"Gerçekten" haber verir 31 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Millet konuştu, siyasetçi ders alsın



Çekişmeli ve tartışmalı bir seçimi daha geride bıraktık. İktidar partisi sandıktan yine birinci parti olarak çıkmış olmakla birlikte bazı büyük belediyeleri kaybetmiş olması sebebiyle ciddî bir prestij kaybına uğradı. Bu sebeple, ipi göğüslemiş olmanın sevincini yaşayamadılar.

Millet hür iradesini ortaya koydu. Bundan sonra sıra, siyasetçilerin bu iradeden gerekli dersleri almasında. Seçimlerden gerekli ders ve ibreti alabilen siyasetçiler, bundan sonraki seçimlerde daha iyi neticeler alabilir. Yok, millete küsen ya da milletin iradesini dikkate almayan, buna göre kendisine çeki-düzen vermeyen siyasetçiler de kaybetmeye devam eder.

Geride bıraktığımız seçim bir mahallî idareler genel seçimiydi. Bu bakımdan genel seçimlerden daha farklı bir tablonun ortaya çıkmış olması normaldir. Çünkü hiç umulmadık bir yerde, umulmadık adaylar başarılı sonuçlar aldı. İktidar partisine karşı bağımsız adayların dahi seçim kazanmış olması bunun göstergesi. Dolayısı ile hem adayların hem de mahallî faktörlerin bu seçimlerde etkili olduğunu en baştan ifade etmekte fayda var.

Tabiî ki pek çok sebebin tesirli olduğu bu seçimleri bir yazı ile yorumlamak ve değerlendirmek mümkün değil. Muhtemelen önümüzdeki günlerde bu konularda çok yorum ve değerlendirmeler yapılacak. Aslında seçim akşamı TV ekranlarında yapılan yorumlar büyük ölçüde sandıktan çıkan neticenin doğru teşhis edildiğini gösterdi. Ama aynı teşhisin ve gereğinin, siyasetçiler nezdinde de yapılması gerekir.

Ortak kanaat, sandık başına gidenlerin iktidar partisini ciddî ikâz ettiği şeklindeydi. İktidar partisindeki burukluğun, seçim öncesi ortaya konulan hedefe ulaşılamamış olmasından kaynaklandığı belli. Yaşanan ekonomik krizin de sonuçları etkilediği anlaşıldı. Seçimlerden böyle bir tablo çıkacağı, iktidar partisinin oy kaybedeceği söyleniyordu. Fakat iktidar partisi seçim öncesi bu ihtimali hiç kabullenmedi. Onlara göre kriz Türkiye’yi ‘teğet’ geçecekti.

Elbette iktidar partisinin oy kaybını sadece ekonomik krize bağlamak da doğru olmaz. Yeterince gündeme gelmemiş olsa bile, geçmiş dönemlerde millete verilen sözlerin unutulmasının da bir etikisi vardır. Gerek başörtüsü ve gerekse AB konsundaki ihmallerin millet nezdinde unutulmadığı görülüyor. Hele hele ‘yeni anayasa’nın tamamen geri plana itilmiş olması bu sonuca etki etmiş olamaz mı?

İktidar partisi ‘Biz iki muhalefet partisinin toplamı kadar oy aldık’ diye övünebilir. Fakat sandıktan çıkan bu neticenin Davos’daki ‘One minute/Bir dakika!’ mesajına rağmen olduğunu da hatırlamak lâzım.

Seçim akşamı yapılan bir yorumu yabana atmamakta fayda var. NTV’de konuşan bir kamuoyu yoklama şirketi yetkilisi şu anlama gelecek sözler sarfetti: “DP’yi de görelim. Merkez sağda varlığını devam ettirdi ve bundan sonraki seçimlerde cazibe merkezi olabilir.”

Propaganda döneminde medyanın da tamamen yokluğa mahkûm ettiği DP’nin de sandıktan çıkan neticeleri iyi tahlil etmesinde fayda var. DP’nin genç yönetim kadrosu da her halde bunu yapar...

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Galiptir bu yolda mağlûp



Ekonomik krizin baskısı altında girilen seçimin enteresan sonuçları beraberinde getireceği bekleniyordu; nitekim öyle de oldu. Kapanan iş yerlerinin, işsizliğin doğurduğu travmaların, yoksulluğun pençesinde kıvranan insanların çoğaldığı, buna karşılık yolsuzluk iddialarının yoğunlaştığı bir manzarada ortaya çıkan bir seçim sonucunun bu manzaradan farklılık arz etmesi beklenemezdi.

Türkiye’nin uzun yıllardan beri ilk defa siyaset dışı müdahalelerin olmadığı, CHP’nin kendisine kaybettirdiğini anlayarak laik-antilaik söylemlerden uzaklaştığı ve seçim politikasını yolsuzluklar üzerine endekslediği bir seçime şahit oldu. Bu yönüyle yerel seçimler, Türk siyasetinin normalleşmesinin de işaretlerini verdi. Bu açıdan ortaya çıkan en önemli sonuçlardan biri, seçmenin kendi kişiliğini ortaya koyabilme şansını yakalamış olması oldu.

Seçimin galipleri ve mağlûpları kimlerdi?

İktidar partisini hem başarısız saymak hem de başarılı bulmak mümkündür. Elindeki iktidar gücünü demokratikleşmeye ivme kazandırabilecek alanlarda kullanamayan, imkânlarını hoyratça harcayan iktidar partisi için kırılma gerçekleşmiş, düşüş süreci başlamıştır. İktidarın nimetlerinden ve siyaset dışı kamplaşmalardan beslenerek sürekli oylarını arttıran AKP, siyasetin normalleşmeye başlamasıyla olması gereken yerlere doğru gerilemeye ve oy kaybetmeye başladı. Bunda hiç şüphesiz AKP’nin son dönemlerdeki “benmerkezci” tavrı, kendisine alternatif olmadığını düşünerek sergilediği mağrur duruşu önemli rol oynamıştır. Siyaset mühendislerinin bu seçimi AKP- CHP arasında bir referanduma dönüştürmek isteyen projelerine de bu seçimde itibar edilmemiş oldu. Bu bağlamda gerileyen AKP başarısızdır ve onlar için ciddî muhasebe dönemleri başlamıştır. Siyaset dışı etkenler bir kenara bırakılıp normal şartlar içinde düşünüldüğünde, bu oy oranıyla -birinci olması hasebiyle de- iktidar partisinin başarılı olduğu da savunulabilir.

CHP seçimin kaybedenlerindendir. Demokrasinin herkes için tek çıkar yol olduğu gerçeğini bir türlü kabullenemeyen, özgürlüğün kalkınmanın temel prensibi olduğu gerçeğini görmezden gelen CHP, ekonomik krizin sarstığı iktidarı sarsamamıştır. Bazı yerlerde önemli çıkışlar yakalayan CHP’nin bu seçimdeki tek kazancı, siyaset dışı unsurlara ilk defa bel bağlamayarak seçimin normalleşmesinin önünü açması olmuştur. CHP, Türkiye’nin başını krizlere müptelâ eden “kriz siyaseti” anlayışından sıyrılmadığı müddetçe mağlûbiyetlerinin pekişeceğini görmesi bu seçimin önemli kazanımlarından biri olabilir.

Tamamen siyaset sahnesinin dışına itilmek istenen DP’nin zor şartlarda mevcut oyunu büyük ölçüde koruması, SP’nin kendini hissettirmesi alternatifsiz siyaset söylemlerinin seçmen tarafından kenara itildiği, alternatiflerin kenarda bekletildiği izlenimini verdi.

Seçimin ebedî mağlûpları ise, devleti bir rant ortamı olarak gören vicdanı kokuşmuşlarla, kazanacağı seçimle büyük servet sahibi olacağını düşünenen dünyaperestlerdir. Bu zavallılar, zahiren kazanmış gibi gözükseler de kaybetmişlerdir. Özgürlük ve demokrasiyi kalkınmanın vazgeçilmez unsurları gören, devleti kazanç değil hizmet yeri olarak düşünen, siyasetini bu çerçevede çizen, siyaset sahnesindeki varlık sebebini “demokrasi” olarak belirleyenler şimdilik mağlûp gözükse de galiptirler.

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Seçimin ilk açık işâreti…



Seçim sonuçlarını birkaç yönden okumak mümkün. Millet, ekonomik krizin üzerine bir siyasî krizin çıkmasını istememiş; lâkin seçimden şüphesiz iktidar ve muhalefet partileri için ayrı ayrı dersler çıkmıştır.

“Maganda” ve “Recep İdvedik” isnatlarıyla karşılıklı ağız dalaşına varan, başta ekonomik kriz ve AB müzâkere süreci olmak üzere devâsa problemlerini “teğet geçen”; “Ermeni sorunu”, Kıbrıs meselesi, terör ve Kuzey Irak’taki emr-i vakilerin hiçbirinin gündeme getirilmediği “horoz dövüşü” şeklinde geçen seçimin anlamlı mesajlar var.

Öncelikle mahallî seçimlerdeki hizmet imajıyla son iki genel seçimi alan iktidar partisinin 2004 mahallî seçimlerine göre yüzde 5, en son 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine göre yüzde 8’e varan oy düşüşünün önümüzdeki dönemde katlanarak devam edeceği tespiti dikkate değer.

İktidar partisinin 62 miting yaptığı ve bizzat Başbakan’ın yüklendiği ve yürüttüğü propaganda süreciyle bir genel seçim havasında geçen mahallî seçimlerin çıkardığı tablo, halkın artık lâf kalabalığına ve asitmetrik siyasî tahriklere kapılmadığının göstergesi olmuştur.

Şimdiye kadar oy kaybı türbülansına giren iktidar partilerinin peşindeki seçimlerde oylarını toparlayamadıkları gerçeğinden hareketle, AKP’nin özellikle taahhüd ettiği demokratikleşmedeki zâfiyet ve ekonomik krize karşı tedbirlerdeki acziyet anaforuna girdiği görülüyor.

Kısacası millet, iktidara bir “sarı kart” göstermiş. Emânet ettiği irâdenin siyasî vesâyet ve teslimiyetle hakkının verilmediği, başta yeni Anayasa ve reformlardaki tâvizkâr ve tutuk tutumla açığa çıkmış. Sözkonusu derin kırılmaya karşı, siyasî iktidara ilk ciddî ikaz olmuştur.

DİNÎ DEĞERLERE SAYGI

SİYASETİ KAZANDIRDI…

Son seçimler, sanıldığının aksine halkın AKP’ye mecbur olmadığını, gereğinde değiştirebileceğini bildirmekte.

Tıpkı Meclis’i kapatan ve hükûmeti lağveden, seçilmiş meşru hükûmeti deviren, siyasî yasaklarla, vetolarla muallel 12 Eylül ihtilâlinin “güven ortamı”nda iktidara getirilen Özal’ın ANAP’ı gibi, antidemokratik dayatmalarla demokrasiyi tahrip eden, “irtica tehlikesi”yle terör estirip halkı bezdiren 28 Şubat postmodern darbesinin tepkisiyle iktidara gelen Erdoğan’ın AKP’sine de milletin irâdesinin gereğini yapmaması halinde, akıbetini ele veriyor. Önümüzdeki genel seçimlere kadar AKP’nin başta demokratikleşme ve özgürlüklerdeki gevşekliğe “uyarı”da bulunuyor.

29 Mart seçimlerinin en önemli özelliklerinden biri, CHP’nin ilk defa “laiklik” ve “irtica tehlikesi” benzeri kutuplaştırıcı ve halkın değerleriyle kavgalı siyasetten kaçınmasıydı.

İstanbul teşkilâtının “çarşaf açılımı”yla ve başörtüsüne müsamahayla başlattığı milletin inanç ve değerleriyle barışmaya yönelen siyasî söylemin etkili olduğu görülmüştür.

Başbakan’ın CHP parti otobüsünden indirilen ve tartaklanan bir “çarşaflı partili”yi miting meydanlarında gündeme getirmeye çalışmasına ve bir kısım “laikçi” yöneticilerin itirazına rağmen, dinî değerler üzerinden milletle buluşma projesi kazandırmıştır.

“Yandaş” ve “karşıt” medyanın bütün kışkırtmalarına rağmen dinî değerlere saygıda ısrar eden, siyaseti klâsik “laik - antilaik” ayrıştırması ve çatışması üzerinden yapma tuzağına düşmeyen, yolsuzlukların üzerine giden siyaset, millet nezdinde olumlu karşılanmıştır. CHP’nin İstanbul’da önceki yerel seçimlerden yüzde 9, son genel seçimden yüzde 13 oy fazla oy alması bunun ifâdesi…

CİDDÎ DEĞERLENDİRME GEREĞİ…

Keza DTP’nin “etnik kimlik” siyasetiyle ağırlıklı olarak yalnız Güneydoğu’da öne çıkmakla sınırlı kalması, bu seçimin tartışılması gereken başlıklardan…

TRT-Şeş’e ve Başbakan’ın TOKİ açılışlarına rağmen iktidar partisinin kaybı, bölgeye yönelik çalışmalardaki mânevî ve sosyal boyutun ihmalini su yüzüne çıkarıyor. Salt “tek millet, tek devlet” gibi siyasî söylemlerle ve politik propagandalarla, dış ve iç mihrakların körüklediği tefrika ve terör fitnesinin önüne geçilmeyeceğini bir defa daha ortaya koyuyor. Sosyal denge ve ekonomik gelişmenin yanı sıra bin yıl birlik ve beraberlik içinde geçen tarihte olduğu gibi ortak inanç ve mânevî birlik ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır.

Diğer yandan başta iktidar ve Meclis’teki muhalefet olmak üzere bütün partilerin “yok” saydığı, medyadaki sistemli ve kasıtlı “unutturulma” ve “dışlanma”ya mukabil DP’nin onca imkânsızlık ortasında Doğudan Batıya bir Türkiye partisi olarak varlığını koruması, siyasî alternatif olma özelliğinin açık belirtisi olarak karşımıza çıkıyor.

Belli ki seçim sonuçları, Başbakan’ı ve partisini tatmin etmemiş; ciddî bir değerlendirmeye yöneltmiştir. Siyasî iktidar sonucu doğru değerlendirmezse düşüş trendi sürecek; millet değerlendirecektir…

Bunun ilk ve açık işâreti verilmiştir…

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




H. İbrahim CAN

Kanser tedavisinde yeni gelişmeler



Dış politikada çok önemli gelişmeler olmadıkça, Salı günleri bu köşede tıp alanında kaydedilen yeni gelişmeleri duyurmak istiyorum. İlk olarak da kanser tedavisi araştırmalarındaki yeni gelişmeleri ele alacağım. Son yıllarda dünyada hızla yayılan kanser hastalığı, ülkemizi de vurdu. Ancak ilginçtir ki; Sağlık Bakanlığımız henüz ülkemizdeki kanserli hastaların tam sayısını bilmiyor. Yalnızca ülkemizde her yıl 500 bin yeni kanser vak'ası teşhis edildiği açıklandı. Dünyadaki kanser araştırmaları maalesef tam bir başarıya ulaşamadı. Bunda uluslar arası ilâç sektörünün bu kazançlı piyasayı kaybetmek istememesinin de payı olduğu yolunda komplo teorileri de var. Ancak biz burada bilim adamlarının canla başla çalışarak son bir yıl içinde sağladığı ilerlemelerden örnekler verip umut aşılamak istiyoruz.

Kanadalı araştırmacılar tümöre set vuran protein von Hippel-Lindau’da (VHL) yapısal değişim sağlayarak, farelerdeki tümör büyümesini engellediklerini açıkladılar. Asıl işe yarayacağı tümörün merkezinde oksijen düzeyi düşüklüğü dolayısıyla faaliyetini durduran VHL proteininin yapısını değiştirerek, oksijen kıtlığı olduğunda dahi çalışmaya devam eden versiyonunu geliştirdiler. Bu yeni VHL’nin yüklendiği böbrek tümörü bulunan farelerde tümörlerde gerileme ve tümör içinde yeni kan damarı oluşumunda sınırlanma olduğunu tesbit ettiler. Araştırmanın başında Toronto Üniversitesinden Profesör Michael Ohh var.

New York’taki Presbyterian Hastanesi ile Weill Cornell Tıp Merkezi tarafından ortaklaşa geliştirilen göğüs kanserine ilişkin bir metastaz testi, doktorların hangi hastalar için saldırganca bir tedavi uygulayacaklarını tam olarak belirlemelerini sağlayacak. Böylece düşük metastaz riski taşıyan bir çok kadın gereksiz ve potansiyel olarak tehlikeli tedaviden kurtulacak. Araştırmacılardan Prof. Dr. John S. Condeelis, bu gelişmenin “göğüs kanseri bulunan kadınların tedavisine bakış açısını dramatik olarak değiştireceğini” vurguluyor.

Tahran Tıp Fakültesi öğretim üyeleri tarafından Kuzey İran’da yapılan bir araştırmada çok sıcak çay içenlerde yemek borusu kanseri riskinin sekiz kat arttığı ortaya çıkarıldı. Gülistan vilayetindeki 300 yemek borusu kanserli hasta ile 571 sağlıklı kişi üzerinde yapılan araştırmada, 70 derecenin üzerinde sıcaklıkta çay içenlerde, 65 derecenin altında sıcaklıkta çay içenlere göre boğaz kanseri riskinin sekiz kat arttığı belirlendi. Araştırmaya göre çayı bardağa koyduktan sonra dört dakika ya da daha fazla bekleyen kişilerde kanser riski iki dakika ya da daha az bekleyenlere göre beş kat daha düşük. Araştırmacılar bunun sebebinin boğaz dokularında tekrarlanan termal yaralanmanın bir şekilde bu rahatsızlığı başlattığını belirtiyor.

Michigan Üniversitesinden Dr. Arul M. Chinnaiyan, prostat kanseri tümörlerinden elde edilen otoantikor imzalarını kullanarak erken teşhis yöntemi geliştirmede çok önemli ilerlemeler kaydettiklerini belirtiyor. Dördü bir arada bulunduğunda prostat kanserini haber veren dört marker tesbit eden araştırmacılar, kısa süre içinde yalnızca bir idrar testi ile bu hastalığı teşhis edebileceklerini haber veriyor. Bu gelişmenin bir diğer önemi de hücre içindeki farklı gen ve protein faaliyetlerine dayalı potansiyel tedavileri belli kanser türleri için geliştirme yolunu açması.

Bütün hastalarımıza Rabbimizin hayırlı şifalar vermesi dileğiyle. Rahmetinden asla umudunuzu kesmeyin.

Not: Bu hususlara ilişkin daha ayrıntılı bilgilere ulaşabileceğiniz İngilizce kaynaklar: http://www.ecancermedicalscience.com ve http://www.cancer.org/docroot/RES/content/RES-7-4-Major-Developments-in-Cancer-Research.asp

31.03.2009

E-Posta:





Fatma Nur ZENGİN

Alkol almadan da sosyalleşebilmek...



Seçim yasakları listesi arasında alkol satışını da görünce birden şaşırdım. Aslında hiçbir şekilde şaşırılmaması gereken bir durumdu bu, ama artık ülkemizde bazı şeyler o kadar olağanlaştırılmaya çalışıldı ki, ben bile şaşırır buldum kendimi. Sarhoş kafayla oy kullanılmamasının ne kadar gerekli olduğu kimse tarafından itiraz edilemeyecek birşey olmasaydı, eminim ülkede kızılca kıyamet kopardı.

Kızılca kıyamet diyorum, çünkü bugünlerde bu alkol bahsiyle çok ilgilenir oldum ve ülkemizi bazı konularda diğer ülkelerle karşılaştırınca kızılca kıyamet tablosu geliyor gözlerimin önüne. Geçen hafta, Norveç’te çeşitli ülkelerdeki alkol tüketimi, alkol satışına ve kullanımına dair yasalar, alkole başlama yaşının düşmemesi ve gençlerin alkol hakkında bilinçlendirilmelerine dair bir seminere katıldım. (Zira geçen haftaki yazımı da bu sebepten dolayı gönderemedim.) Bunun öncesinde hepimizin ülkeleriyle ilgili bazı istatistiksel ve genel bilgiler hakkında araştırma yapması gerekiyordu. Türkiye tablosu beni oldukça ürküttü. Sadece beni değil, yabancı arkadaşlarımı da ürküttü. Çünkü her ne kadar Türkiye’de bazı oranlar dünyaya göre daha düşük olsa da, geleneklerinde ve dininde alkole yer olmayan bir ülke olmasından ötürü, bu oranlar ürkütücüydü. Özellikle 1920 yılında kişi başına alkol tüketim oranı 1 lt iken 2004 yılında 20 lt’ye yükselmesi ve alkole başlama yaşının 11’e dek düşmesi, tablonun ne kadar korkunç olduğunu ispatlar derecede.

Hal böyleyken, “Türkiye’de bazı işler nasıl işler?” sorusuna da muhatap olduk tabiî ki. Çoğu Avrupa ülkesinde hafta içi akşam 8, hafta sonu ve resmî tatillerde ise ortalama akşam 6 gibi bir saatten sonra bütün market, bakkal, tekel bayi vs. gibi yerlerde alkol satışı yasakken ülkemizde yasak olmaması ve yasak getirme girişimi söz konusu olduğunda bile kızılca kıyamet kopması ihtimali oldukça düşündürücü. Avrupa’da insanlar, bu zaman dilimleri dışında eğer alkol almak istiyorlarsa, bar vs. gibi mekânlara gitmek ve normal ücretinin en az 2-3 katı ücret ödemek zorundalar. Tabiî bu da olaya caydırıcı bir nitelik kazandırıyor. Sokakta, caddede alkol kullanılması da yine çoğu Avrupa ülkesinde yasak olup, sözde değil, takip edilen ve cezalandırılan bir yasak halini almış. Türkiye’de de böyle olduğunu düşünüyordum, fakat geldiğim ilk gün, İstanbul-Ortaköy’de akşam üzeri, “İdo İskelesi” kenarında toplanmış kızlı-erkekli genç grubu ve başka yaşlarda insanları ellerinde alkol şişeleriyle görünce yanıldığımı anladım.

Avrupa’daki ilginç uygulamalardan birisi de alkol-kilit sistemi. Şu an her ülkede uygulandığı söylenemez, ama en yaygın olarak Finlandiya bu sistemi uyguluyor. Eğer trafikte bir kere bile alkollü araç kullanırsanız, belli bir ceza ödeyip, trafikten belli bir süre men edildikten sonra; aracınıza bir kilit takılıyor. Arabaya her bindiğinizde, arabayı çalıştırmak ve kilidi devreden çıkarmak için, bu cihaza üflemek zorundasınız. Eğer herhangi bir oranda alkol tesbit edilirse, araba kendisini kilitliyor ve kesinlikle hareket etmiyor. Böylece kendi kendisine çalışan bir mekanizma oluşturulmuş oluyor ve hem geçmiş suçun takibi yapılıyor, hem de alkollü sürücülerin trafiğe çıkmasına engel olunuyor.

Çoğu çalışmasını bizim Yeşilay Derneğine benzettiğim, fakat gençleri bilinçlendirme ve ülkede farkındalık ortamı oluşturmada daha başarılı bulduğum Norveçli bir dernek var: Juvente. Ülkenin hemen hemen her noktasında ilk gençlik dönemindeki gençlerden yaşlılara kadar her yaş grubundan gönüllü çalışanı olan bu dernek, her alanda oldukça aktif. “Sarhoş olmadan da sosyalleşebiliriz,” “İçkiden uzak durarak da eğlenebiliriz” gibi sloganları kendilerine yol gösterici olarak seçen bu derneğin ana amacı, gençleri alkole dair bilinçlendirmek ve alkole başlama yaşını mümkün olduğunca ileri bir yaşa erteletmek. Çünkü araştırmalar sonucu eğer belli bir yaşa dek alkol alınmazsa, o yaştan sonra alkole başlama ihtimalinin oldukça düşük olduğunu belirtiyorlar. Tabiî bir de gençlerin hiçbiri alkol kullanmadığı için, birbirleri üzerinde “yaşıt baskısı” gibi bir otorite kurmadan, sosyal ortamların da bu otoriteyi kurmasına izin vermeden, gençliklerini eğlenceli ve kendi tabirleriyle “ayık” bir biçimde yaşıyorlar. Zaten bu bilinci küçük yaşta kazananlar, sonrasında da alkol kurbanı olmuyor.

Juvente Derneğinin ülke çapında devam eden çeşitli projeleri var. Bunlardan haftalarca her yazımda bahsetsem, yine de zaman yetmez. Ama ilginç uygulamalarından birinden söz edecek olursak, gönüllü alkol-satış takip programına değinmek isterim. Alkollü içkilerin 18 yaş altına satılmasının yasak olduğu ve kimlik kontrolü yapılma zorunluluğu olduğu halde, bazı çalışanların, sadece ilk bakışla genç müşterilerin “18 yaş üstü” gösterdiklerine kanaat etmelerinden yahut karşılarındakine kimlik veya yaş sormaktan çekinmelerinden dolayı kimlik sormadan alkollü içki sattıkları ortaya çıkmış. Bu durumda, hem işyeri sahibi cezalandırılıyor, hem de çalışan kişi. Fakat bunun engellenmesi için, 18 yaş altında çeşitli gönüllü gençler, ülke çapındaki marketlere gönderilip, alkollü içki alma teşebbüsünde bulunmaları isteniyor. Tabiî bu yapılırken yasal izinler de alınıyor. Eğer markette kimlikleri sorulmazsa yahut alkol almalarında bir sorun çıkmazsa durum hemen bildiriliyor ve o işyeri hakkında cezaî işlem başlatılıyor.

İnsanların Batıda, özellikle İskandinavya’da gitgide daha çok bilinçlenmesi ne kadar mutluluk ve umut vericiyse, Türkiye’de bu tarz oluşumların modernlik karşıtı, gericilik unsuru olarak görülmesinin de o kadar üzücü ve umut kırıcı olduğunu düşünüyorum. Bunun için de insanlarımızın bir an önce el ele vermeleri ve günde bir kadeh kırmızı şaraptan ziyade 30 dk yürümenin kalbe ve insan vücuduna çok daha iyi geldiği gerçeğini beyinlerine kazımaları gerektiğine inanıyorum. Zira günde 30 dk yürümek kalbe iyi geldiği gibi, hiçbir yan etki yapmamakta olup, sözde kalbe iyi geldiği söylenen bir kadeh kırmızı şarap, insan ömrünü belli ölçüde kısaltmakta olup, kanser gibi hastalıklara da kısa yoldan dâvetiye çıkarmaktadır.

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Bahar çiçek çiçek gelince güzel…



“Yine bahar oldu coştu yüreğim, akar boz bulanık selli dereler” diyen Aşık Erzurumlu Emrah misali, kuşların cıvıltılarını, suyun şırıltısını, yemyeşil ağaçların hışırtısını duyup da coşmamak mümkün mü? Toprağın kokusunu doya doya, çiçeklerin kokusunu duya duya içine çeken kaçımızın yüzüne bir mutluluk gülümsemesi yayılmaz ki... İçimizi ısıtırken güneş, bir ağacın gölgesinde az da olsa serinlemenin hazzını neye değişir insan…

Bahar, hayata daha iyimser bakabilmenin, yaşama sevincinin diğer adı. Hiç çocuklarına, yazı, kışı çağrıştıran isimler koymuş anne baba tanıyor musunuz? Ama belki de şu anda bu yazıyı okuyan sizin, çocuğunuzun ya da bir yakınınızın adı Bahar, Ayşegül, Songül, Çiçek, Lale’dir. Çocuğuna, görmek istediği, en beğendiği şeyi isim yapan bir gelenek için bu çok normal olsa gerek. Çoğu zaman ‘ah keşke bir şiir yazabilseydim, bir şarkı besteleyebilseydim’ hayıflanmalarını yaşamış olsak da, bu konuda şanslı olanlar da var elbette: Dede Efendi, ’Baharın zamanı geldi, yavru ceylan gel gidelim’ derken, baharın bile içindeki ateşi söndüremediği Süleyman Nazif “Bahar olsa, çemenzar olsa alem hanendar olsa / Sen olmazsan hayalimde zemin ağlar sema ağlar” diyor. Baharı ve hüznü her ne kadar bir arada düşünemesem de Dramalı Hasan gibi “Baharın gülleri açtı, ah yine mahzundur bu gönlüm, etrafa neşeler saçtı, beyhude geçti bu ömrüm” şarkısını besteleyenleri, baharın bitişine dertlenip “Bahar bitti güz bitti artık bülbül ötmüyor/Yare tel çekem dedim, tel derdim iletmiyor” içlenişini nağmelere döken Saadeddin Kaynak’lar da var. Ama ben yazımı hayata ve bahar sevincini terennüm eden Mehmet Erbulan’ın şiiri ile bitirmeyi tercih ediyorum: “Bahar çiçek çiçek gelince güzel / Hayat sevilince sevince güzel. / Arılar bal petek verince güzel / Hayat sevilince sevince güzel…”

31.03.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Ali FERŞADOĞLU

Lâhikalar her zaman okunmalı



Bediüzzaman Hazretleri, Hücumât-ı Sitte Risâlesinde Kur’ân’ın talebe ve hizmetkârlarını, şeytanın desiselerine aldanmamak için uyarır, ikaz eder. Dünkü yazımızda bu konu üzerinde durmuştuk.

Günümüz; fikir kargaşası, siyasî-içtimâî istikrarsızlık, her tarafı kasıp kavuran deccalizm ve onun etkisindeki “ifsat, zındıka, dinsizlik” komitelerinin anaforunda bocalıyor. İslâm âlemi de bunların etkisinde kalarak çalkalanıyor.

Türkiye, jeo-politik, coğrafî, ticarî, kültürel ve tarihî açıdan çok stratejik bir mevkide. Bu özellikleri dolayısıyla buradaki siyasî olayları yalnızca iç değil, dış konjonktürler de etkiler. Özellikle her seçim, her darbe, her hassas dönem sonrası veya siyasî değişiklik zamanlarında sarsıntılar, inhiraflar veya dozunu aşmış tartışmalar maydana gelir. Bu şartlarda Risâle-i Nur okumadan, özümsemeden, özellikle lâhikaları hazmedip benimsemeden istikametli bir hizmet, istikrarlı bir içtimâî, siyasî strateji takip etmek mümkün mü? Ve lâhikaları okumadan Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebini anlamak mümkün mü?

Halbuki, “İçtimâî dersler de veren Risâle-i Nur”, gerçekten de muhteşem siyasî ve içtimâî ölçüler, prensipler vaz etmiştir. Dünyada cereyan eden ana siyasî meselelere teşhis koyabilmek için Risâle-i Nur’un bu ölçülerinin kavranılması gerekir.

Şu halde, yalnızca seçim zamanlarında değil, her zaman lâhikalar okunmalı, ders yapılmalı, onun içtimâî ve siyasî prensipleri özümsemeli. Ki, lâhikalar zaten Risâ- le-i Nur’un temel kitabı Mektûbât’ın 27. Mektub’udur.

Aslında Risâle-i Nur eserleri birbirine tercih edilmezler. Bediüzzaman “Ben hangisini okursam ‘En birinci budur’ derdim. Ötekine bakardım, ‘Bu birincidir.’ Daha öbürüsüne baktıkça hayret ederek kat’î kanaatim geldi ki, Risâletü’n-Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir eden bir mû'cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir. Evet, bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risâletü’n-Nur…”1 der. Dolayısıyla işte bu mektuplar da okunmalı ki, meselelere ferâsetle yaklaşılsın.

Bunun için Bediüzzaman ehl-i imanı ve bilhassa tabelerini de ikaz eder: “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte risâlesini mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüt ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.”2

Lâhikaların sık sık okunması gerektiğinin bir diğer gerekçesi de şu olabilir:

“İslâmiyetin yüzde doksan dokuzunun iman, ibadet ve ahlâk olduğu; yüzde biri siyasete baktığı” ve “siyasîlerden fazla bir şey beklememek gerektiği” tam olarak anlaşılsın ve siyasetçilerin propagandalarına kapınılmasın.

Ve keza, sık sık okunmalı ki, “dessas ehl-i dünyanın hafiyeleri” (casusları/ajanları) veya “ehl-i dalâletin propagandacıları veya şeytanın şakirtleri”3, desiseleriyle, Kur’ân’ın talebelerini ve hizmetkârlarını hizmet-i Kur’âniyeden alıkoymasın ve haberleri olmadan bir kısmına fazla iş bulmasın. Tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulsun. Ve bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösterdiklerinden, hevesleri uyanıp hizmete karşı bir gaflet gelmesin!4

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 11., 2- Kastamonu Lâhikası, s. 172., 3- Mektubat, s. 401., 4- Mektubat, s. 414.

31.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Anketler yanıldı, yanılttı



Medya organlarında seçim öncesi yayınlanan anketlerin seçmen üzerindeki tesiri muhakkaktır.

Vatandaşların bir kısmı, yapılan anketlere bakarak tercihini değiştirebiliyor. "Benim oyum yanmasın, boşa gitmesin" düşüncesiyle hareket ederek, oyunu misyonuna inandığı partiye değil de, bir başka partiye verebiliyor.

Böylelerine çok şahit olduk.

İşte, bu realiteyi bilen bazı anketçiler ve medya temsilcileri de, anket sonuçlarını zaman zaman kasıtlı bir yönlendirmeye tabi tutacak şekilde yayınlatabiliyorlar. Büyük vebâl...

Nitekim, bu defa da aynen öyle oldu. Hatta, eskiye nisbetle daha da ileriye, daha da aşırıya gidildi.

Meselâ, geçtiğimiz hafta içinde HaberTürk tv'de yayınlanan bir ankette iktidar partisinin Ankara ve İstanbul'da oy oranı yüzde 50'ye yakın rakamlarda gösterilirken, Demokrat Partinin oyları ise, yüzde değil, binde 1 olarak nazara verildi.

İktidarı değil, muhalefeti destekleyen Vatan gazetesinde 26 Mart'ta yayınlanan ankette, Demokrat Partinin genel oyu yüzde 2.5 olarak gösterildi. A&R ise, DP'yi yüzde 2.6 gösterdi ki, bu da, seçim öncesinde yayınlanan en iyimser anket ünvanını kazanmış oldu.

En gerçekçi diye tanıtılan ve AKP'yi yüzde 47.9'da gösteren KONDA'nın anketinde de DP'nin oyları yüzde 2.3 olarak gösterildi.

Evet, DP'yi yüzde 2.6'nın üzerinde gösteren bir tek anket medyada yayınlanmadı, yer almadı; an azından biz göremedik. Görebildiklerimiz arasında ise, yukarıdakilere dahi rahmet okutacak derecede büyük fecaat arz eden anket sonuçları vardı. Meselâ. seçimden iki gün önce (27 Mart 2009) Zaman gazetesinde yayınlanan anket sonuçları gibi...

Konuyla ilgili manşet haberini AKP'nin gücünü koruduğu, CHP'nin ise düşüşte olduğu şeklinde veren Zaman gazetesi, kendi bünyesinde hizmet veren CHA–Veritas'ın ortaklaşa hazırlamış oldukları anketin sonucunu şu şekilde nazar verdi: AKP 45.6, CHP 15.8, MHP 13.8, SP 4.8, DTP 4.3, DSP 1.7 ve DP 1.6.

Zaman'ın yayınladığı ankete bakıldığında, bunun seçim sonuçlarıyla büyük ölçüde çeliştiği görülüyor. Bu anketin DP'ye yönelik nazara verdiği tablo ise, şevk kırıcı, moral bozucu bir görünüm arz ediyor. Ve adeta denilmek isteniyor ki: "Ey Demokratlar! Boş yere ümitlenmeyin. Bu parti artık bitti, tükendi. AKP ise, ayakta sapasağlam duruyor. Oyunuzu iktidar partisine verin ki, boşa gitmesin. DP'nin dirilmesi artık mümkün görünmüyor. Oy oranı yüzde bir buçuğa düşmüş bir partiden, artık ne beklenebilir? Gelin, siz de vazgeçin bu sevdadan."

Gariptir ki, bu seçimde DP'yi sadece diğer siyasî partiler değil, gazeteler, televizyon kanalları, hatta anket şirketleri bile yok saydılar ve adeta ölü nazarıyla baktılar. Öyle ki, seçim sonuçları alındıktan sonra da aynı tutum büyük ölçüde devam etti. Nisbeten daha düşük seviyede oy alan DSP ile BBP'ye bile manşetlerinde ve ekranlarında yer veren medya, DP'yi yine görmezden geldi.

Halbuki, Halkçıların, Türkçülerin ve Kürtçülerin dışında orta kitlenin oyunu alan AKP'ye alternatif konumunda kalmayı başarabilen yegâne parti, bütün eksikliklerine ve herşeye rağmen yine Demokrat Partidir. Bu realite, önümüzdeki süreçte çok daha iyi anlaşılır hale gelecek.

Yarın: Tebrikler Tire Lozan'a ikinci dâvet Lozan'da Şubat ayı (1923) başlarında kesintiye uğrayan barış görüşmelerinin, ilgili ülkeler arasındaki diplomatik münasebetlerin ardından yeniden başlatılmasına karar verildi. Londra'da toplanan İtilâf devletleri temsilcileri, Türkiye'yi "İkinci Lozan Konferansı"na davet etti. Türkiye hükümeti bu dâvete olumlu cevap verdi. Böylelikle, ikinci Lozan görüşmelerinin yolu açılmış oldu. 4 Şubat'ta kesilen görüşmelere, 23 Nisan'da yeniden başlandı. Ne var ki, ogünden bugüne kadar merak edilen asıl mesele, Lozan'da bir "gizli gündem"in olup olmadığıdır. Zira, Meclis'te en şiddetli tartışmalar o tarihte Lozan meselesinde cereyan etmiştir. Ayrıca, yapılan ilk görüşmeden memnun olmayan ve "Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış bulunan zafer, masada kaybedilmiştir" iddiasında bulunan siyasîler, o günlerde ya öldürülmek, ya da tasfiye edilmek üzere siyasetin dışına itilmişlerdir. En önemlisi ise, Lozan Konferansının hemen ertesinde, en büyük dinî müesseselerden Hilâfet ile Medreseler kapatılmıştır ki, bunda Avrupa devletlerinin gizli istekleri doğrultusunda yapılmış bir icraatin kalın ve derin çizgileri görünüyor.

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yirmi Altıncı Pencere



Abdullah Bey: “Hazret-i Üstad, Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Altıncı Penceresinde Allah’ın Sermediyetini ırmaktaki kabarcıklar ile ispat eder. Bu konuyu açıklar mısınız?”

Yeryüzünün soğuk ve katı yüreğini ısıtan ve sevimli kılan unsurlardan biri güneşse, biri de sudur.

Kıvrım kıvrım akan çaylar ve ırmaklar içimizi bir serçe kuşu kalbi heyecanıyla doldurur zaman zaman. Masmavi gökyüzüne inat, yeryüzüne çöreklenip billûrlaşan görüntüsü ile ırmaklar, etrafında dalgalanan binlerce zümrüt yeşili ağaçlarla, içinde cıvıldaşan sayısız canlılarla seyri doyumsuz lâhutî bir havaya bürünürler.

Bir ırmak kenarına oturabilirsek günün birinde, yer yer sessiz, yer yer haşin ve yırtıcı nağmelerle akıp giden suyun şırıltısının ruhumuzu derinden sarstığını hissederiz. Dinlendirici bir sarsıntıdır bu.

Dalıp gideriz suyun masmavi taneciklerinde, tanecikleri yırtarak yukarı fırlayan ve hemen patlayıp sönüveren kabarcıklarında. Yorgun gözlerimiz dinlenir. Hafızamız ilk günkü kadar berraklaşır. Ruhumuz yeni bir diriliş sabahına doğar.

Suyun vazgeçilmezliğini, tevazuunu, şeffaflığını, akıcılığını, bir büyük hakikate ayna oluşunu düşünürüz o an. Bütün canlıların, bir yudum suya hasret hayatları gözümüzün önünde geçit resmî yapar. Su ne kopmaz, ayrılmaz bir parçamızdır! Hayatımızın dörtte üçüdür su. Nitekim “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır.”1

Mütevazıdır su. Gözü yukarılarda değildir. Yukarılarda bulursa kendini, ne yapıp eder, her kalıptan geçer, iğne deliğinden süzülür, hep aşağılara doğru bırakır kendini. Yükseklerde fazla eğlenmekten hayâ ediyor, hicap duyuyor gibidir. Toprakla bütünleşir aşağılara doğru inerken. Toprağın tevazu rengine bürünür.

Bu tevazu ile göklere yükselmek istercesine uzanan ağaçları, yaprakları, çiçekleri, canlıları, nihayet hayatı netice vermiş olması, beşeriyeti üzerinde ibretle düşünmeye çağırır.

Şeffaftır su. İçinde hiçbir şey gizli kalmaz. Bu şeffaflıktan rahatsız olan balıklar varsa bırakın koylara, girdaplara kaçsınlar.

Yeryüzünde, gökyüzünün; mülk âleminde, melekût âleminin aynasıdır su. Görünen âlemle görünmeyen âlem arasında, hava ile el ele bir köprü kurmak ister. Bazen Celâlî, bazen Cemâlî isimlerin tecellîsine mazhar olur. Hava gibi.

Suyun akıcılığı gözümüzü karartır bazen. Ne baş döndürücü bir akıştır o! Zaman gibi... Mekân gibi... Ömür gibi... Hayat gibi!... Akar, akar, akar!...

Silkiniriz. Bir an, bizi de alıp gidecek sanırız. Ama yok, bizi alıp gitmez o. Bizi alıp gidecek başka bir seldir çünkü zaman seli...

Biz zaman selinin içindeyiz. Dur durak bilmez zaman selinin. Bir yokuştan iner gibi akarız. Selin bir yerinde şerit kopar. Sel devam eder, ama biz başka bir mekâna girmiş oluruz.

Kulaklarımızda selin uğultusu. Dönüp dönüp sönen kabarcıklar ömrün geçiciliğini, hayatın akıcılığını bir tokat gibi yüzümüzde şaklatır. Zaman ırmağı akmaya devam etse de, kabarcıkların sönüşü gibi söndüğümüzü düşünür, silkiniriz.

Kabarcıklar bize ayna olmuştur, fânî olan her şeye ayna olmuştur.

Biz böyle düşünürken, kabarcıklardan bir isyan yükselir. Kabarcıklar, fânî olandan çok, başka bir hakikate ayna oluşunu haykırır, işitebiliyorsak eğer.

Kabarcıkların dilini Bedîüzzaman Hazretleri çözer. Yirmi Altıncı Pencere’den bakarız kabarcıklara. Ufkumuzda bir an şimşekler çakar.

Kabarcıklar gülümseyip geçmiştir. Geçenlerin yerine gelen kabarcıklar da parlayıp kaybolurlar. Sonra bir diğer gurup, onları takip eder; bir başka gurup onları... Kabarcıklar kafile kafile parlayıp, akabinde yok olurlar. Her gelen parlayıp söner. Yerine bir başkası, bir başkası...

Ama güneş daimidir.

Kabarcıklar parlayıp sönmeleriyle, ışığın kendi dükkânlarında bulunmadığını; ışığı, daimî bir güneşten aldıklarını haykırırlar.

Tıpkı zaman ırmağında akıp giden varlıkların yüzünde parlayıp sönen güzellik sıfatının bir Cemal-i Sermedî’ye, hayat sıfatının bir Hayy-ı Kayyûm’a işaret ettiği gibi.

Yirmi Altıncı Pencere, kabarcıklara tercüman olmuştur. Kabarcıklar, artık anlaşılmaz baloncuklar değildir. Mesajları okunan birer mektup hüviyetindedirler.

Dipnotlar:

1- Nur Sûresi, 24 /45

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ölüm tezkeresini alırken



u fani dünyada hayat vazifesini bitirenler ölüm tezkerelerini alıp ebedî âleme uzanan yolculuklarına gidip dururlar. Yolculuk sonsuza kadar uzanıp gider.

Tezkereyi alma şekli ise değişik değişik olur. Kimi kendine göre tam işlerini yoluna koymuşken, kimileri de görev başındayken fani hayatlarını noktalar, ebediyete kanat çırparlar.

Allah Resûlü (asm), “Allah bir kulun bir yerde ölümünü takdir etmişse, onun oraya gitmesine sebep olacak bir ihtiyaç yaratır”1 buyurur.

BBP Başkanı sayın Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefatı bize bu hadis-i şerifi hatırlattı. Ecel gizli tutulmuştu. Her an gelebilirdi. Kendisi de bir konuşmasında buna dikkat çekiyor, “Anlık yaşıyoruz. Şu anda varsın, belki bir süre sonra olmayacaksın” diyerek sanki Kaderinin sinyallerini veriyordu.

Söylediği gibi de oldu. Konuşturan Allah konuşturmuştu.

Önemli olan bu gerçeği her an hissedip ona hazırlıklı olmak, alın akıyla emaneti teslim edebilmek! Bildiğimiz kadarıyla inançlı, iradeli, prensipli, ideal sahibi ve dik durmasını bilen bu yürekli insan Haktan gelen dâvete görev başında iken icabet etti, beş arkadaşıyla birlikte şehadete uçtu. Ona ve kader arkadaşları diğer beş merhuma Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz.

Evet, vatanı, milleti, insanlığı seven kişiye düşen faydalı olmak için didinmektir. Allah Resûlü (asm), “İnsanların en iyisi insanlara faydalı olandır”2 buyuruyor. Mal-mülk, makam-mevki, kısacası her şey Allah için hizmete âmâde ise değerli.

Siyasetçinin de hedefi bu olunca daha başka bir kıymet kazanır. Menfaat, makam, şan, şöhret yerine hizmeti esas alan, himmetini milleti yapanlar milletin gönlünde taht kurar, unutulmazlar arasına girerler.

Yirmi yıl Tih Çölünde Arz-ı Mukaddes’i feth için askerini yetiştiren Hz. Musa tam Arz-ı Mukaddes’i alacakken Azrail gelivermesin mi? Şuracıkta bir adım kalmış fethe. Ama emir büyük yerden gelmişti. Rıza göstermekten başka ne yapılabilirdi? Cenâb-ı Hak, Hz. Musa’ya bir sığırın üzerine elini koymasını, elinin altındaki kıllar adedince ömür verileceğini ve sonucun ölüm olacağını bildirince, “Madem sonuçta öleceğim. Gel şimdi al emaneti ey Azrail!” demişti Hz. Musa. Ve fetih Hz. Yuşa’ya müyesser olmuştu.

Hz. Ömer gibi, “İstediğin an gel emaneti al ey ecel!” diyebilecek gönül rahatlığı içinde olabiliyor muyuz? İşler yarım kalmış, tamamlanmış önemli değil. Yarım kalsa da Allah niyetimize binâen tamamlanmışcasına sevap ihsan edecektir.

Şu son Muhsin Yazıcıoğlu hadisesi bir kere daha gösterdi ki, bugün şen şakrak iken yarın yaslı bir ev bırakabiliyoruz geride. Önemli olan, burada yakınlarımız ağlasa da orada bizi güldürecek şeylerin peşinden koşabilmek.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Feyzü’l-Kadir, 1: 417 (Hadis no: 797).

2- Keşfü’l-Hafa, 1:393 (Hadis no: 1354).

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Üstadın saff-ı evvel talebelerinden Halil İbrahim Çöllüoğlu



Halil İbrahim Çöllüoğlu, şu anda Muğla’nın Milas ilçesinin asrî mezarlığında medfun. Cesedi daha önce şehir merkezindeki kabristana defnedilmiş. Daha sonra Milas Belediyesi tarafından iskân yeri açmak bahanesiyle Milas-Bodrum yolu üzerinde ilçe çıkışında sol taraftaki asrî mezarlığa nakledilmiş. Hâlâ da orada.

Buradaki ehl-i hizmet Yusuf kardeşimiz, bize bu konuda yardımcı oldu, kısa ve özlü bilgiler verdi. Onun anlattığına göre; Halil İbrahim Çöllüoğlu Ağabey, Milas içerisinde Sultan Abdülaziz devrinde babasından kalma bir handa hancılık yapan birisiymiş. İlme müştak, tetkik ve tahkik ehli bir zat. Onun için de bu han içerisinde bir odayı kendisine ait kütüphane olarak tahsis etmiş. Orada birçok ilmî kitaplar var. İlme hürmetli ve devamlı dinî kitaplar okuyarak kendini yetiştiren, yenileyen bir esnaf!

Risâlelerle tanışması ise, bir “çerçicinin” vasıtasıyla olmuş.

Bu çerçici ise, aziz Üstad’ın “Ümmî, fakat allâmelerin işini gören ve esrâr-ı Kur’âniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebep olan, âhiret kardeşim Âdilcevazlı Bekir Ağa” dediği, Abdülcelil oğullarından Âdilcevazlı Emrullah oğlu Bekir.

Bu mübarek zat diyar diyar geziyor. Çerçicilik yapıyor. Takip var, zulüm var, sürgün var, tehdit var! Buna rağmen “heybesinden” hiç eksik etmediği Risâle-i Nurları neşrediyor. Muhtaç gönüllere ulaştırıyor. Tebligatından asla ve kat’â vazgeçmiyor. Muhataplarını arıyor ve buluyor! Evet, aklın durduğu, iz’ânın kavramakta güçlük çektiği, idrakin tartmakta âciz kaldığı anlar, olaylar ve şahıslar bu kudsî hamurun içerisinde.

İşte bu mübarek zat, Adilcevazlı Bekir Ağa; Milas’a gelişinde, Çöllüoğlu Hanına misafir oluyor ve han sahibi Halil İbrahim Efendiye “dâvâsını” tebliğ edecek birkaç eser bırakıyor. Kuvvetli rivâyet böyle.

İlme müştak bir insan olan Hancı Halil İbrahim, cevheri bulunca artık onları bir daha bırakır mı? Han odasındaki kütüphanesine bu risâleleri “demirbaş” olarak baş köşeye koyuyor. Bütün baskılara rağmen hiçbir şekilde yolundan dönmüyor, dâvâsından taviz vermiyor. Muhabbet ateşi gönlünü yakmaya başlıyor. Asrın sultanının huzuruna gitmek istiyor. Koca sultanı Burdur’da veya Barla’da ziyarete gidiyor. Kaynağından kana kana nurları içmek için. Turfanda bilgileri alıyor ve hizmete başlıyor Milâs’ta. Tek başına. Bir kutup gibi... Baskılara, zulümlere karşı direniyor. Milletin çoğu bu baskılara dayanamayıp kitapları ya toprağa gömüyor, ya da imha ediyor ve saklıyor. Halil İbrahim ise mertliğini koruyor ve taviz vermiyor. Bu tavizsiz dik duruşun elbette bir bedeli olacaktır. Ve bedel günü geliyor! Bir gün, hizmetine devam ederken, hanın hemen bitişiğindeki “Aydınlı Camii’nde” namazdayken alınıyor ve Eskişehir’e götürülüyor. Eskişehir zindanlarında “madalya ve nişane alma” törenleri var! Sultanla beraber olmak! Bu imtihanı başarıyla tamamlıyor. Aziz Üstadından nişaneyi alıyor!

Risâle-i Nur’un sadık ve sebatkâr bir şakirdi, erkân-ı mühimmesi, mânevî mimarlık yapan çok değerli bir rüknü haline geliyor.

***

İşte o mübarek zat hakkında Aziz Üstadın, Emirdağ ve Kastamonu Lâhikalarında yazdığı hakikatlerden kısa örnekler:

* “Halil İbrahim’in mektubu, şahsıma verdiği fevkalâde meziyetler için kabul etmemek mesleğimizce lâzım gelirken, iki manidar tevafuku bana hem kendini kabul ettirdi, hem lâhikaya girdi.” (Emirdağ Lâhikası, s. 119, Mek. No: 81)

* “Halil İbrahim’in mektubu, belki her mektubu hem onun, hem İnce Mehmed’in nâmına kabul ediyorum. İkisine, Hüsrev’le Rüşdü gibi bir ruh, iki ceset nazarıyla bakıyorum. Cenâb-ı Hak onları muvaffak etsin ve emsâlini oralarda çoğaltsın. (...) Hapishanede, Risâle-i Nur’un son kâtibi kahraman Şefik acaba sağ mıdır? Nerededir? Merak ediyorum. Halil İbrahim’den sorunuz.” (Kastamonu Lâhikası, Mek. No: 82)

“Halil İbrahim’in, Risâle-i Nur hakkında gayet tatlı ve güzel ve mutabık temsili ve tavsifi, içinde samimî ihlâsından ve kanaatından geldiği cihetle, bizce gayet parlak ve edîbâne düşmüş. (…) Ona ve rüfekasına her gün hususî duâlarımıza, kazançlarımıza, hususan İnce Mehmed hissedâr olmalarını ve selâmımızı tebliğ edersiniz.” (Kastamonu Lâhikası, Mek. No: 143)

“Hasan Feyzi’nin ve bir hafta evvel Halil İbrahim’in şahsıma karşı fevkalâde hüsn-ü zan ile mersiyeleri... (...) O ikisine ve arkadaşlarına, hususan Ahmed Feyzi ve Denizli hapsindeki kardeşlerimize ve hakkımızda adalete çalışanlara binler selâm… Halil İbrahim’in ağlatıcı mersiyesinden iştiraklerini gösteren mektubu, benim o havalideki sebatkâr kardeşlerim hakkında endişelerimi izale eyledi.” (Emirdağ Lâhikası, Mek. No: 91)

“Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in, vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı.” (Emirdağ Lâhikası, Mek. No: 84)

“Milas’ta ehemmiyetli bir kardeşimiz Halil İbrahim’in…” (Emirdağ Lâhikası, mek. no: 52)

“Milaslı Halil İbrahim, hakikaten Risâle-i Nur’un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli. Hem ona, hem Risâle-i Nur’un avukatı Ahmed Feyzi'ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman kardeşlerimizden Şefik’e çok selâm ve duâ ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası, Mek. No: 31)

“Risâle-i Nur’un ehemmiyetli rükünlerinden olan Halil İbrahim’in sisteminde Ahmed Feyzi’nin mektupları, şahsıma ait haddimden yüz derece fazla hüsn-ü zanları bir tarafta kalsa—ondan kat’-ı nazar—o havalide Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisine karşı Halil İbrahim’le, Ahmed Feyzi’nin sarsılmaz, gayet kuvvetli irtibatlarını gösterdiğinden, bizi cidden mesrur eyledi. Sadakati harika olduğu gibi, cesareti de o nisbette olan Halil İbrahim’in (r.h.) doğrudan doğruya benim adresime gönderdiği tebrikini aldım.” (Emirdağ Lâhikası, Mek. No: 57)

“Yeni bir Hafız Ali (r.h.) nümunesini gösteren ve Milaslı Halil İbrahim’in sadakatini andıran ve orada ona benzeyen kardeşlerime de pek çok selâm…” (Emirdağ Lâhikası, Mek. No: 48)

Sonraki yıllarda, Halil İbrahim Çöllüoğlu Ağabey, Nur’un saff-ı evvelleri ve büyük kahramanlarından “Risâle-i Nurun avukatı” sıfatıyla meşhur olmuş, Aydın Ortaklarlı Ahmet Feyzi Kul ve Isparta kahramanlarından Mustafa Ezener Ağabeylerin de Risâle-i Nurları tanımasına vesile olmuş.

***

Gönül adamı, dâvâ adamı Halil İbrahim Çöllüoğlu’nun Emirdağ Lâhikası’ndaki o harika mektubundan kısa bir parça:

“Risâle-i Nur bir ibrişimdir ki, kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir.

“Risâle-i Nur âhize ve nakile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’âniyedir ki, onun tel ve lambaları, ayna, tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârâne ve icâzdarâne bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarında âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hadisâttan haberdar olabilir.

“Risâle-i Nur mü'minlere; Kur’ân’dan hedaya-yı hidayet, kevneyn-i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyz-i Rahman’dır.

“Risâle-i Nur, kâinata baharın feyzini veren bir âb-ı hayat ve ayn-ı rahmet ve mahz-ı hakikat ve bir gülzar-ı gülistandır.

“Risâle-i Nur lütf-ü Yezdan, kemal-i iman, tefsir-i Kur’ân ve bereket-i ihsandır.

“Risâle-i Nur, kâfire hazan, münkire tufan; dalâlete düşmandır.

“Risâle-i Nur bir kenz-i mahfî ve bir sandukça-i cevher ve menba-ı envardır.

“Risâle-i Nur hakaik-i Kur’ân ve mi'rac-ı imandır...” (Emirdağ Lâhikası, s. 86)

***

Çöllüoğlu, çocuğu olmadığı için yakın akrabalarından birisini evlâtlık olarak almış. Evlâtlığı elektrik mühendisi İlhan Yüksel Ağabeyimizle bu sefer görüşmek mümkün olmadı.

31.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Seçimin ardından



29 Mart yerel seçimini de geride bıraktık. Ve görünen o ki, epeyce bir zaman bu seçimin ortaya çıkardığı sonuçlarla meşgul olacak, bunlara göre yeni sürecin nasıl şekilleneceğini kestirmeye çalışacağız.

Burada öncelikle üzerinde durulması gereken nokta, tabiatıyla, AKP’nin almış olduğu netice.

Erdoğan bir taraftan bu sonucu “güvenoyu göstergesi” olarak yorumlarken, diğer taraftan “tatmin olmadığı”nı söylüyor ve değerlendirmelerinde de ikinci şıkkın ağır bastığı görülüyor.

Yüzde 40’ın altına düşüp, evvelce elinde tuttuğu belediye başkanlıklarından hatırı sayılır bir kısmını kaybetmek herhalde başarı sayılamaz.

Erdoğan bunun belli başlı sebeplerini izah ederken, “Tüm partilerin hedefi bizdik. Birçok medya gruplarına karşı mücadele verdik. Krizin olduğu bir dönemde bu seçimi yaptık. Hizmet siyaseti geçerli olmadı” gibi maddeler sıraladı.

Sonuçta özellikle krizin belirleyici olduğu kesin. Ama onun dışında, Erdoğan’ın zikretmediği 28 Şubat mağduriyetlerinin devamı, AB ve demokratikleşme sürecinin durması, devletçi ve milliyetçi çizgiye kayma, önceki seçimlerde verilen halk desteğinin iyi değerlendirilemeyip heba edilmesi gibi sebeplerin de altı çizilmeli.

Eğer esintisi bir miktar zayıflamış da olsa Davos rüzgârının ve seçime üç gün kala açıklanan Ergenekon iddianamesinin, azımsanmayacak bir seçmen kitlesindeki “Herşeye rağmen AKP” duygusunu güçlendiren tesiri olmasaydı, bu yüzdenin daha aşağıya inmesi işten bile değildi.

2002’de yüzde 34’le gelip, 2004’te 42’ye ve 2007’de 47’ye dayanmış bir partinin 2009’da yeniden 40’ın altına inmesi, her yönüyle iyi tahlil edilmesi ve ders çıkarılması gereken bir hadise.

İşin bir başka ciheti de şu: 22 Temmuz seçiminde AKP oy oranını arttırdı, ama milletvekili sayısı azaldı. 29 Mart’ta ise hem oy oranı geriledi, hem de elindeki bir hayli başkanlığı kaybetti.

AKP açısından alarm zillerini çaldıran, “İniş süreci başladı mı?” diye sorduran bir tablo bu, Başbakanın “Dersimize çalışacağız” sözüyle işaretini verdiği parti içi değerlendirmelerde bakalım bu hususların da üzerinde durulacak mı?

Peki, AKP gerilerken, karşısındaki muhalefet partileri bir “oy patlaması”nı başarabildiler mi?

Bazı münferit örnekler sayılmazsa, genelde hayır. CHP’nin de, MHP’nin de kaydettikleri artış iki-üç puanı geçmiyor. Aynı şey DTP için de büyük ölçüde geçerli. Kazandıkları belediye sayısını arttırmaları ayrı konu, ama genel oy dağılımındaki oranlar fazla bir ilerleme göstermiyor.

Meclis içi muhalefetin DSP ayağı da, kendi başına girdiği bu seçimde aldığı sonuçla, gerçek gücünün ne olduğunu bir defa daha sergiledi.

Meclis dışı muhalefete gelince: Hiç şüphesiz, hem bu kategoride, hem de genel anlamda seçimin en başarılı partisi, oylarını iki katından fazla arttırmayı başaran SP. Ve onun yanında, lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nu seçim öncesi trajik bir kazada kaybeden BBP. Özellikle SP’nin AKP aleyhine gelişecek yükselişi bir miktar daha devam edebilir, ama hangi sınıra kadar, belli değil.

Gelelim DP’ye. Süleyman Soylu’nun samimî ve canhıraş çabalarının da, partideki kan kaybını durdurmaya yetmediği ve hâlâ birşeylerin eksik olduğu görülüyor. 22 Temmuz’daki 5.4’ün bu seçimde 4’ün de altına inmesi bunun işareti.

Bilhassa Anadolu’nun belli yerlerinde teşkilâtlar canla başla, fedakârca, ihlâsla çalıştılar. Ama bu dinamizmin genel merkeze çok fazla yansımadığı; son kongrede oluşan yapılanmanın da, yıllardır birikip kronikleşerek partiyi buralara sürükleyen sorunların aşılmasına yetmediği; özellikle medyada yer alacak ve gündem oluşturacak çıkışlar yapılamamasının önemli bir problem olmaya devam ettiği bir defa daha görüldü.

Sonuç: 29 Mart, siyaseti tıkayan 22 Temmuz tablosunu değiştirmedi, ama AKP’ye esaslı bir rötuş yaptı ve belirsizliklerle dolu yeni bir süreç başlattı. Neler getireceğini ise yaşayıp göreceğiz.

31.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis