancak tekelcilikte, inhisarcılıkta emsâlsiz bir partinin ismidir CHP.

Evet, bu partinin en belirgin vasfı, tekelci ve inhisarcı bir zihniyete sahip oluşudur. Parti, bu zihniyete dayalı icraatlerini ise, gariptir ki "milliyetçilik ve devletçilik" perdesi altında yürütmüştür.

Oysa bu parti, seksen beş yıllık tarihinin hiçbir devresinde millete gerçek mânâda inanmamış ve güvenmemiştir. Hatta, elinde avucunda ne varsa, ya cebren el koymak, ya da yok fiyatına satın almak sûretiyle devletleştirmiştir.

1924'ten başlamak üzere, içinde yabancı ortakların da bulunduğu sayısız şirket ve konsorsiyumlara el konularak, birer birer "devlet tekeli"ne geçirilmiştir. Ardından, bu şirketlerin (KİT'lerin) başına Kemalistlikte birbiriyle yarışa giren Halk Partili adamlar getirilmiştir.

İşte, zaman içinde devletin sırtında birer kambur haline gelen ve ancak çok uzun bir zaman diliminden sonra yeniden özelleştirme sürecine sokulan şirketlerin devletleştirilme çetelesi. (Kaynak: Resmî gazete ve dönemin günlük gazete haberleri):

4 Şubat 1924: "Telsiz Telgraf Telefon İnhisarı/tekeli Kànunu" kabul edildi.

1 Nisan 1924: Ergani Bakır İşletmeleri devletleştirildi.

22 Nisan 1924: Anadolu–Bağdat Demiryolu'nun devlet tarafından satın alınmasını öngören 506 nolu kànun kabul edildi.

1 Mart 1925: Reji devletleştirildi. (Reji Şirketi: Osmanlı devletindeki tütün tarımı ve ticaretini kontrol eden kuruluş.)

25 Ocak 1926: Petrol ve Benzin Tekeli Kànunu (arama, alım–satım, vs.) kabul edildi.

1 Haziran 1927: Tuz İnhisar (Tekel) Umum Müdürlüğü kuruldu.

1 Ocak 1928: Haydarpaşa–Pendik hattında çalışan demiryolları şirketi devletçe satın alındı.

31 Aralık 1928: Haydarpaşa–Eskişehir–Konya Demiryolu devletçe satın alındı

5 Ocak 1929: Haydarpaşa Limanı devletleştirildi.

3 Ekim 1932: İzmir Rıhtım Şirketi devlet tarafından satın alındı.

15 Nisan 1933: Samsun–Çarşamba Demiryolu devletçe satın alındı.

27 Nisan 1933: Adana–Fevzipaşa Demiryolu devlet tarafından satın alındı.

2 Kasım 1934: Telgraf İdaresi devletçe satın alındı

18 Aralık 1934: İstanbul Rıhtım, Dok Antrepo Şirketi devlet tarafından satın alındı.

21 Şubat 1936: İzmir Havagazı Şirketi devletçe satın alındı.

9 Nisan 1936: İstanbul Telefon Şirketi devletçe satın alındı.

1937 yılına gelindiğinde, devletçe satın alınmayan, yani tekelleştirilmeyen umuma yönelik (su, yol, tuz, kibrit, çay, sigara, liman, fabrika, posta, elektrik, iletişim, ulaştırma... gibi üretim yapan yahut hizmet veren) hemen hiçbir kurum ve kuruluş kalmadı.

İşin en tuhaf tarafı ise, bütün bunların —bir muhalefet partisine oy vermesine dahi müsaade edilmeyen—halk adına, millet adına yapıldığının iddia edilmesiydi.

Yakın tarih itirafları

Şimdiki CHP liderinin dünkü gazete haberlerine yansıyan kimi açıklamaları, kelimenin tam anlamıyla birer "itiraf" niteliği taşıyor.

Bir süre önce çarşaflıları ve başı örtülü hanımları partisine kabul edip rozet takan Baykal, gelen tepkilerin rağmına olarak, her gün bir adım daha ileri gidiyor ve adeta partisinin geçmişteki icraatleriyle yüzleşip hesaplaşırcasına konuşuyor.

İşte, Salı günkü grup konuşmasında ve sonrasında gazetecilerin sorularına cevap verirken sıralamış olduğu itiraflardan bir potburi:

* "İnsanları kılık kıyafetine göre yeniden tasnif mi edeceğiz? 2009'a girerken, "tek parti zihniyeti"ni insancıl parti olarak biz mi uygulayacağız?

* "Âşık Veysel bile, kıyafeti yüzünden büyük acı yaşadı. Ankara'ya kadar gelen Âşık Veysel, kıyafeti medenî değildir denilerek bulvara (hatta Ulus Çarşısına) dahi sokulmadı ve Atatürk ile görüştürülmedi."

* "Evet, kılık kıyafeti uygun olmayan insanlar Atatürk Bulvarı'ndan geçirilmiyordu. Protokol yolunda şalvarlı olanların yürümesine izin verilmiyordu. Tek parti zihniyeti oydu."

* "Şimdi herkes kendi normal kıyafetiyle her meydana gider, her bulvarda yürür, her istediği partiye de gidip kaydını yapar, yapabilmeli."

* "Hiç kimse, başkasının niyetini okuma hakkına sahip değildir."

* "Bana 'Çarşaflıları partiye niye alıyorsun?' diye hesap soruyorlar. Alacağım kardeşim, alacağım. Bunu bil. Bir tek kişi de olsa, ona senin haksızlık yapmana izin vermeyeceğim."

Bakalım, bundan sonra daha ne itiraflar olacak. Öyle anlaşılıyor ki, "Dördüncü Mustafa"nın ölümünden sonra "ilke ve inkılâplar" için de yeni bir süreç başlamış oldu: Sıradanlaşma, basitleşme, hatta geri sayma süreci...

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Müspet hareket, susmak veya nötr kalmak değildir



Müspet hareket; herhangi bir olumsuzluk karşısında susmak veya gayr-i meşrû hareketleri tasvip etmek, nötr kalmak değildir. Hele, hoşgörü adı altında taviz vermek hiç değildir.

Müspet hareket, aslında tepkiyi (sözlü veya fiilî) en güzel, en nazik, en olumlu şekilde ortaya koymaktır. Ne var ki, kimileri susmayı ve nötr kalmayı tercih ediyor.

Susmak, “cehalet, korku ve edepten” kaynaklanır. Cesaretin kaynağı iman, korkunun iman zaafıdır. Cehalet ve korkudan kaynaklananı muzırdır. Edepten susmak ise güzel bir haslettir.

Ancak, edepsizleri tedip ve hakkı ihyâ için tepki vermek son derece önem arzeder. Zaten Kur’ân, mü’minler, “İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırırlar ve hayırlı işlere koşuşurlar”1 şeklinde vasıflandırır. Ayrıca, “Sizler insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz”2, “Allah’ın dinine sarılıp birlik olduğunuz gibi, içinizden öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip, kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir”3 âyetlerinde de bizzat ilgilenme ve gerekli tepkiyi koyma vazifesi vurgulanır.

Buna göre her mü’min “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”, yani, iyi, doğru, güzeli emretmek, anlatmak, yaymak; çirkin, kötü, yanlıştan nehyedip uzaklaştırmakla görevli.

Müspet hareketin muallimi Peygamberimiz (asm) de bu âyetleri, “Hayatımı kudreti elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, ya ma’rufu emredecek, münkeri yasaklamaya çalışacaksınız veya Allah size tarafından bir azap gönderecektir. Sonra siz Ona duâ edeceksiniz, fakat duânız kabul olunmayacaktır. Bir kötülük gizli kaldığı vakit, zararı yalnız sahibine olur; açıktan yapılıp çevre tarafından değiştirilmediği vakit ise, zararı umuma şâmil olur” şeklinde tefsir eder, yorumlar.

“Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle, ona da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğzediniz! Bu da imânın en zayıf derecesidir” hadisi de, hem “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker”i, hem de müspet hareketi barındırır.

Sahanın uzmanları, “el”, yani güç ile idârecilerin, “dil” ile de âlimlerin, “kalp” ile de mesele hakkında bilgisi olmayanların düzelteceklerini açıklar.

İşte, yetkililerin, yani, emniyet ve adlî kollukların; görevlilerin el ile; bilenlerin, ilim ehlinin dil ile düzeltmeleri müspet harekettir. Sıradan insanların da kalben buğz ederek, yüzünü ekşiterek ve kaşlarını çatarak düzeltmesi… Yani, en azından duygusal olarak o hareketi tasvip etmediklerini açıklamakla mükelleftirler. Ki, her duygu bir enerji yaydığına göre, duygusal tepki, olumsuzluklara çapına göre bir kalkan olabilir.

Dipnotlar:

1-Âl-i İmrân, 104. 110, 114.

2- Maide Sûresi: 90.

3-Âl-i İmrân, 104.

04.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mehmet KAPLAN

Siz, benim kim olduğumu; biliyor musunuz?



Siz, benim kim olduğumu; biliyor musunuz?

Gerçekten soruyorum:

Siz…

Beni tanıyor musunuz?

Durun lütfen!

Hemen:

Sözümü kesip:

“Peki, sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye çıkışmayın.

Ben..

Hoş görün!

Şaşıracaksınız ama:

Ben; en fazla sizler kadar nankör biriyimdir herhalde!

***

Huzurdan kovulan..

Dergâhtan atılan…

Diyâr diyâr sürünen....

Bir ben miyim?

Hayır!

Hiç birinizin benden yok ki bir farkınız…

Şimdi de siz;

İçin.. için içlenerek:

Ben..

diye başlayan cümleleri eveleyip durmayın içinizden!

***

Kaçınız farklı olabilir ki benden?

Hepimiz..

Ama istisnasız;

Hepimiz!

Âdem baba..

Ve:

Havva annemizin evlâdı değil miyiz?

İmtihan için bu dünya tarlasına gelen…

Ancaaaaak:

Bu imtihana ait verdiği her sözü nerede ise unutan varlıklar.

Kendini Yaratanı unutacak kadar gâfil…

Halbuki:

Peygamber (asm) bile bir an benimle baş başa kalmak istemedi….

***

Siz, benim kim olduğumu; bilmiyorsunuz?

124 bin peygamberin huzurunda hesap vereceğiniz “Haşir Günü”nü hâyâl etmenizi bile engelleyebilirim ben!

Ben:

“Kör nefisim”!

***

“Bu, Allah’ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler!”

Rûm Sûresi

Merhametine sığınıyoruz Allah’ım!

“Kör nefsimizi” ıslah et Allah’ım…

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Baykal ‘miras’ı reddedebilir mi?



CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’daki ‘değişim’ dikkat çekiyor. Yakın geçmişte, Başbakan Erdoğan ile başlattığı tartışmada da Meclis kürsüsünden değişik ‘fetva’lar vermişti. Bazı yardım derneklerinin hataları üzerine de “İslâmda yardım, din istismarı, din duygusunu kötüye kullanmak, samimi dindarlık” gibi kavramları kullanarak da dinî yorumlar yapmıştı. Aynı şekilde, başörtüsü yasağıyla ilgili olarak da “‘Türban Kur’ân-ı Kerim’in emri değildir” demişti.

Tabiî ki Türkiye’de yaşayan bütün siyasetçiler, dinî konularda da bilgi sahibi olmalıdır. Ancak bu konularda fikir beyan ederken yaptıkları ile sözlerinin birbirini tamamlaması beklenir.

Salı günkü grup toplantısında konuşan CHP lideri Baykal yine şaşırttı. Baykal, insanların kılığını-kıyafetini, ‘’devlete meydan okumak’’ diye anlamanın, bir saplantının sonucu olduğunu söyleyerek, ‘’Herkes, kendini o saplantıdan çıkaracak’’ demiş.

Baykal’ın dile getirdiği tesbit, elbette doğru. Ancak tam yerine geldiği için hatırlatmak lâzım ki, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, sırf başörtülü olarak milletvekili seçildiği ve o kıyafetle TBMM’ye girdiği için Merve Kavakçı’ya şöyle kükremişti: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir! Bu kadına haddini bildirin!”

Kelimesi kelimesine böyle olmasa da, mânâ olarak bu sözler sarf edilmişti. “Bu sözü söyleyen Ecevit ise Baykal’ın kabahati ne?” diyenler olabilir. Her iki siyasetçinin de pek çok ortak noktası vardır. Bir defa ikisi de meşhur ‘tek parti’nin genel başkanlıklarında bulundular. Ayrıca Ecevit’in TBMM’de sarf ettiği ve tarihe ‘kara bir leke’ olarak geçen bu sözü, Baykal’ın da içinde bulunduğu CHP’liler ayakta alkışlamadı mı?

Baykal, grup toplantısında çok önemli bir itirafda daha bulundu. İlgili haberde şöyle denilmiş: Cumhuriyet döneminde, Atatürk Bulvarı’ndan, kılık, kıyafeti uygun olmayan insanların geçirilmediğini anımsatan Baykal, ‘’Tek parti zihniyeti oydu. ‘Kıyafetini düzelt öyle gel’ diyorlardı. Biz siyasî partiyiz. Bir kıyafet tüzüğü, nizamnamesi mi ilân edeceğiz? İnsanları kılık kıyafetine göre yeniden tasnif mi edeceğiz?’’ sorularını yöneltti. Aşık Veysel’in ölmeden önce Atatürk’ü görmek istediğini, Ankara’ya geldiğini ancak bulvara çıkmasına izin verilmediğini bildiren Baykal, ‘’Bu tek parti zihniyetini şimdi 2009’a girerken, sosyal demokrat, insancıl bir parti olarak biz mi uygulayacağız?’’ dedi. (AA, 2 Aralık 2008)

Çok çok önemli olan bu beyan ve itiraflar da tarihe geçmiş oldu. Demek ki neymiş, Baykal ‘Cumhuriyet dönemi’ diyor, ama doğrusu “CHP’nin tek parti olarak Türkiye’yi idare ettiği dönemde” insanlar kılık ve kıyafetleri sebebiyle Ankara’nın bazı caddelerine sokulmuyordu! Şehirlerde kadınların çarşafları jandarmalarca yırtılıyordu. Doğru söyleyen tarih buna şahittir.

Anlayacağınız Baykal’ınki hem suçlu, hem de güçlü pozisyonu...

Aslında ‘CHP’nin ve tek parti devrinin’ insanlarımıza neler yaptığını vatandaş zaten biliyor. Bunların CHP lideri tarafından itiraf edilmesi çok önemlidir. Bu vesile ile teklif ediyoruz: Baykal’ın gündeme getirdiği ‘doğru bilgiler’ ders kitaplarında da yer alsın. Alsın ki yeni nesiller de Türkiye’nin hangi badirelerden aşarak bu günlere geldiğini bilsin!

Baykal’ın bugün dile getirdiği itirafları, dün hatırlatanlar ‘vatan hainliği’ ile suçlanırdı... Kaderin cilvesine bakın ki, ‘oy kaygısı’ insanlara neler yaptırıyor... Demokrasinin gücü işte bu...

Keşke yeni CHP, ‘tek parti devrindeki CHP’nin yaptığı diğer yanlışlar sebebiyle de milletten özür dilese... Aslında gerilimin düşmesi biraz da buna bağlı. Haydi hayırlısı...

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

AKP’nin “kadının özgürleştirilmesi” açılımı



“Yerel seçim stardı”nı veren Başbakan Erdoğan, partisini ve hükûmetini “gururla” methedip sık sık, “başarılar”dan bahsediyor. Ancak başta söz verilen demokratikleşme, inanç, ifâde ve eğitim özgürlüğü olmak üzere, temel hakları teğet geçerek bir tek “kadının özgürleştirmesi”den dem vuruyor.

Bilindiği gibi AKP, “yasak var” diye başörtülü kurucu ve milletvekili adayı almamakla yola çıktı. Hep “mayınlı arazi”den uzak durdu. Parti yetkilileri uzun süre “başörtüsü meselemiz değildir” dediler.

Başbakan yardımcılarından biri, içmezse de “şarabın tadını ve kalitesini bilmekle” övündü. Diğeri, “başörtüsü Türkiye’de yüzde birbuçuğun meselesi” diye hafife aldı. Seçilen başörtülü belediye meclisi üyeleri bizzat iktidar partili belediye başkanlarınca “yasal yasak” gerekçesiyle toplantılara alınmadılar. Bazı başkan eşleri, resmî törenlere katılmak için “yasalara uygun olarak” başlarını açtılar.

Kanunsuz yasağı yasayla kaldırma yanlışı bir yana; “Köşk’te smokinli resepsiyonlar”ı yeniden başlatan Cumhurbaşkanı Gül’ün atadığı rektörlerin de katılımıyla yasak daha da azdırıldı ve yaygınlaştı.

Öylesine ki Genel Başkan Yarımcısı bir milletvekilinin hazırladığı, uyuşturucu, kumar ve kötü madde bağımlılığından “gençleri koruma yasası taslağı”, daha Meclis’e sunulmadan, “partinin tüzük ve programına aykırı” denilerek Başbakan’dan “azar” ve “fırça”yla derhal geri çekildi. Tıpkı zinayı suç sayan yasanın yurtdışından gelen tâlimatıyla geri çekilmesi gibi…

“KADININ ‘ÖZEL HAYAT HAPSİ’NDEN KURTULMASI” NE DEMEK?

Neticede yasakçıların “artık gündeme dahi getirilemez” diye çarpıttıkları noktada “başörtüsü yasağı”nı kaldırmayı bir başka seçime bırakan Başbakan ve siyasî iktidar, temel hak ve özgürlükleri, veryansın ettiği “yasakçılar” ve “laikçiler” misâli salt “kadının özgürleştirmesi”ne hasrediyor.

Amerikalı Yahudi dolar spekülatörü Soros finanslı lobilerin telkiniyle, “kadının özgürleştirilmesi” paravanıyla dayattığı turuncu devrimlerle el attığı ülkelerde istimal ettiği parlak sloganları seslendiriyor.

Partisinin Kadın Kollarının düzenlediği, “Uluslararası İş’te Kadın Kongresi”nde Başbakan’ın, “Kadını özel hayata hapseden, kamu alanından dışlayan, cinsiyet ayırımcılığına dayalı baskıcı ve tutucu anlayışlar”dan yakınması, “medenileşmeye” engel görmesi, öteden beri kadınları yuvalarından çıkarmayı amaç edinmiş ecnebi şebekelerin üslûbuna uyuyor.

“Kadının medenileşmesi”ni “sosyal hayata karışması”na bağlayan ve evine bağlığını “ev hapsi” olarak gören, mutluluğu sokağa dökülüp yuvasının dışında “sosyallaşması”nda arayan zihniyete aslında AKP bugün değil, baştan beri yakın duruyor.

Ki bu zihniyet, İsrail Dışişleri eski müsteşarı Alon Liel’in, “Erdoğanizm, Kemalizmin bir versiyonudur” tespitiyle ve AKP üzerinden dindar kesimin iktidar nimetine ortak edilmesiyle dünyevileştirilmesi tuzağıyla uyuşuyor. Dahası “kadın özgürlüğü” perdesinde küresel çapta uyuşturulmuş layt ve laçka kitlelerin tefessühünü amaçlayan, İslâm âleminde âilenin tahribini hedefleyen ABD’nin “ılımlı İslâm” projesiyle buluşuyor. “İslâm sosyetesi”, “tesettür defilesi” türü garâbetler buradan türetiliyor.

Bu vaziyet, AKP’li belediyelerin sazlı- sözlü eğlence partileri ve kampanyalarıyla başörtülü ve tesettürlü kadınları ve âileleri cezp ederek, âiledeki ahlâkî aşınmayla cemiyetin dejenerisini daha da derinleştiriyor…

AKP–CHP BİRBİRİNİN DEĞİRMENİNE “OY”

TAŞIYOR

İlginç olan, her ne kadar “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” gösterilse de Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin “kadınların özgürleştirilmesi” çabasını “iyi hal” olarak görüp cezanın indirilmesine gerekçe göstererek “kapatmadan kurtarması.”

Buna mukabil AKP’nin inanç hakkının eğitim hakkıyla takas edilerek yüzbinlerce kız öğrencinin hak kazandığı okullarda inancının gereği taktıkları başörtüsüyle okumaması mağduriyetini gidermeyi bir tarafa bırakması. Görünen o ki siyasî tezatlar ortasındaki tahterevalli oyunu, bu kez kadın üzerinden oynanmakta. Yerel seçimler öncesinde CHP’nin “çarşaf açılımı”na karşı AKP’nin kadınları “özel hayat hapsi”nden kurtarıp çalıştırmasıyla “kadının sosyalleşmesi”ne odaklanması, sonuçta her iki partinin de işine gelmekte.

Baykal’ın merâsimle çarşaflılara partisinin rozetini takmasına karşılık Erdoğan’ın özellikle CHP ve farklı partilerden geldikleri söylenen başıaçık kadınlara medyanın önünde AKP rozetini takması, süregelen “oyları paylaştırma” senaryosunun bir parçası.

Böylece, seçmeni AKP-CHP cepheleri arasında iki asimetrik altrernatife mahkûm etme stratejisi güdülmekte. Diğer partileri, özellikle inanç hakkını, temel hak ve hürriyetleri sağlayan DP “yok” sayılarak devre dışı bırakılmakta.

Erdoğan da Baykal da bu taksime râzı; zira bu kutuplaşma siyaseti, karşılıklı atışmalarla, politik polemiklerle birbirini beslemekte, yekdiğerinin değirmenine “oy” taşımakta… Peki, bizzat Dışişleri Bakanı’nın itirafıyla, Türkiye’de Müslüman çoğunluğun birçok “dinî özgürlükler sorunu” dururken, AKP’nin “kadının özgürleştirilmesi” açılımı neye yarayacak?

Mahkemenin “kararı” sonrası “teslimiyet” sinyallerini veren, milletin değerlerinden ziyâde resmî ideolojinin “hassasiyetleri”ni nazara alan “neo AKP”, bütün belediyeleri de alsa, yine birinci parti de olsa, bu haliyle demokratikleşmeye, hak ve özgürlüklere ne faydası olacak?

Demokratik dirençle ciddî icraatlar olmadıktan sonra.

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tıkalı “açılım”lar



Seçimin üzerinden bir sene bile geçmeden tıkanan 22 Temmuz tablosunun aktörleri, yarım yamalak ve parça buçuk “açılım”larla toplumun farklı taleplerine güya karşılık vermeye çalışıyorlar; ama olmuyor.

En başta iktidar partisi AKP, sorunların tümüne çözüm getirecek yolu açmak için birinci şart olan yeni anayasa projesinden vazgeçerek, kronikleşmiş sorunlara perakende çözümler üretmeye kalkıştı, ama hiçbirinde sonuç alamadı.

MHP ile beraber başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmak için anayasa değişikliği yapmaya yeltendi, bedelini ağır ödedi.

Artık o konuda hiçbir şey yapamaz durumda.

O girişimin tıkanmasında baş rolü üstlenen CHP’nin son “çarşaf açılımı” da her gün yeni çelişki örnekleri sergilenerek devam ediyor.

Baykal bir taraftan “Örtüsüyle, çarşafıyla partimize gelmek isteyenleri geri çevirerek, tek parti döneminde köylülerin Kızılay’a girmesini yasaklayan anlayışı mı sürdürseydim?” diyor ve böylece bir anlamda partisi adına günah çıkarıyor; diğer taraftan “Devlete türban, çarşaf giydirilmesine müsaade etmeyiz, üniversitede türbanla ilgili tavrımız değişmez” diyerek yasak savunuculuğunu sürdürürken, “Ben Atatürkçüyüm, örtüye karşıyım” diyenleri aday gösteriyor.

Böylece zaten kör topal ve problemli başlayan “açılım” daha ilk adımlarda yeniden tıkanıyor.

Son günlerin gündem oluşturan bir diğer konusu da Alevilere yönelik “açılım”lar. AKP’nin bu husustaki girişimleri şimdiye kadar sonuç vermedi. Alevi cenahının pek itibar etmediği Başbakan katılımlı Muharrem iftarının dahi arkası gelmeyince, AKP’nin Alevi kökenli başkan yardımcısı Reha Çamuroğlu bu görevi bıraktı.

Son günlerde yeni girişim ve buluşmalar söz konusu oldu, ama yine sonuç çıkmadı. Ankara’daki Alevi mitingine hükümet cenahından yapılan bazı yorumlar ise arayı daha da soğuttu.

Gerçi Alevi sorunundaki zorluğun en önemli sebeplerinden biri, o cenahtaki temsil kargaşası.

Alevilik adına konuşanlar arasında, Aleviliği İslâm dışı gören ve M. Kemal’i—hâşâ—tenasuhla geri dönmüş Hz. Ali (r.a.) telâkkî eden bir sürü tuhaf ve sapık tipler de var; Ehl-i Sünnetin de benimseyip paylaştığı Ehl-i Beyt anlayışı çerçevesinde müstakim bir çizgi takip edenler de...

Alevileri Kemalizmin en sadık takipçileri ve CHP’nin oy deposu olarak göstermeye çalışanlar da var; Kemalizmin, halkın büyük ekseriyetiyle birlikte Alevileri de ezdiğini söyleyenler de...

Bu kargaşa içinde, Alevi toplumundaki ağırlıklı kesimin tavrı olması gereken sağduyu ve dengeli yaklaşımı bulabilmek kolay bir iş değil.

Ama buna rağmen, samimî bir çözüm niyetiyle yola çıkanların, ciddî, dürüst ve esaslı bir araştırmayla doğruyu eğriden ayırması ve Alevî toplumun hakikî temsilcileriyle buluşup, onlarla birlikte çözüm formülleri geliştirmesi gerekir.

Bunu yapabilmek için ise, Alevisiyle, Sünnisiyle herkesi şefkatle kucaklayacak bir hukuk ve demokrasi anlayışına ve bu anlayışı hayata geçirmenin hukukî zeminini teşkil edecek yeni, demokratik ve sivil bir anayasaya ihtiyaç var.

Bazılarınca “Kürt sorunu” olarak adlandırılan ve 22 Temmuz Meclisinin dördüncü aktörü olan DTP’nin de tuhaf politikalarıyla tıkadığı mesele dahil olmak üzere, bilumum sosyal, toplumsal, siyasî sorunların çözümü de buna bağlı.

Alevi bahsinde MHP’nin “açılım”ına da değinmeden geçmek olmaz. Eğer bu girişim, Bahçeli’nin danışmanı Dr. Vedat Bilgin’in “Türk Aleviliği Orta Asya’dan gelen kültürel özelliklerimizle İslâmın ilk karşılaşması döneminde meydana gelen bir sentezdir. Bu sentez Yavuz Sultan Selim’le siyasî bir mesele haline gelince soruna dönüşmüştür” (Akşam, 25.11.08) sözleriyle ifade ettiği eksene oturulacaksa, yeni tartışmaları alevlendirmekten başka ne işe yarar ki?

MHP Alevi sorununu Şamanist geleneklere kucak açarak ve Yavuz’u suçlayarak mı çözecek!

04.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Kurbanlarımızın kabulü niyaziyle



Avrupa’da bu yıl Kurban Bayramımız, Hıristiyanların “mübarek” bir gününe denk geliyor. Bayramın birinci günü Avrupa’da dinî tatil olduğu için, çalışan Müslümanların ayrıca izin istemelerine gerek kalmıyor.

Burada böyle de, acaba Türkiye’de havalar nasıl?

Her sene, Kurban Bayramı yaklaşırken, bayramlık huzuru bozmaya, ağız tadını kaçırmaya hevesli çevrelerce “kurban”a endeksli tartışmalar gündeme atılır. Ne gariptir ki, bu gibi tartışmalar, irdelemeler, insanımızı asıl mânâdan uzaklaştırmaya (istisnalar hariç) mâtuf iken, daha da yaklaştırır. Medyamızın da bir güzel teşne olduğu bu “yüzeysel” tartışmalarla; deri, boynuz, kulak, et derken bayrama gireriz de, o güzelim havayı doyasıya solukladıktan sonra, asıl mânâyı idrak etmeye başlarız.

Ve işte o zaman, bu günleri bize ihsan eden Ezelî ve Ebedî Sultanımıza kurban olasımız gelir. Değil sadece hayvanlarımızı, kendimizi bile kurban etmeye hazır hissettiğimiz Onun o sonsuz kudreti ve azameti karşısında “Allahu ekber, Allahu ekber” diyerek kendimizi teskin ederiz. “Allahu ekber”lerin bahşettiği sükûnet içinde anlarız ki, kestiğimiz kurbanlar, kendi yerimize kabule yükselmiş kurbanlardır. Bu bayram da, bir bakıma onun bayramıdır. Kendimizin, yani insanın, yani Hz. İsmail’in (a.s.), Allah’ın keremiyle kurbanlıktan azledilerek, yerine bir koçun kurbanlığının, hem de Hz. İsmail’in (as) yerine kabul edilişinin bayramıdır.

Ey kurban olduğum Allah!

Sana olan şükür ve kulluk borcumuzu nasıl eda edebiliriz ki... Sen, en güzel sûrette yarattığın insanı, kurbanlık koyun gibi bıçak altına yatırılmaktan kurtarmış; o mânayı, zaten yeme ihtiyacı için her gün dünyada milyonlarca yerde, yere yatırılıp kesilen hayvanlara yüklemişsin.

Gerçi insanı kurban etme geleneği, hiçbir zaman hak ve hakikat yolunda, Peygamberler silsilesinde görülmemiştir. Enaniyet ve felsefenin empozesiyle haktan sapan güruhun, Nemrutların ve Firavunların kirli elleriyle uygulama alanı bulmuştur. Hak yolundan ve Peygamber tebliğinden mahrum kalanlar ya da onlara kulak tıkayanlar; insanüstü ve tabiatüstü olarak tasarladıkları güçlere ve onları temsil eden putlara hoş görünmek için kurban törenleri yapmışlardır. Sadece insan ve hayvan kesmek yoluyla değil, çeşitli sungular sunmak yoluyla da icra etmişlerdir. Hatta ilk doğan çocukların henüz yedi-sekiz günlük iken, daha bol ürün versin diye putlara kurban edildiğini bile “pürşer-beşer” tarihi kaydeder.

“Onların, Allah’a yaklaşmak için Ondan başka ilâh edindikleri şeyler kendilerine yardım etselerdi ya! Fakat o ilâhları kaybolup gittiler...” (Ahkaf Sûresi: 28.)

Aslında ilk insan Âdem babamızdan beri hak ve bâtıl olarak uzanıp gelen iki silsilenin her ikisinde de, kurban hâdisesi uygulanagelmiştir.

Kabil’in kabul görmeyen kurbanı, bâtıl kurbanların âdeta çekirdeği olmuş, beşeriyet tarihinde Allah adına kesilmeyen, hatta Ona isyan mânasını taşıyan kurbanlar, sanki Kabil’in reddedilen kurbanından türemiştir. Habil’ in Cenâb-ı Hak tarafından kabul edilen kurbanı ise, günümüze kadar Allah adına sunulan kurbanların biricik nişanesi olmuştur.

Bu arada, Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sevgili dedesi Abdulmuttalib’in Allah yoluna kurban ettiği yüz deveyi de unutmayalım. Allah, o develeri Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın (sonradan Peygamberimizin babası olma şerefine eren) yerine kabul etmişti. Böylece Hz. İsmail’in (a.s.) neslinden gelen biri, yine onun şerefli akibetine muhatap oluyordu.

“Onların ne etleri, ne kanları Allah’a ulaşacak değildir. Allah’a ulaşacak olan, ancak sizin takvanızdır.” (Hac Sûresi, s. 37)

Hz. Âdem (a.s.) zamanından Hz. Musa’ya (a.s.) kadar kurbanla ilgili İlâhî adet şöyleydi:

Cenâb-ı Hak, kabul ettiği kurbana bir ateş gönderir ve onu yaktırırdı. Kabul edilmeyen kurban ise olduğu gibi kalırdı. (Habil ile Kabil’in kurbanlarında görüldüğü gibi.) Allah, sonra bu âdeti Benî İsrail zamanında kaldırdı. Hangi kurbanlarımızın, kendi yüce katında kabul gördüğünü, ancak Kıyametten sonra bilmemizi takdir etti.

Kurbanlarımızın kabulü niyaziyle...

Not: Tam beş yıl önceki Kurban Bayramını doyasıya yaşadıktan sonra hemen ruhunu Rahman’a teslim eden Celal Yaprak ağabeyim için her Kurban Bayramı, onun vefatının sene-i devriyesi olarak kendisini bize hayırlarla yad ettiriyor. Siz değerli okurlarımızın, onu ve bütün mevtalarımızı Fatihalarına dahil etmesi dileğiyle Kurban Bayramınızı tebrik ediyor, selâm, saygı ve muhabbetlerimi arz ediyorum. M.Y

04.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır