"Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Küresel krizden doğan manevî fırsat



Dünya hayatı insanları özünden uzaklaştırdıkça, eşya üzerinde sebeplerin hakim olduğu vehmi ön plana çıkıyor ve buradan kaynaklanan güven duygusu kaybı fertleri stres ve gerginliğe sürüklüyor. Buna, ontolojik güvensizlik kaynaklı anksiyete diyebiliriz. Bu da günümüz insanının temel problemi ya da problemlerinin temel kaynağı olarak önümüze çıkıyor. Son dönemlerde ön plana çıkan ekonomik söylentiler karşısında insanların yaşadıkları kaygı ve endişe halleri de, bu durumun uzantısında ortaya çıkan kaygı ve endişe halleri de benzer bir psikolojik alt yapının uzantısında yaşanıyor olmalıdır. Bu aslında Batılı bir varlık algısının ruh dünyalarında yerleşmiş olması sonucu oluşan bir algı kırılması, varlığın Yaratan ile bağlantısının algı dünyalarında kopmasıdır.

Doğu ile Batı medeniyetlerini ayıran en önemli özelliklerden biri, Batılı anlayışın daha maddî ve eşya eksenli bakışı sebebiyle sistemi ön planda tutuyor olmasıdır. Doğu medeniyetinin şekillendirdiği insan tipinde ise varlığa daha geniş bir bakış, her şeyi bir arada kuşatan bir anlayış, kadirşinaslık, feragat, fedakârlık gibi üstün hasletler gözlenmekle birlikte, bunların beraberinde bir dağınıklık ve sistemsizlik hali izlenmektedir. Zaman zaman ana kaynağında müsbet ve iyi özelliklerden kaynaklanan tavırlar neticede yanlış mecralara sürüklenebilir ve günlük yaşantıda ferdin başını ağrıtacak sonuçlar doğurabilir. Meselâ karşılıklı güven çok iyidir, ancak ticarette ve başka tür akitlerde senet yapmamak veya akdi yazılı hale getirmemek fıtrî şeriata itaatsizliktir. İşleri karşılıklı anlayış halinde götürmek iyidir, ancak oturtulmamış bir sistem içinde hatır ve gönül ilişkileri ile işleri yürütmek her türlü organizasyonda sıkıntılara yol açacak sonuçlar doğurabilir. Doğulu insan tipinde sevgi, saygı, muhabbet ön plandadır ve ticarî, siyasî, sosyal ilişkilerde bu münasebetler üzerine tesis edilmiş bir yaklaşım hakim olur. Sistemin olmadığı yerlerde işleyişler kişiliklerden doğrudan etkilenecektir. Her kişiye göre değişen ve sürekliliği olmayan bir işleyiş hakim olacaktır. Bu ise istibdatlara ve zulümlere kapı açan önemli problemlerdendir. Sistemlerini kurmuş topluluklar ve işleyişler zaman, mekân ve kişilerden etkilenmeksizin sürekliliklerini korurlar. Günümüzde maddî güç ve teknolojik açıdan bizden çok ileride olduklarını düşündüğümüz Batılıların elde ettikleri başarılarda her işi sistemli bir şekilde ve belirli kurallarla yürütüyor olmalarının büyük payı vardır.

Bu gün İslâmı ya da hakikî insanlığı, insanlara anlatabilmenin en güzel yolu onun hayata, ruha hitap eden güzelliklerini yaşayarak ortaya koyabilmektir. “Canım!...”, “Evet ama!...”, “Öyle de!...” türünden başlangıçları olan cümlelerle doğrulukta oluşturulan eğilmeleri bir tarafa bırakıp tam inandığımız gibi yaşamamız şarttır. Yine varlık âlemimizde Kadir-i Zülcelal’in eşyanın işleyişi tarzında koyduğu kanunlara riayet de bu tarz yaklaşımın diğer bir yönünü temsil etmektedir.

Saygıdeğer, Yusuf Kaplan’a göre Çin’de de olsa alınacak olan veya alınması tavsiye edilen ilim bağlamında Asr-ı Saadette Çin ile bu günün Batısı benzer anlamları karşılamaktadırlar. Terakki yolunda kâinat kitabını iyi okumuş ve buradan elde ettiklerini sistematize etmiş Batıyı bu yönlerden örnek olarak görmek ve onlarda işleyen sistemlerin kendi yitik malı olduğunu kabullenerek almak şarttır. Doğunun Batıdan öğreneceği en iyi şey sistem ya da işlerde sistemin gerekliliğini idraktir. Bu İslâm inancı içinde yaşamaya çalışan ferdin günlük hayatında olduğu gibi ila-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının insanlara ulaştırılması konusunda da çok büyük önem arz etmektedir.

Şu an kâinat kitabı ile kelâmullah arasında, kâinat kitabının kelâmullah ışığında okunmamasından kaynaklanan bir kopukluk yaşanmaktadır. Oysa istikbalde hakim olacak Kur’ân medeniyeti hakkıyla zuhur etmek için bu ikisi arasındaki âhengin sağlandığı zamanları beklemektedir. Varlık âleminin sırlarını açacak olan bütün varlık kelimelerini okumak ve bunun gerçek anlamına ulaşabilmek için Kur’ân’ı bir anahtarlığı ve şifre çözücülüğüne inanıp, sığınmaktır. Kâinat kitabının bilimler tarafından okunması ile varlık âleminin pek çok sırları açılmış ve madde kendi açılımı ile yalnızca maddî plandaki izahların yeterli olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Yani maddeci anlayış ya da bilimin ilâhlaştırıldığı ekoller kendi kendilerini yok etmişlerdir. Bu noktadan sonra beklenen gelişme bilimin içinden çıkamadığı ve tam anlamı ile aydınlatamadığı sırlara semavî izahların ışık tutmasıdır. İstikbalde hüküm sürecek ise bütün semavî izahları içinde bulunduran Kur’ân olmalıdır. Bütün işaretler bu yönü göstermektedir. Kur’ân’ın yolunda olanlara düşen ise bir sistem dahilinde ve sistematize edilmiş tarzda Kur’ân hakikatlerini insanlığa anlatmaktır. Yani, kâinat kitabının verileri ile Kur’ân’ın verilerini buluşturmaktır. Bunu yaparken anlattıkları hakikate gerçek anlamda ayine olabilmek en önemli vazifeleri olarak algılanmalıdır. Bu maksatla İslâmiyetin doğruluğunu ve doğru İslâmiyeti Kur’ân medeniyeti adı altında insanlığa ulaştırmak her Müslümanın daha geniş anlamı ile Allah’a inanan herkesin birinci ve en hayatî vazifesidir.

Tam da gelinen nokta bu anlamda böyle bir fırsat yakalanmış olarak kabul etmek ve Batının birikimleri ile Doğunun eşyayı iki boyutlu algılayan ve madde ve mânâyı birlikte değerlendiren zenginliğinden kuşatıcı bir varlık algısına ulaşacak zeminler hazırlamak ve krizi fırsata dönüştürmek gerekiyor. Bu anlamda aklın nuru ile vicdanın ziyasından asrı nurlandıran hakikatlere ulaşmış olanların üzerine büyük bir sorumluluk düşmektedir. Âlemlerin Rabbi’nin nazarları mânâya çevirdiği şu dönemde ortaya çıkan münbit zemin bu sorumluluğu daha da arttırmıştır.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Muhammedî ahlâka muhtacız



Risâlet güneşi Hz. Muhammed (asm) “Rabbim beni en güzel bir şekilde terbiye etti” diye ifade buyurmuşlardır. Buna rağmen duâlarında “Ya Rabbim sûretimi güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelleştir” diyerek Rabb-i Rahime yalvarmış ve bu duâlarıyla biz ümmetinin fertlerine yol göstermişlerdir. Rabbi tarafından hem maddeten hem de mânen en güzel bir şekilde yaratılan Yüce Peygamber (asm), güzel ahlâkın ehemmiyetini hem hayatında yaşayarak dile getirmiş hem de lisaniyle bizlere bu konuda tavsiyelerde bulunmuşlardır. Çünkü en güzel bir şekilde yaratılan insanoğlu en güzel bir ahlâka lâyıktır.

Bir şeyin sadece madde itibarıyla güzel olması yetmemekte, ayrıca onun o mânevî güzelliğiyle etrafındakileri olumlu bir şekilde etkilemesi önem arz etmektedir. Bu sebeple Resûlullah’tan (asm) okuduğum bir çok hadis-i şerifte güzel ahlâkın insanoğlu için olan ehemmiyetinin dile getirildiğini gördüm. Yine bir Müslümanın çevresindeki insanlarla iyi geçinmesinin, komşularıyla iyi münasebetler içinde bulunmasının ehemmiyeti de muhtelif hadislerde ifade edilmektedir. İyilikleriyle ve güzel ahlâkıyla insanları sevindirmiş bir insan, şüphesiz aynı zamanda Rabbini razı etmektedir ki, bu durum onun ebedî saadeti kazanması için önemli adım olacaktır.

İnsanı en güzel bir şekilde yaratan Kâinatın Rabbi, ona ahlâkın en güzel yolunu Kur’ân-ı Azimüşşanıyla göstermiştir. Hz. Âişe (ra) validemizin Peygamberimizin (asm) ahlâkını soranlara “Kur’ân okumuyor musunuz? Resûlullah’ın ahlâkı Kur’ân’dı” diye buyurması da bizlere güzel ahlâkı elde etmenin yolunu göstermektedir. Bilhassa biz Müslümanlar güzel ahlâklı olmak için Kur’ân’ı okuyup hükümleriyle amel edecek ve yaşayan Kur’ân olan Peygamber Efendimizin hayatını kendimize rehber edineceğiz. Eğer Kur’ân’a uymuyor ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber edinmiyorsak o insanlık için özlenen ahlâkı da bulabilmemiz mümkün olmayacaktır şüphesiz.

Biliyoruz ki insanı insan eden İslâm imanının gereği, dinimiz hakkında bildiğimiz hakikatleri hayatımıza geçirmektir. İnsanlarla olan münasebetlerimizde Kur’ânî bir yol takip etmediğimiz sürece gerçek bir Müslüman olmamız çok zor olacaktır. Başka bir yolla Rabbimizin rızasını da kazanamayız. O zaman bizler her şeyden önce Peygamber Efendimizin (asm) ahlâkına göre hareket edip etmediğimize bakmalıyız. Eğer bu konuda eksikliğimiz varsa boşu boşuna dinimize hizmet ettiğimiz iddiasında bulunmamamız gerekir.

Allah’ın Yüce Resûlü (asm) güzel ahlâkıyla gönülleri kazanarak dâvâsını yaymış ve bu sûretle Rabbimiz onu hedefine kavuşturmuştur. O İslâm nurunu kıyamete kadar sönmeyecek şekilde kâinatın her tarafına yaymıştır. Bu gün ve şimdiye kadar İslâm düşmanlarının hiçbiri Peygamber Efendimizin (asm) güzel ahlâkı hakkında aykırı bir söz söyleme cüretini gösterememiştir. Çünkü o bütün hareket ve davranışlarıyla sadece Rabbinin rızasını kazanmaya çalışıyordu. Nefis ve şeytan onun o güzelim ahlâkının semtine bile yaklaşamamıştır. Ne yazık ki biz Müslümanların en büyük handikaplarından biri çoğu zaman hissiyâtlarımızla hareket etme alışkanlığına sahip oluşumuzdur. Böyle olunca rıza-ı İlâhî bizden uzaklaşmakta, şeytanların tuzaklarına daha rahat düşebilmekteyiz. Hakkın hatırını her şeyden üstün tutan bir anlayışla hareket etmek bizim en önemli düsturumuz olmalı. İki yüzlülüğü, riyakârlığı dünyamızdan silmeli, yalandan yılandan kaçar gibi uzaklaşmalıyız. Kısacası Hz. Muhammed’in (asm) “El-Emin” sıfatını kendimize rehber edinmemiz gerekir. İnsanların güvenini kazanırsak dâvâmızı hem lisan-ı halimizle hem de lisan-ı kalimizle daha rahat bir şekilde insanlara kabul ettirebiliriz.

Kur’ânî ahlâkı, Peygamberî yaşayışı, dolayısıyla İslâm’a lâyık güzellikleri hayatımıza geçirebilseydik, İslâm için başka hiçbir şey yapmamıza gerek kalmazdı. Hâsılı bize, görenlere “İşte gerçek Müslüman” dedirten bir ahlâka ihtiyacımız bulunmaktadır. O zaman ancak en büyük hedefimiz olan “Allah’ın rızasına nail olma” hedefimize kavuşabileceğiz.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“İnandım de ve dosdoğru ol”



Özellikleri, meziyetleri sebebiyle meleklerin inip “Korkmayın ve üzülmeyin; size vaad olunan Cennetle sevinin!” dedikleri bir kısım insanlar vardır. Bunlar Cennete lâyık hâle gelmiş insanlardır. Melekler onlara, “Dünya hayatında da, ahirette de biz sizin dostunuzuz. Orada canınızın çektiği ve istediğiniz her şey vardır. Bu, çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olan Allah tarafından bir ziyafettir” derler.

Nedir bu insanların özellikleri? Ne yapmışlardır da bu mükâfata ermektedirler?

Kur’ân-ı Kerim bunların “Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra da doğru yolda sebat eden kimseler 1 olduklarını bildiriyor.

Allah katında en önemli haslet inanmak ve sonra da gösterdiği tarzda dosdoğru olmak ve emaneti teslim edinceye kadar bunda sebat etmek değil midir? Birisinin gelip Allah Resûlüne (a.s.m.), “Bana İslâmla ilgili öyle bir söz söyle ki başkasına sorma ihtiyacı hissetmemeyim” dediğinde Allah Resûlünün (a.s.m.), “Alla h’a inandım de. Sonra da dosdoğru ol”2 buyurmasında da aynı hakikat söz konusudur.

Mü’mine düşen gönülden şeksiz şüphesiz inanmak, inandığı gibi dosdoğru olmak ve bunları elinden geldiğince yaşamaktır. Allah’ın en çok sevdiği hareket budur.

Mü’min her şeyden ve herkesten önce Allah’a karşı doğru olacak, Allah’a verdiği söze sadakat gösterecektir. Allah’ın rızasını kazanmanın ilk, vazgeçilmez şartı ve dosdoğru din budur. Onun için Kur’ân-ı Kerim, bütün batıl dinlerden uzaklaşarak ihlâs ile Allah’a kulluk etmeyi emreder. Bunun dosdoğru dinin ta kendisi olduğunu bildirir.3

İhlâsın gereğidir bu. Kul içinden her türlü batıl inancı atıp doğrudan doğruya zerreden kürelere kadar her şeyin sahibi; eşi, benzeri, dengi, ortağı ve yardımcısı olmayan, tek ve bir olan Allah’a kullukla emrolunmuştur.

Demek insan ilk önce Allah’a karşı doğru olacak, sonra da diğer insanlara ve yaratıklara karşı…

İşte bu doğruluk onu sadece dünyada değil, âyetlerde müjdelendiği gibi ahirette de mutlu edecektir. Gerçek kurtuluş budur. Ne güzel buyurur Allah Resûlü (a.s.m.): “Sonunda helâk olacağınızı bilseniz bile doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü gerçek kurtuluş ondadır.“ 4

1. Fussılet Sûresi: 30-32.

2. Müslim, İman: 62; Müsned, 3:413; 4:385.

3. Beyyine Sûresi: 5

4. Feyzü’l-Kadir, 3:232.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir iman ve hidayet yolcusu:Sanatçı Yaşar Alptekin (2)



Hidayet dairesine girdikten sonra tefekkürî iman dersini almaya ve ibadetlerini de aynı iman şuuruyla yapmaya başlayan Yaşar Alptekin'in özellikle bu seneki hac fârizasını edâ etmesi, son derece medyatik bir hadiseye dönüştürüldü.

Meselenin medyatik hale gelmesi, onun arzu ve iradesi haricinde oldu. Bunu defalarca söyledi. Fakat, bazılarına bunu bir türlü dinletemedi, kabul ettiremedi.

O bazıları ki, illâ da niyet okuyacaklar ve kendilerinde başkasının niyetini sorgulama hakkını görecekler...

Böyleleri için ne yapılabilir ki?

Alptekin, ısrarla ve bütün samimiyetiyle şunları ifade etti: "Hacca giderken, bunu kimselere söylemedim. Yakın çevremden dahi çoğu kimse bilmiyordu. Maksadım gösterişten, riyâdan uzak bir şekilde ve sırf Rabbimin rızası için bu farzı yerine getirmekti. Medyatik olmak gibi bir niyetim asla yoktu. Şayet böyle bir niyetim olsaydı, giderken de medya organlarına haber verir, onlara kendimi takip ettirirdim. Sonradan olup bitenler, tamamıyla bir rastlantı eseridir. Ayrıca, işin bu boyutlara varacağını, havaalanına iner inmez takip edileceğimi, Eyüpsultan'da medyanın odak noktası haline geleceğimi ne düşünmüş, ne de tahmin edebilmiştim..."

Yaşar Alptekin, bu minval üzere dil döküp duruyor, fakat bazı maksatlı kimselere bir türlü söz dinletemiyor. Onlar, işin içinde illâ da bir artniyet, bir riyâkârlık hissi, bir reklâmcılık hevesi, vesaire arıyorlar.

Gördüğümüz ve anladığımız kadarıyla, Yaşar Alptekin, inandıklarını mânevî bir huzur ve huşû içinde yaşamak istiyor. Sâkin ve sâde bir hayatı arzuluyor. Geçimini temin için işini yaparken, inancına, ibadetine zarar gelsin istemiyor.

Cenâb–ı Hak, onu ve onun gibileri bu hâlis niyetlerinde İnşaallah muvaffak eder.

İfrat ve tefritten uzak durulmalı

Sonradan iman ve hidayet dairesine giren şân–şöhret sahibi kimselerin hayatı, onların hemen her türlü hal ve hareketleri daha bir yakından takip edilir.

Kimisi malzeme bulmak, kimisi de örnek almak maksadıyla yapar bu amansız takipçilik işini...

Kimisi fazlasıyla rahatsız olur onların hidayete ermesinden, kimisi de bir kuru yaprak misâli kaptırıverir kendini onların estirdiği bu değişim rüzgârlarına...

İkisi de yanlışa düşer.

Zira, hidayet büyük bir nimettir. Bu nimete mazhar olanı alkışlamalı, tebrik etmeli, istikametten ayrılmaması için ona çokça duâ edilmeli.

Ayrıca, şöhretli kişi hidayet dairesine girdi diye, gözünde onu çok büyütmemeli, haddinden fazla bir teveccüh göstererek onu uçurumun eşiğine getirmemeli.

Yani ifrat ve tefrit denilen her iki türlü aşırılıktan da uzak durmalı. Tâ ki, hem kendimize, hem onlara bir zararımız dokunmasın, faydamız dokunsun.

Şahit olabildiğimiz kadarıyla, mü'min kardeşimiz Yaşar Alptekin de, kendine dikkat ediyor, yanlışa düşmemeye âzamî derecede gayret gösteriyor.

Rabbim, muhafaza ve inayet buyursun.

Suâllere güzel ve dengeli cevaplar

Yaşar Alptekin'in çeşitli medya organlarındaki röportajlarını takip ettik. Suâllere mümkün olduğunca doğru, mâkul ve dengeli cevaplar veriyordu.

Yalnız, bazı doğrular vardır ki, onlar her yerde söylenmez.

Meselâ, "Benim eski hayatım çöplük oldu. Ona bir daha özenip de dönmem. Hâ, bazıları o eski hayatımı karıştırıp duruyor. Tıpkı, kedi ve köpeklerin yaptığı gibi..." şeklindeki ifadeleri kesinlikle doğrudur. Ne var ki, kedi ve köpeğe benzettiği kişiler zaman zaman tam da karşısında, onunla röportaj yapan kimseler oluyor.

İşte, böyle durumlarda daha bir dikkatli davranmak lâzım. Tâ ki, o kimseler nasırlarına basılmış gibi rahatsız olmasınlar ve düşmanlıklarını daha da şiddetlendirmesinler. Zira, bir düşmanı düşmanlıktan vazgeçirmek de bir hizmettir.

Öte yandan, değerli Alptekin'in imandan ve ibadetten bahsetme tarzının çok güzel, yerinde ve isabetli olduğunu ifade edelim. Muhataplara iyi tesir ediyor.

Keza, sanatçı kardeşimizin henüz 16 yaşında olan kızıyla münasebetleri hakkında söyledikleri de takdire şayan oldu. Ona dinini öğretirken, onu ibadete teşvik ederken, ona ahlâk dersini telkin ederken, hiç baskı yapmaması, onun iradesini ipotek altına almaya çalışmaması, onu kontrollü bir serbestlik içinde bulundurmaya çalışması, cidden alkışlanacak bir davranıştır.

Bir taraftan evlâdına tam bir şefkat hissiyle davranması, bir yandan da yıllardır ona hizmet etmesi, eminim ki, pekçok kimseyi derin derin düşünmeye sevk etmiş, onlara çok tesirli dersler vermiştir.

Aradığını bulan, bulduğuyla kanaat eden ve huzurlu bir hayata mazhar olan Alptekin ailesine, bundan sonra da aynı istikamet üzere bir hayat sürdürmelerini Rabbimizden niyaz ederiz.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Cihad ve müsbet hareket



Batıyı, özellikle laik çevreleri endişelendiren konulardan birisi İslâm’daki cihad anlayışıdır. Aslında onları endişelendiren ve ürküten, Kur’ân’ın öngördüğü cihad değil; bir kısım “dinde hassas, muhakeme-i akliyede noksan” ve İslâmın ruhunu kavrayamamış bazı safdillerin anlayışı, radikal halleridir.

Güya “Cihad ediyoruz; İslâmiyeti müdafaa ediyoruz!” diye, menfî/olumsuz yaklaşımlar sergileyerek şiddete, radikalizme yönelerek hizmet yerine, hezimete sebep oluyorlar. İlim ve fikirle mücadele edemeyen kaba kuvvete, şiddete sarılır!

Ne yazık ki, “ifsat ve zındıka komiteleri”, cehalet, dışlanmışlık, sindirilmişlik ve sıkışmışlığın eseri olan bu radikal hareketleri İslâmdan kaynaklanıyor gibi gösteriyor ve kullanıyor...

Gerek 20. asrın başlarında, gerekse 20. asrın ortalarında Ortadoğu’da, sair İslâm veya Batı ülkelerinde İslâm adına sergilenen menfî hareketler, şiddete dayalı tepkiler bu cümleden sayılabilir.

Eğer, Bediüzzaman’ın Türkiye’deki gibi ortaya koyduğu müsbet hareket benimsenseydi, Mısır, Cezayir, Tunus gibi İslâm ülkelerinde şiddet yaşanmaz, ortalık kan gölüne dönmezdi.

Evet, gerek gayr-i müslimlerin, gerekse laik çevrelerin endişelendikleri hususlardan birisi de Kur’ân’daki “cihad” kavramıdır. Cihadı, sanki şiddete dayalı bir mücadele zannediyorlar.

Oysa Arapça, “c-h-d” kökünden türeyen cihad; çalışmak, çabalamak, gayret etmek; meşakkati yüklenme adına olanca takatı göstermek, düşmana karşı yapılan müdafaada bütün gücü harcama, anlamındadır. Maddî güç, silâhlı mücadeleden ziyade manevî, ilmî, fikrî mücadeleyi ifade eder. Kur’ân’ın, “Sakın kâfirlere itaat etme ve Kur’ân’a dayanarak onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad gerçekleştir”1 fermanı bu hakikati vurgular. Savaş izninin bu âyetten 13 sene sonra verilmesi, “cihad”ın mânevî, kültürel olduğunu gösterir.

İslâm literatüründe silâhlı mücadele/savaş daha ziyade “kıtal” kelimesi ile ifade edilmesi de bu hakikati teyid eder. İslâmın savaş anlayışı, tecavüze değil, müdafaaya yöneliktir. Savaşların başlatıcısı Müslümanlar değildir. Daima hakkı ve adaleti yayma, müdafaa veya zulmü ortadan kaldırma makamındadırlar.

Yüce Nebî (asm), İslâm mukadderatıyla ilgili büyük bir savaştan dönüşte “Küçük cihaddan büyük cihada döndük” demişti. Büyük cihadın ne olduğu sorulduğunda, “Kişinin hevâ ve hevesine karşı gerçekleştirdiği savaştır ki, bu cihadın en büyüğüdür” şeklinde cevap vermesi de2 bu mânâyı ispatlar.

Cihad, zahirdeki düşmana karşı müdafaayı, şeytana ve nefse karşı direnme ve mücadeleyi esas alır. Bu çerçevede değerlendirildiğinde cihad, İslâm adına yapılan her türlü aktivitedir.3 Ruh ve duygularımızı tekâmül ettirmek için hayatın bütün katmanlarında geçerli olan ibadet ve ahlâkî hakikatleri hayata geçirmenin de adıdır.

Cihad, “Bizi Allah’tan uzaklaştıracak her şeye karşı uyanık ve tetikte olmak; Allah’ın bizim şahıslarımızda ve İslâm toplumunda murad ettiği uyumu gerçekleştirmek adına verilen gayrettir.”4 “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır...” 5 emri de buna yönelik.

Bahtiyarız ki, Bediüzzaman, maddî cihad yerine, “mânevî cihad”ı öne çıkararak ve “müsbet hareket” stratejisini geliştirerek fitne, fesat, nifak ve şikakı doğuracak, asayişi zedeleyecek her türlü hareketlerin önüne set çekmiştir. Bu husustaki sağlam ölçüleri, bizzat nefsinde yaşayarak ortaya koymuştur. Böylece insanlarımızı şiddete düşmekten, başkalarını da şiddete maruz kalmaktan kurtarmıştır. Ne var ki, onun geliştirdiği bu strateji, hem ilim-fikir ehli, hem yöneticiler tarafından tahlil edilmeyi, müzakereyi, anlaşılmayı, yaygınlaşmayı ve uygulanmayı bekliyor.

Dipnotlar:

1- Furkan: 52; 2- Feyzü’l-Kadir, 4/511; Keşfü’l-Hafâ, 1/511; 3- Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm, 96. 4- Nasr, İslâm, 97. 5- Nahl: 125.

22.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Tahkik ehli olmak



Bilerek veya bilmeyerek her insan yanlış yapar, hata yapar. Doğru olmayan hâl ve hareketler, tasvip edilmeyen söz ve davranışlar her zaman her insanda bulunabilir. Bunun bir tek istisnası vardır; o da peygamberlerdir. Onlar, “ismet” sıfatının bir gereği olarak, hususî mânâda Yüce Allah tarafından günah ve kusurlardan mahfuz kalmışlardır. Peygamberlerin bir alt tabakasında olan Sahabe-i Kirâm dahi hata ve kusurlardan mahfuz kılınmamıştır. Bilerek veya bilmeyerek zaman zaman onlardan da bazı hata ve kusurlar sudur etmiştir. Sıffîn ve Cemel vak’alarında olduğu gibi...

Peygamber cemaati, peygamber dostu o güzide insanlardan bile bazı yanlışlar, bazı hatalar sudur ettiğine göre, bu asrın adeta ateş çemberinde günahlarla iç içe olan mü’minlerin hata ve kusurlardan uzak durmaları, günahlardan yakalarını sıyırmaları imkânsız gibidir.

Onun için biz biliyoruz ki, her insan bilerek veya bilmeyerek hata işler, yanlış yapar. Günaha girer, kusur yapar... Şerlere, kötülüklere meyyaldir, her an onlara girebilir. Bazen de iyilik niyetiyle kötülük yapabilir. Doğruluk adına bilmeden yanlışı savunur. Dürüstlük adına yanlışlıkta ısrar eder. Kendisi doğru yerde olduğu halde, yanlış konuşur, yanlış istikametlere yönlendirmelerde bulunur.

İnsanoğlunun tuhaflığı, garipliği, bununla da sınırlı değil. Çok mükemmel diye bildiğimiz insanlardan da hiç umulmadık kusur ve hatalar sudur edebilir. Çoğu insanın, örnek insan, rehber insan olarak bilip, itimat ettiği insanlar da zaman zaman yanlışlara, vartalara girebilir. Nice seçkin, güzide, nümune-i imtisâl olmaya lâyık insanlar, bazı istenmeyen hâl ve davranışlar sergileyebilir.

Akıl, zekâ, basiret gibi avantajlı duyguların dahi insanları kusur ve hatalardan alıkoymaya yetmediğini... Diploma, kariyer, tecrübe gibi şeylerin bile bu meyanda bazen bir fayda sağlamadığını... Hatta bu gibi avantajların, insanları, farkına varmadan bazan gurur, kibir gibi bazı hata ve kusurlara sevk ettiğini görüyoruz.

İşte tam da bu noktada insanların bu nev'î zaaflarını, hususiyetlerini gözönünde bulunduran Bediüzzaman’ın, eserlerinde verdiği ölçülerden, bilhassa kudsî hizmetlerimizin selâmeti için insanlara karşı “hüsn-ü zan ve adem-i itimat” içerisinde bulunmak gerektiğini anlıyoruz. Hem şahsımızın, hem de ulvî dâvâmızın, insanların işlemesi muhtemel olan hata ve kusurlarından etkilenip zarar görmemesi için, bütün insanlara karşı yaklaşımımızda bir taraftan hüsn-ü zan içinde olurken, diğer taraftan da adem-i itimadı göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Bediüzzaman’ın bu mânâda pek çok beyanı vardır. Meselâ “Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir” sözüyle bu zamanda yanlış yerde duran bir çok insanın, doğru yerde durduklarını iddiâ ederek sûret-i haktan göründüklerini, kusur ve hatalarını gizlediklerini haber veriyor. Bu tesbitten sonra da, böyle durumlarda ne yapmamız gerektiğine dair “Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor” diyerek, bu noktada da çok dikkatli, titiz ve uyanık olmamızı açık bir dil ile ifade ediyor. Bu durumun önemini belirtmek için de, daha anlaşılır bir ifade ile kendi şahsından örnek veriyor:

“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” (Münâzarât, s. 49)

Bediüzzaman’ın, kendi söylediklerinin dahi bir mihenge vurulmasını, doğrudan kabul edilmemesini, kalbe sokulmamasını tavsiye etmesi, Nur talebelerinin kılı kırk yararcasına ehl-i tahkik, duyarlı ve dikkatli olmaları içindir. “Ağam bilir” anlayışı yerine, kimden çıkarsa çıksın, söylenenleri Kur’ân, Sünnet-i Seniyye ve onların bir tefsiri olana Risâle-i Nur penceresinden değerlendirmek doğru olacaktır.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Değişelim” dememiş miydiniz?



Boğaziçi Üniversitesi ile Açık Toplum Enstitüsü’nce ortaklaşa hazırlanan “Türkiye`de farklı olmak, Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı rapor yeni bir tartışma başlattı. Belki bu tartışmaya ‘yeni’ de denemez. Çünkü tartışılan konular zaman zaman alevlenen ‘bildik’ mevzular...

13 şehirde yapılan araştırmada ortaya çıkan neticeye göre kadınlar mahallede gördükleri tepkiler nedeniyle etek giyemezken, erkekler saçlarını uzatmaktan, top sakal bırakmaktan, küpe takmaktan korkuyorlarmış. Konuyu manşete taşıyan bir gazete, “İşte değişen Türkiye” demiş. (Cumhuriyet, 20 Aralık 2008)

Araştırma sonucu ortaya çıkan bilgiler, kimi basın organlarınca bu şekilde sunularak; “Bakın, Türkiye’yi ne hale getirdiniz” denilmek istenmiş. Onlara göre bütün bu gelişmelerin sebebi, Türkiye’nin her geçen gün “daha fazla dindar” olması. Türkiye’de yaşayanların her geçen gün daha şuurlu ‘dindar’ olması onlara göre korkulacak bir şey. Doğru olduğuna inandığımız bu gelişmenin, bizce hiçbir mahzuru yok. Çünkü Türkiye’de yaşayanların “daha şuurlu ve dindar” olmasından kimseye zarar gelmez. Sadece “kötü”lüklerden beslenenler zarar görebilir ki bu da millete ayrı bir “fayda”dır.

Şunu ifade etmek gerekir ki, “değişim ve gelişim” hayatın bir parçası, belki de neticesidir. Değişmenin ve gelişmenin önüne geçmek, ilmen de mümkün değildir. Hem, yıllardan beri “değişelim, değişelim” diyenler kimdi? Ha, “değişelim” denince “bizim arzumuz istikametinde ‘yanlış’a doğru değişin!” demek mi istemiştiniz? “Değişelim” dediniz ve millet de değişti! O halde bu değişimden niçin ürküyorsunuz?

Araştırmayı doğrulamak için verilen örnekler belki yaşanmıştır. Ama burada suçu ve kabahati ‘din’e ‘dindar’lara atmaya ne gerek var? Hem şikâyetçi olduğunuz böyle konular varsa ve yaşanıyorsa, bu hadiselere karşı ‘çare’niz nedir? Millete kızarak, küserek ve hakaret etmek mi çaredir? Neymiş, meselâ; bir ilimizde ev kiralamak isteyen bir öğrenciye, “Başın açık ise sana ev vermeyiz” ya da “Evine gelen-gidenden haberimiz olmalı” denilmiş. Peki, bu hadisenin varlığını kabul edelim. Ama tam aksi hadiseler de yaşanmıyor mu? Bazı illerimizde de “Ben başı örtülü öğrenciye, çocuklu aileye kiralık ev vermem” diyen yok mu? Hatta ve hatta, bir önceki cumhurbaşkanının Ankara’daki evini kiraya vermek için “başı açık kiracı” aradığını bilmiyor muyuz?

Doğru ya da yanlış bunlar da Türkiye’nin bir gerçeği. Düzeltilmek isteniyorsa insanları ‘ikna’ edilmesi lâzım. Aynı şekilde araştırmada, saçı uzun erkeklere “kız mısın, erkek misin?” sorusu sorulmak suretiyle “baskı” yapıldığı ifade edilmiş. İyi de bunu söyleyenler illa ki ‘inancı’ gereği söylemez ki! Kendisi namazsız ve niyazsız olduğu halde, erkeklerin uzun saç bırakmasını ya da küpe takmasını doğru bulmayan, uygun şekilde ‘tepki’ gösterenler yok mu?

Netice olarak bütün bu tesbitlerden yola çıkılarak, “Aman, Türkiye’ye irtica geliyor” havası yayılmak isteniyorsa boşuna... Çünkü bu tepkileri ortaya koyanlar her toplumda vardır ve olabilir. Medya bu havayı yaymak suretiyle yangına körükle gitmesin. Bu arada, asıl baskı altında olanları unuttuğumuz sanılmasın. O konuları da gündeme taşımaya çalışacağız...

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Müslümanlar Ermeni meselesine nasıl bakıyor?



Yaklaşık dört yıl önce Güney Afrika Cumhuriyetinde Senegalli iki mühendis ile ilginç bir konuşma yaptım. Müslümanların ve özellikle de Afrikalıların bize bakış açısını anlamak için faydalı olabileceğini düşündüğüm bu diyalogu okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

11 Eylül saldırısının yapılması ve bu eylemin Müslümanlara mal edilmesi ile ilgili olarak bana düşüncelerimi soran Senegalli mühendisler, büyük bir İngiliz ticarî kuruluşunda görev yapıyorlardı. Ne yazık ki almış oldukları eğitim ve çeşitli propagandalar sonucunda Müslümanların ve hassaten Türklerin şiddet yanlısı olduğunu düşünüyorlardı. 11 Eylül saldırısına sahip çıkan Usame bin Ladin’in bu eylemi yaptığına inanıyorlar ve bunun da gayet normal olduğunu iddia ediyorlardı.

Kendilerine “men gatele nefsen bi ğayri nefsihi…” diye başlayan âyeti izah etmeye çalışarak dinimizin insan hayatına verdiği önemi anlatmaya gayret ettim. İngilizce olarak “Yeryüzünde fesat çıkarmamış ve hiçbir insanı öldürmemiş bir insanı öldürmenin, bütün insanları öldürmek gibi olduğunu” söylemeye çalıştım.

11 Eylül saldırısını yapanların kim olursa olsun Amerikan çıkarlarına hizmet amacı ile bu eylemi gerçekleştirmiş olduklarını ve amaçlarının da komünist blok çöktüğü için yeni bir düşman yani Müslümanları öne sürmek olduğunu ifade ettim. Halbuki dinimiz masum olan sivil halk, çoluk çocuk hiçbir insanın öldürülmesine hatta savaşta dahi müsaade etmediğini izah etmeye çalıştım. Dolayısı ile bu eylemi yapanlara sahip çıkmanın bir Müslüman’a yakışmayacağını anlattım.

Müslümanları şiddet yanlısı olarak gösteren ve kan dökmekten zevk alan cani ruhlu insan profiline uygun olduğunu gösteren propagandaların gerçeği göstermekten çok uzak olduğunu ifade ettikten sonra uyanık ve akıllı olunması gerektiğine dikkati çekmeye çalıştım.

Senegalli muhataplarım beni hayretle dinledikten sonra bu âyeti bildiklerini ifade ettiler. Fakat âyetin gerektirdiği gibi Müslümanların hareket etmediğini ve insan hayatına gereken özeni göstermediklerini söylediler. Arkasından çok ilginç bir soru sordular. Benim Ermeni olayları ile ilgili olarak ne düşündüğümü merak ediyorlardı.

Belli ki Fransızlar biz Türkleri çok zalim olarak anlatmışlardı. Zira bu soruyu sorarken biraz da alaylı bir biçimde gülerek bu soruyu soruyorlardı. Yani “Sen böyle konuşuyorsun, ama ataların binlerce Ermeni’yi öldürmüş! Bu bir tezat değil midir?” demeye getiriyorlardı.

Hangi din ve unsurdan olursa olsun masum insanların öldürülmesinin bir cinayet olduğunu söyledim. Bu trajediyi sadece Ermenilerin değil, Müslüman Türk ve Kürtlerin de yaşadığını anlatmaya çalıştım. Tehcir yani zorunlu göç olayının Birinci Dünya Savaşı gereğince alınmış bir tedbir olduğunu, Ruslar lehine Osmanlıya ihanet eden bir kısım Ermeni’nin cephe bölgesinden göç ettirilmesinin savaşlarda sık sık uygulanan bir olay olduğunu izah etmeye çalıştım.

Senegalli mühendisler beni dinledikten sonra herhalde Batı propagandasına fazla maruz kaldıklarını anlamış olacaklar ki biraz da utanarak cevabımdan memnun kaldıklarını söylediler. Belli ki ezberlerini bozmuştum. Hem 11 Eylül saldırısı, hem de Ermeni olayları ile ilgili olarak yanıldıklarını ifade ettiler. Sonra dostluğumuzun daha da pekişmiş olduğunu gösteren sözlerden sonra işlerimiz nedeni ile sohbetimizden ayrılmak zorunda kaldık.

Bu konuşmalardan sonra sömürge yönetimleri altında kalan Müslümanların ne derece olumsuz propaganda altında kaldıklarını daha iyi anlamış oldum. Batılılar çıkarmış oldukları Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yetmiyormuş gibi başta Afrika ve Asyalı insanları pırasa gibi doğradıkları halde kendilerini bambaşka göstermişler. Sadece 20. yüzyılda 200 milyon insan Batı dünyasının bitmek bilmez hırsı yüzünden öldürülmüştü. Fakat eğitim ve medya gücü sayesinde bütün bu cinayetlerin üstü örtülmüştü.

Haydi zavallı Afrikalılar 1960’lı yıllara kadar sömürge yönetimi altında kaldıkları için gerçeklere böylesine 180 derece ters düşebiliyorlardı. Fakat kendi insanlarımıza ne demeli?

Ecdadımızı kan dökmekten zevk alan birer barbar olarak anlatan hocalara ve aydınlara ne diyeceğiz? Hayalî kahramanlar üretmek için olmamış olayları yazan tarihçi geçinen insanlar bir gün gerçeklerin su yüzüne çıkağını hiç düşünemediler mi?

Acaba tarihin bu kadar çarpıtıldığı bir başka ülke var mıdır? Umarım, Ermeni meselesi ile ilgili tartışmalar başta yakın tarihimiz ile ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına sebep olur. Zira yıllarca tek taraflı olarak belirli bir ideolojinin yalanları ile yetiştirildik. İtiraz edenlere hiç fırsat vermediler. Fakat kader öyle bir noktadan karşılık verdi ki gerçeklerin ortaya çıkması artık daha kolay bir hale geldi.

Arşivler açılıyor, gizlenmiş belgeler gün yüzüne çıkıyor. İnşallah, arkası gelecektir…

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Yeni Asya mektebi



Bu hafta, evvelce yine bu köşede düşündürücü ve duygulandırıcı, diğer yazarlarımıza da ilham kaynağı olan bir yazısını yayınladığımız, Rize-Pazar’dan Abdullah Uzun’un daha sonra gönderdiği yeni bir mektubunu takdim ediyoruz.

“Ben yaklaşık 20 senedir Yeni Nesil ve Yeni Asya’yı tanırım. Yeni Asya o zamandan bu yana hiç eskimedi. 20 sene önce de Yeni Asya idi, 20 sene sonra da; demek ki Asya benim gibi 20 sene önceki yeniliği bugün de muhafaza ediyor.

“Bu bir mektep. Hayat mektebi. Kendinizi tanımaya başlıyorken mekteple tanışıyorsunuz. Dünya hayatı bitince de dünyalık okulunuz paydos ediyor.

“Bu mektepten nice kardeşler geldi ve geçti. Acemi bir talebelik yaşayıp usta bir gazeteci olanlara kadar hep bu mektebin rahlelerinden ders alarak yetiştiler. Yeni Asya’dan zahiren ayrılanların iç duygularının hâlâ içten içe Yeni Asya demekte olduğunu hissediyorum. Her ne kadar cismaniyet olarak ayrılsalar da, ruhen bu okulun talebesidirler.

“Bu mektepten çoktan mezun olduğu halde diploma bırakanlar da var. Adeta ‘Siz kovsanız da biz gitmeyiz’ diyenler var. İşleri sadece hizmet olan bu kardeşlerimi kutluyorum. Önemli olan dâvâsız ve idealsiz bir yayın organında çalışmak değil, dâvâsı için herşeyi terk edip hizmete devam etmektir.

“Yeni Asya’yı anlatmaya kelimeler yetersiz kalır. Onun sayfalarında ictimaî hayattan tutun, fıkıh, enstitü, Risale-i Nur’a kadar... ne ararsanız bulabilirsiniz. Mâlûm başka gazeteler gibi göze hitap etmez. Gazeteyi okurken akıl, kalp ve ruh aynı anda hisse alırlar. Biri birisiz olmaz. Üçlü arkadaşlar aynı anda bir araya gelince bedene huzur şırınga ederler.

“Bazan az sayfayla çıkar. Gazete önünde bayi bana ‘Ya bu kadar az sayfalı gazeteye neden para veriyorsun?’ dediğinde güler geçerim. Sayfanın bolluğu ile gazetenin değerini ölçmeye çalışan bu kardeşime Yeni Asya’nın farkını nasıl anlatayım? Nereden bilecek bu gazetenin, sıradan gazeteden çok farklı bir misyon taşıdığını? Bu gazetede görev yapanların hangi amaç ve gaye için çalıştıklarını? Yeni Asya'yı alan okuyucunun bu gazeteyi neden tercih ettiğini nereden bilecek ki?

“Bu mektebin koca kütüphaneler dolduran kitapları da saymakla bitmez.

“Bir de dergileri var ki; Can Kardeş, Köprü, Bizim Aile, Genç Yaklaşım gibi; ilim saçıyor ülkemize, dünyaya.

“Avamın da, havassın da hisselerini alıp doyuma ulaşacağı bu mektepte okuyan nice isimsiz kahramanlar da var. Bunlar perde arkasında öncülere motivasyon sağlıyorlar. Varlıklarını her ne kadar göstermemeye çalışsalar da biz onların manevî dualarını hiçbir saniye üzerimizden eksik etmiyoruz.

“40 sene önce küçük bir han katında iki-üç cefakâr ve fedakâr ağabeyin attığı tohum bugün tüm dünyaya yayıldı. Dal budak saldı. Çiçekler açtı. Meyveler verdi. Vermeye de devam ediyor.

“Ben diyorum ki, herkesin bir Yeni Asya alma mecburiyeti vardır. Bugün yoksa yarın mutlaka olacaktır. Saygı ve selâmlarımı sunuyorum.”

***

Umut Yavuz Atina’da

Dış gezilerimizdeki hareketlilik sürüyor. Gezi izlenimlerini okuduğunuz Mustafa Gökmen’in ardından, Dış Haberler Servisimizin aktif elemanlarından Umut Yavuz da, 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile öldürülmesi sonucu anarşizm ve kaos tehlikesiyle yangın yerine dönen Yunanistan’a gitti. Son yaşanan olaylarla birlikte, Osmanlı medeniyetine ait kültür mirasını da yerinde görme ve inceleme imkânı bulacak olan Yavuz gezi dönüşü izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Bolşevizm ile Kemalizm arasındaki fark…



Mevzu mevzua anahtar olurmuş. Bir ADD üyesinin taşıdığı pankart başına iş açınca, tarihe yeni pencereler açıldı. Lenin ile M. Kemal’in tarihçe inkâr edilemeyen dostlukları, hayali bir M. Kemal imajı oluşturma peşinde koşuşturan muhafazakâr ve kısmen milliyetçi geçinen çevreleri rahatsız etmiş olacak ki, savcıları da sıkıntıya sokacak hadiselere yol açıyorlar. Bilimsel bir Atatürkçünün Lenin ile M. Kemal’i dâvâ arkadaşı gösteren levhadan rahatsız olması, zaten söz konusu olamaz.

Bolşevik ihtilâlini gerçekleştiren kadronun 1921’lerden itibaren Ankara hükümeti ile fevkalâde iyi münasebetler içinde olduğunu, bu müptedi hükümete maddî ve manevî desteklerde bulunduğunu ve İngilizlerle olan tarihî menfaatlerinden dolayı Rusya’nın Osmanlı’ya beslediği düşmanlığa bedel, yeni hükümete dost kaldığından o günleri bilen diplomat, erkân-ı harp ve tarihçiler müttefiktirler. Pankarta karşı çıkan düşüncenin ve 12 Eylül sonrasında ülkemizde imkân bulan Türk-İslâm sentezcilerin çalışmaları sonunda, kamuoyunda yer aldığını bilvesile belirtmiş olalım. Biz bu yazımızda 1935’lere kadar açıktan devam eden Ankara-Moskova yakınlaşmasının üzerinde durmayacağız. Birlikteliğe yaklaşan bu yakınlaşmanın neticesinde Yahudi kökenli meşhur Bolşevik Komutan Troçki, Stalin’den kaçarken Ankara’ya sığınmıştı. Genç araştırmacı ve tarihçilerimizin daha müşahhas bilgi ve belgelerle çerçeveleyecekleri bu konudan ziyade, Bolşevik ihtilâli ile Kemalizmin menşelerine değinmek istiyoruz.

Meşhur tarihçilerimizden Şükrü Hanioğlu’nun M. Kemal’in felsefe kaynaklarından bahseden yazısından yıllar önce Can Dündar da bu mevzua kısaca değinmişti. Anıtkabir’deki kitapları incelerken M. Kemal’in en son okuduğu, meslek ve meşrebini o fikirlere göre dizayn ettiği ve satırların altlarını çizerek, yanlara haşiyeler düşerek mütalâa ettiği kitaplar hakkında bilgi verirken Kemalizm ile Bolşevizm arasındaki köprülere işaret etmişti. Almanya felsefesini derinden etkilemiş Vülger, materyalizm, semavî dinler karşıtı tarih teorisi ve yaratılış teorisi gibi çağdaş iki hareketin önderlerini etkileyen düşüncelerin ayrı yazılarda incelenmesi gerekir. Gerçi mahiyetleri az-çok bilindiğinden derin tahliller yerine, o fikirlerin o günkü Kuzey Avrupa temsilcileriyle (Şimal cereyanı) birlikte etkilenen tarihî şahsiyetlerin kısa tarihçe-i hayatları da yeterli olabilir.

Bizdeki yanlış, söz konusu din karşıtı felsefenin M. Kemal’e münhasır bırakılmasıdır. Dikkatli bir inceleme, onun mesaî arkadaşlarıyla ve onun ilmi meclislerini oluşturan heyetler de aynı kaynaktan besleniyorlar. O günlere gelen matbuatta bu yönleriyle şöhret bulmuş A. Cevdet ve Beşir Fuad gibi muharrirlerin geçmişine baktığınızda, semavî dinleri dışlayan felsefenin bir cereyan halinde Osmanlı’yı sardığını göreceksiniz. Zaman gazetesindeki yazıyı dikkatlice okuduğunuzda, kitabın M. Kemal’e bir komutan tarafından verildiğini, M. Kemal’in bu düşünceyi benimsemesi neticesinde kitabı tercüme ettirerek neşrettiğini öğreniyorsunuz.

Kemalistlerin kendilerine muhalefet kabul ettikleri Bediüzzaman Hazretleri de bu iki cereyan arasındaki birlikteliği Lem’alar isimli eserinin 22. Lem’asında haber veriyor. Bediüzzaman’ı, milletin teveccühüne mazhariyetten dolayı tenkid eden Kemalistler, onu hocalık sıfatıyla eşitlik ilkelerini ihlâl etmekle suçluyorlar: “.. Bu hal ise şimdiki tabir ile burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir, fakat bizim tabaka-i avamın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve Bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor.”

Bediüzzaman’ın da kabullendiği “küllî muhalefet” gerçeğince, Said Nursî Kemalistlerden ziyade bolşeviklere hücum ediyor. Bolşevizmin felsefî temellerini Kur’ânî hakikatlerle tar u mar ediyor. İslâmiyet inşasında “imanî temelleri” Kur’ânî prensipler istikametinde yükseltiyor ki, Asya’nın ve hem de Avrupa’nın barış refah ve huzurunun bu temellere bağlanmakta olduğunu ispat ediyor.

Bolşevizm ile Kemalizm arasındaki farkı da ilk fark eden Bediüzzaman Hazretleridir. Bolşevizmin Kuzey Avrupa’dan başlayarak global bir cereyana dönüştüğünü, daha ziyade Avrupaî olduğunu fark eden Said Nursî Hazretleri, Kemalizmin Asya’da zuhur ettiğini ifade ediyor. Gerçi 29. Mektub’un 6. meselesinin sonlarında, Kemalizmin de dolayısıyla Avrupa’dan doğduğunu haber verirken, başka eserlerinde Kemalizmin tesirlerini İslâm coğrafyasında göstereceğini söylüyor. Bu coğrafî ve stratejik farktan sonraki diğer önemli fark ise, Kemalizmin yoğun bir şekilde “Türk Milliyetçiliğini” kullanmasıdır. Dinî hayatı çok yoğun biçimde yaşayarak gelmiş Osmanlı’daki “din” boşluğunu ırkçılıkla dolduran Kemalizmin bu yönü, imparatorluğun “din ortak paydası” ile birbirlerine rabt ettiği coğrafyaları çatışmaya, kaos ve fukaralığa sürüklemiştir. Türk milliyetçiliğini İslâmiyetle aynı kapta pişirmeye kalkışan muhafazakâr, hatta safî dindar çevrelerin bilmeden Kemalizme meyletmeleri bu nedendendir. 12 Eylül ihtilâlinden sonra “dindar bir M. Kemal” portresi çizilince, ister istemez savcılarımız harekete geçeceklerdir. Zira hakikî Kemalizmi bilemiyorlar. Hayallerinde kurdukları neo Kemalizm de, Bolşevizm ile Kemalizmin aynı kaynaklardan beslendiklerine dair bir bilgileri de yok. Kökleri arzî veya felsefî olan bu cereyanların mahiyetini Kemalistlerin açtıkları yeni tarih pencerelerinden öğrenmeye devam edeceğiz.

22.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır